İLK DÖNEM ESERLERİ – Rumûz (271-282)

271

Rumûz

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1339 1

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1339

272
273

İfade

Herkes insanlarla meşgul; ben insanlardan usandım. Misâlîlerle mübâhase daha hoşuma gidiyor; çünkü munsıftırlar. [insaflı]

Gariptir ki, bir-iki senedir, uyanık iken zihnimde bir karanlık oluyor. Bazan nisyan[unutkanlık] mutlak basar. [görme] Âlem-i menâma [uyku âlemi] girdikçe bir vuzuh [açıklık] geliyor, daha iyi görüyorum. İşte, iki gece âlem-i menamda iki suale maruz oldum. Birinci gecede cevaba hazırlanırken uyandım. İkinci gecede cevabı verdim, daha itmam [tamamlama] etmeden uyandım.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Birinci sual:” İ’câz-ı Kur’ân’ı icâz ile beyan et.”

Cevap: İ’câz-ı Kur’ân yedi menabi-i külliyeden tecellî ve yedi anasırdan [unsurlar, elementler] terekküp [birleşme] eder.

Birinci menba: Lâfzın [ifade, kelime] fesâhatinden, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] nazmın [diziliş, tertip] cezaletinden, mânânın belâgatından, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mefhumların [anlam] bedâatinden, [benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik] mazmunların [mânâ, kavram] beraatinden, üslûpların garabetinden [gariplik, hayret vericilik] tevellüd [doğma] eden nakş-i aciptir.

İkinci unsur: Umur-u kevniyedeki [kâinatla, oluşla ilgili İlâhî emirler, işler] gaybdan, hakaik-i İlâhiyedeki [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] gaybdan, mâzideki gaybdan, müstakbeldeki [gelecek] gaybdan terekküp [birleşme] eden ilmü’l-guyûbdur.

274

Üçüncü menba:

· Lâfzı cihetiyle pek çok ve usul-ü Arabiyece sahih, nazar-ı belâgatte [belağat ilmine göre bakış] müstahsen, [güzel görülen, beğenilen] hikmet-i teşriiyeye münasip pek vâsi [geniş] vücuh [vecihler, yönler] ve ihtimâlâtın [ihtimaller] şümulünden; [kapsam]

· ve mânâ cihetiyle meşârib-i evliya, [velilerin meşrepleri, [hareket tarzı, metod] hizmet tarzları] ezvak[mânevî zevkler] ârifîn, mezâhib-i sâlikîn, [hak yolda yürüyenlerin mezhepleri, yolları] mesalik-i fukahâ, turuk-u mütekellimînin [kelâm âlimlerinin takip ettikleri yol] ihâtasından; [kavrayış]

· ve ahkâm [hükümler] cihetiyle hakaik-i ahvâl, [hallerin gerçek mahiyetleri, içyüzleri] desatir-i saadet-i dâreyn, vesâil-i terbiye, [terbiye vesileleri, araçları] revabıt[rabıtalar, bağlar; münasebetler] hayat-ı içtimaiyenin istiâbından;

· ve ilmi cihetiyle ulûm-u kevniye, [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] ulûm-u İlâhiyeye [İlâhî ilimler] istiğrakından; [Allah aşkıyla kendinden geçme]

· ve makasıd cihetiyle muvazenet [denge] ve ıttırad [düzenli olma, intizamlı] ve desatir-i fıtrata mutabakatından neş’et [doğma] eden câmiiyet-i hârikulâdedir.

Dördüncü unsur: Her asrın derece-i fehim [anlayış derecesi] ve edebine ve her asırdaki tabakatın derece-i istidat [yetenek, kabiliyet derecesi] ve kabiliyetine ifâza-i [feyiz verme, bereketlendirme] nur, her bir asra ve her asırdaki her bir tabakaya kapısı küşâde, [açık] ve her birisini irzâ etmekle hasıl olan hârikulâde tazeliğiyle ihatasıdır. [herşeyi kuşatma]

Beşinci menba: Nakil cihetiyle ahbar-ı evvelîn ve âhirîn, hakaik-i gayb ve şehadet, serâir-i İlâhiye, revabıt[rabıtalar, bağlar; münasebetler] kevniyeye dâir hikâyâtıdır—ki, [hikâyeler] ne vâki, ne akıl ve mantık onu kabul etmese de, tekzip edememiş—kütüb-ü sabıkanın ittifakından musaddıkane, [doğrulayarak] ihtilâfî yerlerde [üzerinde görüş birliğine varılmayan yerler] musahhihâne [düzelterek] hikâyâtından [hikâyeler] neş’et [doğma] eden ihbârât-ı sâdıkasıdır.

275

Altıncı unsur: Tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve tesis ettiği dîn-i İslâmdır ki, onun misline [benzer] ne mazi [geçmiş] muktedir olmuş, ne müstakbel [gelecek] muktedir olabilir.

Yedinci menba: Şu altı menbadan çıkan envâr-ı sittenin [altı nur] imtizacından [bileşim, karışım] tevellüd [doğma] eden hüsn-ü hakikîden [gerçek güzellik] hasıl olan zevk-i i’câzdır ki, hadsen bilinir; tâbirine lisân ve fikir kasırdır. [köşk, saray]

Eğer desen: “Tasvirden anlaşılır ki, taaddüd-ü mesalik ve ihtilâf-ı turuk matluptur.” [istek]

Cevap: Evet, matluptur. [istek] Hem zarurîdir. Eğer hodgâmlıktan [bencil] neş’et [doğma] eden inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] zihniyetiyle başkaların reddine kalkışırsa, el-buğzu fillâhı sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] ederse, o vakit ihtilâf zarardır. Yoksa el-hubbu fillâh [Allah için sevmek] düsturunu [kâide, kural] esas tutsa, tekâmülde [ilerleme, mükemmelleşme] teâvün [yardımlaşma] kanununu bilse, şeriatın vüs’atini, [genişlik] tabipliğini düşünse, ihtilâf imtizaca [bileşim, karışım] sebep olur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Herkes kendi mesleğine “Hüve [“O”, Allah] hakkun” demeli, “Hüve‘l-hakk” [“O”, Allah] dememeli. Veyahut “Hüve‘l-ahsen” [“O”, Allah] demeli, “Hüve‘l-hasen” [“O”, Allah] dememeli.

Ey sâil-i misâlî! Cevab-ı mûcez istedin, ben de mücmel [kısa, kısaca] cevap verdim. İzahı istersen, birçok mücelled [ciltli kitap] lâzım gelir. İşte şu anasır-ı seb’anın yalnız birinci unsurun ikinci cüz’ü olan nazmın [diziliş, tertip] cezaletini beyan etmek için, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirimi irâe ediyorum. Zira bütün o tefsir, ancak nazmın [diziliş, tertip] cezaletinin bir kısmını şerh edebilmiştir.

İkinci sual—ki cevabı, yarısı beyaz, yarısı siyahtır—Dedi ki: “Burhanınıza [delil] şekk-i itiraz geldikçe imanınız sarsılmaz mı? Bu ma’reke-i evham olan istidlâliyatla [delil getirme, akıl yürütme] taharrî [araştırma] zarar vermez mi?”

276

Elcevap: Eğer neticeyi burhan [delil] ile bağlı, onunla ikame ve ispat sûretiyle olsa ve tahakkuk-u hakaike ayar tutmakla adem-i delilden adem-i medlûlü tevehhüm [kuruntu] etse zarar olur. Hâlbuki iman incecik bir burhana [delil] yüklenmez. Belki öyle bir hadse bina ve istinad eder ki, o hads öyle menâbiden kuvvet ve öyle meâdinden [âhiret, dönülecek yer] ışık alır ki, söndürülmesi, kâinatın söndürülmesidir.

Birinci menba: En azîm icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] sırrını ve en vâsi [geniş] tevatürün [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] mânâsını tazammun [içerme, içine alma] eden milyonlar ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifakıdır.

Sırr-ı icmâ ve sırr-ı tevatür noktasından tecellî eden bir hads-i mukni ile o netice zihinde karar kılmıştır. Zira her bir muhakkikin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir burhanı [delil] var. Ve o burhanın [delil] mahiyeti teşhis edilmese de, vücudu kat’iyen [kesinlikle] mâlumdur.

Acaba dünyada hangi itiraz ve şüphe vardır ki, milyarlar huyut-u berahinden teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş şu habl-i metini kesebilsin? Çünkü derim: Vahdete [Allah’ın birliği] dair şu netice, hasra gelmez [sayılamayan] ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] her biri bir burhan [delil] veya berâhin [deliller] ile hakikat olarak görmüşler. Demek, onların bütün burhanları [delil] sarsılmaz bir burhandır. [delil] Çünkü o burhanları [delil] tanımasa da, vücutlarını bilir. Hadsin zengin bir menbaıdır. [kaynak]

İkinci menba: Kâinatın bütün şehâdâtıdır. [şahitlikler ve tanıklıklar]

Üçüncü menba: Vicdandaki fıtrattır. Bunlar gibi daha çok menbalar vardır.

İşte bu hads, [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] bütün menâbii söndürülmezse sönmez. Şüphe bir delili, yüz delili atsa da, medlûle [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] iras-ı zarar [zarar verme] edemez. Çünkü o kubbe-i âliye [yüksek kubbe] yalnız bir direk üstünde kaim [ayakta duran] değildir.

Zihnin cüz’iyeti hasebiyle, müşteri nazarıyla ispatına çalışmak hatardır. [tehlike] Belki

277

bu istidlâlât [delil getirme, akıl yürütme] ve berâhînin vazifesi menfîdir. Matla[doğuş yeri] tavzih eder, tasfiye eder. Bazan da takviye eder.

Tetkik iki çeşittir: Biri gittikçe nûrun alâ nur tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder; diğeri gittikçe şübehâtın [şüpheler, tereddütler] zulümatına düşer. Meselâ, bir tatlı suyun menbaı [kaynak] var. O menbadan binlerce cedâvil ve cetvellerden şûbeler teferrû ederek çok yerlerde dolaşıp, bazı eczâ-i âharle bulaşmış. İşte bir adam menbaı [kaynak] gördü, tattı, hakkalyakînle [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] tatlılığını anlamış. Teşaubâtın [şubelere, kısımlara ayrılma] ittisâlini derk [anlama, algılama] etmiş. Sonra hangi cetvele, yahut herhangi fer’e rastgelse, ednâ [basit, aşağı] bir emare tatlılığına dair ona kanaat verir–tâ aksi kat’î bir delille tebeyyün [meydana çıkma, görünme] edinceye kadar. O vakit “Başka madde karışmış” der. Bu nev’i nazar ve tetkik, imanın kuvvet ve inkişafına [açığa çıkma] yardım eder.

İkinci nazar: Menbadan aşağı inmeye bedel, aşağıda gezer. Bu ise hangi fer’e rastgelse, acılığına bir emare görse, şüpheye düşer, tatlılık için delil-i kat’î [kesin delil] arzu eder. Heyhât! Her yerde burhan [delil] ele gelmez. Böyle incecik bir fer’e cesîm [büyük] bir neticeyi bindirmek ister. Git gide şüphe, emniyetsizlik tezayüd [artma] eder. Hem de akl-ı nazar penceresiyle eşyaya bakar. Hâlbuki mahall-i iman [imanın yeri] olan kalb, hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gibi isimlerle tâbir edilen bir hiss-i sâdise-i [altıncı his] bâtıniye ile hakaike [doğru gerçekler] bakar ki, enbiyada [nebiler, peygamberler] vahiy o hisse göredir.

Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakaike [doğru gerçekler] karşı kasır [köşk, saray] olur. Kavrayamadığından, “Hakikat değil” der, reddeder.

···———

Bir insî tarafından soruldu: ” اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1 Hâlbuki kâfir Müslümana galebe [üstün gelme] eder.”

Elcevap: Sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen evâmir-i teşriiyeye karşı itaat ve isyan olduğu

278

gibi, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] karşı da itaat ve isyan vardır. Evvelkide mükâfat ve mücazat [ceza] galiben [çoğunlukla] âhirette olur; ikincisinde ağlebi [çoğunlukla] dünyada olur.

Meselâ, sabrın mükâfatı zaferdir. Ataletin mücazatı [ceza] sefalettir. Sa’y [çalışma] ve sebatın [kalıcı olma, sabit kalma] sevabı, servet ve galebedir. [üstün gelme] Şu halde, kâfirin evamir-i tekviniyeye karşı itaati, Müslümanın evamir-i tekviniyeye karşı isyanına galebe [üstün gelme] etmiştir. Bir müslim, her bir sıfatı Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen [inançsızlık, inkâr] neş’et [doğma] etmek lâzım değildir. Veyahut galebesi [üstün gelme] ona istidraçtır, [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] Müslümana tathîrdir.

“Şu âlemin ihtilâli nedir?”

Sa’yin [çalışma] sermaye ile mücadelesidir.”

“Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?”

“Evet, vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i ribâ, [faizin haram oluşu] karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir. Şu ribâ [faiz] taşını altından çeksen, şu zâlim medeniyet kasrı [köşk, saray] çökecektir.”

“Gâvurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?”

“Şimdilik biri necis, [pis] biri encestir. Tâhir-i mutlak yalnız desatir-i İslâmiyettir.”

“Öyleyse iki cereyana da lânet!”

“Evet. Lâkin bize bulaşmış olan encesin temizliği hesabına, onun izalesine [giderme] çalışan necise [pis] necis [pis] demekle onu da kendimize sıçratmak, maslahat [amaç, yarar] olmasa gerektir. Meselâ, bir hınzır [domuz] seni boğuyor. Bir ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur. Zaten bir cinnet-i müstevliye dünyaya dağılmıştır.”

Küfrün [inançsızlık, inkâr] inşikakından [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] ne görüyorsun?”

“İttihad-ı İslâm.”

“İttihad-ı İslâm nedir?”

279

“İttihad-ı İslâm, şarktan garba, [doğudan batıya] cenuptan [güney] şimale [kuzey] mümted [uzayan, uzanmış] bir meclis-i nurânîdir ki, el’an [şimdi] üç yüz milyondan fazla bulunur ki, gafletlerinden nâşi gayr-ı meş’ûr bir sûrete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. [bağlı] Misâk-ı ezeliye ile, peyman [yemin, and, kasem] ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i tevhidiz, [Allah’ın birliğine inanan kimseler] ittihada [birleşme] memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâyâ ve zevâyâdır. Ve şu cemiyetin reisi, Resul-i Ekremdir (a.s.m.). Kanun-u esasîsi, [anayasa] Kur’ân-ı Azîmüşşândır. [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân]

Bütün efrad [bireyler] mâbeynindeki [ara] rabıta-i nuraniyeyi şuurî bir sûrette ihtizaza getirmekle [harekete geçirme, titretme] bütün o şubelere ifaza-i nur etmek zamanı gelmiştir.

İşte kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın haceru’l-esvedi [taş, kaya] Kâbe-i Mükerremedir. Ve dürretü’l-beyzâsı [inci] Ravza-i Mutahharadır. [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] Mekke-i Mükerremesi Ceziretü’l-Arap’tır. [yarımada] Medine-i medeniyet-i münevveresi, Devlet-i Osmâniyedir.

Bir zaman, İslâmiyetin secâyâ, revâbıt, [bağlar] mehâsin-i ahlâkına [ahlak güzelliği] işareten rumuz [ince işaretler] tarikiyle şöyle demiştim:

Eğer şu Kâbe’nin ziynet ve nakşını görmek istersen, işte bak: Hayâ ve hamiyetten [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] neş’et [doğma] eden civanmerdâne humret; hürmet ve rahmetten tevellüd [doğma] eden mâsumâne tebessüm; cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve melâhattan hasıl olan ruhânî halâvet; [tatlılık]  

280

aşk-ı şebâbîden, şevk-i baharîden neş’et [doğma] eden semâvî neşe; hüzn-ü gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî [birşeyin aslına, içyüzüne âit] lezzet; hüsn-ü mücerredden, [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] cemâl-i mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet birbiriyle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edip, ondan çıkan levn-i [renk] nurânî, o şark ve garbın [batı] kab-ı kavseyni [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] olan kâbe-i saadetteki tâk-ı muallâsındaki, kavs[yay] kuzahındaki elvân-ı seb’anın [yedi renk] lâcivert ve yeşil levninin [renk] timsâlini göreceksin. Lâkin ittihad [birleşme] cehl [cahillik, bilgisizlik] ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır; imtizac-ı efkâr marifetin [Allah’ı bilme ve tanıma] şuaıyla olur.

Yüksekten bakmak isteyen dessas [hilebaz, aldatıcı] bir papaza cevap

Bir adam seni çamurda düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde istifham-ı istihfafıyla sual ediyor ki: “Mezhebin nasıldır?” Buna cevab-ı müskit, [susturucu cevap] küsmekle sükût edip yüzüne tükürmektir. Tükürün laînin o hayâsız yüzüne!

Ona değil, hakikat namına şudur:

1. S – Din-i Muhammed [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] nedir?

C – Kur’ân’dır.

2. S – Fikir ve hayata ne verdi?

C – Tevhid ve istikamet. [doğru]

3. S – Mezâhimin devası nedir?

C – Hurmet-i ribâ [faizin haram oluşu] ve vücub-u zekâttır. [zekâtın farz oluşu]

4. S – Şu zelzeleye ne der?

C –

وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ… 1* وَاَنْ لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَاسَعٰى * 2

ba

281

 Mücahid bir hayvan mersiyesi

وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ اِلاَّ هُوَ * 1

İşte o cünuddan [askerler] bir gazi-i şehid,

Nev-i hayvandaki meymun-u saîd.

Ey maymun-u meymun! Mü’minleri memnun,

Kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin.

Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun.

Lloyd George’u kudurttun.

Venizelos’u geberttin.

Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun ki, küfrün [inançsızlık, inkâr] ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın.

Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek, bütün dünyayı güldürdün.

Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine gittin.

Cennette saîdsin; çünkü gazi hem şehidsin.

Mühim bir nokta

İslâm gaflet edip küstü. Hıristiyanlık dini fen ve medeniyeti kendine mal edip, iki silâhla galebe [üstün gelme] çaldı. Şimdi şarkta müthiş bir silâh imal ediliyor. Bunun hak kısmına sahip olmalı. Yoksa yine küssek, onu da Hıristiyanlık İslâmiyet aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edecektir. Buna karşı dayanılmaz.

Cumhur-u avama [geniş halk kitlesi] müteveccih [yönelen] olan bir fikir, bir kudsiyet almazsa söner. O desatire kudsiyet verecek iki muazzam rakîb [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] din var. Şu keskin fikir, gözünü açtığı vakit hasmını ve hasmının elindeki silâhını Hıristiyanlık dini bulmuştur. Öyleyse o fikir kudsiyet almak için İslâmiyete dehalet [sığınma] etmeye mecburdur.

ba

282