SÖZLER – Yirmi Üçüncü Söz (417-444)

417

Yirmi Üçüncü Söz

Şu Sözün iki Mebhası [bahis, kısım] vardır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ * اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * 1

Birinci Mebhas [bahis, kısım]

İMANIN binler mehâsininden [güzellikler] yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.

BİRİNCİ NOKTA

İnsan, nur-u iman [iman aydınlığı] ile âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür [inkâr karanlığı] ile esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nisbet ediyor. İman bir intisaptır. [bağlanma] Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye [Allah’ın san’atı] ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye [Allah’ın güzel isimlerinin nakışları] itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ [aşma, yükselme] eder. O kat’dan, san’at-ı Rabbâniye [Allah’ın san’atı] gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, [geçip giden] hem muvakkat [geçici] bir hayat-ı hayvanî [hayvanî hayat] olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, [eşit] bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san’at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san’at,

418

antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe [hârika işler yapan] ve pek eski, hünerver [becerikli] san’atkârına [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] böyle antika bir san’atıdır. Ve en nazik ve nazenin [ince, duyarlı] bir mu’cize-i kudretidir [Allah’ın kudret mu’cizesi] ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar [erişme, nail olma] ve nakışlarına [işleme] medar [kaynak, dayanak] ve kâinata bir misal-i musağğar [küçültülmüş nümune] suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, [iman aydınlığı] içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, [işleme] o ışıkla okunur. O mü’min, şuurla okur ve o intisapla [bağlanma] okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine [cömertlik] mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye [Allah’ın san’atı] tezahür eder. Demek, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] intisaptan [bağlanma] ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı [san’at eserleri] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye [Allah’ın san’atı] göre olur; ve âyine-i Samedâniye [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] itibarıyladır. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî [Allah’a muhatap olan] ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî [Allah’ın misafiri] olur.

Eğer kat’-ı intisaptan [mensubiyet bağını kesme] ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye [Allah’ın güzel isimlerinin nakışları] karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] unutulsa, Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] müteveccih [yönelen] mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli [yüce] san’atların ve mânevî âli [yüce] nakışların [işleme] çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî [alçak] esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut [alçalış, düşüş] eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye [hayvanî madde] bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh [bozulma] eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] yıkar, elmastan kömüre kalb eder.

419

İKİNCİ NOKTA

İman nasıl ki bir nurdur; insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi [geçmiş zaman] ve müstakbeli, [gelecek] zulümattan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vakıada اَللهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ 1 âyet-i kerimesinin bir sırrına dair gördüğüm bir temsille beyan ederiz. Şöyle ki:

Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif [katı] bir zulümat istilâ etmişti.

Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber [çok büyük mezar] gördüm, yani tahayyül [hayal etme] ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, [gürültü, dehşet verici] dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, “Keşke bu cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri görmeseydim!” dedim. O feneri hangi tarafa çevirdimse, öyle dehşetler aldım. “Eyvah, şu fener başıma belâdır” dedim.

Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşaldı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, herşeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, [çok büyük mezar] baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde [başkanlığı altında] ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı [karışık, gürültülü] zannettiğim uçurumlar, şahikalar [zirve] ise, süslü, sevimli, cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, [gezi ve seyir yeri] yüksek bir nüzhetgâh [gezi ve dinlenme yeri] bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar [varlıklar] ise, mûnis [cana yakın] deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye [evcil hayvanlar] olduğunu gördüm. “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân” diyerek,

420

اَللهُ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ 1 âyet-i kerimesini okudum, o vakıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, [hayatın başlangıcı] âhir-i hayat, [hayatın sonu] yani âlem-i arz [dünya âlemi] ve âlem-i berzahtır. [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbaldir. O cep feneri ise, hodbin [bencil] ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acip mahlûkatıdır. İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete [gaflet karanlıkları] düşen, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karanlığına müptelâ [bağımlı] olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs [eksik] ve dalâlet-âlûd [inkâr ve sapıklıkla karışık] malûmatla, zaman-ı maziyi [geçmiş zaman] bir mezar-ı ekber [çok büyük mezar] suretinde ve adem-âlûd [yoklukla karışık] bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh [ürkütücü yer] gösterir. Hem, herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] birer memur-u musahharı [emre itaat eden memur] olan hâdisat ve mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] muzır [zararlı] birer canavar hükmünde bildirir,

وَالَّذِينَ كَفَرُۤوا اَوْلِيَۤاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ * 2

hükmüne mazhar [erişme, nail olma] eder.

Eğer hidayet-i İlâhiye [Allah’ın doğru yola erdirmesi] yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitabullahı [Allah’ın kitabı] dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden kâinat bir gündüz rengini [rengârenk, süslü, parlak] alır, nur-u İlâhî [Allah’ın nuru] ile dolar. Âlem اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 âyetini okur. O vakit, zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] bir mezar-ı ekber [çok büyük mezar] değil, belki herbir asrı bir nebînin [peygamber] veya evliyanın taht-ı riyasetinde [başkanlığı altında] vazife-i ubûdiyeti [kulluk görevi] ifa eden ervâh-ı sâfiye [temiz ruhlar] cemaatlerinin, vazife-i hayatlarını [hayat görevi] bitirmekle Allahu ekber diyerek makamât-ı âliyeye [yüce makamlar]

421

uçmalarını ve müstakbel [gelecek] tarafına geçmelerini kalb gözüyle görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar misal bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye [kabir ve âhiret âlemlerinde meydana gelen büyük değişiklikler] arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmâniyeyi, [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafet] o nur-u imanla [iman aydınlığı] uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun [salgın ve ölümcül hastalık] gibi hadiseleri, birer musahhar [boyun eğdirilmiş] memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sureten [görünüş itibarıyla] haşin, mânen çok lâtif [berrak, şirin, hoş] hikmetlere medar [kaynak, dayanak] görüyor. Hattâ, mevti, hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] mukaddimesi [başlangıç] ve kabri, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısı görüyor. Daha sair cihetleri sen kıyas eyle; hakikati, temsile tatbik et.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından [baskılar] kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] der, sefine-i hayatta [hayat gemisi] kemâl-i emniyetle, [güvenilirliğin mükemmelliği] hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] yed-i kudretine [Allah’ın kudret eli] emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni [dünya ve ahiret mutluluğu] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin [Allah’ın kudret eli] perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî [fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua] telâkki [anlama, kabul etme] ederek, müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] yalnız Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye [gemi] birer bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder.

422

Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:

“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”

Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye [hükümdarlık gemisi] daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tard [kovma] edecek; ya “Haindir, gemimizi itham [suçlama] ediyor, bizimle istihzâ [alay etme] ediyor. Hapsedilsin” diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] nazarında zaafı [zayıflık, güçsüzlük] gösteren tekebbürünle, [büyüklenme] aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti [alçaklık] gösteren tasannuunla [yapmacık] kendini halka müdhike [gülünç, komedi] yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden [âhiretteki mutsuzluk] ve tazyikat-ı dünyeviye [dünyadaki sıkıntılar] hapsinden kurtulasın.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, [esas vazifesi] iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh [açık] bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül [mükemmelleşme] etmiş gibi, istidadına [kabiliyet] göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini [hayat için gerekli şartlar] ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını [hayat kanunları] öğrenir, meleke [alışkanlık] sahibi olur. İnsanın yirmi

423

senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi [yaşama gücü] ve meleke-i ameliyeyi, [iş yapma mahareti, kabiliyeti] yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, [esas vazifesi] taallümle [öğrenme] tekemmül [mükemmelleşme] etmek değildir; ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] kesbetmekle [elde etme, kazanma] terakki [ilerleme] etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına [kabiliyet] göre taammüldür, [amel etmek, hareket etmek] amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir. [fiilî ibadetler]

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı [hayat için gerekli şartlar] öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin [insan hayatı] muavenetiyle, [yardım] ancak menfaatlerini celp [çekme] ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, [yaratılıştan gelen görev] taallümle [öğrenme] tekemmüldür, [mükemmelleşme] dua ile ubûdiyettir. [Allah’a kulluk] Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] idare olunuyorum? Kimin keremiyle [cömertlik] böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne [nazikçesine] besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta [bütün ihtiyaçları karşılayan Allah] lisan-ı acz [acizlik dili] ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla [kanat] makam-ı âlâ-yı ubûdiyete [Allah’a kulluğun yüce makamı] uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül [mükemmelleşme] etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin [gerçek ilimler] esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır [Allah’ı bilme ve tanıma] ve onun üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] da iman-ı billâhtır. [Allah’a iman]

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta [belalar] maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; [bağımlı] ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar [tutulmuş, yakalanmış] ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, [yaratılıştan gelen asıl vazife] imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir. [kulluğun esası, özü]

424

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, [arzu, istek] bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle [acizlik dili] bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat [canlı] âlemi içinde nazik, nazenin, [ince, duyarlı] nazdar [nazlı] bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] dergâhında, [Allah’ın yüce katı] ya zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı [gayeler, istenilen şeyler] ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olsun veya teshirin [boyun eğdirme] şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ [çığlık, feryad] eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan [boyun eğdirilmesi mümkün olmayan] ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir [boyun eğdirme] ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete [nimete karşı nankörlük] sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine [esas yaratılış gayesi] zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

BEŞİNCİ NOKTA

İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve fıtrat-ı insaniye [insanın yaratılışı, tabiatı] onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” meâlinde, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 1 ferman ediyor.

Hem اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ 2 emrediyor.

Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu [istenen şeyin kendisi, aynısı] vermek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”

Hekim “Lebbeyk,” [“buyurun, emredin efendim”] der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.

425

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına [amaç, yarar] binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hakîm-i Mutlak, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete [alışkanlık, âşinalık / dostluk] çevirir. Fakat insanın hevâperestâne [nefsin isteklerine düşkün bir şekilde] ve heveskârâne [hevesine düşkün bir şekilde] tahakkümüyle [baskı] değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] iktizasıyla, [bir şeyin gereği] ya matlubunu [istek] veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem dua bir ubûdiyettir. [Allah’a kulluk] Ubûdiyet [Allah’a kulluk] ise, semerâtı [meyve] uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurubu, [batış] akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf [güneş tutulması] ve husuf [ay tutulması] namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın [kendine özgü ibadet] vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla [örtü] bir azamet-i İlâhiyeyi [Allah’ın azameti, büyüklüğü] ilâna medar [kaynak, dayanak] olduğundan, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim [astrolog, yıldızların konum ve hareketlerinden mânâ çıkaran] hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf [ay tutulması] ve küsuflarının [güneş tutulması] inkişafları [açığa çıkma] için değildir.

Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin [belâ] istilâsı ve muzır [zararlı] şeylerin tasallutu, [hükmetme, musallat olma] bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır [özel vakitler] ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler [belâ] def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] olunmazsa, denilmeyecek ki, “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle [cömertlik] belâyı ref etse, nurun alâ nur, [nur üstüne nur] o vakit dua vakti biter, kaza olur.

Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. [kulluk sırrı] Ubûdiyet ise, hâlisen [katıksız, samimi olarak] livechillâh [Allah için] olmalı.

426

Yalnız aczini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, dua ile Ona iltica etmeli, rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karışmamalı. Tedbiri Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini itham [suçlama] etmemeli.

Evet, hakikat-i halde, [bir şeyin gerçek durumu] âyât-ı beyyinâtın [ap açık âyetler] beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] giden, bir duadır:

Ya istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyladır—bütün nebâtat [bitkiler] ve hayvanâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı istidadıyla [kabiliyet dili] Feyyâz-ı Mutlaktan [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i münkeşife [bir görünüme sahip olmak] istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyladır—bütün zîhayatların, [canlı] iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zaruriyeleri [zarurî ihtiyaçlar] için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan [sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah] idame-i hayatları [hayatı devam ettirme] için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırariyle [çaresizlik ve mecburiyet dili] bir duadır ki, muztar [çaresiz] kalan herbir zîruh, [ruh sahibi] kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne [bilinmeyen koruyucu] iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] teveccüh [ilgi] eder.

Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, [boş] diğeri kalbî ve kàlîdir. [sözle]

Meselâ, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. [fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua] Esbabın içtimaı, [bir araya gelme, toplanma] müsebbebi [netice, eser, sebebin sonucu] icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl [hal dili] ile müsebbebi [netice, eser, sebebin sonucu] Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istemek için bir vaziyet-i marziye [razı olunacak hal] almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, [fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua] Cevâd-ı Mutlakın [sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah] isim ve ünvanına müteveccih [yönelen] olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır. [büyük çoğunluk]

427

İkinci kısım, lisanla, kalble dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.

İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı [kaynak, dayanak] olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insaniyete [insanlığın en yüksek derecesi] çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i küllî [bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul] ve bir vekil-i umumî [genel vekil] gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 de, kâinatın güzel bir takvimi [program] ol.

ba

428

İkinci Mebhas [bahis, kısım]

İnsanın saadet ve şekavetine medar [kaynak, dayanak] Beş Nükteden [derin anlamlı söz] ibarettir.

İNSAN ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] yaratıldığı ve ona gayet cami’ [kapsamlı] bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verildiği için, esfel-i sâfilînden [aşağıların aşağısı]âlâ-yı illiyyîne, [yücelerin en yücesi] ferşten [yer] tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, [mertebeler] derecâta, [dereceler] derekâta [alt tabakalar] girebilir ve düşebilir1 bir meydan-ı imtihana [imtihan meydanı] atılmış, nihayetsiz sukut [alçalış, düşüş] ve suûda [yükseliş] giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve netice-i hilkat [yaratılış neticesi] ve acube-i san’at [san’at yönüyle hayret verici olan] olarak şu dünyaya gönderilmiştir. İşte, insanın şu dehşetli terakkî [ilerleme] ve tedennîsinin [alçalma, gerileme] sırrını Beş Nüktede [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsan, kâinatın ekser envâına [tür] muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış; arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] de görmeye müştaktır. [arzulu, aşırı istekli] Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden [sonsuz ayrılık] kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] dergâhına [Allah’ın yüce katı] ilticaya muhtaçtır.

İşte, şu vaziyette bir insana hakikî mâbud [ibadet edilen] olacak, yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] , [bir yerle sınırlı olmayan] aczden müberrâ, [arınmış, temiz] kusurdan mukaddes, nakstan [eksiklik, noksanlık] muallâ [yüce] bir

429

Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Rahîm-i Zülcemâl, [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] bir Hakîm-i Zülkemâl [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] olabilir. Çünkü, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi [insanın ihtiyaçları] ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, mâbudiyete [ibadet edilen] lâyık yalnız O’dur.

İşte, ey insan! Eğer yalnız Ona abd [köle] olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten [Allah’a kulluk] istinkâf [çekimser kalma, uzak durma] etsen, âciz mahlûkata zelil [aşağılanan] bir abd [köle] olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür [büyüklenme] ve dâvâya sapsan, o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin; şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan [salgın ve ölümcül hastalık] daha muzır [zararlı] olursun.

Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, [hiçlik, yokluk] şer, nefy, [gönderilme, sürgün] infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz [âcizliğini gösterme] ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin [genişlik] nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar [açığa çıkma, yayılma] eder.

Meselâ küfür bir fenalıktır, bir tahriptir, bir adem-i tasdiktir. [doğruyu kabul etmeme, tasdik etmeme] Fakat o tek seyyie, [günah] bütün kâinatın tahkirini [aşağılama] ve bütün esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tezyifini, [alay etme, küçük düşürme] bütün insaniyetin terzilini [rezil ve alçak gösterme] tazammun [içerme, içine alma] eder. Çünkü şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] âli [yüce] bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye [Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserler, varlıklar] ve merâyâ-yı Sübhâhiye ve memurîn-i İlâhiyedirler. [Allah’ın emriyle hareket eden memurlar] Küfür ise, onları âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ve vazifedarlık ve mânidarlık [anlamlılık] makamından düşürüp, abesiyet [anlamsızlık] ve tesadüfün oyuncağı derekesine [aşağı derece] ve zevâl [batış, kayboluş] ve firâkın [ayrılık] tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye [geçici maddeler] ve

430

ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi; bütün kâinatta ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde nakışları [işleme] ve cilveleri ve cemâlleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] inkâr ile tezyif [alay etme, küçük düşürme] eder. Ve insanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet [hikmetle ve düzenli bir şekilde yazılmış kaside, şiir] ve bir şecere-i bâkiyenin [devamlı ve kalıcı ağaç] cihâzâtını cami’ [kapsamlı] çekirdek-misal [çekirdek gibi] bir mu’cize-i kudret-i [Allah’ın kudret mu’cizesi] bâhire ve emanet-i kübrâ[büyük emanet] uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk [üstün gelme] eden ve melâikeye [melekler] karşı rüçhâniyet [üstünlük] kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi, [yeryüzü halifeliğinin mertebesinin sahibi] en zelil [aşağılanan] bir hayvan-ı fâni-i zâilden [yok olup giden hayvan] daha zelil, [aşağılanan] daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye [aşağı derece] atar ve mânâsız, karma karışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine [aşağı derece] indirir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nefs-i emmâre, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir. [ferdî, küçük] Evet, bir haneyi bir günde harap eder, yüz günde yapamaz. Lâkin, eğer enâniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfik-i İlâhiyeden [Allah’ın yardımı] istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar [af dileme] ederek tam abd [köle] olsa, o vakit يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olur. Ondaki nihayetsiz kabiliyet-i şer, [kötülük kabiliyeti] nihayetsiz kabiliyet-i hayra [hayır kabiliyeti] inkılâb [değişim, devrim] eder. Ahsen-i takvim [en güzel biçim, tam kıvam] kıymetini alır, âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkar.

İşte, ey gafil insan! Bak Cenab-ı Hakkın fazlına ve keremine: [cömertlik] Seyyieyi [günah] bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde, bir seyyieyi [günah] bir yazar; bir haseneyi on, bazan yetmiş, bazan yedi yüz, bazan yedi bin yazar. Hem şu Nükteden [derin anlamlı söz] anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-yı ameldir, [amelin cezası] ayn-ı adldir; [adeletin ta kendisi] fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır. [iyilik ve bağışın ta kendisi]

431

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsanda iki vecih [yön] var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet [Allah’a kulluk] cihetinde hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] bakar.

Evvelki vecih [yön] itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa’re (saç) gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir cüz-ü ihtiyarî; [insandaki çok az seçim gücü, irade] ve iktidardan zayıf bir kesb; [elde etme, kazanma] ve hayattan, çabuk söner bir şule; [gür ışık/alev] ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın [tür] hesapsız efradından [bireyler] nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor.

İkinci vecih [yön] itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete [Allah’a kulluk] müteveccih [yönelen] acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’ati [genişlik] var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] insanın mahiyet-i mâneviyesinde [mânevî nitelik, özellik] nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm [büyük] bir fakr derc [yerleştirme] etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] ve gınâ[zenginlik] nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm [sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah] bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami’ [kapsamlı] geniş bir âyine [ayna] olsun.

Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş; tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizacından dolayı, ona verilen cihâzât-ı mâneviyeyi [mânevî âletler, cihazlar] toprak altında bazı mevadd-ı muzırra[zararlı maddeler] celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faidesiz tefessüh [bozulma] edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihâzâtını, فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى 1 ‘nın emr-i tekvînîsini [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edip hüsn-ü istimal [güzel ve iyi kullanma] etse, o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î [ferdî, küçük] hakikati ve ruh-u mânevîsi [mânevî ruh] büyük bir hakikat-i külliye suretini alacaktır.

432

İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, [dünya âlemi] hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] toprağı altında o cihâzât-ı mâneviyesini [mânevî âletler, cihazlar] nefsin hevesâtına sarf etse; bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î [ferdî, küçük] telezzüz [lezzet alma] için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh [bozulma] ederek, mes’uliyet-i mâneviyeyi [mânevî sorumluluk] bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.

Eğer o istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] çekirdeğini İslâmiyet suyuyla, imanın ziyasıyla, ubûdiyet [Allah’a kulluk] toprağı altında terbiye ederek, evâmir-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın emirleri] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edip cihâzât-ı mâneviyesini [mânevî âletler, cihazlar] hakikî gayelerine tevcih [yöneltme] etse; elbette âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret [âhiret âlemi] ve Cennette hadsiz kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve nimetlere medar [kaynak, dayanak] olacak bir şecere-i bâkiyenin [devamlı ve kalıcı ağaç] ve bir hakikat-i daimenin [devamlı hakikat] cihâzâtına cami’, [kapsamlı] kıymettar bir çekirdek ve revnakdâr [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] bir makine ve bu şecere-i kâinatın [kainat ağacı] mübarek ve münevver [aydın] bir meyvesi olacaktır.

Evet, hakikî terakki [ilerleme] ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle [kulluk görevi] meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] terakki [ilerleme] zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini [alçak] tatmak için bütün letâifini [duygular] ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] musahhar [boyun eğdirilmiş] edip yardımcı verse, o terakki [ilerleme] değil, sukuttur. [alçalış, düşüş]

Şu hakikati, bir vakıa-i hayaliyede şöyle bir temsilde gördüm ki: Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb [çekme] eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını

433

tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bom boş, hep nazik vazifeler muattal [boş, hareketsiz] kalmış, ahlâkları sukut [alçalış, düşüş] etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar, sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] san’atlar, güzel nakışlarla [işleme] iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve terakkiyâtı [ilerleme] için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum.

Dediler: “O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.”

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “Said” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak aklım başıma geldi, ayıldım.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi sana tabir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye [insanların sosyal hayatı] ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. [insanlığın uygarlık şehri] O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif [duygular] ve nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] ve kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin [berrak, şirin, hoş] ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri [kulluk görevi] var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi [duygular] nefis ve hevâya musahhar [boyun eğdirilmiş] etmek ve vazife-i asliyelerini [asıl görev] unutturmak, elbette sukuttur, [alçalış, düşüş] terakki [ilerleme] değildir.

Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî [maddi çalışma] itibarıyla zayıf bir hayvandır, âciz

434

bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] ve mâlikiyeti [sahiplik] o kadar dardır ki, elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvânât-ı ehliye, [evcil hayvanlar] insanın zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] keçi ve öküz gibi).

Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiş; ve o misafirin tenezzühüne [ferahlama, rahatlama] ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ [hazır] etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, [yarı çap] yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.

İşte, eğer insan enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] gaye-i hayal [hayal edilen gaye] ederek, derd-i maişet [geçim derdi] içinde, muvakkat [geçici] bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât [aletler] ve letâif, [duygular] ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerîmin [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah] izni dairesinde sermaye-i ömrünü [ömür sermayesi] sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder, sonra âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, [aletler] ondan memnun olarak âhirette lehinde [tarafında] şehadet ederler.

Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, [şaşırtıcı ve hayret verici cihazlar, duyu ve organlar] bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] için verilmişler. Çünkü, insanı hayvana nisbet etsek görüyoruz ki, insan, cihazat ve âlât [aletler] itibarıyla çok zengindir, yüz derece hayvandan daha ziyadedir. Hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] lezzetinde ve hayvanî yaşayışında, yüz derece aşağı düşer. Çünkü her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve herbir lezzetin dahi elem-i zevâli, [sona erme elemi] onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder.

435

Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne gelecek zamanın korkuları onu ürkütür. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] şükreder.

Demek, ahsen-i takvim [en güzel biçim, tam kıvam] suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] hasr-ı fikir [fikir ve düşünceyi sadece bir şeye yöneltmek] etse, yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Başka bir yerde bir temsille bu hakikati beyan etmiştim. Münasebet geldi, yine o temsili tekrar ediyorum. Şöyle ki:

Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir.

Evvelki hizmetkâr, on altınla âlâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak, bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] gördü ve dehşetli bir azap çekti.

İşte, ednâ [basit, aşağı] bir şuuru olan anlar ki, ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.

Aynen onun gibi, insandaki cihâzât-ı mâneviye [mânevî âletler, cihazlar] ve letâif-i insaniye [insandaki ince ve yüce duygular] ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat [genişleme, yayılma] etmiş. Meselâ, güzelliğin bütün merâtibini [mertebeler] fark eden insan gözü; ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını [kendisine has, özel zevkler] temyiz eden insanın zâika-i lisaniyesi; [dilin tad alma duyusu] ve hakaikın [doğru gerçekler] bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı; ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bütün envâına [tür] müştak [arzulu, aşırı istekli] insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede; hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf [açığa çıkma] etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvan kendine has bir amelde-münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus-ziyade [özel duyu veya organ] inkişaf [açığa çıkma] eder. Fakat o inkişaf [açığa çıkma] hususîdir.

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, [duyu] duyguları fazla inkişaf [açığa çıkma] ve inbisat [genişleme, yayılma] peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti [çokluk] sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyat peydâ olmuştur. Ve hassasiyeti çok

436

tenevvü [çeşitlenme] etmiş ve fıtratın câmiiyeti [kapsayıcılık] sebebiyle pek çok makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] müteveccih [yönelen] arzulara medar [kaynak, dayanak] olmuş; ve pek çok vazife-i fıtriyesi [yaratılıştan gelen görev] bulunduğu sebebiyle, âlât [aletler] ve cihâzâtı ziyade inbisat [genişleme, yayılma] peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın [ibadetler] bütün envâına [tür] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tohumlarına câmi’ [kapsamlı] bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verilmiştir

İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, [çokluk] elbette ehemmiyetsiz, muvakkat [geçici] şu hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, [esas vazifesi] nihayetsiz makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] müteveccih [yönelen] vezâifini [görevler] görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet [Allah’a kulluk] suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın yardımları] görüp şükretmek; ve masnuatta [san’at eseri] kudret-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] mu’cizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] tefekkür etmektir.

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden [insanın en güzel şekilde ve tam kıvamında yaratılmış olmasının sırrı] gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] hakikatini bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi [örnek olay] dinle:

Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından, tedricen [aşamalı olarak] birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.

Birden, ben o hazin hâlette [durum] iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi:

“Bütün bütün sermayeni zayi ettin, tokada da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis [iflas etmiş] olarak elin boş gideceksin. Fakat aklın varsa tevbe kapısı açıktır.

437

Bundan sonra sana verilecek bâki kalan on beş altından, her eline geçtikçe, yarısını ihtiyaten [ilerisini düşünerek] muhafaza et. Yani, gideceğin yerde sana lâzım olacak bazı şeyleri al.”

Baktım, nefsim razı olmuyor. “Üçte birisini” dedi. Ona da nefsim itaat etmedi. Sonra “Dörtte birisini” dedi. Baktım, nefsim müptelâ [bağımlı] olduğu âdetini terk edemiyor. O adam hiddetle yüzünü çevirdi, gitti.

Birden o hal değişti. Baktım ki, ben tünel içinde sukut [alçalış, düşüş] eder gibi bir sür’atle giden bir şimendifer [tren] içindeyim. Telâş ettim. Fakat ne çare ki hiçbir tarafa kaçılmaz. Garaipten [şaşılacak şeyler] olarak, o şimendiferin [tren] iki tarafında pek cazibedar çiçekler, leziz meyveler görünüyordu. Ben de akılsız acemiler [Arap milletinden olmayan başka milletler] gibi onlara bakıp elimi uzattım. O çiçekleri koparmak, o meyveleri almak için çalıştım. Fakat o çiçekler ve meyveler dikenli mikenli; mülâkatında [buluşma, karşılaşma] elime batıyor, kanatıyor, şimendiferin [tren] gitmesiyle mufarakatinden [ayrılık] elimi parçalıyorlar, bana pek pahalı düşüyorlardı.

Birden, şimendiferdeki [tren] bir hademe dedi: “Beş kuruş ver; sana o çiçek ve meyvelerden istediğin kadar vereceğim. Beş kuruş yerine, elin parçalanmasıyla yüz kuruş zarar ediyorsun. Hem de ceza var; izinsiz koparamazsın.”

Birden, sıkıntıdan, ne vakit tünel bitecek diye, başımı çıkarıp ileriye baktım. Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden [tren] o deliklere adamlar atılıyorlar. Bana mukabil bir delik gördüm; iki tarafında iki mezar taşı dikilmiş. Merakla dikkat ettim. O mezar taşında büyük harflerle “Said” ismi yazılmış gördüm. Teessüf [eseflenme, üzülme] ve hayretimden “Eyvah!” dedim. Birden, o han kapısında bana nasihat eden zâtın sesini işittim. Dedi:

“Aklın başına geldi mi?”

Dedim: “Evet, geldi. Fakat kuvvet kalmadı, çare yok.”

Dedi: “Tevbe et, tevekkül et.”

Dedim: “Ettim.”

Ayıldım. Eski Said kaybolmuş; Yeni Said olarak kendimi gördüm.

İşte, o vakıa-i hayaliyeyi, Allah hayretsin, bir iki kısmını ben tabir edeceğim; sair cihetleri sen kendin tabir et.

O yolculuk ise, âlem-i ervahtan, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] rahm-ı mâderden, [ana rahmi] gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] haşirden, köprüden geçen, ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] tarafına bir yolculuktur. O altmış altın ise, altmış sene ömürdür ki, bu vakıayı gördüğüm vakit kendimi kırk beş yaşında tahmin ediyordum. Senedim yok; fakat bâki kalan on beşinden yarısını âhirete sarf etmek için, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hâlis bir tilmizi [öğrenci] beni irşad [doğru yol gösterme] etti.

438

O han ise, benim için İstanbul imiş. O şimendifer [tren] ise zamandır; herbir yıl bir vagondur. O tünel ise, hayat-ı dünyeviyedir. [dünya hayatı] O dikenli çiçekler ve meyveler ise, lezâiz-i nâmeşruadır [haram olan lezzetler] ve lehviyât-ı muharremedir [haram kılınmış eğlenceler] ki, mülâkat [buluşma, karşılaşma] esnasında tasavvur-u zevâldeki [gelip geçiciliği düşünme] elem kalbi kanatıyor, mufarakatinde [ayrılık] parçalıyor, cezayı dahi çektiriyor.

Şimendifer [tren] hademesi demişti: “Beş kuruş ver; onlardan istediğin kadar vereceğim.” Onun tabiri şudur ki: İnsanın helâl sa’yiyle, [çalışma] meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir; harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.

Sair kısımları sen tabir edebilirsin.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin [ince, duyarlı] bir çocuğa benzer: Zaafında [zayıflık, güçsüzlük] büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın [zayıflık, güçsüzlük] kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olmuş. Eğer insan zaafını [zayıflık, güçsüzlük] anlayıp, kàlen, [sözle] halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad [yardım dileme] eylese, o teshirin [boyun eğdirme] şükrünü eda ile beraber, matlubuna [istek] öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar [boyun eğdirilmiş] olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle [kendi zâtının kudreti, kişisel güç] onun aşr-i mişârına [yüzde bir] muvaffak olamaz. Yalnız, bazı vakit lisan-ı hâl [hal dili] duasıyla hasıl olan bir matlubunu, [istek] yanlış olarak kendi iktidarına haml [yüklenme] eder.

Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki [zayıflık, güçsüzlük] kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar [boyun eğdirilmiş] edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte câ-yı dikkat, [dikkat çekici] zaaftaki [zayıflık, güçsüzlük] bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ [seyretmeye değer] bir cilve-i rahmet[İlâhî rahmetin yansıması]

Nasıl ki, nazdar [nazlı] bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matluplarına [istek] öyle muvaffak olur ve öyle kavîler [güçlü, kuvvetli] ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olurlar ki, o matluplardan [istek] binden birisine bin defa kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar [boyun eğdirilmiş] eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti itham [suçlama] etmek suretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshir [boyun eğdirme] ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.

439

İşte, insan dahi, Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] rahmetini inkâr ve hikmetini itham [suçlama] edecek bir tarzda, küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] suretinde, Karun gibi اِنَّمَۤا اُو ﮀ تِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ 1 yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azâba [azap tokadı] kendini müstehak eder.

Demek, şu meşhud [görünen] saltanat-ı insaniyet [insanlık saltanatı, egemenliği] ve terakkiyât-ı beşeriye [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] ve kemâlât-ı medeniyet, [medeniyetin mükemmellikleri, üstünlükleri] celb [çekme] ile değil, galebe [üstün gelme] ile değil, cidal [mücadele] ile değil, belki ona onun zaafı [zayıflık, güçsüzlük] için teshir [boyun eğdirme] edilmiş, onun aczi için ona muavenet [yardım] edilmiş, onun fakrı için ona ihsan [bağış] edilmiş, onun cehli için ona ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî [ilmi güç] değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye [Allah’ın acıması] ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ki, eşyayı ona teshir [boyun eğdirme] etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının [zayıflık, güçsüzlük] semeresi [meyve] olan teshir-i Rabbânî [herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi] ve ikram-ı Rahmânîdir. [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın ikramı]

Ey insan! Madem hakikat böyledir. Gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dergâhında [Allah’ın yüce katı] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ını, [acizlik ve zayıflık] istimdat [medet isteme] lisanıyla; fakr ve hâcâtını, tazarru [dua, yakarış] ve dua lisanıyla ilân et ve abd [köle] olduğunu göster. Ve حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 2 de, yüksel.

Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat bir Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] tarafından kasdî [bilerek, direkt] olarak bana teshir [boyun eğdirme] edilsin, benden bir şükr-ü küllî [bütün nimetler için varlıkların tamamı adına yapılan şükür] istenilsin?”

Çünkü, sen çendan [gerçi] nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife

440

ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın [var edilenler, varlıklar] belâğatli [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bir lisan-ı nâtıkı [konuşan dil] ve şu kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî [bitkisel] cismaniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, [ferdî, küçük] fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin [akıp giden varlıklar] dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin [Allah sevgisi] ziyasını tazammun [içerme, içine alma] eden imanın nuruyla münevver [aydın] olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül [mükemmelleşme] edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin [kulluk] içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin [gözetim dairesi] geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; [nimet sofrası] ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı [bitkiler] o hanemin ziynetli levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yapmıştır.”

Netice-i kelâm: [sözün neticesi, özü] Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkar, kâinatın bir güzel takvimi [program] olursun.

BEŞİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş. Çok ehemmiyetli istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ona verilmiş. Ve o istidâdâta göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için, şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin [insanlık görevi] ve ubûdiyetin [Allah’a kulluk] esâsâtını [esaslar] şurada icmal [kısaca, özet olarak] edeceğiz, tâ ki “ahsen-i takvim[en güzel biçim, tam kıvam] sırrı anlaşılsın.

441

İşte, insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihetle ubûdiyeti [Allah’a kulluk] var. Bir ciheti, gaibâne [yüzyüze olmadan, gaybî olarak] bir surette bir ubûdiyeti, [Allah’a kulluk] bir tefekkürü var. Diğeri, hâzırâne, [hazırcasına] muhâtaba [kapsama alanı] suretinde bir ubûdiyeti, [Allah’a kulluk] bir münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] vardır.

Birinci vecih [yön] şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı Rububiyeti, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itaatkârâne tasdik edip kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve mehâsinine [güzellikler] hayretkârâne [hayret ederek] nezaretidir.

Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] nukuşlarından [işlemeler] ibaret olan bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine [ibret gözüyle bakış] gösterip dellâllık [davetçi, ilan edici] ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i mâneviye [mânevî hazine] hükmünde olan esmâ-i Rabbâniyenin [herşeyin Rabbi olan Allah’ın isimleri] cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne [övgüyle] kıymet vermektir.

Sonra, kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] mektubatı hükmünde olan mevcudat [var edilenler, varlıklar] sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne [hayret ederek] tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] ziynetleri ve lâtif [berrak, şirin, hoş] san’atları istihsankârâne [beğenerek] temâşâ etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin [sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz yaratan Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah] huzuruna çıkmaya ve iltifatına mazhar [erişme, nail olma] olmaya bir iştiyaktır. [arzu, istek]

İkinci vecih [yön] huzur ve hitap makamıdır ki, eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] geçer. Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, [sevgiyi bir şeye odaklama] tahsis-i taabbüdle [ibadeti ve kulluğu sadece Allah için yapma] kendini Ona sevdirir.

Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, [kerem sahibi ve nimet verici Allah] maddî ve mânevî nimetlerin lezizleriyle

442

onu perverde [beslenmiş, eğitilmiş] ediyor. O da, ona mukabil fiiliyle, hâliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, [duyu] cihâzâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.

Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, [sonsuz güzellik, haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde kibriyâ [azamet, büyüklük] ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip nazar-ı dikkati celb [çekme] ediyor. O da, ona mukabil, “Allahu ekber, Sübhânallah” deyip, mahviyet [alçakgönüllülük] içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.

Sonra görüyor ki, bir Ganiyy-i Mutlak, [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] bir sehâvet-i mutlak [sınırsız cömertlik] içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da, ona mukabil, tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve senâ içinde, kemâl-i iftikarla [Allah’a karşı fakirliğini tam hissetme] sual eder ve ister.

Sonra görüyor ki, o Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış, bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da, ona mukabil, “Mâşaallah” diyerek takdir ile, “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] diyerek tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ile, “Sübhânallah” diyerek hayret ile, “Allahu ekber” diyerek istihsan [beğenme, güzel bulma] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

Sonra görüyor ki, bir Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] şu kâinat sarayında taklit edilmez sikkeleriyle, [mühür] Ona mahsus hâtemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, [mühür, nişan] Ona has fermanlarıyla, bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] damga-i vahdet [birlik damgası] koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin [âlemin ufukları] aktârında [bölgeler] vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] bayrağını dikiyor ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ilân ediyor. O da, ona mukabil, tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’ân [kesin şekilde inanma] ile, şehadet ile, ubûdiyet [Allah’a kulluk] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

İşte, bu çeşit ibadat [ibadetler] ve tefekküratla [tefekkürler, düşünmeler] hakikî insan olur, ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] olduğunu gösterir, imanın yümniyle [uğur, bereket] emanete lâyık, emin bir halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olur.

443

Ey ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] tarafına giden insan-ı gafil! [sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan] Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, âhirete müteveccih [yönelen] olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, On Yedinci Sözün İkinci Makamındaki iki levha-i hakikate [hakikat levhası] bak, sen de gör.

Birinci levha: Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gibi, fakat sarhoş olmadan, gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] dünyasının hakikatini tasvir eder.

İkinci levha: Ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve huzurun hakikat-i dünyalarına [dünyanın gerçeği] işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى * وَيَسِّرْ لِىۤ اَمْرِى * وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى * يَفْقَهُوا قَوْلِى * 2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى الذَّاتِ الْمُحَمَّدِيَّةِ اللَّطِيفَةِ اْلاَحَدِيَّةِ شَمْسِ سَمَۤاءِ اْلاَسْرَارِ وَمَظْهَرِ اْلاَنْوَارِ وَمَرْكَزِ مَدَارِ الْجَلاَلِ وَقُطْبِ فَلَكِ الْجَمَالِ * اَللّٰهُمَّ بِسِرِّهِ لَدَيْكَ * وَبِسَيْرِهِۤ اِلَيْكَ * اٰمِنْ خَوْفِى * وَاَقِلْ عُثْرَتِى * وَاذْهِبْ حُزْنِى وَحِرْصِى * وَكُنْ لِى وَخُذْنِى اِلَيْكَ مِنِّى * وَارْزُقْنِى الْفَنَۤاءَ عَنِّى وَلاَ تَجْعَلْنِى مَفْتُونًا بِنَفْسِى * مَحْجُوبًا بِحِسِّى * وَاكْشِفْ لِى عَنْ كُلِّ سِرِّ مَكْتُومٍ * يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ * يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ * يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ * وَارْحَمْنِى وَارْحَمْ رُفَقَۤائِى * وَارْحَمْ اَهْلَ

444

اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ * اٰمِينَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ وَيَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2