43
Dördüncü Mektup
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2
سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ لاَسِيَّمَا… اِلٰى اٰخِرِهِ * 3
AZİZ kardeşlerim,
Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş [korkma, çekinme] ve vuhuşa [yabaniler, vahşiler] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli [teselli bulan] olurum. Bir mâni olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz vechile [yönüyle] sizden ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum şifahî bir musahabe [karşılıklı sohbet etme] çaresini arayacağız. Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum.
Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:
Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bir kısmı nasıl ki ism-i Vedûd‘a [Allah’ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi] mazhardırlar ve âzamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] pencereleriyle Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bakıyorlar. Öyle de, şu hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı [çalıştırma] hengâmında [ân, zaman] ve o hazine-i bînihayenin [bitmez tükenmez hazine] dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] mazhariyetine medar [kaynak, dayanak] bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا 4 sırrına mazhardırlar.
44
İkincisi: Tarik-i Nakşî [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] hakkında denilen “Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk Terk-i dünya, [dünyayı terk etme] terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” 1 olan fıkra-i rânâ [güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] olan kısa yazı] birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû [doğma] etti:
“Der tarik-i aczmendî [Cenâb-ı Hakka karşı âcizliğini ve fakirliğini hissetme ve bunu bildirme yolu] lâzım âmed çâr çiz Fakr-ı mutlak, [sınırsız fakirlik] acz-i mutlak, [sınırsız güçsüzlük] şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”2
Sonra, senin yazdığın, “Bak kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] safha-i rengînine, ilâahir.” olan rengin [rengârenk, süslü, parlak] ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiirle semânın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etseydim” dedim. Halbuki şiir ve nazma [diziliş, tertip] istidadım [kabiliyet] yokken yine başladım. Fakat nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve şiir yapamadım. Nasıl hutur [akla gelme, kalbe doğma] ettiyse öyle yazdım. Benim vârisim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan sen, istersen nazma [diziliş, tertip] çevir, tanzim et. İşte, birden hatıra gelen şu:
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, [sevimli ve tatlı hutbe]
Nâme-i nurîn-i hikmet [hikmetin nurlu mektubu] bak ne takrir [yerleştirme] eylemiş.
Hep beraber nutka [konuşma] gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] haşmet-i sultanına, [saltanatın haşmeti]
Birer burhan-ı nurefşânız [nur saçan delil] biz vücud-u Sânia, [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı]
Hem vahdete, [Allah’ın birliği] hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin [ince, duyarlı] mu’cizâtı çün melek seyranına,
45
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik [dikkatli] gözleriz biz.Haşiye [dipnot]
Tûbâ-yı hilkatten [yaratılış ağacı] semâvât şıkkına
Hep kehkeşan [samanyolu] ağsânına, [dallar]
Bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] dest-i hikmetiyle [hikmet eli] takılmış
Pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] birer mescid-i seyyar [gezici mescid]
Birer hane-i devvar, [dönen ev] birer ulvî âşiyâne, [yuva]
Birer misbah-ı nevvar, [nurlu kandil] birer gemi-i cebbar [büyük ve azametli gemi]
Birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]
Birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer harika-i san’at-ı Hâlıkane, [Allah’ın yarattığı san’at harikası]
Birer nadire-i hikmet, [bir gaye için benzersiz yaratılan] birer dâhiye-i hilkat [yaratılış harikası]
Birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dille yüz bin burhan [delil] gösteririz
İşittiririz insan olan insana.
46
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz [mühür] bir, turramız [mühür, nişan] bir, Rabbimize müsebbihiz, [tesbih eden] zikrederiz âbidâne [kulluğa yaraşır bir şekilde]
Kehkeşanın [samanyolu galaksisi] halka-i kübrâsına [büyük halka] mensup birer meczuplarız [cezbedilmiş, çekilmiş] biz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1
Said Nursî