MESNEVÎ-İ NURİYE – Nokta (316-334)

316

Nokta

  مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللهِ جَلَّ جَلاَلُهُ 1

Kırk beş sene evvel2 telif [kaleme alma] edilmiş bir risalenin bir kısmıdır

 İfade-i meram

Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem “Huz mâ safâ[gönül hoşnutluğu] derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler:

“Sözlerin iyi anlaşılmıyor?”

Bilirim ki, kâh [bazan] minare başında, kâh [bazan] kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat [görünümler, gelişmeler] öyle. Şuâat ve şu kitapta mütekellim, [konuşan] âciz kalbimdir. Muhatap, âsi nefsimdir. Müstemi, [dinleyici] müteharrî-i hakikat [doğruyu ve gerçeği araştıran] bir Japondur. Temâşâ eden bunu düşünmeli. Gayetü’l-gayat olan mârifetullahın [Allah’ı tanıma, bilme] bir burhanı [delil] olan mârifetü’n-Nebîyi [Allah’ı tanıma, bilme] Şuâat’ta bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat [asıl gaye] olan tevhidin lâyühad berâhininden [deliller] yalnız dört muazzam burhanına [delil] işaret edeceğiz. Hem nazar-ı aklîyi hads-i kalbiyle birleştirmek için, melâike [melek] ve haşrin bir kısım delâiline [deliller] îma ederek, imanın altı rüknünden [esas, şart] dördünün birer lem’asını, [parıltı] fehm-i kàsırımla [kısa anlayış] göstermek isterim.

317

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

 Said Nursî

ba

318

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍ خَاتَمِ النَّبِيِّينَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ * 2

maksudumuzdur, matlubumuzdur. [istek] Gayr-ı mütenahi [sonsuz] berâhininden [deliller] dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz.

Birinci burhan: [delil] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz [nurlu, parlak delil] Şuâat’da tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver [aydın] bir mir’attır. [ayna]

İkinci burhan: [delil] Kitab-ı kebîr [büyük bir kitabı andıran kâinat] ve insan-ı ekber [büyük insan] olan kâinattır.

Üçüncü burhan: [delil] Kitab-ı mu’cizü’l-beyan, Kelâm-ı Akdestir.

Dördüncü burhan: [delil] Âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın [gezegenler] mültekası, [buluşma noktası, kavşak] vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. [şuurlu yaratılış] Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler.

BİRİNCİ BURHAN: [delil] Risalet [elçilik, peygamberlik] ve İslâmiyetle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet [elçilik, peygamberlik] noktasında en muazzam icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve en vâsi [geniş] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] sırrını ihtiva eden mecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun [içerme, içine alma] eder. Ve İslâmiyet cihetiyle

319

vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. İşte, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] şehadetiyle ve bütün edyânın tasdikiyle ve bütün mu’cizatının teyidiyle musaddak [doğrulanan] olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sânii beşere gösteriyor. Demek şu dâvada ittihad [birleşme] etmiş bütün efâzıl-ı beşer nâmına o nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, [erişme, nail olma] büyük, derin, durbîn, sâfi, keskin, hakaik-âşina [doğru gerçekler] bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?

İKİNCİ BURHAN: [delil] Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu [harfler] ve bütün noktaları, efrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücud ve vahdetini, [Allah’ın birliği] elsine-i mahsusaları [özel lisanlar] kıraatla وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 ‘yi tilâvet [okuma] ediyorlar. Cemî [bütün] zerrat-ı kâinat, birer birer, zât ve sıfât ve saire vücuh [vecihler, yönler] ile hadsiz imkânat mabeyninde [ara] mütereddit [kararsız, şüpheli] iken, birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşâ hikemi intaç [netice verme] ettiğinden, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadetle, avâlim-i gaybiyenin [gayb âlemleri, gözle görünmeyen âlemler] enmuzeci [nümune, örnek] olan lâtife-i Rabbâniye [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] içinde ilân-ı Sâni [herşeyi san’atla ve mükemmel bir biçimde yaratan Allah’ın varlığının îlânı, duyurulması] eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. Evet, bir nefer, [asker] nefsinde ve takımda ve bölükte, taburda ve orduda gibi; herbir zerre de, kendi başıyla zât, sıfât, keyfiyetindeki imkânat cihetiyle Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ilân ettiği gibi, tesâvir-i mütedahileye [iç içe geçmiş tasvirler, görüntüler] benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesâide-i kâinatın herbir makamında ve herbir nisbetinde ve herbir dairesinde, herbir zerre,

320

muvâzene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza; ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi ifa ve hikmeti intaç [netice verme] ettiklerinden, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve vücut ve vahdetinin [Allah’ın birliği] âyâtını kıraat ettikleri için, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] berâhini, [deliller] zerrattan [atomlar] kat kat ziyade olur. Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ 1 hakikattir, mübalâğa değil; belki nâkıstır. [eksik]

S: Neden aklıyla herkes göremiyor?

C: Kemâl-i zuhurundan [bir şeyin eşsiz mükemmellikte ortaya çıkması, belirmesi] ve zıddın ademinden.

تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰۤى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ

Yani, “Sahife-i âlemin [kâinat sayfası] eb’âd-ı vâsiasında Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] yazdığı silsile-i hâdisâtın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle [hakikat düşüncesi] sarıl. Tâ ki mele-i âlâdan [en yüce mertebe] uzanan şu selâsil-i resâil, [mektuplar silsilesi; İlâhî mesajlar] seni âlâ-yı illiyyîn-i tevhide çıkarsın.”

Şu kitabın heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] öyle parlak bir nizam var ki, nazzâmı güneş gibi içinde tecellî ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] te’lifinde öyle bir i’câz [mu’cize oluş] var ki, bütün esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak muktedir birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olsalar, yine kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ile o i’câza [mu’cize oluş] karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 2 diyeceklerdir. Herbir kelimesi bütün kelimatıyla [ifadeler, sözler] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Ve her harfi, bâhusus [bilhassa, özellikle] zîhayat [canlı] bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih [yönelen] birer yüzü, nâzır birer gözü var

321

olan bu kitabın öyle bir muzâaf iştibak[birbirine geçme, ağ, örgü] tesânüd[dayanışma] nazmı vardır ki, bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lâzımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] de o tanzim etmiştir.

Sünuhat‘ın [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] dokuzuncu sahifesinde مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyetinin sırrına müracaat et. Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan balarısını gör: Nasıl şehd ü şehadet o mu’cize-i kudretin [Allah’ın kudret mu’cizesi] lisanından akıyor! Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebînî bir huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et: Nasıl mu’ciznümâ, [mu’cize gösteren] hayret-fezâ bir misâl-i musağğar-ı kâinattır! Sûre-i Yâsin, sûret-i lâfz-ı “Yâsin” de yazıldığı gibi, cezâletli, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] mûciz bir nokta-i câmiadır. Onu yazan, bütün kâinatı da o yazmıştır. Eğer insafla dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlâhiyenin şuursuz, kör, mecrâ [akım yeri] ve mahrekleri [hareket edilen yol] tahdid [sınırlama] olunmayan ve imkânâtından evleviyet olmayan [öncelikli olmayan; bütün imkân ve ihtimallerin önceliği eşit olan] esbab-ı basîta-i câmide-i tabiiyeden husulünü, [meydana gelme] muhal-ender-muhal göreceksin

Eğer herbir zerrede hükemâ [filozof, felsefeci] şuuru, etibbâ hikmeti, hükkâmın [idareciler, idareye hükmedenler] siyaseti bulunduğunu ve herbir zerre de sair zerratla [atomlar] vasıtasız muhabere ettiğini itikad [inanç] edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad [inanç] edebilirsin. Halbuki, o zîhayat [canlı] makinede öyle bir mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] öyle bir harika-i hikmet [hikmet harikası] vardır ki, ancak bütün kâinatı, bütün şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] icad eden, tanzim eden bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sun’u [sanat] olabilir. Yoksa kör, az, basit imkân tereddüdüyle ayak atamaz. Esbab-ı tabiîden olamaz.

322

Bâhusus [bilhassa, özellikle] o esbab-ı tabiîyenin üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzâdaki [maddenin bölünemeyen en küçük parçası, atom] kuvve-i câzibe [çekim gücü] ve kuvve-i dâfianın [itme gücü (fizik)] içtimâlarının hortumu üzerinde, bir muhaliyet [imkansızlık] damgası var. Fakat câizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, [çekme] def, hareket, kuvâ [duygular, hisler] gibi emirler, âdâtullahın [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten [kural olma özelliği] tabiîliğe ve zihnîlikten [zihne ve düşünceye ait olma] hâricîliğe ve itibarîden hakikate ve âletiyetten [âlet ve vasıta oluş] müessiriyete [gerçek tesir kaynağı olma, bir eseri ortaya koyma] geçmemek şartıyla kabul ederiz.

S: Ezeliyet-i madde ve harekât-ı zerrattan [zerrelerin, atomların hareketleri] teşekkül-ü envâ gibi umur-u bâtılaya neden ihtimal veriliyor?

C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde [asıl konu, esas mânâ] olduğu için, o umurun [emirler] esas-ı faidesini tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazarla derk [anlama, algılama] etmediğinden neş’et [doğma] ediyor. Eğer nefsini ikna etmek suretinde, kasten ve bizzat ona müteveccih [yönelen] olursa, muhaliyetine [imkansızlık] ve mâkul olmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül[gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ani’s-Sâni sebebiyle hasıl olan ıztırar [çaresizlik] ile kabul edilebilir. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ne kadar aciptir. Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] lâzım-ı zarurîsi [zorunlu gerek] olan ezeliyeti ve hassası olan icadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenâhî zerrâta [atomlar] ve aciz şeylere veriyor?

Evet, meşhurdur ki, hilâl-i îde [Ramazanın bittiğini gösteren yeni ayın hilâli] bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin etti: “Hilâli gördüm.” Halbuki gördüğü hilâl, kirpiğinin takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, kamer [ay] nerede? Harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] nerede, sebeb-i teşkil-i envâ nerede?

İnsan fıtraten mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız [irade dışı] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.

323

S: Nedir şu tabiat, kavânin, [kanunlar] kuva ki, onlarla kendilerini aldatıyorlar?

C: Tabiat, âlem-i şehadet [görünen alem] denilen cesed-i hilkatin [yaratılış bedeni; yaratılış maddî bedene benzetiliyor] anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve âzâsının ef’âlini [fiiler, davranışlar] intizam ve rapt [bağlama] altına alan bir şeriat-ı kübrâ-yı İlâhiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ki, “sünnetullah” ve “tabiat” ile müsemmâdır. [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] câri olan kavânin-i itibariyesinin mecmû ve muhassalasından [elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] ibarettir. Kuvâ [duygular, hisler] dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavânin [kanunlar] dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkâmın [hükümler] yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] istimrârına [devam etme] istinaden vehim, hayal tasallut [hükmetme, musallat olma] ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu’ ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] edip mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren, nüfusun [nefisler] istidat[beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] şûresinden, fâil-i müessir tavrını takmıştır. Halbuki, kör, şuursuz tabiat, kat’iyen [kesinlikle] kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat [gerçekçi görüş] ona ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve masdar [fiillerin asıl kökü] olmaya kabiliyeti mefkud [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] iken, sırf nefy-i Sâni farazından çıkan bir ıztırar [çaresizlik] ile veleh-resan-ı efkâr olan kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] âsâr-ı bâhiresinin tabiattan suduru [bir şeyden çıkma, olma] tahayyül [hayal etme] edilmiş.

Halbuki tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’ [tab eden, yapan] değil; nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] değil; kàbildir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil; mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil; nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil. Meselâ, yirmi yaşında bir adam birden bire dünyaya gelse, hâli [boş] bir yerde, muhteşem ve sanayi-i nefîsenin âsârıyla [eserler/asırlar] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saraya girse, hem farz etse, kat’iyen [kesinlikle] hariçten gelme hiçbir

324

fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebep ararken, tanziminin kavâninini [kanunlar] câmi bir kitap bulsa, onu mâkes-i şuur olduğundan, bir fâil, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir illet-i ıztırarî kabul eder. İşte, Sâni-i Zülcelâlden [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] sebebiyle, böyle gayr-ı mâkul, [akla aykırı] gayr-ı mülâyim bir illet-i ıztırarî olan tabiat ile kendilerini aldatmışlar.

Şeriat-ı İlâhiye [ilâhî kânun, yasalar] ikidir:

Biri: Sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen bir şeriattır ki, beşerin ef’âl-i ihtiyariyesini [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] tanzim eder.

İkincisi: Sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen ve “evâmir-i tekviniye[yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tesmiye [isimlendirme] edilen şeriat-ı fıtriyedir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ki, bütün kâinatta câri olan kavânin-i âdâtullahın muhassalasından [elde edilmiş, meydana getirilmiş olan sonuç] ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavânîn-i akliyeden ibârettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavânin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hassası olan tesir ve icada mâlik değillerdir.

Sabıkan, [bundan önce] sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] beyanında demiştik: Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden, herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, [bir] Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Ferd, Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olmak zarurîdir.

Şu ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gösterdikleri esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] hem müteaddit, [bir çok] hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü a’mâ ve ittifakıyet-i avrânın eline vermiştir.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ * 1

325

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] İkinci burhanımız [delil] olan kitab-ı kebir-i kâinattaki [büyük kâinat kitabı] nazm [diziliş, tertip] ve nizam, intizam ve telifindeki [kaleme alma] i’câz [mu’cize oluş] güneş gibi gösteriyor ki, bir kudret-i gayr-ı mütenahi, bir ilm-i layetenâhî, bir irâde-i ezeliyenin eserleridir.

S: Nazm [diziliş, tertip] ve nizam-ı tâmme neyle sabittir?

Elcevap: Nev-i beşerin havâs ve cevâsisi hükmünde olan fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] istikrâ-i tâmme [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] ile o nizamı keşfetmişlerdir. Çünkü, herbir nev’e dair bir fen ya teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş veya etmeye kabildir. Herbir fen, külliyet-i kaide [kaidenin küllî olması, bir türü veya türleri kapsaması] hesabıyla, kendi nev’indeki nazm [diziliş, tertip] ve intizamı gösteriyor. Zira, herbir fen kavaid-i külliye desâtirinden [düsturlar, kanunlar] ibarettir. Demek, şahsın nazarı, nizamı ihata [herşeyi kuşatma] etmezse, cevâsis-i fünun vasıtasıyla görür ki, insan-ı ekber, [büyük insan] insan-ı asgar gibi muntazamdır. Herbir şey, hikmet üzere vaz edilmiştir. Faidesiz, abes yoktur. Şu1 burhanımız [delil] değil yalnız erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, [hücrecikler] belki bütün zerratı [atomlar] birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak büyük burhanın [delil] sadâ-yı bülendine iştirak ederek Lâ ilâhe illâllah diye zikrediyorlar.

ÜÇÜNCÜ BURHAN: [delil] Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Şu burhan-ı nâtıkın [konuşan delil] sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin, “Allahü Lâ İlâhe İllâ Hû”yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmel semerâtıyla, [meyve] meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı [hayat kaynağı] olan cürsûme olmazsa veya kökü bozuk ise, semere vermez. Şu burhanımızın [delil] dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doğrudur ki, şüphe bırakmaz ki, cürsûmesinde olan mesele-i tevhid, hiç vehim bırakmaz derecede kuvvetli,

326

doğru bir hak ve hakikati tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Hem şu burhanın [delil] âlem-i şehadet [görünen alem] tarafına tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] etmiş olan ahkâma [hükümler] dair dalı, bütün sıdk [doğruluk] ve hak ve hakikat olduğu gibi, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] tarafına uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u azamı (büyük dalı) yine sabit hakaikle [doğru gerçekler] meyvedardır.

Hem derince şu burhan [delil] tersim edilse anlaşılır ki, onu gösteren zât, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadar emindir ki, hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsas [hissettirme] edilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakaike [doğru gerçekler] esas addederek, müselleme [herkes tarafından kabul edilen] ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor. Ve başka şeyleri ona ircâ [döndürme] ediyor. Temel taşı o şedit [çok şiddetli] kuvvet, sun’î [gerçek olmayan] olamaz. Hem de, üstündeki sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] her ihbarını tasdik eder, tezkiyeden [hatadan arındırma, temize çıkarma] müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] kılar. Âdeta ihbaratı binefsihâ sâbit umurlardandır. [emirler] Evet, şu burhan-ı münevverin [nurlu, parlak delil] altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] de şeffaftır. Üstünde i’câz, [mu’cize oluş] altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, [konuşturma] solunda vicdanı istişhad, [şahid gösterme] önünde, hedefinde hayır ve saadet, nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i mahzdır. [Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] Vehmin ne haddi var ki girebilsin!

Mârifet-i Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] denilen kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] arşına uzanan miracların [Allah’ın huzuruna yükselme] usulü dörttür.

Birincisi: Tasfiye ve işrâka [iç müşahede ve sezgiye dayalı olarak hakikatlere ulaşma, nurlanma] müesses [kurulmuş] olan muhakkikîn-i sufiyenin minhacıdır. [meslek, yol]

İkincisi: İmkân ve hudûsa [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] mebnî [bina edilmiş, dayandırılmış] mütekellimîn [kelâm âlimleri] tarîkidir.

Bu iki asıl, çendan [gerçi] Kur’ân’dan teşâub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer [insan düşüncesi] başka surete ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. [zor] Evhamdan masun kalmamışlar.

327

Üçüncüsü: Şübehat-âlûd [şüpheler, tereddütler] hükemâ [filozof, felsefeci] mesleğidir.

Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] cihetiyle en parlağı ve istikamet [doğru] cihetiyle en kısası [ödeşmek, hakkını almak] ve vuzuh [açıklık] cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli [daha kapsamlı] olan mirac-ı Kur’ânîdir. [Kur’ânî hakikatlerden hareketle yüce mertebelere yükselme]

Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, tâlim, tasfiye, nazar-ı fikrî.

Tarîk-i Kur’ânî iki nevidir.

Birincisi: Delil-i inayet [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] ve gayettir ki, menâfi-i eşyayı tâdât [sayma] eden bütün âyat-ı Kur’âniye bu delili nesc [dokuma] ve şu burhanı [delil] tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, [en seçkin kısım, öz, tereyağı] kâinatın nizam-ı ekmelinde [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] ittikan[sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] san’at ve riayet-i mesâlih ve hikemdir. [hikmetler] Bu ise, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. [gönderilme, sürgün] Zira ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ihtiyarsız [irade dışı] olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] silsilelerindeki halkalardan asılmış mesâlih [maslahatlar, faydalar] ve semeratı [meyve] ve inkılâbât-ı ahvâlin katmer [kat kat] ve düğümleri içinde saklanmaz hikem [hikmetler] ve fevaidi [faydalar] göstermekle, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetine kat’î şehadet ediyorlar. Ezcümle:

Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecâviz envâın [tür] büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin [başlangıç] herbirinin hudûsuna [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] şehadet ettiği gibi; mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ve itibarî olan kavânin, [kanunlar] kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ise bu kadar hayret-fezâ silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad [bireyler] denilen dehşet-engiz [dehşet verici] birer makine-i acîbe-i [hayrette bırakan makina] İlâhiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle

328

herbir fert, herbir nevi müstakillen [bağımsız] Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktıklarını ilân ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Kur’ân-ı Kerîm فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1 der.

Kur’ân’dan delil-i inayet, [Allah’ın kâinata koyduğu yararların kaynağı olan intizam ve düzen delili] vücuh-u mümkinenin [olması ihtimal dahilinde bulunan yönler] en mükemmel veçhi ile bulunuyor. Kur’ân kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevâidi [faydalar] tezkâr [anma, dile getirme] ve ni’metleri tâdât [sayma] eden âyâtın fevâsıl ve hâtimelerinde [son] galiben [çoğunlukla] akla havale ve vicdanla müşaverete [istişare etme, danışma] sevk etmek için

اَوَلاَ يَعْلَمُونَ 2* اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 3* اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ 4* فَاعْتَبِرُوا * 5

gibi o burhan-ı inayeti [sarsılmaz inayet delili; Allah’ın kâinata koyduğu hikmet ve düzeni gösteren kesin delil] ezhanda [zihinler] tesbit ediyor.

İkinci delil-i Kur’ânî: [Kur’ânî delil] Delil-i ihtirâdır. [varetme delili] Hülâsası: [esas, öz]

Mahlûkatın her nevine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde mürettep [bağlantılı, dizili] olan âsâr-ı mahsusasını [ferde ve türe özel eserler] müntiç ve istidad-ı kemâline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nevi müteselsil-i [zincirleme] ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılâb-ı hakikat olmaz. Mutavassıt [orta derece] nev’in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf [sınıflardaki hâllerin değişimi, dönüşümü] inkılâb-ı hakaikin [gerçeklerin değişmesi] gayrısıdır. Madde dedikleri şey, suret-i mütegayyire, hem harekât-ı mütehavvile-i hâdiseden tecerrüd [sıyrılma] etmediğinden hudûsu [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] muhakkaktır. Kuvvet ve suretler, a’râziyetleri [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] cihetiyle envâdaki mübâyenet-i [farklılık] cevheriyeyi teşkil edemez. A’râz [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler]

329

cevher olamaz. Demek envâının [tür] fasîleleri ve umum a’râzının [araz’lar; bir şeyin aslından olmayan şeyler; renk, koku gibi ilintiler] havâss-ı mümeyyizeleri bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] adem-i sırftan [tam anlamıyla yokluk] muhteradırlar. Silsilede tenâsül, şerait-i âdiye-i itibariyedendir.

Feyâ acaba! Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] lâzime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, herbir cihetten ezeliyete münâfi [aykırı] olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kâinat, nasıl oldu da küçücük ve nâzik zerratların [atomlar] (öyle dehşetli salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] yed-i îdamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] hassası olan ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve icadı, hiçbir münasebet-i mâkule olmadan en âciz ve en bîçâre esbaba isnad ediliyor?

İşte Kur’ân-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahseden âyâtı ile ezhanda [zihinler] tanzim ediyor. Müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] yalnız Allah’tır. Tesir-i hakikî [gerçek tesir] esbabda yoktur. Esbab, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet-i kudretin [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] perdesidir—tâ ki, aklın nazar-ı zahirîsinde, [dışa dönük bakış] dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] umur-u hasîse ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] görünmesin. Birşeyde iki cihet var:

Biri, mülk-âyinenin mülevven [renkli] vechi gibi, ezdat ona vârid [söylenen] oluyor; çirkin olur, şer olur, hakîr olur, azîm olur, ilâ âhir. [sonuna kadar] Esbab [sebebler] bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret [kudretin izzet ve şerefi] öyle ister.

İkinci cihet, melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] cihetidir: Âyinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet [Allah’ın birliği] öyle ister. Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücut, iki vecihleri [yön] şeffaf ve güzel olduğundan, mülken ve melekûten [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] vasıtasız dest-i kudretten [Allah’ın kudret eli] çıkıyorlar.

330

DÖRDÜNCÜ BURHAN: [delil] Vicdan-ı beşer [insan vicdanı] denilen fıtrat-ı zîşuurdur. [şuurlu yaratılış] Şu burhanda [delil] dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkate al.

Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Meselâ, Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv [yeşillenme, gelişme meyli] der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Meselâ, yumurtada bir meyelân-ı hayat [hayat bulma meyli, arzusu, kabiliyeti] var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh [Allah’ın izni ile] olur. Doğru söyler. Meselâ, bir avuç su incimad [donma] ile meyelân-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin [sağlam] demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar. İşte şu meyelânlar, [meyil, eğilim] irade-i İlâhiyeden [Allah’ın iradesi, dilemesi] gelen evâmir-i tekviniyenin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tecellîleridir, cilveleridir.

İkincisi: Beşerin havâssü’l-hams-ı zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur [bilincine varılmayan] pek çok hisleri var. Hiss-i sâmia, bâsıra, [görme duygusu] zâika [tat alma duygusu] olduğu gibi, bir hiss-i sâdise-i [altıncı his] sâdıka olan sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] vardır. Hem bir hiss-i sâbia-i bârika olan şâika [insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.

Üçüncüsü: Mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] birşey hakikat-i hariciyeye [dış dünyaya ait gerçek] mebde’ [başlangıç] olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad [dayanak noktası] ile nokta-i istimdad, [medet noktası; yardım alınan nokta] iki hakikat-ı zaruriyedir. Hilkatin [yaratılış] safveti [arılık, berraklık] ve en mükerremi [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olan ruh-u beşer, [insan ruhu] o iki nokta olmazsa en süflî, [alçak] en berbat bir mahlûk olur. Halbuki, kâinattaki hikmet ve nizam ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bu ihtimali reddeder.

Dördüncüsü: Akıl tâtil-i eşgal [çalışmayı durdurma, görevini yapmama] etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. [yönelen] Hads—ki, şimşek gibi sür’at-i intikaldir—daima [çabuk anlama ve kavrama] onu tahrik eder. Hadsin muzaafı [kat kat] olan ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] onu daima tenvir [aydınlatma] eder. Meyelânın [meyil, eğilim] muzâafı olan arzu ve onun

331

muzaafı [kat kat] olan iştiyak [arzu, istek] ve onun muzaafı [kat kat] olan aşk-ı İlâhî, onu daima mârifet-i Zülcelâle sevk eder. Şu fıtrattaki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.

Bu nükteleri [derin anlamlı söz] bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsî olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarına [kuturlar, çaplar; her taraf] neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] olan mârifet-i Sânidir [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] ki, istidâdât-ı gayr-ı mahdude-i [sınırsız kabileyetler, yetenekler] insaniyeyle mütenasip [birbirine uygun] olan âmâl ve müyûl-ü müteşâibeye neşr-i hayat [hayat yayma, canlı, diri tutma] eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder.

İşte, nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ve kavga ve müzâhemetin meydanı olan dağdağa-i hayata [hayatta yaşanan çalkantılar] hücum gösteren âlemin binlerce musibet ve müzâhemelere karşı yegâne nokta-i istinad, [dayanak noktası] yine mârifet-i Sânidir. [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] Evet, herşeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] itikad [inanç] etmezse ve alel’amyâ kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyâta [belalar] karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] düşünse, ister istemez tevahhuş, [korkma, çekinme] dehşet, telâş, havftan [korku] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir hâlet-i cehennem-nümûn ve ciğer-şikâfe [ciğer yaralayan] düşecektir. O ise, eşref [en şerefli] ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin herşeyden ziyade perişan olduğunu istilzam [gerektirme] eder. O ise, intizam-ı kâmil-i kâinattaki nizam-ı ekmele [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] zıt oluyor. Şu nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] ve nokta-i istinad [dayanak noktası] ile bu derece nizam-ı âlemde [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] hükümfermâlık, [hüküm süren] hakikat-ı nefsü’l-emriyenin hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mârifetini [Allah’ı tanıma, bilme] kalb-i beşere [insan kalbi] daima tecellî ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da, vicdanın gözü daima açıktır. Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bu dört burhan-ı azîmin kat’î şehadetleriyle

332

Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Ezelî, Vâhid, [bir] Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Ferd, Samed, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] Alîm, Kadîr, Mürid, Semî’, [herşeyi duyan ve işiten Allah] Basîr, [gören] Mütekellim, [konuşan] Hayy, [diri, canlı] Kayyum olduğu gibi, bütün evsâf-ı celâliye ve cemâliye ile muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki, masnudaki feyz-i kemâl, [kemâlin, mükemmelliğin feyiz ve bereketi] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zıll-i tecellîsiden muktebestir. Demek, kâinatta ne kadar hüsn-ü cemâl, [güzellik] kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] varsa, umumundan lâyühad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemâliye ve kemâliye ile Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira, ihsan [bağış] servetin, icad vücudun, icab vücubun, [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] hüsnün, [güzellik] tenvir [aydınlatma] nurun fer’i ve delili olduğu gibi; bütün kâinattaki bütün kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâline bir zıll[gölge] zalîldir ve burhanıdır. [delil]

Hem de, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cemî [bütün] nekaisten [eksiklikler, kusurlar] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Zira, nevâkis mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] neş’et [doğma] eder. Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] maddiyattan mücerrettir, [soyut] münezzehdir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Hem kâinatın mâhiyât-i [mahiyetler, temel özellikler] mümkinesinden [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] neş’et [doğma] eden evsaf [vasıflar, nitelikler] ve levâzımatından [gerekli olan şeyler] mukaddestir.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهِ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِاْلاَسْبَابِ لِعِزَّتِهِ * 1

333

S: Vahdetü’l-vücudu [Allah’ın birliği] nasıl görüyorsun?

Elcevap: Tevhidde istiğraktır. [Allah aşkıyla kendinden geçme] Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir. Esasen tevhid-i rububiyet [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] ve tevhid-i ulûhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللهُ 1 sonra vahdet-i idare, [idare birliği] sonra vahdetü’ş-şühud, sonra vahdetü’l-vücud, [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkîn-i sofiyenin müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] hükmünde olan şatahatıyla [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] edilmez. Daire-i esbabı [sebepler dairesi] yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan [Allah’ın birliği] dem [an, vakit] vursa, haddini tecavüz eder. Dem [an, vakit] vuranlar, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmişlerdir ki, mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] tecerrüd [sıyrılma] ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.

Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] müşahede etmek, tarîk-i istiğrakkârâne cihetiyle cedâvil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat[tecellîlerin cereyanı, yansımaların akıp gitmesi] İlâhiyeyi ve melekûtiyet-i eşyada [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] sereyan-ı füyuzatı [feyizlerin sürekli olarak akması, devam etmesi] ve merâyâ-yı mevcudatta [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] tecellî-i esmâ ve sıfâtı, [Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsi, yansıması] yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dîk-ı elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye [varlıklara sirayet eden, geçen ulûhiyet] ve hayat-ı sâriye [varlıklara sirayet [bulaşma] eden, geçen hayat] tabir ettiler. Ehl-i fikir, [düşünce sahipleri] o hakaik-i zevkiyeyi nazarın

334

mekayisine [ölçüler] sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya [insanları haktan uzaklaştıran bâtıl vehimler ve kuruntular] menşe oldu. Maddeperver hükemâ [filozof, felsefeci] ve zaîfü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu [Allah’ın birliği] ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, [Allah’ın birliği] tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:

Birincisi: Muhakkikîn-i sofiye, [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmiş ve müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kâinatın vücudunu inkâr etmişler. Hükemâ [filozof, felsefeci] ve zaîfü’l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmişler ve müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olmuşlar ki, fehm-i ulûhiyetten [Cenâb-ı Allah’ın ilahlığını anlama; İlâhlık anlayışı] uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] onda mezcetmek, [karışma, bütünleşme] hattâ kâinat hesabına ulûhiyetten [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmek derecede tarik-i müteassifeye girmişlerdir.

İkincisi: Muhakkikîn-i sofiyenin [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] vahdet-i vücudu, vahdetü’ş-şuhudu [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] tazammun [içerme, içine alma] eder. İkincilerin, vahdetü’l-mevcudu [Allah’ın birliği] tazammun [içerme, içine alma] eder.

Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkîdir. İkincilerin nazarîdir. [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan]

Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebeî olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.

Beşincisi: Birinciler, Hüdâperesttirler. [Allah’a ibadet eden] İkinciler, hodperesttiler.

اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَاَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الدَّامِسَةِ * 1