SÖZLER – Yirmi Altıncı Söz (623-645)

623

Yirmi Altıncı Söz

 Kader Risalesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُۤ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 1

وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِۤى اِمَامٍ مُبِينٍ * 2

KADER ile cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] iki mesele-i mühimmedir. [önemli mesele] Ona dair Dört Mebhas [bahis, kısım] içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.

BİRİNCİ MEBHAS [bahis, kısım]

Kader ve cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî [boş] ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] değillerdir. Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden iyilikler ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; [mertebeler] kader, nefsi gururdan; ve cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imaniyeye [imana dair meseleler] girmişler. Yoksa, mütemerrid [inatçı] nüfus-u emmârenin [insana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere teşvik eden nefisler] işledikleri seyyiâtının [günahlar] mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak; ve onlara in’âm [nimet verme] olunan mehâsinle [güzellikler] iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyarîye [insandaki çok az seçim gücü, irade] istinad

624

etmek; bütün bütün sırr-ı kadere [kader sırrı] ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.

Evet, mânen terakkî [ilerleme] etmeyen avam [halk] içinde, kaderin câ-yı istimâli var. Fakat, o da mâziyat ve mesâibdedir [musibetler, belâlar] ki, ye’sin [ümitsizlik] ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî [günahlar] ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve atâlete [hareketsizlik] sebep olsun. Demek, kader meselesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr [gurur, övünme] ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş. Cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] seyyiâta [günahlar] merci olmak içindir ki, akideye [inanç] dahil olmuş; yoksa mehâsine [güzellikler] masdar [fiillerin asıl kökü] olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından [günahlar] tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı [günahlar] isteyen odur. Seyyiât, [günahlar] tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie [günah] ile çok tahribat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak [hak kazanma] eder: bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenatı isteyen, iktiza [bir şeyin gereği] eden rahmet-i İlâhiye; [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] Sual ve cevap, dâi [davet eden, çağıran] ve sebep, ikisi de Haktandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı [günahlar] isteyen nefs-i insaniyedir: [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] ya istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ile, ya ihtiyar ile. Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] alır. O siyahlık, onun istidadına [kabiliyet] aittir. Fakat o seyyiâtı, [günahlar] çok mesâlihi [maslahatlar, faydalar] tazammun [içerme, içine alma] eden bir kanun-u İlâhî [Allah’ın kanunu] ile icad eden yine Haktır. Demek, sebebiyet ve sual nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakka ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır.

İşte, şu sırdandır ki: Kesb-i şer, [kötülüğü işlemek] şerdir; halk-ı şer, [kötülüğü yaratmak] şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi [maslahatlar, faydalar] tazammun [içerme, içine alma] eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, “Yağmur rahmet değil.” Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz’î [az veya kısmî şer, kötülük] ile beraber

625

hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] vardır. Bir şerr-i cüz’î [az veya kısmî şer, kötülük] için hayr-ı kesiri [büyük, çok hayır] terk etmek, şerr-i kesir [çok kötülük] olur. Onun için, o şerr-i cüz’î, [az veya kısmî şer, kötülük] hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine [çalışma] ve istidadına [kabiliyet] aittir.

Hem nasıl kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Öyle de, illet [asıl sebep] ve sebep itibarıyla dahi, zulümden ve kubuhtan [çirkinlik] mukaddestir. Çünkü, kader hakikî illetlere [asıl sebep] bakar, adalet eder. İnsanlar zâhirî gördükleri illetlere [asıl sebep] hükümlerini bina eder, kaderin ayn-ı adaletinde [adaletin ta kendisi] zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde [bir şey, tek şey] iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin [Allah’ın var etmesi] adaleti ve insan kisbinin [çalışma] zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî, [Allah’ın var etmesi] mebde’ [başlangıç] ve müntehâ, [bir şeyin en uç noktası] asıl ve fer’, illet [asıl sebep] ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan [çirkinlik] ve zulümden münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Eğer denilse: “Madem cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] icada kabiliyeti yok. Bir emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] hükmünde olan kisbden [çalışma] başka, insanın elinde birşey bulunmuyor. Nasıl oluyor ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda, [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Hâlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş; Hâlık-ı Arz ve Semâvât, [gökleri ve yeri yaratan Allah] ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mü’mine [iman etmiş kul] yardım için kendini ve melâikesini [melekler] tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, [günah] tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribat ve hadsiz ademler, birtek emr-i itibarîye [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] ve ademîye [hiçlikle ilgili] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin [gemi] dümencisi, vazifesinin adem-i ifasıyla, sefine [gemi] gark [boğma] olup bütün hademelerin netice-i sa’yleri iptal olur. Bütün o tahribat, bir ademe terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, [günah] adem [hiçlik, yokluk] ve tahrip nev’inden olduğu için, cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] bir emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] ile onları tahrik edip müthiş netâice [neticeler] sebebiyet verebilir.

626

Zira küfür, çendan [gerçi] bir seyyiedir. [günah] Fakat bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle [anlamsızlık] tahkir [aşağılama] ve delâil-i vahdâniyeti [Cenâb-ı Allah’ın birliğini gösteren deliller] gösteren bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] tekzip ve bütün tecelliyât-ı esmâ[Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] tezyif [alay etme, küçük düşürme] olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve esmâ-i İlâhiye namına, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kâfirden şedit [çok şiddetli] şikâyet ve dehşetli tehdidat [tehditler] etmek ayn-ı hikmettir [hikmetin kendisi] ve ebedî azap vermek ayn-ı adalettir. [adaletin ta kendisi]

Madem insan küfür ve isyanla tahribat tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i iman, [Allah’a inanan] onlara karşı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam, bir evin muhafazasını ve tamiratını deruhte [üstüne almak] etse, haylaz bir çocuğun o haneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velisine, belki padişahına müracaata, yalvarmaya mecbur olması gibi, mü’minlerin de böyle edepsiz ehl-i isyana [Allah’a isyan eden kimseler] karşı dayanmak için Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok inâyâtına [inâyetler, yardımlar] muhtaçtırlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Eğer kader ve cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i iman [tam ve mükemmel bir iman] sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var kaderden, cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] bahsetsin. Çünkü madem nefsini ve herşeyi Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bilir; o vakit cüz-ü ihtiyarîye [insandaki çok az seçim gücü, irade] istinad ederek mes’uliyeti deruhte [üstüne almak] eder; seyyiâta [günahlar] merciiyeti [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] kabul edip Rabbini takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eder, daire-i ubûdiyette [kulluk dairesi] kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine [borç, sorumluluk] alır. Hem kendinden sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hasenatla gururlanmamak için kadere bakar, fahr [gurur, övünme] yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] bahseden adam ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ise, o vakit kaderden ve cüz-ü ihtiyarîden [insandaki çok az seçim gücü, irade] bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i emmâresi, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] gaflet

627

veya dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] saikasıyla [sebebiyle] kâinatı esbaba verip Allah’ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir, mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] verilecek olan cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ve en nihayette medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıt ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.

İKİNCİ MEBHAS [bahis, kısım]

Ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] mahsus,Haşiye ince bir tetkik-i ilmîdir.

Eğer desen: Kader ile cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] nasıl tevfik [başarı] edilebilir?

Elcevap: Yedi vech [cihet, yön, taraf] ile.

BİRİNCİSİ: Elbette kâinatın intizam ve mizan [ölçü] lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab [ağır ceza] olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] vermiştir. O Âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin [çok az irade serbestliği] kaderle nasıl tevfik [başarı] edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

İKİNCİSİ: Bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî [açık, aşikâr] olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul… İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

ÜÇÜNCÜSÜ: Cüz-ü ihtiyarî, [çok az irade serbestliği] kadere münâfi [aykırı] değil. Belki kader, ihtiyarı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] bir nev’idir. İlm-i İlâhî, ihtiyarımıza taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmiş. Öyle ise ihtiyarı teyid ediyor, iptal etmiyor.

628

DÖRDÜNCÜSÜ: Kader, ilim nev’indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk [ait olma, ilgilendirme] ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, [düsturlar, kanunlar] malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, [dış dünya, görünen varlık âlemi] iradeye bakar ve kudrete istinad eder.

Hem ezel, mazi [geçmiş] silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi [geçmiş] ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. [ayna gibi] Öyle ise, daire-i mümkinat [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] içinde uzanıp giden zamanın mazi [geçmiş] tarafında bir uç tahayyül [hayal etme] edip, ona “ezel” deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm [kuruntu] etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine [ayna] bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, [geçmiş] sol tarafındaki mesafe müstakbel [gelecek] farz edilse, o âyine [ayna] yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine [ayna] ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine [ayna] ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, [ayna] şu vaziyette, onun irtisamında, [resmedilme] o mesafelerde cereyan eden hâlât [durumlar, haller] birbirine mukaddem, [evvel, önce] muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte, kader, ilm-i ezelîden [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] olduğu için; ilm-i ezelî, [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata [herşeyi kuşatma] eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi [geçmiş] mesafesinde bir âyine [ayna] tarzında olsun.

BEŞİNCİSİ: Kader, sebeple müsebbebe [netice, eser, sebebin sonucu] bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, [sebep olunan şey, sebebin sonucu] şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Cüz-ü ihtiyariyle [insandaki çok az seçim gücü, irade] tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.”

629

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe [netice, eser, sebebin sonucu] ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.”

ALTINCISI: Haşiye [dipnot] Cüz-ü ihtiyarînin [insandaki çok az seçim gücü, irade] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] olan meyelân, [meyil, eğilim] Maturidîce bir emr-i itibarîdir, [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] abde verilebilir. Fakat Eş’arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki [meyil, eğilim] tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] Öyle ise o meyelân, [meyil, eğilim] o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi [dış dünya, görünen varlık âlemi] yoktur. Emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] ise, illet-i tâmme [tam illet; bir şeyin varlığı için gerekli olan sebeplerin tamamı] istemez ki, illet-i tâmme [tam illet; bir şeyin varlığı için gerekli olan sebeplerin tamamı] vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ortaya girip ihtiyarı ref’ [kaldırma] etsin. Belki o emr-i itibarînin [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] illeti, bir rüçhâniyet [üstünlük] derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] sübut [bir şeyin var olması] bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”

Evet, eğer abd, [köle] hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme [tam illet; bir şeyin varlığı için gerekli olan sebeplerin tamamı] bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilvücub iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

630

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih [tercih eden] muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih [tercih eden] bulunmazsa, tercih bilâ müreccih [tercih eden] lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder.

Elcevap: Tereccuh [üstün gelme] bilâ müreccih [tercih eden] muhaldir. Yani, müreccihsiz, [tercih eden] sebepsiz rüçhaniyet [üstünlük] muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih [tercih eden] caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni [belirleyici özellik] böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir?

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan [fiillerin asıl kökü] müştaktır. [arzulu, aşırı istekli] Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etmez. Masdar [fiillerin asıl kökü] kisbimizdir; [çalışma] kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] Hakkın mahlûkudur. Mes’uliyeti işmam [hissetirme] eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan [bir şeyin kaynağından ortaya çıkan, gerçek tesir sahibinden meydana gelen fiil; meselâ, “vurmak” masdar, [fiillerin asıl kökü] “acı” ise hâsıl-ı bilmasdardır] müştak [arzulu, aşırı istekli] kılınmaz.

YEDİNCİSİ: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyariyesi, [insandaki çok az seçim gücü, irade] çendan [gerçi] zayıftır, bir emr-i itibarîdir. [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] o zayıf, cüz’î [ferdî, küçük] iradeyi, irade-i külliyesinin [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: “Ey abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir.”

Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab [azarlama] edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta [zayıflık, güçsüzlük] olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] ona nazar eder.

631

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta [günahlar] ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] eli uzansın. Diğer eline istiğfarı [af dileme] ver ki, onun eli seyyiâttan [günahlar] kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme [Cehennemdeki zakkum ağacı] yetişmesin.

Demek, dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar [af dileme] ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını [tecavüzler] kırar.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS [bahis, kısım]

Kadere iman, imanın erkânındandır. [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Yani, “Herşey Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] takdiriyledir.” Kadere delâil-i kat’iye [kesin deliller] o kadar çoktur ki, had ve hesaba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarzla, şu rükn-ü imaniyeyi, [imanın şartı] ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme [başlangıç] ile göstereceğiz.

MUKADDEME: [evvel, önce] Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor. Ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’ân-ı Kebîrinin [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] âyâtı dahi, şu hükm-ü Kur’ânîyi, [Kur’ân’ın hükmü] nizam ve mizan [ölçü] ve intizam ve tasvir ve tezyin [süsleme] ve imtiyaz gibi âyât-ı tekvîniyesiyle [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] tasdik ediyor.

Evet, şu kâinat kitabının manzum [düzenli] mektubatı ve mevzun [ölçülü] âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma, vücudundan evvel herşey mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi [başlangıçlar, belirtiler] ve çekirdekler ve mekadir ve suretler birer şahittir. Zira,

632

herbir tohum ve çekirdekler, kâf nun tezgâhından çıkan birer lâtif [berrak, şirin, hoş] sandıkçadır [küçük sandık] ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki, kudret, o kaderin hendesesine [geometri] göre zerrâtı [atomlar] istihdam [çalıştırma] edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizât-ı kudreti [Allah’ın kudret mu’cizeleri] bina ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vakıâtıyla [olaylar] çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır; maddeten birşey yoktur.

Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan [açık] gösterir. Evet, hangi zîhayata [canlı] bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıptan çıkmış gibi, bir miktar, bir şekil var ki, o miktarı, o sureti, o şekli almak, ya harika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, [ölçülü] ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkatle bak ki, câmid, [cansız] sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli [benzer] olan zerreler onun neşvünemâsında [büyüyüp gelişme] hareket eder. Bazı eğri büğrü hudutlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf [durağan olma] eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gayeyi takip eder gibi yolunu değiştirir. Demek, kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle [mânevî emir] zerreler hareket ederler.

Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var. Elbette, eşyanın mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] giydikleri suretler ve ettikleri harekâtla hasıl olan vaziyetler dahi bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî [açık, aşikâr] olarak, irade ve evâmir-i tekvîniyenin [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] ünvanı olan Kitab-ı Mübînden [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] haber veren ve işaret eden, hem nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olarak emir ve ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] bir ünvanı olan İmam-ı Mübînden haber veren ve remzeden [ince işaret] iki kader tecellîsi var:

Bedihî [açık, aşikâr] kader ise, o çekirdeğin tazammun [içerme, içine alma] ettiği ağacın maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra gözle görünecek.

633

Nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] ise, o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki [hayat süresi] geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, “tarihçe-i hayat[hayat hikayesi] namıyla tabir edilen, vakit be vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] miktarı vardır.

Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellîsi var. Elbette umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır. Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı [hayat serüveni] yazıldığına delil ise, âlemde Kitab-ı Mübîn [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] ve İmam-ı Mübînden haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuzdan [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] haber veren ve işaret eden, insandaki bütün kuvve-i hafızalar [bellek, hafıza duyusu] birer şahittir, birer emâredir.

Evet, herbir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı, [kader kalemiyle yazılmış hayat programları] onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla [hayat serüveni] beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı maziyesi, kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] kalem-i kaderiyle [kader kalemi] insanın sahife-i a’mâlinden [iş ve davranışların yazıldığı sahife] küçük bir senet istinsah [kopyasını çıkarma] ederek, insanın eline verip dimağının [akıl, beyin] cebine koymuş—tâ muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, tâ mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olsun ki, bu fenâ ve zevâl [batış, kayboluş] hercümercinde [alt üst olma] bekà için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ediyor. Hem bekà için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânilerin mânâlarını onlarda yazıyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat [hayat derecesi] olan nebâtat [bitkiler] hayatı bu derece kaderin nizamına tâbidir. Elbette, en yüksek derece-i hayat [hayat derecesi] olan hayat-ı insaniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla [ölçü] çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor.

634

Evet, nasıl katreler [damla] buluttan haber verir; reşhalar [sızıntı] su menbaı[kaynak] gösterir; senetler, cüzdanlar bir defter-i kebirin [büyük defter] vücuduna işaret ederler. Öyle de, şu meşhudumuz [görünen] olan, zîhayatlardaki [canlı] intizam-ı maddî olan bedihî [açık, aşikâr] kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] kaderin reşhaları, [sızıntı] katreleri, [damla] senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, [memelilerin yaratıldığı su] tohumlar, çekirdekler, suretler, şekiller, bilbedâhe, [açık bir şekilde] Kitab-ı Mübîn [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] denilen irade ve evâmir-i tekvîniyenin [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] defterini ve İmam-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] bir divanı olan Levh-i Mahfuzu [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] gösterir.

NETİCE-İ MERAM: Madem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüyoruz ki, herbir zîhayatın [canlı] neşvünemâ [büyüyüp gelişme] zamanında zerreleri eğri büğrü hudutlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir, o hudutların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı [amaç, yarar] semere verirler. Bilbedâhe, [açık bir şekilde] o şeyin miktar-ı surîsi, bir kader kalemiyle tersim edilmiştir. İşte, meşhud, [görünen] bedihî [açık, aşikâr] kader, o zîhayatın [canlı] mânevî hâlâtında [durumlar, haller] dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hudutları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, [fiillerin asıl kökü] kader mistardır. [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] Kudret, o maânî [mânâlar] kitabını, o mistar [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] üstünde yazar.

Madem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersim edilmiş müsmir [meyveli] hudutlar, hikmetli nihayetler olduğunu kat’iyen [kesinlikle] anlıyoruz. Elbette, herbir zîhayatın [canlı] müddet-i hayatında [hayat süresi] geçireceği ahval [durumlar] ve etvârı, [haller, tavırlar] o kaderin kalemiyle tersim edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, [hayat serüveni] bir intizam ve mizanla [ölçü] cereyan ediyor, suretler değiştiriyor, şekiller alıyor. Madem böyle umum zîhayatta [canlı] kalem-i kader [kader kalemi] hükümrandır. Elbette, âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve emanet-i kübrânın [büyük emanet] hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, [hayat serüveni] herşeyden ziyade kaderin kanununa tâbidir.

635

Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb [ortadan kaldırma] etmiştir. İnbisat ve cevelâna [akma, dolaşma] müştak [arzulu, aşırı istekli] olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?

Elcevap: Kat’a [kesinlikle] ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, [hafiflik] bir rahatlık ve ravh ve reyhânı [fikir, düşünce] veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, [mutluluk] bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î [ferdî, küçük] bir serbestiyet, muvakkat [geçici] bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi [yeterli] gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine [gemi] atar, kemâl-i rahatla, [tam anlamıyla rahatlık] ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] serbest cevelânına [akma, dolaşma] meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] cüz’î [ferdî, küçük] hürriyetini selb [ortadan kaldırma] eder ve firavuniyetini ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve keyfemâyeşâ [kendi keyfince, keyfi nasıl isterse] hareketini kırar.

Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsille o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaip olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez, o yerlerde gàsıbâne, sârıkane tavattun [vatan edinme, yerleşme] etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri idare ve tedbir ve varidat; [gelirler] ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvânâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ıztırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor, idare edemiyor. Teessüfle [eseflenme, üzülme] vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız, edepsiz adam, tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] suretiyle hapse atılır.

İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] işlediğini itikad [inanç] eder. Zahmet ve külfetleri padişahın kanununa

636

bırakıp, kemâl-i safâ [tam bir huzur] ile o cennet-misal [cennet gibi] bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet [tam bir lezzet] ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 sırrını anla.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS [bahis, kısım]

Eğer desen: Birinci Mebhasta [bahis, kısım] ispat ettin ki, kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki [dünya yurdu] musibetler, beliyyeler [belâ] o hükmü cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ediyor.

Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten [şefkatin şiddeti] şedit [çok şiddetli] bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücut hayr-ı mahz, [iyiliğin ta kendisi] adem [hiçlik, yokluk] şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olduğuna, bütün mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vücuda rücuu ve bütün maâsî [günahlar] ve mesâib [musibetler, belâlar] ve nekaisin [eksiklikler, kusurlar] esası adem [hiçlik, yokluk] olduğu delildir.

Madem adem şerr-i mahzdır. [kötülüğün ta kendisi] Ademe müncer olan [sonuçlanan] veya ademi işmam [hissetirme] eden hâlât [durumlar, haller] dahi şerri tazammun [içerme, içine alma] eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife [çeşitli haller] içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebâyin [ayrı ayrı] vaziyetlere girip tasaffi [saflaşma, arınma] ediyor ve müteaddit [bir çok] keyfiyatı alıp matlup [istek] semeratı [meyve] veriyor ve müteaddit [bir çok] tavırlara girip Vâhib-i Hayatın [hayat bağışlayan Allah] nukuş-u esmâsını [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] güzelce gösterir. İşte, şu hakikattendir ki, zîhayatlara [canlı] âlâm [elemler, acılar] ve mesâib [musibetler, belâlar] ve meşakkat ve beliyyat [belâlar, sıkıntılar] suretinde bazı hâlât [durumlar, haller] ârız [ortaya çıkma] olur ki, o hâlât [durumlar, haller] ile hayatlarına envâr-ı vücut [varlık nurları] teceddüt [yenileme] edip zulümât-ı adem [yokluk karanlıkları] tebâud [uzaklaşma] ederek hayatları tasaffi [saflaşma, arınma] ediyor. Zira, tevakkuf, [durağan olma] sükûnet, sükût, atâlet, [hareketsizlik] istirahat, yeknesaklık, [tekdüzelik, monotonluk] keyfiyatta ve ahvalde [durumlar] birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık [tekdüzelik, monotonluk] içinde hiçe iner.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem hayat, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nukuşunu [işlemeler] gösterir. Hayatın başına

637

gelen herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve çok san’atlarda mahir bir Zât, âsâr-ı san’atını, [san’at eserleri] hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] musannâ [san’atla yapılmış] yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese, “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?

İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Fâtır-ı Bîmisal, zîhayata [canlı] göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letâifle [duygular] murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] olarak giydirdiği vücut gömleğini, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını [işleme] göstermek için, çok hâlât [durumlar, haller] içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat, bazı esmâsının ahkâmını [hükümler] göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bazı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde lâtif [berrak, şirin, hoş] güzellikler vardır.

ba

638

 Hâtime

Eski Said’in serkeş, [başkaldıran] müftehir, mağrur, ucüblü, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır. [bölüm]

BİRİNCİ FIKRA: Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î ispat edildiği gibi, eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey bütün eşya kadar müşkül [zorluk] ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân [kolay] ve kolay olur.

Madem zemin ve âsumânı [gökyüzü] birisi yapmış, yaratmış. Elbette, o pek hikmetli ve çok san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Zât, zemin ve âsumânın [gökyüzü] meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları [canlı] başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.

İKİNCİ FIKRA: Sen, ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! [övünme] Salkımları o ağaç kendi takmamış; başkası onları ona takmış.

ÜÇÜNCÜ FIKRA: Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. اِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ 1 sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, [Allah’a kulluk] geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat [yaratılış görevi] ve farize-i hilkat ve netice-i san’at [san’atın neticesi, ürünü] bil, ucüb ve riyadan kurtul.

DÖRDÜNCÜ FIKRA: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma] kazan. Çünkü, bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı [ışınlar, parıltılar] ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Sözün âhirinde şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir.

639

Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, [arzulu, aşırı istekli] mevtten [ölüm] kaçarsan, kat’iyen [kesinlikle] bil ki, hayat zannettiğin hâlât, [durumlar, haller] yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, [ölü] ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, [maddî hayat] yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] “bir âşiredir, [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] belki bir ân-ı seyyâledir” [bir anda akıp giden zaman dilimi] demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.

Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i [maddî hayat] nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına [hayat derecesi] çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları [hayat alanı] var! Senin için meyyit [ölü] olan mazi, [geçmiş] müstakbel, [gelecek] onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur.

Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

Fâniyim, fâni olanı istemem. 
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki [ebedî dost, sonsuz sevgili] isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed [devamlı ve sürekli güneş] isterim.
Hiç ender hiçim; fakat bu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birden isterim.

BEŞİNCİ FIKRA: Şu fıkra, [bölüm] Arabî geldiği için Arabî yazıldı. Hem şu fıkra-i Arabiye, Allahu ekber zikrinde otuz üç mertebe-i tefekkürden bir mertebeye işarettir.

اَللهُ اَكْبَرُ اِذْ هُوَ الْقَدِيرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْكَرِيمُ الرَّحِيمُ الْجَمِيلُ النَّقَّاشُ اْلاَزَلِىُّ الَّذِى مَاحَقِيقَةُ هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ كُلًّا وَجُزْءًا وَصَحَۤائِفَ وَطَبَقَاتٍ، وَمَا حَقَۤائِقُ هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتِ كُلِّيًّا وَجُزْئِيًّا وَوُجُودًا وَبَقَۤاءً، اِلاَّ خُطُوطُ قَلَمِ قَضَۤائِهِ وَقَدَرِهِ، وَتنْظِيمِهِ وَتقْدِيرِهِ بِعِلْمٍ وَحِكْمَةٍ، وَنقُوشُ پرْكَارِ عِلْمِهِ وَحِكْمَتِهِ وَتصْوِيرِهِ وَتدْبِيرِهِ بِصُنْعٍ وَعِنَايَةٍ، وَتزْيِينَاتُ يَدِ بَيْضَۤاءِ صُنْعِهِ وَعِنَايَتِهِ وَتَزْيِينِهِ وَتَنْوِيرِهِ بِلُطْفٍ وَكَرَمٍ، وَاَزَاهِيرُ لَطَۤائِفِ لُطْفِهِ وَكَرَمِهِ وَتَوَدُّدِهِ وَتَعَرُّفِهِ بِرَحْمَةٍ وَنِعْمَةٍ، وَثَمَرَاتُ فَيَّاضِ رَحْمَتِهِ وَنِعْمَتِهِ وَتَرَحُّمِهِ

640

وَتَحَنُّنِهِ بِجَمَالٍ وَكَمَالٍ، وَلمَعَاتُ وَتَجَلِّيَاتُ جَمَالِهِ وَكَمَالِهِ بِشَهَادَاتِ تَفَانِيَةِ الْمَرَايَا، وَسَيَّالِيَةِ الْمَظَاهِرِ مَعَ بَقَۤاءِ الْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ السَّرْمَدِىِّ الدَّۤائِمِ التَّجَلِّى، وَالظُّهُورِ عَلٰى مَرِّ الْفُصُولِ وَالْعُصُورِ وَالدُّهُورِ، وَدَۤائِمِ اْلاِنْعَامِ عَلٰى مَرِّ اْلاَنَامِ وَاْلاَيَّامِ وَاْلاَعْوَامِ * نَعَمْ فَاْلاَثَرُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ ذَا عَقْلٍ عَلَى الْفِعْلِ الْمُكَمَّلِ، ثُمَّ الْفِعْلُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ ذَا فَهْمٍ عَلَى اْلاِسْمِ الْمُكَمَّلِ، ثُمَّ اْلاِسْمُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْبَدَاهَةِ عَلَى الْوَصْفِ الْمُكَمَّلِ، ثُمَّ الْوَصْفُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالضَّرُورَةِ عَلَى الشَّأْنِ الْمُكَمَّلِ، ثُمَّ الشَّأْنُ الْمُكَمَّلُ يَدُلُّ بِالْيَقِينِ عَلٰى كَمَالِ الذَّاتِ بِمَا يَلِيقُ بِالذَّاتِ وَهُوَ الْحَقُّ الْيَقِينِ * نَعَمْ تَفَانِى الْمِرْاٰةِ، زَوَالُ الْمَوْجُودَاتِ مَعَ التَّجَلِّى الدَّۤائِمِ مَعَ الْفَيْضِ الْمُلاَزِمِ، مِنْ اَظْهَرِ الظَّوَاهِرِ، اَنَّ الْجَمَالَ الظَّاهِرَ لَيْسَ مُلْكُ الْمَظَاهِرِ، مِنْ اَفْصَحِ تِبْيَانٍ، مِنْ اَوْضَحِ بُرْهَانٍ لِلْجَمَالِ الْمُجَرَّدِ ِللْاِحْسَانِ الْمُجَدَّدِ لِلْوَاجِبِ الْوُجُودِ، لِلْبَاقِى الْوَدُودِ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 1

ba

641

 Zeyl

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bu küçücük zeylin [ek] büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kàsır [eksik, noksan] fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir.

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet [Allah’a kulluk] tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal [ulaştırmak] eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal [ulaştırmak] eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine isal [ulaştırmak] eder.

Şu tarik, [mânevî yol] hafî [gizli] tarikler misillü, [benzer]letâif-i aşere[insandaki on duygu] gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi “nüfus-u seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattir.

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarikin evrâdı, [okunması âdet olan dualar] ittibâ-ı sünnettir; [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] işlemek, kebâiri [büyük günahlar] terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci Hatveye فَلاَ تُزَكُّۤوا اَنْفُسَكُمْ 1 âyeti işaret ediyor.

642

İkinci Hatveye وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ 1 âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ 2 âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 3 âyeti işaret ediyor.

Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

BİRİNCİ HATVEDE:

فَلاَ تُزَكُّۤوا اَنْفُسَكُمْ 4âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefis etmemek. Zira, insan, cibilliyeti [yaratılıştan gelen huy, karakter] ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda [ibadet edilen] lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda [ibadet edilen] lâyık bir tenzihle [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] nefsini meâyipten tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve tebrie [beraat ettirme] eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş [aşırı derece sevme] eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikînin [gerçek ibadet edilmeye lâyık olan Allah] hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı [kabiliyet] kendi nefsine sarf ederek, مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ 5 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, [temiz tutma, temizleme] onu tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] etmemek, tebrie [beraat ettirme] etmemektir.

İKİNCİ HATVEDE:

وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi, kendini

643

unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fenâ ve zevâli [batış, kayboluş] görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret [ücret alma] ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmek, nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, [temiz tutma, temizleme] terbiyesi, şu hâletin [durum] aksidir. Yani, nisyân-ı nefis içinde nisyan [unutkanlık] etmemek. Yani, huzuzat ve ihtirasatta unutmak; ve mevtte [ölüm] ve hizmette düşünmek…

ÜÇÜNCÜ HATVEDE:

مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ 1 dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, [bir şeyin gereği] daima iyiliği kendinden bilip fahr [gurur, övünme] ve ucbe [kendini beğenme, gurur] girer. Bu Hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı [eksiklik, noksanlık] ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] tarafından ona ihsan [bağış] edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr [gurur, övünme] yerinde şükür ve temeddüh [böbürlenme] yerinde hamd etmektir.

Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 2 sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını [zenginlik] fakrda bilmektir.

DÖRDÜNCÜ HATVEDE:

كُلُّ شَىْءٍ هَاِلكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 3 dersini verdiği gibi, nefis kendini serbest ve müstakil [bağımsız] ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ eder; mâbuduna [ibadet edilen] karşı adâvetkârâne [düşmanlık] bir isyanı taşır. İşte, gelecek şu hakikati derk [anlama, algılama] etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

Herşey, nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuttur, hâdistir, mâdumdur. [yok]

644

kat mânâ-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, [görünen] vâciddir, mevcuttur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri [temiz tutma, temizleme] şudur ki: Vücudunda adem, [hiçlik, yokluk] ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem [yokluk karanlıkları] içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine [şahsî varlık] güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem [yokluk karanlıkları] ve firaklar [ayrılık] içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] esmâsının cilvelerine mazhar [erişme, nail olma] olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] bulan, herşeyi bulur.

ba

645

 Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki Dört Hatvenin izahatı, hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine, Kur’ân’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarik [mânevî yol] daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] verir. Halbuki, en keskin tarik [mânevî yol] olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] yapışır. Onun zevâlini [batış, kayboluş] bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye [sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah] gider.

Hem şu tarik [mânevî yol] daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarik [mânevî yol] daha umumî ve cadde-i kübrâdır. [büyük ve geniş cadde] Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] gibi, huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud [varlık ve çokluk âlemindeki herşeyi Cenâb-ı Hakkın tecellîleri olarak gören, varlıkları Allah’ın zâtı yanında unutkanlık perdesine saran mutasavvıflar] [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] gibi, huzur-u daimî [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] için kâinatı nisyan[unutkanlık] mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül [hayal etme] edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor. Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] hesabına istihdam [çalıştırma] edip Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] mazhariyet ve âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] vazifesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye [sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma] girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir yol bulmaktır. Elhasıl, [kısaca, özetle] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.