ŞUÂLAR – On Dördürcü Şuâ -3 (577-596)

577

On Altıncı Mektup

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فاَخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالوُا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

Şu Mektup فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olmuş, şiddetli yazılmamış.

Çoklar tarafından sarihan [açık] ve mânen gelen bir suale cevaptır. Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Herşeyimi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.

BİRİNCİ NOKTA

Denilmiş: “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevap: Dokuz on sene3 evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk [şüpheli] ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatar[tehlike] bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.

578

Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve meb’us değilim; o halde siyasetçilik bana fuzulî [lüzumsuz] ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] birşeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesâil [meseleler] tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak mânâsızdır. Eğer kuvvetle ve hadise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü [meydana gelme] meşkûk [şüpheli] bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi [dünyaya ilişkin siyasî sohbet] terk etti. Buna kat’î şahit, o vakitten beri, sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın, söylesin. Halbuki, sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkatle benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvâri [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] bir tereşşuh [sızma/sızıntı] gören söylesin. Halbuki, benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ 1 düsturuyla, [kâide, kural] en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervâsız, [korkusuz] alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştiha[arzu, istek] ve arzusu olsaydı, tetkikata, taharriyâta [araştırma] lüzum bırakmayarak, top güllesi gibi sadâ verecekti.

İKİNCİ NOKTA

Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb [kaçınma, sakınma] ediyor?

Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmasını ve kazanmasını, meşkûk [şüpheli] bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] lüzumsuz, fuzulî [lüzumsuz] bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’ân [iman ve Kur’ân hizmeti] için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor:

Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.

579

Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden [kovulmuş, lanetlenmiş şeytan] başka hiç kimsenin—mü’min olsun, kâfir olsun, sıddık olsun, zındık olsun—karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, [günah] kebâirde [büyük günahlar] birer menhus lezzet-i şeytaniye [şeytanî lezzet ve zevk] bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet [lezzet veren taraf] yok. Elem içinde elemdir, zulmet [karanlık] içinde zulmettir, azap içinde azaptır.

İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] çalışmayı ve iman gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilâf-ı akıldır, [akıl dışı, akla aykırı] ne kadar hilâf-ı hikmettir, [hikmete zıt] ne derece bir divaneliktir; divaneler de anlayabilirler.

Amma “Kur’ân ve imanın hizmeti niçin beni men ediyor?” dersen, ben de derim ki:

Hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle âlûde [bulaşmış, karışmış] olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunabilen avam [halk] tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil [indirme] etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Neden benimle uğraşıyorsunuz, beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?

580

Eğer derseniz, “Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler”; ben de derim:

Hey efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Bir tek adama tarikat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Tarikat zamanı değil.”

Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik [ırkçılık, milliyetçilik] fikri var, o işimize gelmiyor”; ben de derim:

Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ 1 ferman-ı kat’îsiyle, [kesin emir, buyruk] eski zamandan beri menfi milliyet [ırkçılık] ve unsuriyetperverliğe, [ırkçılık] Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil [öldürücü zehir] nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika [ayrılık, bölünme] versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O frenk illetine [asıl sebep] karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.

Madem böyledir. Hey efendiler, her bir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer [asker] hata etse, garpta [batı] bir nefere [asker] askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbul’da bir esnafın [sınıflar] cinayetiyle Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık [sınıflar] münasebetiyle mahkûm etmek nev’inden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] eder?

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabırla sükûtumu istiğrap [şaşırma, hayret etme] eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli [büyüklük, yücelik] idin; ednâ [basit, aşağı] bir tahkire [aşağılama] tahammül edemezdin.”

Elcevap: İki küçük hadiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız.

Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârâne, [küçük düşürürcesine] hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar

581

Eski Said damarıyla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Sonra, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale [giderme] edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri [aşağılama] ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden [yalancı şöhret] kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha [barış yapma] etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.

Eğer o adamın tahkiratı, [aşağılama] benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın sahibi olan Allah] havale ediyorum. O Azîzdir, [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah] Hakîmdir.

Eğer sırf beni sövmek, tahkir [aşağılama] etmek, çürütmek nev’inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir [aşağılama] etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.

Madem hakikat budur. Kalbim istirahat etti, وَاُفَوِّضُ اَمْرِۤى اِلَى اللهِ اِنَّ اللهَ بَصِيرٌ باِلْعِبَادِ 1 dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] sonra anlaşıldı ki, Kur’ân onu helâl etmemiş.

İkinci hikâye: Şu senede işittim ki, bir hadise olmuş. O hadisenin vukuundan sonra, yalnız icmâlen [özet] vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddî alâkadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi [imana dair mesele] bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilâttan [birbirine karışma] hem ben kendimi men ediyordum, hem de

582

ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbapla haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i âhirete [ahiretle ilgili mesele] dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hattâ, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam [belge] elimde olduğundan, o camide dört senedir—Allah kabul etsin—imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazan’da mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte, başıma gelen bu iki hadiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:

Eğer ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal [kendi halini ıslah etme, düzeltme] eder; hem ona keffâretüzzünub [günahlara keffâret, bağışlanmaya vesile] olur. Dünya misafirhanesinin safâsını [gönül hoşnutluğu] çok gördüm. Azıcık cefâsını görsem, yine şükrederim.

Eğer imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Azîz-i Cebbâra [dilediği herşeyi yapabilecek kudrete sahip olan, herşeyi ve herkesi ister istemez kudretine boyun eğdiren, izzet [büyüklük, yücelik] ve yücelik sahibi Allah] havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak bir şöhret-i kâzibeyi [yalancı şöhret] kırmak için teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] mazhar [erişme, nail olma] olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir [azarlama] etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden [genel düşünce, kamuoyu] düşürtmek, iskat [düşürme] ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kur’ân yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.

583

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yiyle [çalışma] geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzâkımdan [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.

Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas [hissettirme] eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat, madem ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekât dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] dostlarımın icbarıyla [zoraki, zorlama] kabul etmeye mecbur oldum) ve o parayı da mânen millete iade ettik. Hem maişet-i dünyeviye [dünyaya ait geçim] için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. [hayat kanunu] Ehl-i memleketim [aynı memleketten, hemşehri] ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, [gönderilme, sürgün] çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:

Bereket ve ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ile yaşıyorum. Nefsim çendan [gerçi] her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur’ân hizmetinin kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olan berekete mazhar [erişme, nail olma] oluyorum. وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 1 sırrıyla, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana ettiği ihsânâtı yad edip, bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] nev’inde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas [hissettirme] ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirâne [iftihar ederek] gizli bereketi izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.

584

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile [36,5 kg’a denk gelen bir ölçü birimi] buğday bana kâfi [yeterli] geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet [yeterli olma] edecek, bilmiyorum.Haşiye [dipnot]

İkincisi: Şu mübarek Ramazan’da, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, [geri kalan] bütün Ramazan’da benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] pirinç bana kâfi [yeterli] gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi [yeterli] geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi. Ben de dedim: ” تَوَكَّلْنَا عَلَى اللهِ 1 ; kal.”

Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”

O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne [eseflenerek, üzülerek] şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb [kalbi temiz] adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize rızık verdi.”

O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, [vahşî hayvanlar] hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi [yeterli] geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim [doğru ve düzgün] Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, [palto, ceket] yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bana kâfi [yeterli] geldi.

585

İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlâhiyenin [Allah’tan gelen bereket, bolluk] çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr [gurur, övünme] için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar [kaynak, dayanak] olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır; [bağış] veya hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir ikramdır; veya iktisadın [tutumluluk] bereketli bir menfaatidir; veyahut “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlâhîdir.” [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan’da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

İKİNCİ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya [dünyayı terk eden] gösterip, halkın malını zâhiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?”

Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve hürriyetten daha evvel zamanda çoklara malûm hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi namında o zaman Divan-ı Harpteki [askerî mahkeme] müdafaatım kat’î gösterir ki, değil kurnazlık, belki ednâ [basit, aşağı] bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellükkârâne [dalkavukluk göstererek, yaltaklanarak] bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki,  

586

bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukàbil, tezellüle [alçalma] tenezzül etmedim. “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] deyip ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] arkamı çevirdim.

Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam, hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Feda etse kurnaz olmaz, belki ebleh [ahmak] bir divane olur. Ebleh [ahmak] bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın?

Amma zâhiren târik-i dünya, [dünyayı terk eden] bâtınen tâlib-i dünya [dünyayı isteyen, ona bağlanan] şüphesi ise:

وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ 1 sırrınca, ben nefsimi tebrie [beraat ettirme] etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat [geçici] misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] berbat etmek, ehl-i aklın [akıl sahipleri] kârı değil. Ehl-i aklın [akıl sahipleri] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kârı olmadığından, nefs-i emmârem [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ister istemez akla tâbi olmuştur.

ÜÇÜNCÜ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. [itiraz eden, karşı gelen] Biz muarızlarımızı [itiraz eden, karşı gelen] ezeriz.”

Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, âsâyişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde “Kalb de bizi sevsin” demeye?

Kalbe karışsanız: Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i âlemin [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] salâhını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var.

587

DÖRDÜNCÜ ŞÜPHELİ SUAL: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?”

Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber, memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hadiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, [yönelen] ihtilâttan, [birbirine karışma] muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti [âhiret ehli, âhiret hayatını esas tutan kimseler] dost bulan ve başka herkese yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve herkes de ona yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, [meyve] tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf [kat kat] bir divane olmak gerektir.

BEŞİNCİ NOKTA

Beş küçük meseleye dairdir.

BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana diyorlar ki: “Bizim usul-ü medeniyetimizi, [medeniyetin usulü, yöntemi] tarz-ı hayatımızı [hayat tarzı] ve suret-i telebbüsümüzü [giyinme şekli, biçimi] niçin sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın.” [itiraz eden, karşı gelen]

Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi [medeniyetin usulü, yöntemi] teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten [medenî hukuk] iskat [düşürme] etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilâttan [birbirine karışma] memnu’ [yasaklı] bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika [belge] verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten [milletin fertleri, halk] ve raiyetten [halk] saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin [medeniyetin kanunu; modern hukuk] bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.

İKİNCİ MESELE: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] diyorlar ki: “Bize ahkâm-ı diniyeyi [dinin hükümleri, esasları] ve hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle [yetki] neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.”

588

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve esâsât-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın esasları] resmî bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelâtı [davranışlar] suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye [Cenâb-ı Hakkın ihsan ve hediyesi] olan o esrar, hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden [nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar] tecerrüd [sıyrılma] etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.

Hem de sizin o resmî daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam [belge] var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla [belge] her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim [gönderilme, sürgün] haksız olmuştur. Hem menfiler madem iade edildi; eski vesikalarımın [belge] hükmü bâkidir.

Saniyen: [ikinci olarak] Yazdığım hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın devâları, ilâçları] arayıp buluyorlar. Yalnız, medar-ı maişetim [geçim kaynağı] için, yeni huruf [harfler] çıkmadan evvel, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair bir risalemi tab [basma] ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] hoş görünmek için benden zâhiren teberri [uzak olma] ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bunların teberrisini [uzak olma] ve bana karşı içtinaplarını, [çekinme, kaçınma] o ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri [uzak olma] edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah [Allah dilerse] benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle [uzak olma] kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?

589

DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu nefiy [inkâr] zamanında görüyorum ki, hodfuruş [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirâne, rakibâne [rakip olarak] bir nazarla bakıyorlar. güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım!

Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukàbilinde iş görenler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] namına bana karşı tarafgirâne, rakibâne [rakip olarak] vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan [bundan önce] ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya [dünya siyaseti] ile hiç alâkadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibâne [rakip olarak] ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın [dünya misafirhanesi] gayet Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا 1 sırrınca teklif-i mâlâyutak [kişinin yapmayacağı, gücünün yetmeyeceği bir şeyi ona yükleme] yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. [tercih edilen] Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] için bozmasın, mâlâyâni [anlamsız, faydasız] şeylerle ömrünü telef [yok olma, zâyi olma] etmesin, kendini misafir telâkki [anlama, kabul etme] edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] girsin.Haşiye [dipnot]

ba

590

On Altıncı Mektubun Zeyli [ek]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] sebepsiz, benim gibi âciz, garip bir adamdan tevehhüm [kuruntu] edip, binler adam kuvvetinde tahayyül [hayal etme] ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla’nın bir mahallesi olan Bedre’de ve Barla’nın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: “Said elli bin nefer [asker] kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz.”

Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer [asker] değil, belki bir nefer [asker] elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana “Çıkmayacaksın” diyebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ân’a ait dellâllığımdan [davetçi, ilan edici] ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden [imanın mânevî kuvveti] ise, elli bin nefer [asker] değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envâr-ı imaniye [iman nurları] ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat [pozitif fen ilimleri] dedikleri muhkem [değiştirilemez] kal’alarını [kale] zirüzeber [yerle bir, alt üst] etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah’ın tevfikiyle, [başarı] beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah [Allah dilerse] mağlûp edemezler.

Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız. Karışsanız da beyhudedir!

Takdir-i Hüdâ [Allah’ın takdiri, dilemesi] kuvve-i bâzû [bilek gücü] ile dönmez,
Bir şem’a [mum] ki Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] yaka, üflemekle sönmez!

Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tevehhüm [kuruntu] edip âdetâ korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil

591

etmeyen ve ittihama [suçlama] medar [kaynak, dayanak] olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbâı [halk, yönetilenler] çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvâliyle [haller] alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül [hayal etme] ederek evhâma düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kàbil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdetâ herşeyden men ettiler.

Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kal’a[kale] varsa,

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hükmü var, şevketi [büyüklük, haşmet] var, kuvveti varsa,

Kur’ân’ın feyziyle, hâdiminde de<

Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,

Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.

Çok dostlarla beraber, bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren [defalarca] sual ettiler: “Neden vesika [belge] için müracaat etmiyorsun, istida [dilekçe] vermiyorsun?”

Elcevap: Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:

Birincisi: Ben ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadım ki, onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var; ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül [başkalaşma, değişme] eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakikî vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda bâki kalmayacağım; beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır.

Üçüncüsü: Müracaat kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele keyfî ve fevkalkanundur. [kanun üstü, kanun dışı] Menfiler kanunuyla bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten [medenî hukuk] ve belki hukuk-u dünyeviyeden [dünyevî hukuk, haklar] iskat [düşürme] edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevkalkanun [kanun üstü, kanun dışı] muamele edenlere kanun namına müracaat mânâsız olur.

592

Dördüncüsü: Bu sene, buranın müdürü, benim namıma, Barla’nın bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde [köy] tebdil-i hava [hava değişimi] için birkaç gün kalmaya dair müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red [red cevabı] verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet [alçaklık] içinde faidesiz bir tezellül [alçalma] olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâp [kötü iş işleme] etmek istemem vesselâm.

Altıncı sebep: Bana karşı ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] verdikleri sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden [bağlı] beni tâzip [azap] ediyorlar. Öyle ise, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıka[dinsizlik mesleği] okşamak demektir.

Hem ben onlara müracaat ve dehalet [sığınma] ettikçe; âdil olan kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] beni onların zalim eliyle tâzip [azap] edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden [bağlı] beni sıkıyorlar; kader ise, benim diyanette ve ihlâsta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] riyakârlıklarımdan için beni sıkıyor. Öyle ise, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] müracaat etsem, kader der: “Ey riyakâr, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal.”

Yedinci sebep: Malûmdur ki, bir memurun vazifesi, heyet-i içtimaiyeye [sosyal yapı] muzır [zararlı] eşhâsa [şahıslar, fertler] meydan vermemek ve nâfilere [faydalı] yardım etmektir. Halbuki, beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 taki, imanın lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] bir zevkini izah ettiğim vakit, bir cürm-ü meşhut [suçüstü] halinde beni yakalamak gibi, çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlâsla dinleyen o biçareyi de mahrum bıraktı, beni de hiddete getirdi. Halbuki, burada bazı adamlar vardı; o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra, edepsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zehir verecek surette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı.

593

Hem malûmdur ki, zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zabit [subay] olsun, nefer [asker] olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir, hem âmir, hem nezarete memur hükûmet-i milliyece [millî hükümet, idare] iki mühim zât, kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kat’â [kesinlikle] ve asla ne benimle görüştüler ve ne de halimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adâvetlerinden [düşmanlık] yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, evhamlarından, güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar!

İşte şu adamlar gibi eczası ve memurları bulunan bir hükûmeti hükûmet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek kâr-ı akıl [akıl kârı] değil, beyhude bir zillettir. [alçaklık] Eski Said olsaydı, Antere gibi diyecekti:

مَۤاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ * وَجَهَنَّمُ باِلْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِلِى * 1

Eski Said yok. Yeni Said ise, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile konuşmayı mânâsız görüyor. “Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar; mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] onlarla muhakeme olacağız” der, sükût eder.

Adem-i müracaatımın [başvurmama] sebeplerinden sekizincisi: “Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet [düşmanlık] olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] zalim eliyle beni tâzip [azap] ediyor. Ben de bu azâba müstehakım deyip sükût ediyordum. Çünkü, Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında, kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra, Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu [hükmetme, musallat olma] altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim.

İşte, onlar da bana o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve

594

esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin [subay] kısm-ı ekserisine [büyük kısım] ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasî ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilâttan [birbirine karışma] men etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine [imanın verdiği fayda, yarar] uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan [birbirine karışma] men ettiler. Vesikam [belge] olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam [belge] olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ediyor.

İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei [savcı] olsa, elbette ona şekvâ [şikayet] edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hizmet ediyorum. Demek hizmetim hâlis, lillâh için olmamış ki, aksülâmel [işin aksi, ters tepki] oluyor; siz, ona mukàbil her fırsatta beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] sizinle görüşeceğiz. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 , نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ 2 derim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî

595

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere, merhametkârane, sadakatle hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi üç noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta: Hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir ve beş on sene ceza, milyonlar sene haps-i ebedîden [sonsuz bir hapis] kurtulmaya vesile olabilir. İşte, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bu pek büyük ve çok kıymettar kazancın şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: Zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elem olduğu gibi, zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safâlı [huzur ve keyif veren] günlerini düşünse, teessüf [eseflenme, üzülme] ve tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] elem-i mânevîsini [mânevî acı, vicdan azabı] hissedip “Eyvah!” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur [hatıra gelme] etse, zevâlinden [batış, kayboluş] bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdü lillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek, bir saat muvakkat [geçici] elem, zevâliyle [batış, kayboluş] ruhta bir mânevî lezzet bırakır; ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri elemleriyle beraber mâdum [yok] ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri şimdi mâdum [yok] ve yoktur. Ve yoktan elem yok; ve mâdumdan [yok] elem gelmez. Meselâ, birkaç gün evvel aç ve susuz olmasından, bir iki gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün onlar niyetiyle mütemadiyen ekmek yese ve su içse ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç ve mâdum [yok] ve yok olmuşlar—şimdi onları düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ [şikayet] etmek gibi “Of! Of!” demek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceğe karşı sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve o güne karşı tutsa, tam kâfi [yeterli] gelir, sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ [şikayet] olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî

596

sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet [ümitsizlik] ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] bu mezkûr [adı geçen] hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan, hapsimden razı oldum. Çünkü, benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saati, on saat ibadet saatleri yapmak büyük bir kârdır diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: Şefkatkârâne [şefkat dolu] hizmetiyle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmek, az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte bîçare mahpuslara çalışanlara bir sadaka hükmünde defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin [belaları def edecek mânevî sadaka] sevabını çok ziyadeleştirir. İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır—tâ ki o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.