ŞUÂLAR – Üçüncü Şuâ (69-93)

69

Üçüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Mukaddime

Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye1, [iman delili] vücub-u vücuda [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ihatasına [herşeyi kuşatma] ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihatasına [herşeyi kuşatma] ve rahmetinin şümulüne [kapsam] dahi delâlet ve ispat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını [herşeyi kuşatma] ve ilminin şümulünü [kapsam] ispat eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyenin [iman delili] her bir mukaddimesinin [başlangıç] sekiz neticesi var. Sekiz mukaddimelerin [başlangıç] her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle ispat eder ki, bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede [iman delili] yüksek meziyetler vardır.

Said Nursî

ba

70

 Münâcât

Bu Risale-i Münâcât, [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] hem vücûb-u vücud, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] hem vahdet, [Allah’ın birliği] hem ehadiyet, [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] hem haşmet-i rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] hem azamet-i kudret, [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] hem vüs’at-i rahmet, [rahmetin bolluğu] hem umumiyet-i hâkimiyet, [Allah’ın egemenliğinin kuşatıcılığı] hem ihata-i ilim, [ilmin kuşatıcılığı ve genişliği] hem şümul-ü hikmet [Allah’ın hikmetinin herşeyi kapsaması] gibi en mühim esasat-ıimaniyeyi [esaslar] hârika bir îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] içinde fevkalâde bir kat’iyet ve hâlisiyet [samimilik] ve yakîniyet [şüphesizlik; kesinlik] ile ispat eder. Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işârâtı [işaretler] ve bilhassa âhirdeki şiddetli işârâtı [işaretler] çok kuvvetlidir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

إِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللهُ مِنْ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَأَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ َلاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 1

Üçüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan bu Münâcât [Allah’a yalvarış, dua] Risalesi, mezkûr [adı geçen] âyetin bir nevi tefsiridir.

İlâhî [Allah tarafından olan] ve yâ Rabbî, [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım]

Ben imanın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizamıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

71

Ve hiçbir ecram-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun [ölçülü] hilkatiyle, [yaratılış] muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet [benzeme] sikkesiyle [mühür] Senin haşmet-i ulûhiyetine [Allah’ın ilâhlığının büyüklüğü, haşmeti] ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] işaret ve şehadette bulunmasın

Ve on iki seyyareden [gezegen] hiçbir seyyare [gezegen] yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle [boyun eğdirilmiş] ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle [uydu] Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] işaret etmesin.

Evet, gökler sekeneleriyle, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] herbiri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] derece-i bedahette, [apaçıklık derecesi] ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı, Senin vücub-u vücûduna öyle zâhir şehadet, ve ey zerrâtı [atomlar] muntazam mürekkebatıyla [yazı için kullanılan sıvı] tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare [gezegen] yıldızları manzum [düzenli] peykleriyle [uydu] döndüren, emrine itaat ettiren, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî burhanlar [delil] ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.

Hem bu sâfi, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde sür’atli ecramıyla [büyük cisimler] muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delâlet ve hadsiz semâvâtı ihâta [kavrayış] eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatı [canlı] kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlûkat-ı semâviyenin [gökteki yaratıklar] bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve hikmetinin her işe şümûlüne [kapsam] şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar

72

zâhirdir ki, güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş nuranî delilleridirler.

Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki [uzay] yıldızlar ise, mutî [emre uyan] neferler, [asker] muntazam sefineler, [gemi] harika tayyareler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanat-ı ulûhiyetinin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından [bireyler] bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde [gezegen] ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Ey Vâcibü’l-Vücûd, ey Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah]

Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir [boyun eğdirme] ve tanzim ve tavzif [görevlendirme] edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Halıka [her şeyi yaratan Allah] tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal [beden dili] ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederim.

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ey Kàdir-i Mutlak,

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, [gökyüzü] bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları [gök gürültüsü] ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederler.

73

Evet, câmid, [cansız] şuursuz bulut, âb-ı hayat [hayat suyu] olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların [canlı] imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine [aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları] işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki [uzay] kudretini güzelce tenvir [aydınlatma] eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca feza[uzay] konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat [gök gürültüsü] dahi, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile konuşarak Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edip, rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şehadet eder.

Hem zîhayatların [canlı] yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları [nefisler] rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif [görevlendirme] edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen “Levh-i mahv ve isbat” ve “yazar, ifade eder sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara [canlı] gönderilen rahmet dahi, mevzun, [ölçülü] muntazam katreleri [damla] kelimeleriyle Senin vüs’at-ı rahmetine [rahmetin genişliği, büyüklüğü] ve geniş şefkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Fa’âl [her zaman Zâtına has ve lâyık iş yapan, daima faaliyette bulunan, idâre eden ve tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hak] ve ey Feyyâz-ı Müteâl, [hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan çok bereket ve bolluk veren yüce Allah]

Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet eden bulut, berk, [şimşek] ra’d, [gök gürültüsü] rüzgâr, yağmur, birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca feza[uzay] bir mahşer-i acâip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümulüne [kapsam] şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün

74

mahlûkata cevv [atmosfer, yer ile gök arası] perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine delâlet eder.

Hem fezadaki [uzay] hava o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] vazifelerde istihdam [çalıştırma] ve bulut ve yağmur, o kadar alîmâne faidelerde istimâl [kullanma] olunur ki, herşeye ihâta [kavrayış] eden bir ilim ve herşeye şâmil [içine alan] bir hikmet olmazsa, o istimal, [çalıştırma, vazifelendirme] o istihdam [çalıştırma] olamaz.

Ey Fa’âlün [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] limâ Yürid,

Cevv-i fezadaki [uzay boşluğu] faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir [dirilme örneği] ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misil[benzer] şuûnatta [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bulunan kudretin, dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuûnat-ı sermediyeyi [sonsuz olan Allah’ın zâtına mahsus işleri] gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Cevv-i fezadaki [uzay boşluğu] hava, bulut ve yağmur, berk [şimşek] ve ra’d [gök gürültüsü] Senin mülkünde, Senin emrin ve havlinle, [güç] Senin kuvvet ve kudretinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve vazifedardırlar. Mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] birbirinden uzak olan bu feza [uzay] mahlûkatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren Âmir ve Hâkimlerini takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederek rahmetini medh ü senâ ederler.

Ey arz ve semâvâtın Hâlık-ı Zülcelâli,

Senin Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] talimiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle iman ettim ve bildim ki:

Nasıl semâvât yıldızlarıyla ve cevv-i feza [uzay boşluğu] müştemilâtıyla [içindekiler] Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Senin birliğine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Öyle de, arz, bütün mahlûkatıyla ve ahvâliyle [haller] Senin mevcudiyetine ve vahdetine, [Allah’ın birliği] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince şehadetler ve işaretler ederler.

75

Evet, zeminde hiçbir tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını [bir tür elbise] değiştirmek gibi hiçbir tebeddül—cüz’î olsun, küllî olsun—yoktur ki, intizamıyla Senin vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmesin.

Hem hiç bir hayvan yoktur ki, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] rızkıyla ve yaşamasına lüzumlu bulunan cihazatın hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] verilmesiyle, Senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat [bitkiler] ve hayvanâttan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acîbesiyle [hayrette bırakan ve hayranlık veren san’at] ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle [ölçülü] Seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat [bitkiler] ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri, mahdut [sınırlanmış] ve maddeleri bir ve müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden [damla] ve habbe [dane, tohum] ve habbeciklerden ve çekirdeklerden yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i fârikalı olarak yaratılışları, Sâni-i Hakîmlerinin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem, hava, su, nur, ateş toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber şuurkârâne, [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] mükemmel vazifeleri görmesiyle; basit ve istilâ edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi [çeşit çeşit] meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] getirmesiyle, Senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

Ey Fâtır-ı Kàdir, [herşeye gücü yeten ve yoktan var eden yaratıcı; Allah (c.c.)] ey Fettâh-ı Allâm, [herşeyi en ince ayrıntılarına varıncaya kadar bilen ve her şeye ayrı ayrı sûretler veren; Allah] ey Fa’âl-i [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] Hallâk, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah]

Nasıl arz bütün sekenesiyle [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğuna şehadet eder. Öyle de, Senin—ey Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ey Hannân-ı Mennân, [rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah] ey Vehhâb-ı Rezzâk—vahdetine [çok bağışta bulunan ve bütün yaratılmışların rızkını veren; Allah] ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle [mühür] ve sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] yüzlerindeki

76

sikkeleriyle [mühür] ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet, belki mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince şehadetler eder.

Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, [sergi] bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat [bitkiler] ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün zîhayatın [canlı] ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan, rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] verilmesi ve hadsiz o efradın [bireyler] kemâl-i musahhariyetle [emirlere eksiksiz olarak boyun eğme] evâmir-i Rabbâniyeye [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] itaatleri, rahmetinin herşeye şümulünü [kapsam] ve hâkimiyetinin herşeye ihatasını [herşeyi kuşatma] gösteriyor.

Hem zeminde değişmekte bulunan mahlûkat kàfilelerinin sevk ve idareleri, mevt [ölüm] ve hayat münavebeleri [nöbetleşe hareket etme] ve hayvan ve nebatatın [bitki] idare ve tedbirleri dahi, herşeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bir ilimle ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve mânevî cihazatla techiz edilen ve zemin mevcudatına [var edilenler, varlıklar] tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada [öğrenim yeri olan dünya] ve bu muvakkat [geçici] ordugâh-ı zeminde [ordunun barınıp konakladığı yer; dünya] ve bu muvakkat [geçici] meşherde [sergi] bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları] bu hadsiz hitabât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlâhiye, [Allah’ın lûtuf ve bağışları] elbette ve herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî bir

77

ömür ve bâki bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] için olabildiği cihetinden, âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] bulunan ihsânat-ı uhreviyeye [âhiretteki ihsanlar, bağışlar] işaret, belki şehadet eder.

Ey Hâlık-ı Küllî Şey,

Zeminin bütün mahlûkatı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl [güç] ve kuvvetinle ve Senin kudretin ve iradetinle ve ilmin ve hikmetinle idare olunuyorlar ve musahhardırlar. [boyun eğdirilmiş] Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] öyle ihata [herşeyi kuşatma] ve şümul [kapsam] gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmeyen bir küll [bütün] ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] olduğunu bildiriyor. Hem zemin bütün sekenesiyle [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] beraber, lisan-ı kàlden [dille söyleyerek] daha zâhir hadsiz lisanlarla Halıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle [beden dili] Rezzâk-ı Zülcelâlinin [bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah] hamd ve medh ü senâsını ediyorlar…

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar [gizlenme, perdelenme] etmiş olan Zât-ı Akdes, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

Zeminin bütün takdisat [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbihatıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve bütün tahmidat [Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler] ve senâlarıyla Sana hamd ve şükrederim.

Ey Rabbu’l-Berri ve’l-Bahr, [karaların ve denizlerin Rabbi olan Allah]

Kur’ân’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım ki:

Nasıl gökler ve feza [uzay] ve zemin, Senin birliğine ve varlığına şehadet ederler. Öyle de, bahirler, [açık, berrak] nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde şehadet ederler.

78

Evet, bu dünyamızın menba-ı acâip [hayrette bırakan kaynaklar] buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcut, hattâ hiçbir katre [damla] su yoktur ki, vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirmesin.

Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garip mahlûklardan [varlıklar] ve hilkatleri gayet muntazam hayvanât-ı bahriyeden, [denizde yaşayan hayvanlar] hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıklarıyla denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle [yaratılış] ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve rezzâkına [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] şehadet etmesin.

Hem denizde, kıymettar, hâsiyetli, [özellik] ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle [yaratılış] ve câzibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle [özellik] Seni tanımasın, bildirmesin.

Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte [yaratılış mührü] birlik ve icatça gayet kolay ve efratça [fertler] gayet çokluk noktalarından Senin vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı [yer küre, dünya] kuşatan muhit denizlerini muallâkta [yüce] durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi [çeşit çeşit] ve muntazam hayvanâtını ve cevherlerini halk etmek ve erzak vesair umûrlarını [işler] küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, Senin varlığına ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğuna mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince işaretler ederek şehadet eder.

Ve Senin saltanat-ı rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] haşmetine ve herşeye muhit olan kudretinin azametine pek zâhir delâlet ettikleri gibi, göklerin fevkindeki [üstünde] gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar herşeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizâmâtıyla [düzenler, tertipler] ve faideleriyle ve

79

hikmetleriyle ve mizan [ölçü] ve mevzuniyetleriyle, [ölçülü] Senin herşeye muhit ilmine ve herşeye şâmil [içine alan] hikmetine işaret ederler.

Ve Senin bu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine [hareket etme ve gezme] ve gemisine ve istifadesine musahhar [boyun eğdirilmiş] olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde [sonsuz saltanat merkezi] öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler. İşte denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle [şaşırtıcı durum] bulunması ve denizlerin mahlûkatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretinle ve Senin irade ve tedbirinle, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar [boyun eğdirilmiş] ve lisan-ı halleriyle [beden dili] Halıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edip Allahu Ekber derler.

Ey dağları zemin sefinesine [gemi] hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ki, nasıl denizler acâipleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, dağlar dahi, zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dahilî inkılâbat [büyük değişimler] fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilâsından kurtulmasına ve havanın gazât-ı muzırradan [zararlı gazlar] tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına [biriktirme, depolama] ve zîhayatlara [canlı] lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envâından [tür] ve muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata [canlı] hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi [çeşit çeşit] olan madeniyatın [madenler] ecnâsından [cinsler, türler] ve dağları, sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın [bitki] esnafından [sınıflar] hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, [yaratılış güzelliği] faideleriyle,

80

hususan madeniyatın [madenler] tuz, limon tuzu, sulfato [kinin; sıtma ilâcı] ve şap [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] gibi sureten [görünüş itibarıyla] birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle [birbirinden çok farklı ve zıt olması] ve bilhassa nebatatın [bitki] basit bir topraktan çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] nihayetsiz Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] vahdet-i idare [idare birliği] ve vahdet-i tedbir [bir elden yönetme] ve menşe ve mesken ve hilkat [yaratılış] ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnular, zeminin her tarafında, herbir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair nevilerle beraber karışık iken karıştırmaksızın icadları, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder. Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat [canlı] mahlûkların [varlıklar] hadsiz hâcetlerini, [ihtiyaç] hattâ mütenevvi [çeşit çeşit] hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını [arzu, istek] tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] ve madeniyatla [madenler] doldurmak ve muhtaçlara teshir [boyun eğdirme] etmek cihetiyle, Senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine [genişlik] delâlet ve toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere [ihtiyaç] göre ihzar [hazırlama] edilmeleriyle Senin herşeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ilminin ihatasına [herşeyi kuşatma] ve herbir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne [kapsam] ve ilâçların ihzârâtı [hazırlamalar] ve madenî maddelerin iddihârâtıyla [biriktirmeler, depolamalar] rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde]

81

olan tedâbirinin [tedbirler] mehâsinine [güzellikler] ve inâyetinin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ihtiyat[dikkat, tedbir] letâifine [duygular] pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levâzımâtlarına [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat [dikkat, tedbir] deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni [depo] olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki, bu kadar kerîm [cömert, ikram sahibi] ve misafirperver [misafir ağırlamayı seven] ve bu kadar hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver [ihtiyaca cevap vermeyi seven ve terbiye etmeyi seven] bir Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ey Kàdir-i Külli Şey, [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah]

Dağlar ve içindeki mahlûklar [varlıklar] Senin mülkünde ve Senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve müdahhardırlar. [depolanmış, biriktirilmiş] Onları bu tarzda tavzif [görevlendirme] ve teshir [boyun eğdirme] eden Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ederler.

Ey Hâlık-ı Rahmân [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] ve ey Rabb-i Rahîm, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım:

Nasıl ki semâ ve feza [uzay] ve arz ve deniz ve dağ, müştemilât [içindekiler] ve mahlûklarıyla [varlıklar] beraber Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, zemindeki bütün ağaç ve nebatat, [bitkiler] yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle Seni bedâhet [açıklık] derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.

Ve umum eşcârın [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] cezbedârâne [kendinden geçerek] hareket-i zikriyede [zikir hareketi] bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] isimlerini tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eden çiçeklerinden

82

ve letâfet [hoşluk, gözellik] ve cilve-i merhametinden [merhamet cilvesi, görüntüsü] tebessüm eden meyvelerinden herbirisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olmayan harika san’at içindeki nizam ve nizam içindeki mizan [ölçü] ve mizan [ölçü] içindeki ziynet ve ziynet içindeki nakışlar [işleme] ve nakışlar [işleme] içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] bedâhet [açıklık] derecesinde şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte [yaratılış mührü] müşabehet [benzeme] ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden icad fiilleri ve Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] isimlerde muvafakat ve o yüz bin envâın [tür] hadsiz efradlarını [bireyler] birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalar, o Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bilbedâhe [açık bir şekilde] vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] dahi şehadet ederler.

Hem nasıl ki, onlar Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Öyle de, rû-yi zeminde [yeryüzü] dört yüz bin milletlerden teşekkül [kendi kendine oluşma] eden zîhayat [canlı] ordusundaki hadsiz efradın [bireyler] yüz binler tarzda iaşe ve idareleri, şaşırmayarak karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vahdâniyetteki [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] haşmetine ve bir baharı bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine ve herşeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar [hazırlama] eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’âmlar [nimetlendirme] ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cereyanları ve herşey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle [boyun eğdirilmiş] hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine [genişlik] kat’î delâlet etmekle beraber; o ağaçların ve nebatların [bitki] ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şeyini, herbir işini bilerek, görerek faidelere, maslahatlara, [amaç, yarar] hikmetlere göre yapılmakla, Senin ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve

83

hikmetinin herşeye şümulune [kapsam] pek zâhir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve Senin gayet kemâldeki cemâl-i san’atına [Allah’ın san’atının güzelliği] ve nihayet cemâldeki kemâl-i nimetine [nimetin tam ve mükemmel olması] hadsiz dilleriyle senâ ve medhederler.

Hem bu muvakkat [geçici] handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] elleriyle, bu kadar kıymettar ihsanlar [bağış] ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar, işaret belki şehadet eder ki, misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr [lûtfeden, bağışlayan] Zât-ı Rahîm, [rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat merhamet sahibi Zât; Allah] bütün ettiği masrafı ve ihsanı, [bağış] kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlûkat tarafından “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi idam [hiçlik, yokluk] etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı ulûhiyetini [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] iskat [düşürme] etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak [arzulu, aşırı istekli] dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve herhalde, ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar [ağaçlar] ve çiçekli nebatlar [bitki] ihzar [hazırlama] etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar, [bitki] umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eder. Hususan meyvelerin bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir surette, etleri çok muhtelif, san’atları çok acip, çekirdekleri çok harika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların [bitki] başlarına koyarak zîhayat [canlı] misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal [beden dili] olan tesbihatları, zuhurca [açık mânâsı itibarıyla] lisan-ı kâl derecesine çıkar. Bütün onlar Senin mülkünde, Senin kuvvet ve kudretinle, Senin irade ve ihsanatınla, [bağış] Senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar [boyun eğdirilmiş] ve Senin herbir emrine mutîdirler. [emre uyan]

84

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden [büyüklüğün sonsuz ve daimî oluşu] tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah]

Bütün eşcar [ağaçlar] ve nebatatın, [bitki] bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederek hamd ü senâ ederim.

Ey Fâtır-ı Kadîr, [herşeye gücü yeten yaratıcı, Allah] ey Müdebbir-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allah] ey Mürebbî-i Rahîm, [herşeyi hikmetle yapan, terbiye edici Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ve iman ettim ki nasıl nebatat [bitkiler] ve eşcar [ağaçlar] Seni tanıyorlar, Senin sıfât-ı kudsiyeni [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan [canlı] ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki; cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâlarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mîzan [denge, ölçü] ve gayet mühim faidelerle yerleştirilen âlât [aletler] ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş [döşeme] ve gayet dikkatli bir muvazene [karşılaştırma/denge] içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, [bedendeki organlar] Senin vücûb-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfatlarının tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet etmesin. Çünkü, bu kadar basîrâne [görerek] nazik san’at ve şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ince hikmet ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] tam muvazeneye, [karşılaştırma/denge] elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] edip öyle olması ise, yüz derece muhâl [imkansız] içinde muhâldir. Çünkü, o halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, [kendi kendine oluşma] belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdeta ilâh gibi ihata[herşeyi kuşatma] bir ilim ve kudreti bulunacak, sonra teşkil-i ceset [cesedi oluşturma, meydana getirme] ona havale edilir ve “kendi kendine oluyor” denilebilir.

Ve heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] vahdet-i tedbir [bir elden yönetme] ve vahdet-i idare [idare birliği] ve vahdet-i nev’iye [aynı türden olma]  

85

ve vahdet-i cinsiye [cins birliği] ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta [yaratılış mührü] birlik ve herbir nev’in efradı [bireyler] simalarında görülen sikke-i hikmette [hikmet mührü] ittihad [birleşme] ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] kat’î şehadette bulunmasın ve herbir ferdinde kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde, Senin ehadiyetine işareti olmasın.

Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, [tür] muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle [boyun eğdirilmiş] ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derece-i haşmetine [heybet ve görkemin derecesi] ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet san’atlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine [büyüklük derecesi] delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, [doğudan batıya] şimalden [kuzey] cenuba [güney] kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine [genişlik] ve herbiri emirber [emre hazır] nefer [asker] gibi vazife-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen görev] yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha [silâh altı] alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.

Hem nasıl ki hayvanâttan herbirisi kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı [küçültülmüş nümune] hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik [derin ve ince] bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak hatasız, sehivsiz, [hatasız] noksansız yapılmalarıyla, ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve hikmetinin herşeye şümulüne, [kapsam] adetlerince işaretler ederler. Öyle de, herbiri birer mu’cize-i san’at [san’at mu’cizesi] ve birer harika-i hikmet [hikmet harikası] olacak kadar san’atlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] kemâl-i hüsnüne ve

86

gayet derecede güzelliğine işaret ve herbirisi, hususan yavrular, gayet nazdar, [nazlı] nâzenin [ince, narin, duyarlı] bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, Senin inayetinin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gayet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler.

Ey Rahmânürrahîm, ey Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn, [vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; vaadinin doğruluğundan emin olunan Allah] ey Mâlik-i Yevmiddîn, [kıyamet gününün sahibi olan Allah]

Senin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] irşadıyla [doğru yol gösterme] anladım ki:

Madem kâinatın en müntehap [seçilmiş] neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehap [seçilmiş] hülâsa[esas, öz] ruhtur. Ve zîruhun [ruh sahibi] en müntehap [seçilmiş] kısmı zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] en camii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır [boyun eğdirilmiş] ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar [canlı] zîruhlara [ruh sahibi] musahhardır; [boyun eğdirilmiş] onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar [ruh sahibi] insanlara musahhardır; [boyun eğdirilmiş] onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] pek ciddî severler ve Hâlıkları [her şeyi yaratan Allah] onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı [kabiliyet] ve cihazat-ı mâneviyesi, [mânevî donanım] başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle bekà istiyor ve lisanı, hadsiz dualarıyla bekà için Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] yalvarıyor. Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub [sevimli/sevgili] ve muhib [Allah’ı seven] olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle [düşmanlık] gücendirmek olamaz ve kàbil [gibi] değildir.

Belki, başka bir ebedî âlemde mes’udâne [mutlu bir şekilde] yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecellî eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] onların âyinesi [aynası] olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar [erişme, nail olma] olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru [bilinçli varlıkların aynası] bâki olmak lâzım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml‘i [karınca]

87

ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i [köpek] Ashâb-ı Kehf1 gibi bazı efrad-ı mahsusa [özel fertler] hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in, arasıra istimâl [kullanma] için birtek cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] öyle iktiza [bir şeyin gereği] ederler.

Ey Kàdir-i Kayyûm, [ezelden ebede kadar bütün varlıkları ayakta tutan sonsuz kudret sahibi, Allah]

Bütün zîhayat, [canlı] zîruh, [ruh sahibi] zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] Senin mülkünde, yalnız Senin kuvvet ve kudretinle ve ancak Senin irade ve tedbirlerinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] emirlerine teshir [boyun eğdirme] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerle tavzif [görevlendirme] edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi [üstün gelme] için değil, belki fıtraten insanın zaafı [zayıflık, güçsüzlük] ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olmuşlar. Ve lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Mâbudlarını [ibadet edilen] kusurdan, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve nimetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibadet-i mahsusasını [kendine özgü ibadet] yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

Bütün zîruhların [ruh sahibi] tesbihatıyla seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etmek, niyet edip

سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ * 2

diyorum.

Yâ Rabbe’l-Âlemîn, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]İlâhe’l-Evvelîne ve’l-Âhirin, [başlangıç ve sonun ilâhı, Allah]Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, [göğün ve yerin Rabbî, Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ve iman ettim ki:

88

Nasıl sema, feza, [uzay] arz, berr [kara] ve bahr, [deniz] şecer, [ağaç] nebat, [bitki] hayvan, efradıyla, [bireyler] eczasıyla, zerrâtıyla [atomlar] Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinatın hülâsa[esas, öz] olan zîhayat [canlı] ve zîhayatın [canlı] hülâsa[esas, öz] olan insan ve insanın hülâsa[esas, öz] olan enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] hülâsa[esas, öz] olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat [gözlem yapmalar] ve keşfiyat [keşifler] ve ilhamat [ilhamlar] ve istihracatıyla [çıkarma] yüzer icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ve yüzer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bir kat’iyetle, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Senin vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet edip ihbar ediyorlar, mu’cizat ve kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve yakînî burhanlarıyla [delil] haberlerini ispat ediyorlar.

Evet, kalblerde, perde-i gaybda [gayb perdesi] ihtar edici bir Zâta bakan hiç bir hâtırat-ı gaybiye [gaybtan gelen hatıralar, mânevî bilgiler] ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edici bir Zâta baktıran hiç bir ilhâmât-ı sâdıka; [doğru ilhamlar] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] sûretinde sıfât-ı kudsiye [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne; [şüphesiz ve kesin olarak bilme] ve enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyada, bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] envârını [nurlar] aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile müşahede eden hiçbir nuranî kalp; [sahte para] ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkînde, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bir Hâlık-ı Küll-i Şey‘în [herşeyin yaratıcısı olan Allah] âyât-ı vücubunu [varlığı vacip ve mutlaka gerekli olan Allah’ın âyetleri, delilleri] ve berâhin-i vahdetini [birlik delilleri] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver [aydın] akıl yoktur ki, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfât-ı kudsiyene [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve Esmâ-i Hüsnâna [Allah’ın en güzel isimleri] şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.

Ve bilhassa, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkînin [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] imamı ve reisi ve hülâsa[esas, öz] olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarını tasdik eden hiçbir

89

mu’cizat-ı bâhiresi [ap açık mu’cizeler] ve hakkaniyetini gösteren hiç bir hakikat-i aliyesi [yüksek, yüce gerçek ve doğru] ve bütün mukaddes ve hakikatli kitapların hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hiçbir âyet-i tevhidiye-i kàtıa[Allah’ın birliğini bildiren âyet] ve mesâil-i imaniyeden [imana dair meseleler] hiçbir mesele-i kudsiyesi [kutsal mesele] yoktur ki, Senin vücûb-u vücûduna ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına şehadet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.

Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] mu’cizatlarına ve keramâtlarına [kerametler] ve hüccetlerine [delil] istinad ederek, Senin varlığına ve birliğine şehadet ederler. Öyle de, herşeye muhit olan Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] külliyat-ı umurunu [işlerin tamamı, bütünü] idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î [ferdî, küçük] hâtırâtını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden, hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini, [büyüklük derecesi] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile, ittifak ile ilân ve ihbar ve ispat ediyorlar.

Hem nasıl ki, bu kâinatı, zîruha, [ruh sahibi] hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] cin ve inse ihzar [hazırlama] eden ve en küçük bir zîhayatı [canlı] unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine [güzellikle muamele etmek] çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan [atomlar]seyyarata [gezegenler] kadar bütün envâ-ı mahlûkatı [varlık türleri] emirlerine itaat ettiren ve teshir [boyun eğdirme] ve tavzif [görevlendirme] eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini [genişlik] haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle [delil] ispat ederler. Öyle de, kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] hükmüne getiren ve

90

Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bütün sergüzeştlerini [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, [hafıza duyusu, bellek] sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını [hayat hikayesi] yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve herbir zîhayatta [canlı] âzâları, belki eczaları ve hüceyratları [hücrecikler] adedince maslahatları [amaç, yarar] takip eden, hattâ insanın lisanını çok vazifelerde tavzif [görevlendirme] etmekle beraber, taamların tatları adedince zevkî olan mizancıklarla [ölçü] teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] herbir şeye şümulüne; [kapsam] hem bu dünyada nümuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının [bağış] daha şâşaalı bir surette dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] istimrarına [devam etme] ve bekàsına ve bu dünyada onları gören müştakların [arzulu, aşırı istekli] ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icmâ, [ittifakla, fikir birliğiyle] bi’l-ittifak [ittifakla] şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu’cizât-ı bâhiresine [ap açık mu’cizeler] ve âyât-ı kàtıasına [kesin âyetler, deliller] istinaden, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyalar [nebiler, peygamberler] ve kulûb-u nuraniye aktâbı olan evliyalar ve ukul-ü münevvere [nurlu akıllar, aydınlanmış akıl sahipleri] erbabı olan asfiyalar, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] bütün suhuf [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve kütüb-ü mukaddesede, [kutsal kitaplar] Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve

91

inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve şe’nlerine [belirleyici özellik] ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] ve saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itimaden ve keşfiyat [keşifler] ve müşahedat [gözlem yapmalar] ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] itikadlarıyla [inanç] saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] cin ve inse müjdeliyorlar ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] ey Rahmân-ı Rahîm, [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] ey Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm, [vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; cömertlik ve ikram sahibi Allah] ey izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl, [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah]

Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] tekzip edip, saltanat-ı rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kat’î mukteziyatını [bir şeyin gerekli neticeleri] ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzip etmekle Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] dokunduran ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve âlîsin. [yüce] Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten, Senin nihayetsiz adaletini ve cemâlini ve rahmetini takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyorum.

سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا 1 âyetini, vücudumun bütün zerrâtı [atomlar] adedince söylemek istiyorum. Belki, Senin o sadık elçilerin ve doğru dellâl-ı saltanatının [saltanatın ilâncısı]

92

hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde Senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] ihsanatının [bağış] definelerine ve dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret [müjde] ederler. Ve bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-ı ekber-i haşriye [büyük haşir gerçeği] olduğunu, iman ederek Senin ibâdına ders veriyorlar.

Ey Rabbu’l-Enbiyâ ve’s-Sıddıkîn, [daima doğruluk üzere, Allah’a ve peygambere çok sâdık olanların ve peygamberlerin Rabbi]

Bütün onlar Senin mülkünde, Senin emrin ve kudretinle, Senin irade ve tedbirinle, Senin ilmin ve hikmetinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve muvazzaftırlar. Takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tekbir, tahmid, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile küre-i arzı [yer küre, dünya] bir zikirhâne-i âzam, [büyük bir zikir yeri] bu kâinatı bir mescid-i ekber [(en) büyük mescid] hükmünde göstermişler.

Yâ Rabbî [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım] ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, [göğün ve yerin Rabbî, Allah] yâ Halıkî [ey Yaratıcım] ve yâ Halık-ı Küll-i Şey,

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla [içindekiler] ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir [boyun eğdirme] eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar [boyun eğdirilmiş] eyle ve matlubumu [istek] bana musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar [boyun eğdirilmiş] yap. Ve bana ve ihvanıma [kardeş] iman-ı kâmil [mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Hazret-i Mûsa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma

93

cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri [ay] teshir [boyun eğdirme] ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] mes’ut kıl. Âmin, âmin, âmin.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

Kur’ân’dan ve münâcât-ı Nebeviye [Peygamberimizin (a.s.m.) Cenâb-ı Allah’a duası] olan Cevşenü’l-Kebîrden aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] olarak Rabb-ı Rahîmimin dergâhına [Allah’ın yüce katı] arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîri şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.

Said Nursî