LEM’ALAR – On Dokuzuncu Lem’a (239-251)

239

On Dokuzuncu Lem’a [parıltı]

 İktisat Risalesi

 İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا * 1

ŞU ÂYET-İ KERİME, iktisada [tutumluluk] kat’î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet [hikmet dersi] veriyor. Şu meselede Yedi Nükte [derin anlamlı söz] var.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.2 İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli [zarar] bir istihfaftır. [hafife alma] İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. [hürmet etme, saygı gösterme]

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, [mânevî şükür] hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, [bereketin sebebi] hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden [alçaklık] kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr [adı geçen] hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâika[tad alma duyusu] bir kapıcı, âsâb ve

240

damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika [tad alma duyusu] ile merkez-i vücuttaki [vücudun merkezi] mide ile bir medar-ı muhabereleridir [haberleşme vasıtası] ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar. Bazan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika [tad alma duyusu] bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddî [gıdalı, besleyici] maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. [eşit] Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. [eşit] Belki, bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâika[tad alma duyusu] okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] tevfik-i harekettir; [uygun hareket] kuvve-i zâika[tad alma duyusu] kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi [gerçek iştah özelliği] kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden [yemeklerin çeşitliliği] gelen sun’î [gerçek olmayan] bir iştihâ-yı kâzibe [yalancı iştah] ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Sabık [daha önceden geçen] İkinci Nüktede, [derin anlamlı söz]Kuvve-i zâika [tad alma duyusu] kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ruhen terakki [ilerleme] etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü [lezzet alma] hatırı için isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

241

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i kalbin [kalb ehli] kuvve-i zâikası, [tad alma duyusu] Altıncı Sözdeki muvazenede [karşılaştırma/denge] beyan edildiği gibi, kuvve-i zâika[tad alma duyusu] rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına [mutfak] bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâika [tad alma duyusu] da taamlar adedince mizancıklarla [ölçü] nimet-i İlâhiyenin [Allah’ın kullarına verdiği nimet] envâı[tür] tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika [tad alma duyusu] yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde [üstünde] hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi [şükür vazifesi] yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet [alçaklık] ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâika[tad alma duyusu] taşıyan lisanı şükürde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar [nazlı] ve ihtiyare [yaşlı kadın] bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, [yaşlı kadın] gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, [zayıflık, güçsüzlük] validesinin şefkatini celb [çekme] etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ [şikayet] için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından [nazlı] demiş:

“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!”1 [Allah’ın izni ile] O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, mânevî tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”2

242

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

“İktisat eden, maişetçe [geçim] aile belâsını çekmez” meâlindeki لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ 1 hadis-i şerifi sırrıyla, “iktisat eden, maişetçe [geçim] aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.”

Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket [bereketin sebebi] ve medar-ı hüsn-ü maişet [güzel geçinme kaynağı] olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez.2 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel3 benimle beraber Burdur’a nefyedilen [sürülen, sürgün edilen] reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet [alçaklık] ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım [tutumluluk] var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne [ısrarlı bir şekilde] tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir [dikkat çekici] ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi [yeterli] geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete [ihtiyacını bildirme] mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu [kâide, kural] olan “nâstan istiğnâ[bir başkasına ihtiyaç duymama] mesleğini bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete [alçaklık] ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. [aday] Bu zamanda isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] medar [kaynak, dayanak] olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye [dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler] mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

243

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye [zarurî ihtiyaçlar] iktisar [sözü uzatmama, kısa tutma, kısa sözle yetinme] ve ihtisar [kısaltma] ve hasretse, اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 1 sırrıyla, وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا 2 sarahatiyle, [açıklık] ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.

Evet, rızık ikidir:3

Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü Rabbânî [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı [irâdenin kötüye kullanılması] karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini [büyüklük, yücelik] feda etmeye mecbur olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla [kötüye kullanma] hâcât-ı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî [bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutan Allah’ın taahhüdü, garantisi] altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini [büyüklük, yücelik] feda edip zilleti [alçaklık] kabul etmek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin [sonsuz âhiret hayatı] nuru olan mukaddesât-ı diniyesini [dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler] feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] vasıtasıyla gelen teellüm, [elem çekme] o gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa [yetinme] etmek lâzımdır. Çünkü اِنَّ الضَّرُورَةَ تُقَدَّرُ بِقَدْرِهَا 4 sırrıyla, haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet, muztar [çaresiz] adam, murdar etten tok oluncaya

244

kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle [tam bir lezzet alarak] fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemal [fazilet, olgunluk] olduğuna delâlet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle [cömertlik] meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri [çalı, diken] beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem [mühür] ona dedi:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

O muktesit [iktisatlı, tutumlu] ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle [büyüklük, yücelik] çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit [iktisatlı, tutumlu] ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”1

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kereminden, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya, [fakir] yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini [nimetin lezzeti] ihsas [hissettirme] ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla [şiddetli istek, arzu] yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

Câ-yı hayrettir [hayret noktası] ki, bazı müsrif ve mübezzir [lüzumsuz, gereksiz harcayan] insanlar, böyle iktisatçıları hısset [cimrilik] ile ittiham [suçlama] ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet [büyüklük, yücelik] ve cömertliktir. Hısset [cimrilik] ve zillet, [alçaklık] ehl-i israf ve tebzîrin [israf edenler, savurgan kişiler] zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] senesinde Isparta’da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

245

Kaideme ve düstur-u hayatıma [hayat kanunu] muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, “Alınız” dedim. Bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim [doğru ve düzgün] ve iktisadı [tutumluluk] takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette ulvî bir hasletle [huy, karakter] iktisadı [tutumluluk] unuttular. Üç gecede iki buçuk okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] balı bitirdiler. Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşıkHaşiye verip, mühim sevaba medar [kaynak, dayanak] oldu.

Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset [cimrilik] telâkki [anlama, kabul etme] etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki [anlama, kabul etme] edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset [cimrilik] altında ulvî bir izzet [büyüklük, yücelik] ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne [bekleyen, hazır] bakmak gibi, hıssetten [cimrilik] çok aşağı bir hâleti [durum] netice verirdi.

ALTINCI NÜKTE [derin anlamlı söz]

İktisat ve hıssetin [cimrilik] çok farkı var. Tevazu, [alçakgönüllülük] nasıl ki ahlâk-ı seyyieden [kötü ahlâk] olan tezellülden [alçalma] mânen ayrı ve sureten [görünüş itibarıyla] benzer bir haslet-i memdûhadır.Ve [övülmüş huy] vakar, [ağırbaşlılık] nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden [büyüklenme] mânen ayrı ve sureten [görünüş itibarıyla] benzer bir haslet-i memdûhadır. [övülmüş huy] Öyle de, ahlâk-ı âliye-i [yüksek ahlâk] Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i [Canab-ı Hakkın koyduğu tanzim ettiği, her şeyin bir sebebe gaye ve faydaya dayandığı hikmetli düzen] İlâhiyenin medarlarından [kaynak, dayanak] olan iktisat ise,1 sefillik ve bahillik

246

ve tamahkârlık [aç gözlülük, cimrilik] ve hırsın bir halita[karışık halde olan, karışık] olan hısset [cimrilik] ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten [görünüş itibarıyla] bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden [“Yedi Abdullahlar” ismiyle meşhur sahabeler] olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah [Peygamberimizin adına ve yerine icra makamında olan] olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer‘in [hakla batılı birbirinden ayıranların en büyüğü olan Hz. Ömer] (r.a.) en mühim ve büyük mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından [seçkin] olan o zât-ı mübarek [mübarek kişi] çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı [kaynak, dayanak] olan emniyet ve istikameti1 [doğru] muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin [yeryüzü] halife-i zîşânı [şan ve şeref sahibi olan halife] olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun [efendi, kendisine hizmet edilen] kırk para için münakaşasını acip bir hısset [cimrilik] tevehhüm [kuruntu] ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini [haller] anlamak ister.

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine [bereketli ev] girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”

Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.”

O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle [tam bir nefis rızası ile] versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i gördü, dedi:

“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın.”

Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan [aklın olgunluğa erişmesi] ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, [durum] hısset [cimrilik] değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. [durum] Ne o hıssettir [cimrilik] ve ne de bu israftır.”

247

İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak لاَ اِسْرَافَ فِى الْخَيْرِ كَمَا لاَ خَيْرَ فِى اْلاِسْرَافِ demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda—fakat [bağış] müstehak olanlara—israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”1

YEDİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İsraf, hırsı intaç [netice verme] eder. Hırs üç neticeyi verir:

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, [çalışma] çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ [şikayet] ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malıHaşiye terk edip, gayr-ı meşru, [dine aykırı, helâl olmayan] külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, [büyüklük, yücelik] belki haysiyetini feda eder.

HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet [elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek] ve hasârettir. [zarar] Maksudunu kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât [kolaylık] ve muavenetten [yardım] mahrum kalmak, hattâ اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاِسرٌ 2 yani, “Hırs, hasâret [zarar] ve muvaffakiyetsizliğin [başarı] sebebidir” olan darbımesele [atasözü] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat [canlı] âleminde gayet geniş bir düsturla [kâide, kural] cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle [beden dili] kanaatleri, süt gibi lâtif [berrak, şirin, hoş] bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla noksan ve mülevves [kirli, pis] rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat ediyor.

248

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, [kanaatkâr bir durum] mükemmel rızıklarına medar [kaynak, dayanak] olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi [yeterli] derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat [zorluk sebebi] ve kanaat ne derece medar-ı rahat [rahatlama sebebi] olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti1 hırs ile, ribâ [faiz] ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli [alçaklık] ve sefaletli, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, [çölde oturan, bedevî] yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle [büyüklük, yücelik] yaşaması ve kâfi [yeterli] rızkı bulması, yine mezkûr [adı geçen] dâvâmızı kat’î ispat eder.

Hem çok âlimlerinHaşiye 1 ve ediplerinHaşiye 2 zekâvetlerinin [zeki oluş] verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale [fakir bir halde olma, fakirlik] düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri2 kat’î bir surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, [helâl rızık] acz ve iftikara [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] göre gelir, iktidar ve ihtiyar ile değil.

Belki o rızk-ı helâl, [helâl rızık] iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tir. [ters orantılı] Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. [ağır]

اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنٰى 3 hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet [iyi geçim kaynağı] ve rahat-ı hayattır. [rahat yaşama] Hırs ise, bir maden-i hasâret [hüsrana uğrama kaynağı] ve sefalettir.

249

ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi [âhireti kazanmak için yapılan amel, iş] zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın [takvâ sahipleri] hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] ister. Teveccüh-ü nâsı [insanların alâkası, ilgisi] mürâât [gözetme, dikkate alma] eden, ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. [dikkat çekici]

Elhasıl, [kısaca, özetle] israf, kanaatsizliği intaç [netice verme] eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ [şikayet] kapısını açar, mütemadiyen şekvâ [şikayet] ettirir.Haşiye [dipnot] Hem ihlâsı kırar, riyâ [gösteriş] kapısını açar. Hem izzetini [büyüklük, yücelik] kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç [netice verme] eder.

عَزَّ مَنْ قَنَعَ ذَلَّ مَنْ طَمَعَ 1 hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti [büyüklük, yücelik] intaç [netice verme] eder. Hem sa’ye [çalışma] ve çalışmaya teşcî [cesaretlendirme] eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î [ferdî, küçük] bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ [şikayet] kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir [Allah’a şükreden] olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmek cihetinde, teveccühlerini [ilgi] aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ [gösteriş] kapısı kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini [zenginlik kaynakları] göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime [acıma] dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum.

Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum

250

müftünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin [ihtiyaç] pek fevkindedir. [üstünde] Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde [anlama, algılama] bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle [hakikate ulaşma yönünde yaşanmış bir hatıra] anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle [zenginlik kaynakları] beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe [deneme yoluyla] sebeb-i bereket [bereketin sebebi] olduğu gibi,1 israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket [bereketin ortadan kalkmasının sebebi] olduğuna hadsiz vakıat [olaylar] vardır.

İslâm hükemasının [âlimler, filozoflar] Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur [dehasıyla meşhur olmuş kişi] Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında, كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا 2 âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى بَيْتَيْنِ جَمْعًا * وَحُسْنُ الْقَوْلِ فِى قَصْرِ الْكَلاَمِ * فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَبَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ * وَالشِّفَۤاءُ فِى اْلاِنْهِضَامِ * وَلَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالاً * مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ

Yani, ilm-i tıb[tıp bilimi] iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam [gıda, yiyecek] taam [gıda, yiyecek] üstüne yemektir.Haşiye [dipnot]

سُبْ حَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

251

· Câ-yı hayret [hayret noktası] ve medar-ı ibret [ibret kaynağı] bir tevafuk: İktisat Risalesini, üçü acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] olarak, beş altı ayrı ayrı müstensih, [el ile yazıp çoğaltan] ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshadan yazıp, birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elif’leri düşünmeyerek yazdıkları herbir nüshanın elif’leri, duasız elli bir (51), dua ile beraber elli üç (53)’te tevafuk etmekle beraber, İktisat Risalesinin tarih-i telif [bir eserin yazılma tarihi] ve istinsahı [kopyasını çıkarma] olan Rûmîce [Rûmî takvime [program] göre] elli bir (51) ve Arabî elli üç (53) tarihinde tevafuku ise, şüphesiz tesadüf olamaz. İktisattaki bereketin keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye “Sene-i İktisat[İktisat Yılı] tesmiyesi [isimlendirme] lâyıktır.

· Evet, zaman, iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, [tutumlu olmanın ortaya çıkardığı keramet] İkinci Harb-i Umumiyede [İkinci Dünya Savaşı] her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla [israflar, savurganlıklar] ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ve herkes iktisada [tutumluluk] mecbur olmasıyla ispat etti.