ŞUÂLAR – On Üçüncü Şuâ (390-448)

390

On Üçüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Üstadın talebelerine gönderdiği gayet kıymettar, nurlu mektuplardır. Risale-i Nur’un parlak mücahedatını [mücadeleler] bu samimî mektuplar gayet parlak gösteriyorlar.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Geçen Leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] ve gelen bayramınızı bütün mevcudiyetimle tebrik ve sizleri Cenâb-ı Erhamürrâhimînin [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] birliğine ve rahmetine emanet ediyorum. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الكَدَرِ 2 sırrıyla, sizi teselliye muhtaç görmemekle beraber, derim ki: وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَأِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ 3 âyetinin mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] verdiği teselliyi tamamiyle gördüm. Şöyle ki:

Dünyayı unutmak, Ramazan’ımızı âsude geçirmek düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde [üstünde] bu dehşetli hadise hem benim, hem Risale-i Nur’un, hem sizin, hem Ramazan’ımız, hem uhuvvetimiz [kardeşlik] için ayn-ı inayet olduğunu ben müşahede ettim. Bana ait cihetinin ise çok faidelerinden yalnız iki üçünü beyan ederim.

Biri: Ramazan’da çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyazla müthiş hastalığa galebe [üstün gelme] ederek çalıştırdı.

İkincisi: Herbirinize karşı bu sene de görüşmek ve yakınınızda bulunmak arzusu şiddetliydi. Yalnız birinizi görmek ve Isparta’ya gelmek için bu çektiğim zahmeti kabul ederdim.

391

Üçüncüsü: Hem Kastamonu’da, hem yolda, hem burada fevkalâde bir tarzda bütün elîm hâletler [durum] birden değişiyor ve me’mulün [beklenilen, ümid edilen] ve arzumun hilâfına olarak bir dest-i inayet [yardım eli; İlâhî [Allah tarafından olan] şefkatin eli] görünüyor.

اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 1 dediriyor. En ziyade beni düşündüren Risale-i Nur’u, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] okutturuyor, başka bir sahada fütuhata [fetihler, yayılmalar] meydan açıyor. Ve en ziyade rikkatime [acıma] dokunan ve kendi elemimden başka her birinizin sıkıntısından başıma toplanan bütün elemlere ve teessüflere [eseflenme, üzülme] karşı, Ramazan’da, bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu musibet dahi, o yüz sevabı, her bir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblâğ ettiğinden, Risale-i Nur’dan tam ders alan ve dünya fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve her şeyi imanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat [geçici] sıkıntıların daimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlâslı zâtlara acımak ve rikkatten [acıma] ağlamak hâletini, [durum] tebrik ve sebatınızı [kalıcı olma, sabit kalma] gayet istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdir etmek hâletine [durum] çevirdi. Ben de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ 2 dedim. Bana ait bu faideler gibi hem uhuvvetimizin, [kardeşlik] hem Risale-i Nur’un, hem Ramazan’ımızın, hem sizin bu yüzde öyle faideleri var ki, perde açılsa, “Yâ Rabbenâ, [ey Rabbimiz] şükür! Bu kaza ve kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] hakkımızda bir inayettir” [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dedirtecek kanaatim var. Hadiseye sebebiyet verenlere itab [azarlama] etmeyiniz. Bu musibetin geniş ve dehşetli plânı çoktan kurulmuştu, fakat mânen pek çok hafif geldi. İnşaallah çabuk geçer.

عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 3 sırrıyla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız.

 Said Nursî

ba

392

Aziz kardeşlerim,

Yakınınızda bulunmakla çok bahtiyarım. Sizin hayalinizle ara sıra konuşurum, müteselli [teselli bulan] olurum. Biliniz ki, mümkün olsaydı, bütün sıkıntılarınızı kemâl-i iftihar ve sevinçle çekerdim. Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı ve havâlisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hattâ diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim.

Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların her birisine maalmemnuniye [memnuniyetle] feda eylerim.

Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda [yer küre, dünya] Risale-i Nur şakirtlerinden, [öğrenci] kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünkü kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin [iman hizmeti] başka bir mecrâda [akım yeri] inkişafına [açığa çıkma] vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] diye halleriyle ispat ediyorlar. Evet, “Mevlâ [efendi, koruyucu, sahip, Allah] görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip, metinâne [sağlam] bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile [başka bir şeyle değiştirme] çalışıyorlar.

Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların emsallerini çoğaltsın, bu vatana medar-ı şeref [şeref kaynağı] ve saadet yapsın ve onları da Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eylesin. Âmin.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu kaza-i İlâhînin adalet-i kaderiye [kaderin adaleti] noktasında, yeni talebelerden bir kısım zâtların sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] muvafık olmayan dünya cihetini de Risale-i Nur ile arzu etmesinden, bazı menfaatperest rakipleri karşısında bulup, yirmi beş sene evvel

393

aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahu’l-İman [anahtar] mecmuası yerine Ayetü’l-Kübrâ [en büyük delil; Risale-i Nur Külliyatı’nda Şuâlar Mecmuasında yer alan Yedinci Şuâ] muvafakatım olmadan tab [basma] olması ve nüshaları gelmesi hükümete aksetmiş, iki mes’ele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] tab [basma] edilmiş diye, ehl-i garaz, [kin ve düşmanlık güdenler] bir habbeyi yüz kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak gadren [zulüm, acımasızlık] bizleri şu çilehaneye soktu. Fakat kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ise, menfaatimiz için buraya sevk etti ve eski zamanlarda ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] çilehanelerin sevap noktasında çok fevkinde [üstünde] sevapdar etmek sırrıyla, bizi, ihlâs dersini tam almak ve hakikaten kıymetsiz olan dünya umuruna [emirler] karşı alâkalarımızı tâdil etmek için yine medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] çağırdı.

Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] evhamına karşı deriz:

Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] baştan aşağıya kadar imandır; aldanmışsınız. Ve gayet mahrem tutulan ve şiddetli taharrîlerde [araştırma] bizde bulunmayan ve aslı yirmi sene evvel yazılan Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] bütün bütün ayrıdır. Biz, bunun değil tab’ına, [baskı basma] belki bu zamanda hiç kimseye göstermesine razı olmamakla beraber, orada doğru çıkmış bir ihbar-ı gaybîdir, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] mübareze [karşı koyma] etmiyor.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bayramınızı tekrar tebrikle beraber, sureten [görünüş itibarıyla] görüşemediğimize teessüf [eseflenme, üzülme] etmeyiniz. Bizler hakikaten daima beraberiz; ebed yolunda da inşaallah [Allah dilerse] bu beraberlik devam edecek. İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevaplar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat [geçici] gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatindeyim. Şimdiye kadar, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] gibi çok kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmette çok az zahmet çekenler olmamış.

Evet, Cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] kurtarmak, bu

394

zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] Rahîm ve Hakîmdir; başa gelen her şeyi rıza ile, sevinçle, rahmetine, hikmetine itimatla karşılamalıyız.

Kahraman bir kardeşimiz, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] meselesinde bütün mes’uliyeti kendine alıp, Hizb-i Kur’ân’ı ve Hizb-i Nur’u ve kalemiyle kazandığı fevkalâde uhrevî şeref ve fazilete istihkakını [hak edilen pay] tam göstermiş, beni derin sevinçlerle ağlatmış. Ve Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] tam nazar-ı dikkati celb [çekme] ederek ileride ona lâyık bir fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ihzar [hazırlama] etmek hikmetiyle ona gelen bu muvakkat [geçici] müsadere, o kardeşimizin ve rüfekasının [refikler, arkadaşlar] hizmetlerini ve masraflarını zayi etmeyecek, inşaallah [Allah dilerse] daha parlattıracak diye rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekleriz.

Sizi bütün dualarında اَجِرْنَا وَارْحَمْنَا وَاحْفَظْنَا 1 gibi bütün mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] sigalarında bilâistisna dahil edip, kesretli [çokluk] cesetler ve birtek ruh hükmünde şirket-i mâneviyemizin [mânevî şirket, ortaklık] düsturlarıyla [kâide, kural] çalışan ve sizin sıkıntınızla sizden ziyade alâkadar olan ve şahs-ı mânevînizden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] himmet [ciddi gayret] ve medet ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] ve şefaat bekleyen,

Kardeşiniz

 Said Nursî

ba

Bu hadise tesiriyle ben kendimi mâsum kardeşlerime rıza-yı kalb ile feda etmeye kat’î azm [kemik] ü cezmettiğim ve çaresini fikren aradığım vakitte, Celcelûtiyeyi okudum. Birden hatıra geldi ki, İmam-ı Ali radıyallahu anh “Yâ Rab [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] aman ver!” diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın sırrıyla selâmete çıkarsınız.

395

Evet, Hazret-i Ali radıyallahu anh, Kaside-i Celcelûtiyede iki suretle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesine işareten:

وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ der. Bu işarette îma eder ki, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risale-i Nur talebelerine gelecek ve “Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] hakkı için o فَجَتْ ve ‘musibetten şakirtlerine [öğrenci] aman ver” diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaı[kaynak] şefaatçi yapar. Evet, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin tab’ı [baskı basma] bahanesiyle gelen musibet, aynen o remz-i gaybîyi tasdik etti.

Hem o kasidede, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Risale-i Nur’un mühim eczalarına tertibiyle işaretlerin hâtimesinde, [son] mukàbil sahifede der:

وَتِلْكَ حُرُوفُ النُّورِ فَاجْمَعْ خَوَاصَّهَا * وَحَقِّقْ مَعَانِيهَا بِهَا الْخَيْرُ تُمِّمَتْ *

Yani, “İşte, Risale-i Nur’un sözleri, hurufları [harfler] ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve mânâlarını tahkik [araştırma, inceleme] eyle. Bütün hayır ve saadet onlarla tamam olur” der. “Hurufların [harfler] mânâlarını tahkik [araştırma, inceleme] et” karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] mânâyı ifade etmeyen hecaî harfler murad olmayıp, belki kelimeler mânâsındaki “Sözler” namıyla risaleler muraddır.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 * رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 2

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Senin âlimâne suallerin Risale-i Nur’un Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından, senin suallerine karşı lâkayt [duyarsız] kalamıyorum. Bunun kısa cevabı şudur:

396

Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir, [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit [bir çok] mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, [açıklayan, yorumlayan] yalnız en umumî veya en sarih [açık] veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder. Meselâ, bu âyette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ 1 ‘dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rekât teheccüt namazını ve وَإِدْبَارَ النَّجُومِ 2 ‘dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir [sabah vakti] sünnetini zikretmiş. Yoksa evvelki mânânın daha çok efradı [bireyler] var. Kardeşim, seninle konuşmak kesilmemiş.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdi zuhur namazını kıldım. Tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki, herbiri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki:

Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar.

ba

Aziz, mübarek kardeşlerim,

Pek çok selâm… Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk.3 Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve

397

hususî herbirinizle görüşmüyorum, fakat ben, ekser vakitler, dua içinde herbirinizle bazen ismiyle sohbet ederim.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, şimdiye kadar Nur fabrika dairesinin mübarekler heyetinden iki ehemmiyetli rükünler [esas, şart] kurtulmuşlar tahmin ederim. Elhak, o daire, o heyet, altı yedi senede yirmi otuz sene kadar fâtihâne iş görmüşler. Parlak kalemlerinin yâdigârları gibi, onların hizmetlerine tevakkuf [durağan olma] etmez; onların bedeline, onların defter-i a’mâllerine [amel defteri] hasenat yazdırıyor. Hattâ Hizb-i Nurînin öyle bir kuvvetli fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var ve öyle ehemmiyetli yerlere girmiş ki, onu neşredenler mütemadiyen çalışıyorlar hükmündedir.

Ben, pek çok çalışmış ve çalışkan Hafız Mustafa’yı da evvelki zât gibi dışarıda zannederdim.

Yalnız bir defa “O da buradadır” işittim; belki başka Mustafa’dır diye teselli buluyordum.

ba

Aziz kardeşlerim,

Ben, bu sabah tesbihatta Hafız Tevfik‘e [başarı] acıdım. Bu iki defadır zahmet çekiyor tahattur [hatıra gelme] ettim. Birden hatıra geldi: Onu tebrik et. O, kendini faidesiz bir ihtiyatla [dikkat, tedbir] Risale-i Nur’daki çok ehemmiyetli makamından ve büyük hissesinden bir derece çekmek isterdi. Fakat hizmetinin kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] ve azameti, onu yine o büyük hisseye ve pek büyük sevaba muvaffak eyledi. Az bir sıkıntı ve geçici bir küçük zahmetle böyle bir şeref-i mânevîden [mânevî üstünlük] geri kalmamak gerektir.

Evet, kardeşlerim, madem her şey gidiyor; ve gittikten sonra eğer lezzet ve keyif ise, boşu boşuna gider, bir hasret kalır! Eğer sıkıntı ve zahmet ise hem dünyevî ve uhrevî, hem böyle bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet noktasında öyle bir lezzetli faideler var ki, o zahmeti hiçe indirir. İçinizde biri müstesna, en ihtiyarı ve en ziyade başına sıkıntılar toplanan benim. Sizi temin ederim, tam bir sabır ve şükür ve tahammülle halimden memnunum. Musibete şükür ise, musibetteki sevap ve uhrevî ve dünyevî faideleri içindir.

ba

398

Aziz kardeşlerim,

Meyvenin meselelerinin tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edilmesine meydan vermeyen mânilerin zevâliyle [batış, kayboluş] inşaallah [Allah dilerse] yine başlanacak ki, birisi soğuk, birisi masonların onun kuvvetinden dehşet almalarıdır. Ben, bu musibette kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] cihetini düşünüyorum. Zahmetim rahmete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Evet, Risale-i Kaderde [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] beyan edildiği gibi, her hadisede iki sebep var: Biri zâhirîdir ki, insanlar ona göre hükmederler, çok defa zulmederler. Biri de hakikattır ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ona göre hükmeder, o aynı hadisede beşer zulmünün altında adalet eder. Meselâ, bir adam, yapmadığı bir sirkat ile zulmen hapse atılır. Fakat gizli bir cinayetine binaen, kader dahi hapsine hüküm verir, aynı zulm-ü beşer [insanların zulmü] içinde adalet eder.

İşte bu meselemizde elmaslar şişelerden, sıddık fedakârlar mütereddit [kararsız, şüpheli] sebatsızlardan [kalıcı olma, sabit kalma] ve hâlis muhlisler, [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] benlik ve menfaatini bırakmayanlardan ayrılmak için bu şiddetli imtihana girmemizin iki sebebi var:

Birisi: Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ve siyasetin evhamlarına dokunan kuvvetli bir tesanüd [dayanışma] ve ihlâsla fevkalâde hizmet-i diniyedir. [din hizmeti] Zulm-ü beşer [insanların zulmü] buna baktı.

İkincisi: Herkes kendi başına bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete tam ihlâs ve tam tesanütle [dayanışma] tam liyakat göstermediğimizden, kader dahi buna baktı. Şimdi kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] ayn-ı adalet [adaletin ta kendisi] içinde hakkımızda ayn-ı merhamettir [gerçek anlamıyla merhamet] ki, birbirine müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşleri bir meclise getirdi, zahmetleri ibadete ve zayiatları sadakaya çevirdi. Ve yazdıkları risaleleri her taraftan nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek ve dünyanın mal ve evlâdı ve istirahati pek muvakkat [geçici] ve geçici ve herhalde bir gün onları bırakıp toprağa girecek olmasından, onların yüzünden âhiretini zedelememek ve sabır ve

399

tahammüle alışmak ve istikbaldeki ehl-i imana [Allah’a inanan] kahramanâne bir nümune-i imtisâl, belki imamları olmak gibi çok cihetle ayn-ı merhamettir. [gerçek anlamıyla merhamet] Fakat yalnız bir cihet var ki, beni düşündürüyor.

Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu gaflet halini de bir mücahede-i fikriye nev’inden kabul etmek ihtimaliyle teselli buldum.

Risale-i Nur’un kıymettar muallimi Hafız Mehmed’in kardeşi Ali Gül’ün selâmını aldım. Ben hem ona, hem bütün hemşehrilerine ve Sava’nın bütün ahyâ [canlılar] ve emvâtına [ölüler] binler selâm ve dua ederim.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetiniz, [gayret, kararlılık] masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm [neticesiz] bırakıyor.

Evet, kardeşlerim, saklamaya lüzüm yok. O zındıklar, Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] tarikate ve bilhassa Nakşî tarikatine kıyas edip, o ehl-i tarikati [tarikata mensup olanlar] mağlûp ettikleri plânlarla bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-i istimâlatını göstermek.

Ve saniyen: [ikinci olarak] O mesleğin erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve müntesibîninin kusuratlarını [kusurlar] teşhir etmek.

Ve salisen: [üçüncü olarak] Maddiyun felsefesinin ve medeniyetinin câzibedar sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad [bozma] etmekle mâbeynlerinde [ara] tesanüdü [dayanışma] kırmak ve

400

üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla [kâide, kural] nazarlarından sukut [alçalış, düşüş] ettirmektir ki, Nakşîlere ve ehl-i tarikate [tarikata mensup olanlar] karşı istimâl [kullanma] ettikleri aynı silâhla bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar. Çünkü, Risale-i Nur’un meslek-i esası, ihlâs-ı tam ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i [lezzetin tâ kendisi] sefihânede [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar [kaynak, dayanak] olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşaallah [Allah dilerse] tam akîm [neticesiz] bırakacak. Ve meslek-i Risale-i Nur ise tarikatlere kıyas edilmez diye onları susturacak.

Bir lâtife: [berrak, şirin, hoş] Bu sabah, yanımdaki jandarma koğuşundan biri beni çağırdı, pencereye çıktım.

Dedi: “Bizim kapımız kendi kendine kapandı. Ne yapıyoruz, açılmıyor.”

Ben de dedim: “Size işarettir ki, nöbettar olduğunuz ve üstlerinden kapı kapattığınız adamlar içinde sizin gibi mâsumlar var. Hattâ on seneden beri görmediğim bir kardeşimle bir dakika görüşmek bahanesiyle bana ihanet ve başka bahaneyle dış kapımızın ikincisini dahi kapadılar. Onun cezası olarak sizin kapınız dahi kapandı.”

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size dün yazdığım lâtifenin [berrak, şirin, hoş] üç zerafeti var:

Birincisi: İstikbalde gelecek mübarek heyetin şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir mümessili [temsilci] olmasından, o şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] sırrıyla ve bereketiyle sürgülü kapı kendi kendine açıldığı gibi, yine o tahakkuk [gerçekleşme] edip vücuda gelmiş mübarek heyetin bir mümessilinin [temsilci] on sene sonra yarım dakika benimle görüşmesi sebebiyle bana hiddet edildi. Ben de hiddet ettim, “Kapıları kapansın!” tekrar eyledim. Aynı günün gecesinin sabahında—hiç vuku bulmamış—kendi kendine nöbetçilerin kapıları kapandı, iki saat açılmadı.

İkinci zarafeti: Ben bir pusula müddeiumuma [savcı] müdürle göndermiştim, içinde demiştim: “Ben tecriddeyim, kimseyle görüşemiyorum. Görüşsem de bu şehirde kimseyi tanımıyorum. Buranın belediyesi birisiyle ilâ âhir…” [sonuna kadar] Sonra müddeiumumî [iddia makamı, savcı] demiş:

401

“O tecridde mi?” Müdür demiş: “Yok.” İkisi bana itiraz etmişler. Aynı gün, yarım meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] ve yarım akraba biri yarım dakika benimle görüşmesi yüzünden öyle bir vaziyet gösterildi ki, hiçbir tecridde olmamış. Bana itirazları yüzlerine çarptı.

Üçüncüsü: Komşudaki haylâz gençlerin kapıda gürültüleri akşam yatsı ortasında bana zarar ederdi, fakat az idi. O kapıyı da aynı gün bir bahane ile kapattılar. Hem fena koku menzilimde ziyadeleşti, hem o haylazların kapıma yakın gürültüleri ziyade bana zarar verdi. Ben de yine “Kapıları kapansın, neden böyle yapıyorlar?” dedim. Aynı sabah o hadise oldu.

ba

Kardeşlerim,

Yeni hurufla [harfler] yazdığınız iki mesele, cidden tesirini gösterdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Meseleleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahirî gibi kalemleri Kur’ân’a ve Kur’ân hattına mahsus ve memur olmalarından bana endişe verir. Başkalar yazsalar daha münasiptir.

ba

Aziz kardeşlerim,

Bir seneden beri bir parça, yani bir kilo kadar şehriye ve pirinçten sarf ediyordum. Şüphem kalmadı ki, büyük bir bereket içinde var. Şimdi siz bırakmıyorsunuz ki pişireyim. Öyle ise, onu size hem teberrük [bereket vesilesi] hem bereketli bir hediye ediyorum. O yıldız şehriyeden bir defa harika bir bereketi gördüm. Taneleri pişirdikten sonra kurutuyordum. Bir tek tane on mislinden [benzer] ziyade büyük olduğunu ben ve başkaları gördük.

ba

Aziz kardeşlerim,

Bu gece evrad [okunması âdet olan dualar] ile meşgul olurken nöbetçiler ve başkalar işitiyorlardı. Kalbime geldi ki: “Acaba bu izhar, [açığa çıkarma, gösterme] sevabını noksan etmiyor mu?” diye telâş ettim. Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî’nin meşhur bir sözü hatıra geldi. O demiş: “Bazan izhar, [açığa çıkarma, gösterme] çok defa ihfâdan [gizleme] daha ziyade efdal olur.” Yani âşikâre yapmakta başkalar, ya istifade veya taklit etmek veya gafletten uyanmak veya dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] muannid [inatçı] ise, karşısında şeâir-i İslâmiye [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] nev’inde izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, izzet-i diniyeyi

402

göstermek gibi çok cihetle, hususan bu zamanda ve ihlâs dersini tam alanlarda değil riya, belki gizliden tasannu [yapmacık] karışmamak şartıyla çok ziyade sevaplı olabilir diye bir teselli buldum.

ba

İki gün evvel sorgu hâkimi beni çağırdığı vakit, ben kardeşlerimi nasıl müdafaa edeyim diye düşünürken, İmam-ı Gazâlî’nin Hizbü’l-Masûn’unu açtım. Birden bu âyetler nazarımda göründü:

اِنَّ اللهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ اٰمَنُوا 1 * يَسْعٰى نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ * 2

اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ 3* طُوبٰى لَهُمْ * 4

Baktım ki: Birinci âyet, şeddeler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılsa ve meddeler sayılmazsa 5 اٰمَنُوا ‘daki “Vav” dahi meddedir, makam-ı cifrîsi ve ebcedîsi bin üç yüz altmış iki (1362) eder ki, tam tamına bu senenin aynı tarihine ve bizim mü’min kardeşlerimizi müdafaaya azmettiğimiz zamana, hem mânâsı, hem makamı tevafuk ediyor. Elhamdülillâh dedim, benim müdafaama ihtiyaç bırakmıyor.

Sonra hatırıma geldi ki: “Acaba netice ne olacak?” diye merak ettim. Gördüm:

اَللهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ * طُوبٰى لَهُمْ ‘deki iki cümle, tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] sayılmak şartıyla, makam-ı cifrîsi aynen bin üç yüz altmış iki. Eğer bir med sayılmazsa, iki, eğer sayılsa üç eder. Tam tamına hıfz-ı İlâhiyeye pek çok muhtaç olduğumuz bu zamanın, bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihine tevâfuk ederek, bir seneden beri büyük bir dairede ve geniş bir sahada aleyhimize ihzar [hazırlama] edilen dehşetli bir hücum karşısında mahfuziyetimize [korunmuş] teminat ile teselli veriyor. Risale-i Nur bu hadisede

403

daha parlak fütuhatı [fetihler, yayılmalar] hâkim dairelerde bulunmasından, şimdiki muvakkat [geçici] tevakkuf [durağan olma] bizi meyus [ümitsiz] etmez ve etmemeli. Ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] tab’ı [baskı basma] sebebiyle müsaderesi onun parlak makamına nazar-ı dikkati her taraftan ona celb [çekme] etmesine bir ilânname telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا 1 âyetini şimdi okudum. وَاغْفِرْ لَنَا 2 cümlesi tam tamına bin üç yüz altmış iki eder. Bu senenin aynı tarihine tevafuk eder ve bizi çok istiğfara [af dileme] davet ve emreder ki, nurunuz tamam olsun ve Risale-i Nur noksan kalmasın.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu eski ve yeni iki medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme [her taraftan hücum etme] karşı kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] kırılmayan zâtları ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve nesl-i âti [gelecek nesil] alkışlayacakları gibi, melâike [melek] ve ruhâniler dahi alkışlıyorlar diye kanaatim var. Fakat içinizde hastalıklı ve nazik ve fakirler bulunmasıyla, maddî sıkıntı ziyadedir. Ve buna karşı da herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisal [örnek alınacak model] ve tesanüd [dayanışma] ve taltifte [güzellikle muamele etmek] birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zeki muhatap ve mücîp ve güzel seciyelerin [huy, karakter] in’ikâsında [yansıma] birer âyine [ayna] olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum.

Yüz yirmi yaşında bulunan Mevlânâ Halid’in (k.s.) cübbesini size birgün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken [bereket vesilesi olarak] giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.

404

Yeni geldiğimiz zaman çiçek aşısı doktoru beni aşıladı. O kolum çıban oldu ve şişti. O şiş aşağıya iniyor, beni yatırmıyor, abdestte sıkıntı veriyor. Acaba benim vücudum aşıya gelmez veyahut başka bir mânâ var. Yirmi sene evvel beni Ankara’da aşıladılar. Şimdiye kadar o aşı yeri ara sıra işliyor, rahatsızlık veriyor. Bu da öyle olmasın diye hatırıma geldi. Sizde nasıl?

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] adâleti bizleri Denizli medrese-i Yusufiyesine [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] sevk etmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] hem mahpusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen, biz bir vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik.

Evet, yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi tâdil-i erkân ile namazını kılan mahpuslar içinde birden Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] kırk ellisi umumen bilâistisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal [beden dili] ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır [doğru yol gösterme] ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirtler, [öğrenci] ef’alleriyle [fiiller, davranışlar] bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı [Allah’a inanan] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] evham ve şübehatından [şüpheler, tereddütler] kurtarmalarına medar [kaynak, dayanak] çelikten bir kal’a [kale] hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlâhiyeden [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ümit ediyoruz.

Buradaki ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bizi konuşmaktan ve temastan menleri zarar vermiyor. Lisan-ı hal, [beden dili] lisan-ı kalden [söz ile anlatım] daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Madem hapse girmek terbiye içindir; milleti seviyorlarsa mahpusları Risale-i Nur şakirtleriyle [öğrenci] görüştürsünler—tâ bir ayda, belki bir günde bir seneden ziyade terbiye alsınlar. Hem millete ve vatana, hem kendi istikballerine ve âhiretine menfaatli birer insan olsunlar. Gençlik Rehberi bulunsaydı çok faidesi olurdu. İnşaallah bir zaman girer.

 Said Nursî

ba

405

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi [karşılıklı konuşma] tahattur [hatıra gelme] ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa, bu sebatsız [değişken] zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî Müslümanlar eğer herbiri bir velî, hattâ bir kutup [esas, önder, direk, eksen] görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek; ve eğer birer âmî [cahil, sıradan] ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünkü böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. [üstünde] Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların [güzel düşünce] ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, [karışık, gürültülü] sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua [yapmacık] ve tekellüfe [külfet, zahmet] ve sıkıntılı vekara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere [külfet, zahmet] muhtaç olmuyoruz.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bütün ruh ve kalb ve aklımla sizin leyâli-i aşerenizi tebrik ederiz. Bizim şirket-i mâneviyemizde [mânevî şirket, ortaklık] büyük kazançlar edeceklerini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ederiz. Bu gece rüyamda yanınıza gelmiş, imam olarak namaz kılacağım halinde uyandım. Benim tecrübemle rüyanın tâbiri çıkacağı zamanda Sava ve Homa kahramanlarından iki kardeşimiz rüyayı tabir etmek için umumunuz namına geldiler. Ben de umumunuzu görmek gibi mesrur [mutlu] oldum.

Kardeşlerim,

Gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım memurlara Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve

406

alâkadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak [arzu, istek] uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o Nurlar parlayacaklar.Haşiye [dipnot]

Said Nursî

ba

Sabri’nin tabiri ve istihracıyla, [çıkarma] Sûre-i Ve’l-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i Nur, Anadolu’yu Cebel-i Cûdîde sefine [gemi] gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile olduğunu ve Risale-i Nur’a ilişmesinler, yoksa yakında bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar. Bu musibetten biraz evvel, tekrarla söylüyordum, size de o mektuplar gönderilmişti. Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kal’ası, [kale] Risale-i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzeleyle sıtma tutmuş. İnşaallah yine Risale-i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.

Size evvelki gün iki kıymetli kazancımızı yazmıştım. İkincide yüzer lisanla dua ve tesbihat, ilâ âhir[sonuna kadar] demiştim. Noksan var. Sahihi: Her birimiz derecesine göre yüzer lisanla, ilâ âhir[sonuna kadar]

Hem ben pek çok alâkadar olduğum Sava köyünden çok muhterem bir ihtiyarla ellerimiz birbiriyle kelepçe edilip geldiğimiz, beni pek çok memnun edip, bununla o mübarek köyün bana şiddet-i alâkasını [aşırı ilgi] anladım. O kardeşime ayrıca selâm ederim.

ba

Aziz kardeşim,

وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ 1 Bu âyet dahi وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ 2 işaretine işaret eder ki, kâfirlerin bu kadar tahribatları ve harpleri faidesiz ve

407

hasâret [zarar] içerisinde ayn-ı zarar oldu. وَالْعَصْرِ 1 işaretinde Risale-i Nur’a bir îma bulunması remziyle, [ince işaret] bu âyet dahi remzen [ince işaret] bin üç yüz altmış Rûmî tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre [inançsızlık, inkâr] düşenler Risale-i Nur’a ilişecekler, fakat hasâret [zarar] ederler. Çünkü zelzele ve harp gibi belâların ref’ine [kaldırma] bir sebep Risale-i Nur’dur. Onun tatili belâları celb [çekme] eder diye bir gizli îma olabilir.

 Said Nursî

ba

Aziz kardeşlerim,

Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Çünkü, evvelce bazı evham yüzünden bir seneden beri aleyhimize geniş bir tarzda çevrilen plânlar bunlardır: “Tarikatçılık, komitecilik ve haricî cereyanlarına âlet olmak ve dinî hissiyatı siyasete âlet etmek ve Cumhuriyet aleyhinde çalışmak ve idare ve âsâyişe ilişmek” gibi asılsız bahanelerle bize hücum ettiler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, onların plânları akîm [neticesiz] kaldı. O kadar geniş bir sahada, yüzer talebelerde, yüzler risalede, on sekiz sene zarfındaki mektup ve kitaplar da, hakikat-i imaniyeden [iman gerçeği] ve Kur’âniyeden ve âhiretin tahkikinden [araştırma, inceleme] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] çalışmaktan başka birşey bulmadılar. Plânlarını gizlemek için gayet âdi bahaneleri aramaya başladılar. Fakat hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize çeviren dehşetli ve gizli bir zındıka komitesi şimdi doğrudan doğruya küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hesabına bize hücum etmek ihtimaline karşı, güneş gibi zâhir ve şüphe bırakmaz ve dağ gibi metin, [sağlam] sarsılmaz olan Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] onlara karşı en kuvvetli bir müdafaa olup onları susturacak diye bize yazdırıldı zannediyorum.

 Said Nursî

ba

Kardeşlerim,

Gerçi yeriniz çok dardır; fakat kalbinizin genişliği o sıkıntıya aldırmaz. Hem yerlerimize nisbeten daha serbesttir. Biliniz, en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız [dayanak noktası]

408

tesanüddür. [dayanışma] Sakın, sakın bu musibetlerin verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvâlar [şikayet] ve “Böyle olmasaydı şöyle olmazdı” diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu. Ne yapsaydık onlar hücumu yapacaktılar. Biz sabır ve şükür ve kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] rıza ve kadere teslimle mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek tâ inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevap ve hayrat kazanmaya çalışmalıyız.

Oradaki kardeşlerimizin selâmetlerine dualar ediyoruz.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu dünyanın hayatı pek çabuk değişmesine ve zevâline [batış, kayboluş] ve fenâ ve fâni, âkıbetsiz lezzetlerine ve firak [ayrılık] ve iftirak [ayrılık] tokatlarına karşı bir ehemmiyetli medar-ı teselli [teselli kaynağı] ise, samimi dostlarla görüşmektir. Evet, bazan birtek dostunu bir iki saat görmek için, yirmi gün yol gider ve yüz lirayı sarf eder. Şimdi bu acîp, dostsuz zamanda samimî kırk elli dostunu birden bir iki ay görmek ve Allah için sohbet etmek ve hakikî bir teselli alıp vermek—elbette başımıza gelen bu meşakkatler ve zâyiat-ı mâliye, ona karşı pek ucuz düşer, ehemmiyeti kalmaz. Ben kendim, buradaki kardeşlerimden on sene firaktan [ayrılık] sonra birtekini görmek için bu meşakkati kabul ederdim. Teşekkî, kaderi tenkit; ve teşekkür, kadere teslimdir.

ba

Sizi temin ederim ki, şimdi ecel gelse, ölsem, kemâl-i rahat[tam anlamıyla rahatlık] kalble karşılayacağım. Çünkü içinizde kuvvetli, metin, [sağlam] genç çok Said’ler bulunduğuna ve bu biçare, ihtiyar, hasta, zayıf Said’den çok ziyade Risale-i Nur’a sahip ve vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve hâmi [himaye eden, koruyan] olacaklarına kanaatim geliyor. Nazif‘in [temiz, pak] pusulasında isimleri yazılan ve tesirli bir surette kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] takviye eden zâtlara çok minnettar ve çok müferrah [ferah duyan, huzurlu] oldum. Zaten ben onların böyle olacaklarını tahmin ederdim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak ve başkalara da hüsn-ü misâl eylesin. Âmin.

ba

409

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevap için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’ân ve iman hizmetindeki mücahede-i mâneviye [mânevi mücadele, cihad etme] haysiyetiyle yüz saat kadar kıymettar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşlerle görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli [teselli bulan] olmak ve hakiki bir tesanüdle [dayanışma] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] devam etmek ve güzel seciyelerinden [huy, karakter] istifade etmek ve Medresetü’z-Zehrânın şakirtliğine [öğrenci] liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] tayınını [erzak, yiyecek] ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] rızkını yemek ve o yemekte sevap kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr [adı geçen] faideleri düşünüp sabır ve tahammülle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek gerektir.

 Said Nursî

ba

Kardeşlerim,

Ben kalben arzu ederim ki, çelik ve demir gibi sebatkâr [sebat eden] Isparta ve civarındakiler gibi metin [sağlam] kahramanlar (Hüsrev’ler, Hafız Ali’ler gibi) Kastamonu tarafından dahi burada görünsün. Hadsiz şükür ediyorum ki, Kastamonu vilâyeti benim arzumu tam yerine getirdi, müteaddit [bir çok] kahramanları imdadımıza gönderdi. Hayalimde her vakit bulunan, fakat isimlerini yazamadığım için yanınızda fedakâr kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederim.

ba

Aziz, sıddık, sebatkâr [sebat eden] ve vefadar kardeşlerim,

Sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmek veya maddî bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i mâneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve ihtiyat [dikkat, tedbir] ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü [dayanışma] muhafaza için bir halimi beyan ediyorum ki:

410

Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir’de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, tâ hiddetimden ve işkencelerine karşı “Artık yeter” dememden bir bahane bulup, zâlimâne tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben, harika bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] eseri olarak şâkirâne [şükreder bir şekilde] sabrediyorum ve etmeye de karar verdim.

Madem biz kadere teslim olup bu sıkıntıları, خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 1 sırrıyla, ziyade sevap kazanmak cihetiyle mânevî bir nimet biliyoruz. Madem geçici, dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Ve madem hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde yakînî bir kat’î kanaatımız var ki, biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi şirindir. Elbette biz bu sıkıntılı hallerle müftehirâne, [iftihar ederek] müteşekkirâne [teşekkür ederek] bir mücahede-i mâneviye [mânevi mücadele, cihad etme] yapıyoruz diye, şekvâ [şikayet] etmemek lâzımdır.

ba

Aziz kardeşlerim,

Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü [dayanışma] muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve ihtiyattır. [dikkat, tedbir]

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu müddeiumumun [savcı] iddianamesinden anlaşıldı ki, hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların plânları akîm [neticesiz] kalıp yalan çıktı. Şimdi bahane olarak cemiyetçilik ve komitecilik isnadıyla yalanlarını setre [örtme] çalışıyorlar ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur! Hattâ büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ben, itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı]

411

âhirinde, bu gelen fıkra[bölüm] diyecektim; fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra [bölüm] şudur:

Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz milyon dahil mensupları var ve her gün beş defa o mukaddes cemiyetin prensipleriyle kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar ve اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla, birbirinin yardımına dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. [bireyler] Ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben bu fecirde [sabah vakti] herbirinize karşı tam bir acımak hissettim. Birden Hastalar Risalesi hatıra geldi, teselli verdi.

Evet, bu musibet dahi içtimaî [sosyal, toplumsal] bir nevi hastalıktır. O risaledeki ekser imanî devalar, bunda da vardırlar. Hususan Erzurum’daki mübarek hastaya söylediğim gibi, bu saatten evvel bütün musibet zamanının elemi gitmiş; hem sevabı, hem hayrı, hem dünyevî ve uhrevî ve imanî ve Kur’ânî faideleri kalmış. Demek, o geçici birtek musibet, daimî ve müteaddit [bir çok] nimetlere inkılap [değişim, dönüşüm] etmiş. Gelecek zaman ise şimdilik yok olmasından, onda devam edecek musibetin şimdilik elemi yok. Tevehhümle [kuruntu] yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] itimatsızlıktır.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdi zemin yüzünde ekser beşer maddî ve mânevî, kalben, ruhen, fikren musibetlerle giriftardır. [tutulmuş, yakalanmış] Bizim musibetimiz onlara nisbeten hem gayet

412

hafiftir, hem kârlıdır. Hem kalb, hem ruh için, hem iman, hem selâmet [huzur] ve sıhhat lezzetleri var.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu fırtınalarda buraya girmeseydik, vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurların temasında bu hafif musibet ağırlaşmış olacaktı ve onlara karşı tasannu [yapmacık] ve dalkavukluk etmek belâsı olacaktı.

Rabian: [dördüncü olarak] Bu işsiz ve muzaaf [kat kat] maddî ve mânevî kışta, Medresetü’z-Zehrânın bir dershanesi olan bu medrese-i Yusufiyede, [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] öz kardeşten daha müşfik çok hakikî dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirayet [bulaşma] eden nur ve nuranî gibi hasenelerinden, mânevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet şeklini değiştirir, bir nevi inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] perdesi hükmüne geçer.

Evet, bu gizli inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir lâtif [berrak, şirin, hoş] zarafetidir ki, bütün buraya gelen Risale-i Nur talebelerine “hocalar” namı verilmiş. Herkes, lisanında “hocalar, hocalar” diye hürmetle yad ediyorlar. Bu zarafet içinde lâtif [berrak, şirin, hoş] bir işaret var ki, bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] dahi birer müderris, [medrese âlimi, hoca, profesör] muallim ve sair hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşaallah [Allah dilerse] birer mektep hükmüne geçeceklerdir.

ba

Kardeşlerim,

Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektuplar ara sıra okunsa ve Meyvenin, hususan âhirleri beraber mütalâa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nur’un meseleleri müzakere olsa, inşaallah [Allah dilerse] talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] şerefini kazandırır. İmam-ı Şâfiî (k.s.) gibi büyük zâtlar, “Talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] hattâ uykusu dahi ibadet sayılır” diye ziyade ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azap yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa, aldırmamalı; veyahut خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 1 deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz.

413

Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise, musibette, kendinden ziyade musibetliye ve nimette, daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur’âniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvâya [şikayet] hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür, üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzâk-ı Hakikîlerine [gerçek rızık verici Allah] emanet edildi, muvakkaten [geçici] o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasıl ki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek…

Madem hakikat budur حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deyip teslimle şükretmeliyiz.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, gerçi sizinle sûretâ görüşemiyorum. Fakat sizin yakınınızda ve beraber bir binada bulunduğumdan, çok bahtiyarım ve müteşekkirim. [şükreden] Ve ihtiyarım olmadan bazen lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi:

Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahpus gönderilmiş. Tahrip kolay olmasından—hususan böyle haylaz gençlerde—o herif, bana çok sıkıntı vermesi ve o gençleri ifsad [bozma] etmesiyle bildim ki, sizlerin irşad [doğru yol gösterme] ve ıslahlarınıza karşı zındıka, ifsada [bozma] ve ahlâkları bozmaya çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet ihtiyat [dikkat, tedbir] ve mümkün olduğu kadar eski mahpuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini [kardeşlik] ve tesanüdlerini [dayanışma] tevazu [alçakgönüllülük] ile ve mahviyetle [alçakgönüllülük] ve terk-i enâniyetle [bencilliği terk etmek] takviye etmek gayet lâzım ve zarurîdir.

Dünya işleriyle meşgul olmak beni incitiyor. Sizin dirayetinize itimad edip zaruret olmadan bakamıyorum.

 Said Nursî

ba

414

Kardeşlerim,

Her ihtimale karşı bu sabah ihtar edilen bir meseleyi beyan etmek lâzım geldi.

Bizim Kur’ân’dan aldığımız hakikatler güneş, gündüz gibi şek [şüphe] ve şüphe ve tereddüdü kaldırmadığını, yirmi seneden beri “Acaba zındık feylesoflar buna karşı ne diyecekler ve dayandıkları nedir?” diye nefsim ve şeytanım çok araştırdılar. Hiçbir köşede bir kusur bulamadıklarından sustular. Zannederim, çok hassas ve iş içinde bulunan nefis ve şeytanımı susturan bir hakikat, en mütemerridleri [inatçı] de susturur.

Madem biz böyle sarsılmaz ve en yüksek ve en büyük ve en ehemmiyetli ve fiyat takdir edilmez derecede kıymettar ve bütün dünyası ve canı ve cânânı pahasına verilse yine ucuz düşen bir hakikatin uğrunda ve yolunda çalışıyoruz; elbette bütün musibetlere ve sıkıntılara ve düşmanlara kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemiz gerektir. Hem, belki karşımıza aldanmış veya aldatılmış bazı hocalar ve şeyhler ve zâhirde müttakîler [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] çıkartılır. Bunlara karşı vahdetimizi, [Allah’ın birliği] tesanüdümüzü [dayanışma] muhafaza edip onlarla uğraşmamak lâzımdır, münakaşa etmemek gerektir.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bize karşı bu geniş ve ehemmiyetli hücum ve tecavüzün hakikî sebebi Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olmadığını, belki Hizbü’n-Nurî ve Miftahü’l-İman, [anahtar] Hüccetü’l-Bâliğa [delil] olduğunu bu fecirde [sabah vakti] bir ihtar-ı mânevî ile hissettim. Dikkatle Hizb-i Nurî’yi kısmen okudum, Miftah‘ı [anahtar] da düşündüm. Bildim ki, zındıklar, küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] mesleğini bu iki keskin elmas kılıçların darbelerine karşı muhafaza edemediklerinden, bir parça az siyasetle münasebeti bulunan Beşinci Şuâ’ı zâhirî bir sebep gösterdiler, hükümeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize sevk ettiler.

Aynen bu ihtarla beraber hatıra geldi ki: “Bir kısım zayıf kardeşlerimiz muvakkaten [geçici] vazgeçseler, belki kendileri bu belâdan kurtarılır” diye izin vermek istedim. Birden ihtar edildi ki:

415

Bu derece alâkası devam eden ve iki defa bu imtihana giren ve mukàbilinde bu kadar zahmet çektikten sonra faidesiz, zararlı, kalben vazgeçmek değil, belki yalnız onları aldatmak için sırf zâhirî bir içtinap [çekinme, kaçınma] gösterebilir. Yoksa hem kendine, hem bizlere, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mesleğimize zararı dokunur; cezası olarak, aksi maksadıyla tokat yer.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zâhirî sebebi olan Risale-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ve iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ile hüsn-ü hâtime [güzel son] ve şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] ile yüzer adam kadar a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. [kalıcı olma, sabit kalma] Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasârâttır. Şakirtlerin [öğrenci] dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf [kat kat] sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf [kat kat] ibadetlere çevirmesinden, şekvâ [şikayet] yerine şükür etmeleri iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faidesiz sevaplar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekàbil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır. [şükrü gerektiren]

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kastamonu’da ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] bir zât, şekvâ [şikayet] tarzında dedi: “Ben sukut [alçalış, düşüş] etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim.”

Ben de dedim: “Belki terakki [ilerleme] etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik [bencil] hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet [alçakgönüllülük] ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve fâni zevkleri aramamakla uçmuşsun.”

416

Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhi, ihsanını, enâniyetini bırakmayana ihsas [hissettirme] etmemektir—tâ ucub [kendini beğenme] ve gurura girmesin.

Kardeşlerim,

Bu hakikate binaen, bu adam gibi düşünen veya hüsn-ü zannın [güzel düşünce] verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet [alçakgönüllülük] ve tevazu [alçakgönüllülük] ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirtleri [öğrenci] âdi, âmi [basit, sıradan] adamlar görür ve der: “Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhât! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet mücahidleri nerede?” diyerek, dost ise inkisâr-ı hayâle uğrar, muarız [itiraz eden, karşı gelen] ise kendi muhalefetini haklı bulur.

 Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin hapis meyveleriniz, benim nazarımda Firdevs [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] meyveleri gibi hoştur, kıymetlidir. Benim sizler hakkında büyük ümitlerimi ve dâvâlarımı tasdik ve tahkik [araştırma, inceleme] ettiği gibi, tesanüdün [dayanışma] kuvvetini pek güzel gösterdi. O mübarek kalemler birleştikçe, üç dört eliflerin birleşmesi gibi üç-dört yüz kıymetini bu kadar ağır tazyikat [baskılar] altında izhar [açığa çıkarma, gösterme] eyledi. Ve bu müşevveş [dağınık, karışık] şerait içinde vahdetinizi [Allah’ın birliği] muhafaza eden hâlet-i ruhiye, [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] dünkü dâvâmı ispat ediyor.

Evet, temsilde hata yok, nasıl ki büyük bir velî, küçük bir Ashâb kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de, (bu zamanda hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet [alçakgönüllülük] ile tesanüd [dayanışma] ve ittihadı [birleşme] muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir velîden ziyade mevki alıyor) diye kanaatim gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerden ebediyen razı olsun. Âmin.

ba

417

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] çok ehemmiyetli ve çok kıymetlidir. Ümit ederim, bir zaman büyük fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapacak. Sizler tam kıymetini anlamışsınız ki, bu dershaneyi derssiz bırakmadınız. Ben, kendi hesabıma derim: Bu kadar zahmet ve masrafımızın meyvesi, yalnız bu risale ve Müdafaa Risalesi [Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebelerinin çeşitli mahkemelere sundukları savunmaların yer aldığı risale] ve sizlerle beraber bir yerde bulunmak dahi olsa, o masraf, o zahmeti hiçe indirir ve bu musibetin on mislini [benzer] de çeksem yine ucuz düşer.

Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten [yazı olarak] iştigal, [meşgul olma, uğraşma] sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hafız Ali (r.h.), Tahirî’yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve teslim ve rahat-ı kalb, [kalp rahatlığı] onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyani şeylerle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve metanet [gayret, kararlılık] ve itmi’nan[huzur bulma] kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur’un mânevî kuvvetini gösterdiler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardaki nihayet tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyette [alçakgönüllülük] tam izzet [büyüklük, yücelik] ve kahramanlık seciyesini [huy, karakter] umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmin.

ba

Kardeşlerim,

Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat—hattâ [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] meşrû bir tarzda dahi olsa—enâniyetten, hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, [öğrenci]

418

buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah [Allah dilerse] bu fırtınada sarsılmayacaklar.

Evet, münâfıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle her biri birer zâbit, [subay] birer hâkim hükmündeki eşhası, [kişiler] müşterek bir meselede böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risale-i Nur şâkitleri, hıllet [çok güçlü dostluk] ve uhuvvet [kardeşlik] ve fena fi’l-ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşaallah [Allah dilerse] bu tecrübeli ve münâfıkane plânı da akîm [neticesiz] bırakacaklar.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Eski zamanda bir şeyhin müridleri pek çok olmasından, o memleketin hükûmeti siyasetçe telâş edip onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât, hükümete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz tecrübe edeceğiz.”

O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emri kabul etse, Cennete gidecek.”

Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun kesti. Güya has bir müridini kesti, Cennete gönderdi! O kanı gören binler müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti; başkalar dağıldılar.

O zât, hükûmet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.”

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükürler olsun ki, Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden [öğrenci] yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, [ciddi gayret] o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın [batı] kahramanlarının himmetleriyle, [ciddi gayret] çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.

ba

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarikatten hilâfet almak için bir çare bulmuş ve irşada başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye [ilerleme] başlarken, birisi

419

keşfen mürşidlerini gayet sukutta [alçalış, düşüş] görmüş. O zât ise ferasetiyle [anlayışlılık, çabuk seziş] bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem senin irşadınla [doğru yol gösterme] bu makamı buldum; seni bundan sonra daha ziyade başımda tutacağım” diye Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire terakki [ilerleme] edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakikî kalmış.

Demek bazan bir mürid, şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini [kardeşlik] kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir. [belirleyici özellik]

Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü [dayanışma] ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] bozmak için derler: “İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi, âciz insanlardır.” Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum âlem-i İslâm [İslâm âlemi] namına olamadılar.

ba

Eski Said’in matbu Lemeat [parıltılar] başındaki acip imzası az tağyirle [değiştirme] şimdiki halime ve yetmişinci sene-i ömrüme tam muvafık gelmesi cihetiyle yazdım. Münasip görseniz, hem müdafaatın, hem Meyvenin, hem küçük mektupların âhirinde imza yerinde yazarsınız. İşte o garip imza, gelen üç buçuk satırdır.

 ed-Dâî

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Said’den altmış dokuz emvât [ölüler] bâ-asâm1 âlâma, [elemler, acılar]

Yetmişinci olmuştur o mezara bir mezar taşı,

Beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâma. [İslâmın maruz kaldığı tehlikeler]

420

Ümidim var ki, istikbâl semâvâtı zemin-i Asya, [Asya kıtası]

Bâhem [bir arada, birlikte] olur teslim yed-i beyzâ-i [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] İslâma,

Zira yemin-i yümn-i imandır;

Verir emn ü emân ü emniyeti enâma. [halk, insanlar]

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin tesanüdünüze [dayanışma] benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada [dayanak noktası] ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman [iman sahiplerinin avam tabakası] için dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet [delil] olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü [dayanışma] gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] iltihaktan [karışma, katılma] kurtulur.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sakın, sakın münakaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.

Bir zaman Eskişehir hapsinde titiz kardeşlerime söylediğim bir hikâyeyi tekrar ediyorum: Eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] Rusya’nın şimâlinde [kuzey] doksan zâbitimizle [subay] beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri [ilgi] bulunmasından, nasihatle gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli

421

münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç dört adama dedim: “Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.” Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular:

“Neden bu haksız tedbiri yaptın?”

Dedim:

“Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enâniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.”

ba

Kardeşlerim,

Siz, küçük mektuplar risalesinde medar-ı teselli [teselli kaynağı] ve sabır ve tahammül için yazılan parçaları dikkatle ve tekrarla okuyunuz. Ben, en zayıfınız ve bu sıkıntılı musibetten en ziyade hissedarım. Çok şükür tahammül ediyorum ve bütün suçu bana yükleyenlerden hiç gücenmedim ve vahdet-i mes’ele itibariyle yalnız kendini müdafaa ederek zımnen [gizlice] cemiyet ve suçu bize tahmil [yükleme] edenlerden dahi sıkılmadım. Madem kardeşiz, beni bu sabırda taklit etmenizi sizden rica [ümit] ederim.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] arkadaşlarım,

Ben, bu gece Eski Said’in izzetli [büyüklük, yücelik] damarıyla, ellerimiz kelepçeli beraber mahkemeye süngülü neferatla [asker] sevkimizi düşündüm, şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki, hiddet değil, belki kemâl-i iftiharla, şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lâzımdır. Çünkü zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve had ve hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] sahiplerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kàfilesi suretinde görünüyorlar. Bunların

422

teveccühü [ilgi] ise rahmet-i İlâhiyeyi [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ve kabul-ü Rabbâniyeyi gösteren bu yüksek takdir ve tahsinlerine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] karşı mahdut [sınırlanmış] bir kısım serseri ve haylâz ve sefihlerin [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] nazarlarının hiçbir ehemmiyeti olamaz. Hattâ bir gün hastalık için araba ile gittiğim zaman, çok ağırlık hissettim ve sonra sizin gibi elim bağlı beraber gittiğim vakit, büyük bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] ve mânevî bir ferah hissettim. Demek o hal, bu sırdan ileri gelmiş.

Çok defa söylediğim gibi yine tekrar ediyorum ki, tarihte Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] gibi hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevap kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. Biz ne kadar meşakkat çeksek, yine ucuzdur.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu musibetimizden kaçmak ve kurtulmak, iki cihetle kàbil [gibi] değildi:

Birincisi: Kader-i İlâhi [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır.

İkincisi: Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare merhum Şeyh Abdülhakim, Şeyh Abdülbâki kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekvâ [şikayet] etmek hem haksız, hem mânâsız, hem zararlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmektir. Sakın, sakın, has rükünlerin [esas, şart] gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir mânevî musibettir. Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, sizin herbirinizden yirmi otuz derece ziyade bu musibette hissedar olduğum halde, niyet-i hâlise [saf, temiz niyet] ile faaliyet göstermelerinden, ihtiyatsızlığı [dikkat, tedbir] yüzünden gelen bu musibet on defa daha fazla olsa da yine onlardan gücenmem. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek mânâsızdır. Çünkü tamiri kàbil [gibi] değil.

423

Kardeşlerim,

Merak, musibeti ikileştirir, maddî musibeti kalbde de yerleştirmek için bir kök olur. Hem kadere karşı bir nevi itiraz ve tenkidi ve rahmete karşı bir nevi ittihamı [suçlama] işmam [hissetirme] eder. Madem herşeyde bir güzellik ciheti var ve rahmetin bir cilvesi var ve kader, adâlet ve hikmetle iş görür. Elbette bu zamanda umum âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar edecek bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazife yüzünden hafif bir zahmete ehemmiyet vermemekle mükellefiz.

ba

Cüz’î [ferdî, küçük] ve lüzumsuz bir âdi halimi size yazmak icap [gerekli kılma] etti.

Kardeşlerim,

Benim kat’î kanaatim geldi ki, nazar, beni şiddetle müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve hasta eder. Çok defa tecrübe ettim. Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum, fakat اَلنَّظَرُ يُدْخِلُ الْجَمَلَ الْقِدْرَ وَالرَّجُلَ الْقَبْرَ 1 meşhur kaide ile nazar beni vurur. Çünkü bana bakan, ya şiddetli adavetle [düşmanlık] veya takdirle nazar eder. Bu iki nazar dahi, bazı insanların, bir hâsiyet-i isabet sırrıyla bakmasında bulunur. Bunun için mümkün olsa, mecbur etmezlerse sizinle beraber mahkemeye her vakit gelmemek niyet ettim.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

Aziz kardeşlerim,

Bu fecirde, [sabah vakti] birden bir fıkra [bölüm] ihtar edildi. Evet, ben de Hüsrev’in zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet-i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanaatim de o merkezdedir. Çünkü Risale-i Nur ve şakirtlerine [öğrenci] dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfî

424

olmadığı gibi, Risale-i Nur’un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu’nun sair yerlere nisbeten âfâttan [afetler, musibetler] mahfuz [korunmuş] kalmaları ve Sûre-i Ve’l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasâret-i insaniyesi olan bu İkinci Harb-i Umumîden, [Birinci Dünya Savaşı] çare-i necat [kurtuluş çaresi] ise iman ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] olmasından, Risale-i Nur’un Anadolu’nun her tarafında iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasâret-i azîme-i [çok büyük zarar ve ziyan] harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz. Hem Risale-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur’a hüsn-ü hizmet [güzel hizmet] edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde [geçim] vüs’at [genişlik] ve bereket kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hadiseleri dahi tesadüfî olamaz.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

sırrıyla عَسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 ve اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 2 Risale-i Nur’un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin [kendini büyük gösteren, büyüklenen] başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için “sırran tenevveret[gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mesele küçültülmek isteniyordu. Fakat nasılsa bildiler ki, mes’ele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risale-i Nur’un parlak fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar. Hattâ Eskişehir mahkemesindeki çok müteredditleri [kararsız, şüpheli] ve mütehayyirleri [hayrete düşen] ve muhtaçları tenvir [aydınlatma] edip kurtardı, o zahmetimizi rahmete çevirdi. İnşaallah, bu defa daha geniş bir sahada daha çok mahkemeler ve merkezlerde o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmeti görecek. Evet, Risale-i Nur’un tarz-ı beyanını [açıklama biçimi] gören, lâkayt [duyarsız] kalamaz. Başka eserler gibi yalnız aklı ve kalbi değil, belki nefsi de ve hissiyatı da musahhar [boyun eğdirilmiş] eder.

425

Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın [Allah’a inanan] Risale-i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.

ba

Burada başı yazılmayan zelzele hadisesinin mâba’di Hüsrev’in mektubunda:

Daha sonra başka bir gazetede, tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: “Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar, sessiz olarak, düşünceli gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel veya olduktan sonra bu hayvanlardan hiçbiri görülmemiş; kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şudur ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olan başımıza gelecek felâketleri lisan-ı halleriyle [beden dili] haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz” diyerek taaccüp ediyorlar.

İşte Bediüzzaman’ın uzun senelerden beri “Zındıklar Risale-i Nur’a dokunmasınlar ve şakirtlerine [öğrenci] ilişmesinler. Eğer dokunurlarsa ve ilişirlerse, yakınında bekleyen felâketler, onları yüz defa pişman edecek” diye Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatli felâket daha… Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize ve Risale-i Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman, başlarına hakikati görecek akıl ihsan [bağış] etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da felâketlerden kurtarsın. Âmin.

 Hüsrev

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim ve musibet arkadaşlarım,

Sizin içinizde mübarek âlimler ve âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] müdebbirler [idare eden, çekip çeviren] ve hâlis fedakâr şakirtler [öğrenci] bulunmasından büyük bir itimatla size güveniyordum ki, kuvvetli ve dessas [hilebaz, aldatıcı] ve kesretli [çokluk] düşmanlarımıza karşı vahdetinizi [Allah’ın birliği] ve tesanüdünüzü [dayanışma] muhafaza edeceksiniz diye istirahat ederdim, sizinle meşgul olmazdım. Birkaç noktayı beyan etmek lüzum oldu.

426

Birincisi: Tahliyeniz uzamamak için, ben Ankara’ya birşey gönderip müracaat etmeyecektim. Fakat mahkeme, mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] risaleleri ve eski ve yeni mektupları karıştırarak Ankara’ya gönderdiğinden, mecburiyetle, buradaki ehl-i vukuf [bilirkişi] gibi mahrem risaleleri esas ederek oradaki ehl-i vukuf [bilirkişi] aleyhimize hükmetmemek için mahremlere, hususan Beşinci Şuânın Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve İslâm deccalı hakkında gayet kuvvetli cevap veren Müdafaat Risalesini ve felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] verdiği küfr-ü mağrurâneyi ve iman aleyhinde cür’etkârâne tecavüzünü kıran Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] o makamata göndermek zarurî ve lâzımdı.

İkinci Nokta: Aziz kardeşlerim, sizin bu ehemmiyetli mektubunuzun cevabını yazarken, benim elime aynı mektubu verdiler. İkinci Noktaya başladım, kaldı. İşte tamam ediyorum, dikkat ediniz. Eğer bu fikrin faidesiz avukatınız tarafından tervici varsa, herhalde mahkûmiyetimize taraftar olanların bir tedbiridir ki, Ankara’daki ehl-i vukuf [bilirkişi] buradaki ehl-i vukuf [bilirkişi] gibi, neşrolunmayan mahrem ve hususan Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] risalelerini esas edip, bütün Risale-i Nur’a teşmil edip müsadere etmek ve “Beşinci Şuâ”nın meselelerini, Risale-i Nur’u okuyan bütün biçare talebelerin dersleridir diye, onları benim suçumla tam bağlamak için dehşetli bir plândır. Beni konuşmaktan men etmek ve yazdıklarımı müsadere ile Ankara’ya göndermemek fikriyle müdür ve müddeiumumî [iddia makamı, savcı] muavini müşkülât vermeleri kuvvetli bir emâredir ki, müdafaatın cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez cevapları yetişmeden Ankara aleyhimize hüküm vermek içindir.

Üçüncü Nokta: Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil [çabuklaştırma] eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] mülhidlere, [dinsiz] mürtedlere [dinden çıkan] karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.

Dördüncü Nokta: Risale-i Nur beraet etmezse ve benim müdafaatım nazara alınmazsa, faidesiz, zâhirî inkârınız sizi kurtarmayacak. Vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik]

427

haysiyetiyle biz birbirimizle bağlanmışız; yalnız münasebetleri pek az bulunan bir kısım arkadaşlar kurtulabilirler. Eskişehir Mahkemesi, bunu bilfiil gösterdi. Bir seneden beri, gayet dikkatle içimize casusları sokan ve safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ve cür’etkâr talebelerin ifşaatını zapteden ve bil’iltizam [sıkıca sarılarak] bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakim’i sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki’yi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleyman’ı bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve kaçmanız, onların kanaat-i vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve Eskişehir’de dahi etmedi.

Beşinci Nokta: Biz hem burada, hem Eskişehir’de tecrübe ile kat’î anladık ki, biz, vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] cihetiyle tam bir tesanüde [dayanışma] şiddetle muhtacız. Sıkıntıdan gelen gücenmekler ve titizlikler ve itirazlar, bizim perişaniyetimizi ikileştirir. Maatteessüf [ne yazık ki] en ziyade güvendiğim ve itimad ettiğim, sizlerdiniz. Bazı hatırıma bir telâş geldiği vakit, İstanbul’dan gelen Kâmil ve Sıddık Hocalar ve Kastamonu vilâyetinde fevkalâde sadakat gösteren zâtları tahattur [hatıra gelme] ile o endişem zâil [geçici, yok olucu] olurdu. Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde [ara] münakaşasız bir meşveret [danışma] ediniz. Kararınızı kabul ederim. Fakat benim müdafaatım tâ Ankara’ya gitse ve medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olsa, buradaki mahkeme, kurtulması mümkün olanlar hakkında kararını vermek ihtimalini, hem şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbâki ve Abdülhakim ve Hacı Süleyman’ı nefyeden [gönderilme, sürgün] ve Yeşil Şemsi’yi tahliyeden sonra burada durduran adamlar, elbette Hafız Mehmed ve Seyyid Şefik gibi salâbet-i diniyeleri [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] ile ve onların ölmüş reislerine ve suretine baş eğmemesiyle ve ilhad [dinsizlik, inkâr] ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarlıklarını göstermemesiyle beraber, serbest bırakmamak ihtimalini de, hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir meselede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi [karşı koyma] zamanında şakirtlerini [öğrenci] arkasında bulmak ve

428

kaçmamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddit [kararsız, şüpheli] ve mütehayyir [hayrete düşen] ehl-i imana [Allah’a inanan] göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize [danışma] alınız. Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.

ba

Aziz, sıddık ve sadık kardeşlerim,

Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla وَاغْفِرْ لَنَا 1 veya وَفِّقْ 2 gibi dualarda طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ الصَّادِقِينَ 3 cümlesinden اَلصَّادِقِينَ 4 kelimesini kaldırdım—tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet [ümitsizlik] cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadakate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 5

Aziz kardeşim Hafız Ali,

Hastalığına merak etme. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şifa versin. Âmin. Hapiste herbir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zâtlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.

ba

429

Güzel ve tam yerinde bir tâziyename

Aziz, sıddık kardeşlerim,

1 ﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ Ben hem kendimi, hem sizi, hem Risale-i Nur’u tâziye ve merhum Hafız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risalesinin [On Birinci Şuâ] hakikatini ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Risale-i Nur’un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’mâline [amel defteri] hasenat yazdırsın. Âmin. Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın. Âmin. Ve kabrinde Kur’ân’ı, Risale-i Nur’u ona şirin ve enis arkadaş eylesin. Âmin. Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan [bağış] edip çalıştırsın. Âmin, âmin, âmin.

Siz dahi benim gibi dualarınızda onu yâd ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] ümitvarız.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki; bu acip zamanda ve garip yerde, talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi.

Ehl-i keşf-i [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] kuburun müşahedesiyle, müteaddit [bir çok] vâkıatla, tahsil-i ulûm ânında vefat eden bazı müştak [arzulu, aşırı istekli] ve ciddî bir talebe-i ulûm, [ilim talebeleri] şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hattâ meşhur bir ehl-i keşf-i’l-kubur, [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] vefat

430

eden ve ilm-i sarf ve nahv [Arapça’da cümle yapısını ele alan “nahiv ilmi”] i [Arapçada kelime ve cümle bilgisi] okuyan bir talebenin kabrinde Münker, [kötülük] Nekir’e nasıl cevap verecek diye murakabe etmiş. Ve müşahede edip işitmiş ki, melek-i suâl, ondan sordu. “Men Rabbûke? Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o nahv [Arapça’da cümle yapısını ele alan “nahiv ilmi”] dersiyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “Men mübtedâdır, Rabbûke onun haberidir.” Nahiv ilmince cevap vermiş, kendini medresede zannetmiş.

İşte bu vâkıaya muvafık olarak, ben merhum Hafız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm [ilim talebeleri] vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında [hayat tarzı] biliyorum ve o kanaatle ona ve onun gibi Mehmed Zühtü’ye ve Hafız Mehmed’e bazı dualarımda derim: “Yâ Rabbî! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve esrar-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki sırlar] ile kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve sevinçle meşgul eyle. Âmin. İnşaallah.”

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben merhum Hafız Ali’yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zâtlar yapmasaydı Kur’ân’a, İslâmiyete büyük bir zâyiat olurdu. Ben, onun vârisleri [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan sizleri tahattur [hatıra gelme] ettikçe, o acı gidiyor, bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] geliyor. Medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, ben şimdi onun mânevî, belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] gitmesi cihetiyle, o âleme gitmek için bende bir iştiyak [arzu, istek] zuhur etti ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasıl ki buradan Isparta’daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, [karşılıklı görüşme, tanışma] muhabere ile sohbet ediyoruz. Aynen öyle de, Hafız Ali’nin

431

tavattun [vatan edinme, yerleşme] ettiği âlem-i berzah, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş. Hattâ bu gece, mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] göre, buradan birisi oraya gönderilmiş. On defadan ziyade teessüf [eseflenme, üzülme] ettim. “Niçin Hafız Ali’ye onunla selâm göndermedim?” Sonra ihtar edildi ki, selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok; kuvvetli rabıta[bağ] telefon gibidir. Hem o gelir, alır. O büyük şehid Denizli’yi bana sevdiriyor; daha buradan gitmek istemiyorum. O ve Mehmed Zühtü ve Hafız Mehmed, hayatlarında gördükleri vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve Nuriyeye devam ediyorlar. Onlar pek yakından temâşâ ediyorlar, belki de yardım ediyorlar. Evliya-yı azîmenin dairesinde kıymetli hizmet noktasında mevki almalarından, ben de o ikisinin Hafız Mehmed’le beraber isimlerini silsilemde aktabların [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] isimleri yanında yâd edip hediyelerimi bağışlıyorum.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizdeki ihlâs ve sadakat ve metanet, [gayret, kararlılık] şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye [örtme] kâfi [yeterli] bir sebeptir. Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet [kardeşlik] öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi [günah] affettirir. Haşirde, adalet-i İlâhiye, [Allah’ın adaleti] hasenelerin seyyielere [günah] râcih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüçhanına göre muhabbet ve af muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie [günah] ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabîlikle zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşaallah, birbirinize sürurda [mutluluk] ve tesellide yardım edip, sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.

ba

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Birkaç gündür sizinle konuşmadığımın sebebi, şimdiye kadar emsâlini görmediğim şiddetli ve zehirli bir hastalıktır. Ben, Risale-i Nur hesabına âhir ömrüme kadar Nur ve gül dairesindeki sebatkâr [sebat eden] ve metin [sağlam] ve sarsılmaz kardeşlerimle, Kastamonulu fedakârlarla ebeden müteşekkirâne [teşekkür ederek] iftihar ediyorum ve onlarla bütün zâlimlerin sıkıntılarına karşı bir kuvvetli nokta-i istinad [dayanak noktası] ve tam bir

432

teselli buluyorum. Şimdi ölsem, onlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım.

Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] ben onlarla mübareze [karşı koyma] ediyorum diye asılsız tevehhüm [kuruntu] ederek beni hapse attılar. Fakat kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] ben onlarla konuşmadığım ve ıslah-ı hallerine [kendi halini ıslah etme, düzeltme] çalışmadığımdan beni hapse attı. Ve hapiste yalnız birkaç arkadaşımla kalsam, Ankara makamatına karşı âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar edecek bir alenî muhakeme isteyeceğim ve dâvâ edeceğim ve Meyve Risalesini [On Birinci Şuâ] ve müdafaat parçalarını yeni harfle müteaddit [bir çok] nüshalar çıkarıp mühim makamata göndereceğiz inşaallah. [Allah dilerse]

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu nevi hadîsler, müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] kısmındandırlar. Hem cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî değiller, umumî yerlerde bakmıyorlar. Bir kısım ise, ümmetinin başına gelen dinî fitnelerden yalnız birtek zamanı ve Hicaz ve Irak’ı misal olarak gösterir. Zaten Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfizî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, [dinsiz] İslâmiyeti zedeleyen çok firak-ı dâlle [hak yoldan sapmış, inançsız gruplar] meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad [inanç] noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında [ân, zaman] Buharî, Müslim, İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbni Hanbel ve İmam-ı Gazâlî ve Gavs-ı Âzam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye [İslâmın en büyükleri, büyük şahsiyetleri] imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlûp ettiler. O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe [üstün gelme] devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgû-Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadîs, hem Hazret-i Ali radıyallahu anh sarîh [açık] bir

433

sûrette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddit [bir çok] hadîsler, hem çok işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] aynı tarihiyle haber veriyorlar. Buna kıyasen, ümmetin geçireceği safahatı [zevk, keyif] küllî bir sûrette bir hadîs beyan ettiği vakit, bazen o küllînin birtek hadisesini, misal olarak tarihi gösterir. Böyle müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] ve mânâsı tamam anlaşılmayan hadîslerin Risale-i Nur eczaları kat’î bir surette te’villerini beyan etmiş. Yirmi Dördüncü Sözde ve Beşinci Şuâda, bu hakikati düsturlarla [kâide, kural] beyan etmiş.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsizlikle ittiham [suçlama] etmemek için, bir hakikati beyan etmek ihtar edildi.

Ben bir zaman enãniyetini bırakmış ve nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmâreden [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şikâyet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat’î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar [sevaplı] devamı için, nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] şikâyet ederler.

Hem mânevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas [hissettirme] etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlâhîyi [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade biçare ve müflis [iflas etmiş] telâkki [anlama, kabul etme] etmeleri gösteriyor ki, avâmın nazarında medar-ı kemâlât zannedilen keşif ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ezvak [mânevî zevkler] ve envâr, [nurlar] o mânevî kıymet ve makamlara medar [kaynak, dayanak] ve mihenk [ölçü] olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velîlerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti olduğu halde, keşif ve mânevî hârikulâde hâlâta [durumlar, haller] evliya gibi mazhariyetleri her Sahabede olmaması, bu hakikati ispat ediyor.

434

İşte, kardeşlerim, dikkat ediniz, sizin nefs-i emmâreniz, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] kıyas-ı binnefs cihetinde, su-i zan noktasında sizleri aldatmasın, Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 *

Risale-i Nur’un Gençlik Rehberinde ve Meyve Risalesindeki [On Birinci Şuâ] beş meselesinin, haylaz gençlerde dokuz tokadı Risale-i Nur’un bir lâtif [berrak, şirin, hoş] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu o gençler dahi tasdik ediyorlar.

Birincisi: Bana hizmet eden Feyzi. Ona bidayette dedim: “Sen Meyvenin bir dersinde bulundun, haylâzlık yapma.” O yaptı, birden tokat yedi, bir hafta eli bağlı kaldı.

Evet, doğrudur. Feyzî

İkincisi: Bana hizmet eden ve Meyveyi yazan Ali Rıza. Bir gün, yazdığını ona ders verecektim. O, haylâzlığından yemek pişirmek bahanesiyle gelmedi, birden tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlamken, dibi yemeğiyle beraber tamamen düştü.

Evet, doğrudur. Ali Rıza

Üçüncüsü: Ziya, Meyvenin gençliğe ve namaza dair meselelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylâzlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] ve sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdi bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi.

Evet, doğrudur. Ziya

Dördüncüsü: Mahmud. [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Ona Meyveden gençlik ve namaz meselelerini okudum ve dedim: “Kumar oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylâzlık galebe [üstün gelme] etti, namaz kılmadı ve kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç dört defada daima mağlûp olup fakir haliyle beraber kırk lira ve sakosunu [palto, ceket] ve pantolonunu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.

Evet, doğrudur. Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah]

Beşincisi: On dört yaşında Süleyman namında bir çocuk, ziyade haylâzlık yapıp başkalarının da iştihalarını [arzu, istek] açıyordu. Ona dedim: “Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylâzların içinde bu halin sana tehlike getirir.” O, namaza

435

başladı, fakat yine namazı terk ve haylâzlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine [asıl sebep] müptelâ [bağımlı] oldu, yirmi gündür yatağında yatmaya mecbur oldu.

Evet, doğrudur. Süleyman

Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad [okunması âdet olan dualar] ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] Ömer’dir. Ben de hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] olarak Ömer başka hapse gönderildi.

Yedincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştihalarını [arzu, istek] açıyor, haylâzlık ediyordu. Ona dedim: “Böyle yapma, tokat yiyeceksin.” Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.

Evet, doğrudur. Hamza

Bu gibi tokatlar var; fakat kâğıt bitti, mânâ da bitti.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir Maarif [bilgiler] Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] başka bir kisvede gösterdi. Bizim son gönderdiğimiz müdafaatı daha almadan başka sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ile o beyannameyi yazmış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lâzım olduğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece ilhadda [dinsizlik, inkâr] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] taşıyan bir vekil, Ankara’ya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayt [duyarsız] kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o dairede dahi Risale-i Nur lehinde [tarafında] kuvvetli bir cereyan uyandıracak.

Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilâh etmektir. Çünkü o derece ilhadda [dinsizlik, inkâr] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] etmiş ki, bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu [yapmacık] ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] dayanıp metanet [gayret, kararlılık] ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip,

436

kuvvetli hakikatlerle galebe [üstün gelme] çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ iltihak [karışma, katılma] etmekle faide vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O Vekilin o farfaralı telâşı, zaafına [zayıflık, güçsüzlük] ve tam korkusuna delâlet eder. Tecavüze değil, belki tedâfüe [müdafaa etme, savunma] mecburiyeti bildiriyor.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Homalı kardeşlerimizden Ali namında bir şakirt, [öğrenci] Hafız Ali’nin vefatı günlerinde vefat ettiğini Sami Bey bana söylediği gibi, Homalı kahramanlardan Mehmed Ali dahi bana yazdı. Ben de o Ali’yi o büyük şehid Ali’ye çok dualarda arkadaş yaptım.

Bu yakında, bizimle alâkadar bir hanım, üç kardeşimizin öldüğünü görmüştü. Tabiri: Bu iki Ali ve Risale-i Nur’a hapiste tâbi olmak isteyen asılan Mustafa, umumumuzun bedeline âhirete gittiler ve selâmetimizin hesabına feda oldular demektir.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, sarsılmaz ve tevekkülün mahiyetini ve kıymetini anlayan kardeşlerim,

Yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi ne okumak ve ne sormak merakım olmadığı halde, pek çok teessüfle, [eseflenme, üzülme] yalnız bir kısım zayıf kardeşlerimizin hatırları için bugün bir gazetenin bir bahsini gördüm. Bundan bildim ki, perde altında ve üstünde ehemmiyetli cereyanlar rol oynuyorlar. Meydanda biz göründüğümüzden, bizler, o cereyanlarla alâkadar tevehhüm [kuruntu] ediliyoruz. İnşaallah, Risale-i Nur’un dört sandık kuvvetli cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez risaleleri ve pek kat’î müdafaa defterleri, bizim hakkımızda, hem iman ve Kur’ân, İslâm hakkında bir hayırlı netice verecekler. Biz onların dünyalarına karışmadık ve karışacağımızı hiçbir cihetle daha tesbit edemediler. Mecburiyetle bütün Risale-i Nur’u Ankara tahkik [araştırma, inceleme] için istedi.

Madem hakikat budur ve madem şimdiye kadar Risale-i Nur’un hizmetinde

437

inayet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] tecellîsini inkâr edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî bunu hissetmişiz. Ve madem şimdi siyasetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] oluyor. Ve madem elimizden kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] rıza ve kadere teslim ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniye ve Nuriyenin verdikleri büyük ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] teselliden başka bir şey gelmiyor. Elbette bize en elzem iş, telâş etmemek ve meyus [ümitsiz] olmamak ve birbirinin kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] takviye etmek ve korkmamak ve tevekkülle bu musibeti karşılamak ve habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe görüp ehemmiyet vermemektir. Bu dünya hayatı, hususan bu zamanda, bu şerait altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki üç kardeşlerimiz şöyle kendilerine bir güzel teselli bulmuşlar. Diyorlar ki:

“Bu hapiste bir kısım yeni kardeşlerimiz, bir iki saat gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir hareket yüzünden, bir iki, belki on sene bu musibet içinde sabır ve tahammül ediyorlar. Hattâ bir kısmı şükrederek başka günahlardan kurtulduk dedikleri halde, biz, Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru bir hareket ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yüzünden altı yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekvâ [şikayet] ediyoruz?” diyorlar. Ben de, “Bin Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] onlara derim.

Evet, beş on sene hem imanını, hem başkalarının imanlarını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yüzünden beş on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve iftihardır.

Bir hadîste ferman etmiş ki: “Birtek adam seninle hidâyete gelse, sahrâ dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.”2 İşte burada, mahkemede ve Ankara’da, sizlerin yazılarınız ve hizmetleriniz vasıtasıyla ne kadar insanlar

438

imanlarını dehşetli şüphelerden kurtardığını ve kurtaracağını düşününüz, sabır içinde kemâl-i rıza [tam bir memnuniyet, hoşnutluk] ile şükrediniz.

Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitaplarına karşı inat etse ve musalâha [barış yapma] niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, [dinsiz] bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükümet, onları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf [durağan olma] eder, maddî ve mânevî musibetler hücuma başlarlar.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اَلَمْ يَاْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ * 2

âyet-i celîleleri mûcibince [gereğince] cinlerden de peygamber geldiği bildiriliyorsa da, bu husustaki müşkülün halli için vâki suale üstadımızın verdiği cevaptır.

Aziz kardeşim,

Hakikaten senin bu sualinin çok ehemmiyeti var. Fakat Risale-i Nur’un en ehemmiyetli vazifesi beşeri dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] kurtarmak olmasından, bu çeşit meselelere sıra gelmiyor, onlardan bahis açmıyor. Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] dahi çok bahsetmemişler. Çünkü öyle gaybî ve görünmeyen işlerde, su-i istimal [kötüye kullanma] düşer. Hem şarlatanlar, hodfuruşluklarını [kendi kendini beğenme] bir vesile yapabilirler. Nasıl ki şimdi ispritizmacılar [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] “cinlerle muhabere” namıyla şarlatanlık yapıyorlar; dinin zararına âlet ederler diye çokça medar-ı bahis [söz konusu] edilmez. Hem Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, cinlerde peygamber gelmemiş. Hem Risale-i Nur, bu zamanda bir tâun-u beşerî olan maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] fikrini iptal etmek için, cinnî ve ruhanîlerin vücutlarını

439

kat’î hüccetlerle [delil] ispat etmeye çalışmış, bu meseleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış. Belki inşaallah [Allah dilerse] Risale-i Nur’un bir şakirdi, [talebe, öğrenci] Sûre-i Rahmân’ı tefsir edip bu meseleyi de halleder.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ 2 Hakikaten Hafız Ali, Hafız Mehmed ve Mehmed Zühtü’nün vefatları, değil yalnız bize ve Isparta’ya belki bu memlekete ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] büyük bir zayiattır. Fakat şimdiye kadar bir cilve-i inayet olarak, Risale-i Nur’un bir şakirdi [talebe, öğrenci] zâyi olduğu zaman, der’akab iki üç tane o sistemde meydana çıktığından, kuvvetle ümit varız ki, başka şekilde o kahramanların vazifelerini görecek, ümit ettiğimizden ciddî şakirtler [öğrenci] çıkarlar, görürler. Zaten o üç mübarek merhum zâtlar, az bir zamanda, yüz senelik vazife-i imaniyeyi [iman hakikatlerini yayma görevi] gördüler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları huruf-u Nuriye adedince onlara rahmetler eylesin. Âmin.

Benim tarafımdan o Hafız Mehmed’in akrabasını ve mübarek köyünü tâziye ediniz. Ben de, onu Hafız Ali ve Mehmed Zühtü’ye arkadaş edip, üstadlarımın aktab [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] kısmının isimleri içinde o üçünün isimlerini dahil edip, Hafız Akif’i dahi Âsım ve Lütfi’ye arkadaş ettim.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 3 sırrıyla, bu mes’elemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün

440

mekteplerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler [delil] gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak [merakın son derecesi] ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam [hiçlik, yokluk] olsalar, din-i İslâm [İslâm dini] cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve irtidattan [dinden çıkmak] en mütemerridleri [inatçı] bir derece kurtarır, meşkûk [şüpheli] bir küfre [inançsızlık, inkâr] çıkarır, mağrurâne [gururlu bir şekilde] ve cüretkârâne tecavüzlerini tâdil eder.

Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle, “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat [kalıcı olma, sabit kalma] edeceğimizi dâvâ etmişiz. Bu dâvâdan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümit ediyorum. Madem şimdiye kadar sabrettiniz, “Daha kısmetimiz ve vazifemiz bitmedi” diye tahammül ve sabrediniz. Her halde Meyvedeki kat’î hüccetlerle [delil] kàbil-i inkâr olmayan idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve nihayetsiz haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] mesleğini müdafaa etmek için Risale-i Nur’a karşı anûdâne hareket edilmeyecek, belki musalâha [barış yapma] veya mütareke [ateşkes] çaresi aranılacak.

اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ وَالسُّرُورِ * 1

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ * 3

âyeti hem Risale-i Nur’a, hem مَيْتًا kelimesiyle üç kuvvetli emâre ve münasebetlerle

441

Risale-i Nur’un bu biçare şakirtlerine [öğrenci] işareti Birinci Şuâda izah edilmiş. Şimdi bu hadisede o emârelerden birisi tam hükmediyor. Çünkü bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata [hayat tarzı] ehemmiyet vermemekle ittiham [suçlama] edip mes’ul ederler, hattâ idam [hiçlik, yokluk] ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler. Fakat kanunca sebep bulamıyorlar. Biz dahi elimizde hayat-ı bâkiyenin [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mukaddemesi [evvel, önce] ve perdesi olan mevti ve ölümü tutup, onların başlarına vurup intibaha [uyanış] getirmek ve onların hakikî mes’uliyet ve mahkûmiyetten ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtulmalarına bütün kuvvetimizle çalışıyoruz. Hattâ Ankara’ya giden şiddetli risaleler sebebiyle en ağır ceza nefsime verilse, fakat ceza verenler o risalelerle ölümün idamından kurtulsalar, hem kalbim, hem nefsim razı olurlar. Demek, biz onların iki cihanda yaşamalarını istiyoruz, arıyoruz. Onlar bizim ölmemizi istiyorlar, bahaneler arıyorlar. Fakat güneş gibi zâhir ve gözle görünür gündüz gibi bir hakikat-ı mevtiye ve hergün insanlarda otuz bin cenaze, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hakkında, otuz bin idam-ı ebedî, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] otuz bin haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] fermanlarını, ilâmnamelerini gösterdiklerinden, biz onlara karşı mağlûp değiliz. Ne yaparlarsa yapsınlar! اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ 1 âyeti, on iki seneden beri en acınacak mağlûbiyetimiz zamanında dahi, cifir ve ebced hesabıyla galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor.

Madem hakikat budur; biz şimdiden sonra hem mahkemeye, hem halka diyeceğiz ki:

“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat’î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtulmaya çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mesele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara mâlâyani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddî alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!”

İkinci ve üçüncü noktalar şimdilik geri kaldı.

442

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur’un kerametlerindendir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, Üstadımız Hazretleri “Ey mülhidler [dinsiz] ve ey zındıklar! Risale-i Nur’a ilişmeyiniz, Risale-i Nur, âfâtın [afetler, musibetler] def’ine sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun tatili, âfâta [afetler, musibetler] karşı olan müdafaasını zaifleştirir. Eğer ilişirseniz, yakından bekleyen belâlar sel gibi üstünüze yağacaktır” diye, on senedir kerratla [defalarca] söylüyordu. Bu hususta şahit olduğumuz felâketler pek çoktur. Dört seneden beri Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] her ne vakit ilişilmişse, bir felâket, bir musibet takip etmiş ve Risale-i Nur’un ehemmiyetini ve âfâtın [afetler, musibetler] def’ine vesile olduğunu göstermiştir. İşte Üstadımız Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde felâketler zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört felâket, Risale-i Nur’un bir vesile-i def-i belâ olduğunu gösterdi. Cenab-ı Hak, bize ve Risale-i Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikati görecek akıl ve göz ihsan [bağış] etsin; bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın. Âmin.

 Hüsrev

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir cilve-i inayet-i Rabbâniyedir ki, daha müdafaatımızı ve evraklarımızı ve kitapları görmeden, yalnız perde altında hissedip Maarif [bilgiler] Vekilinin dehşetli püskürmesi ve hücumu, Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve Hücumat-ı Sittenin [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] Zeyli [ek] gibi gayet şiddetli mahrem risaleleri en ehemmiyetli makamat bilfiil tenkid için tetkik etmesi ve müdafaatımın ciddî, dokunaklı küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] cür’etkârâne darbeleri Ankara’nın bize karşı çok şiddetli davranmasını beklerken, meselenin azametine nisbeten gayet mülâyimane, belki musalâhakârâne [barış yapma] vaziyet almış.

443

Ve bu cilve-i inayetin bir hikmeti de şudur: Risale-i Nur’un, umum memlekete alâkası cihetiyle umumî bir dershanede ve büyük makamatta dikkat ve merakla okunmasıdır. Evet, bu zamanda böyle yüksek bir ders, elbette böyle cemiyetli ve küllî ve umumî dairelerde okunması, büyük bir inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığına bir kuvvetli emâredir.

Kardeşlerim, herhalde bu kadar sıkıntı ve zararı çeken zayıf bir kısım aile sahipleri, bir derece Risale-i Nur’dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahliyeden sonra değişmek ihtimaline binaen derim: Bu derece kıymettar bir mala bu maddî ve mânevî fiyat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasârettir. [zarar] Hem herbirisi, Risale-i Nur’un eczalarını ve alâkadarlarını ve bizi muhafaza ve yardım ve hizmeti birden bıraksa, hem ona, hem bizlere lüzumsuz bir zarardır. Onun için, ihtiyatla [dikkat, tedbir] beraber, sadakatı ve irtibatı ve hizmeti değiştirmemek lâzımdır.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir cilve-i inayet-i Rabbâniye ve bir himayet-i hıfz-ı İlâhiyedir ki, Ankara’da ehl-i vukuf [bilirkişi] heyeti, Risale-i Nur’un hakikatlerine karşı mağlûp olup, şiddetli tenkit ve itirazın çok esbabı varken âdeta beraatine karar verdiklerini işittim. Halbuki mahremlerin şedit [çok şiddetli] ifadeleri ve müdafaatın dokunaklı meydan okumaları ve Maarif [bilgiler] Vekilinin dehşetli hücumu ve ehl-i vukuf [bilirkişi] heyetinde maarif [bilgiler] dairesine mensup ehemmiyetli iki maddî feylesofların ve yeni icadlara tarafdar büyük bir âlimin bulunması ve bir seneden beri gizli zındıka komitesi aleyhimize Halk Fırkasını ve Maarifi [bilgiler] sevk etmesi cihetiyle, ehl-i vukufun [bilirkişi] pek şiddetli itirazları ve bizi ağır cezalarla ittiham [suçlama] etmelerini beklerken, himayet ve inayet-i Rahmâniye [çok merhametli ve şefkatli olan Allah’ın inayeti, yardımı]  

444

imdada yetişip onlara Risale-i Nur’un yüksek makamını göstererek, şiddetli tenkitlerden vazgeçirmiş. Hattâ bizi cezalardan kurtarmak fikriyle ve Eskişehir meselesi ve Otuz Bir (31) Mart hadise-i meşhuresiyle beni sabıkalı [daha önceden geçen] bir mücrim-i siyasî nazarıyla baktırmamak ve sırf din ve iman için hareket ettiğimizi ve siyaset fikri bulunmadığını göstermek fikriyle demişler ki: “Said Nursî, eskiden beri ara sıra peygambere verasetlik dâvâsında bulunur. Kur’ân ve iman hizmetinde müceddidlik [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] tavrını alır, yani bazen bir nevi cezbeye mağlûp olup meczubâne hareket eder.” İşte bu fıkra [bölüm] ile, feylesofların dinsizce tâbirlerle, kim olursa olsun din lehinde [tarafında] kuvvetli hareket edenlere, vazifesi, müceddidlik [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] irsiyetiyle [miras] yapıyor diye, hem bir kısım kardeşlerimiz haddimden çok ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] tenkit etmek, hem bana bir cezbe isnad ile şiddetlerimde beni siyasetten ve cezadan tebrie [beraat ettirme] etmek ve bize muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve düşman olanlarını bir derece okşamak ve işaret-i Kur’âniye ve keramât[kerametler] Aleviye ve Gavsiye hakikatleri kuvvetli olduklarını göstermek ve herkese kıyasen bende dahi bulunması tahminlerince muhakkak olan hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] ve enâniyet ve hodfuruşluğu kırmak için, o dinsizce feylesofâne [felsefeci gibi] tabirini istimâl [kullanma] etmişler. O tabire karşı Risale-i Nur, baştan nihayetine kadar güneş gibi bir cevaptır. Ve mesleğimiz, terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve uhuvvet [kardeşlik] olmasından, bizde hodfuruşâne [beğenerek] şatahat [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] bulunmadığından, Yeni Said’in Risale-i Nur zamanındaki mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] hayatı ve mübarek kardeşlerinin ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] hatıra bakmayarak mükerrer derslerle tâdil etmesi, o tâbirle işmam [hissetirme] edilen mânâyı tam çürütüyor, izale [giderme] eder.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bize ihbar edene ve yazana zarar gelmemek için, şimdilik ehl-i vukufun [bilirkişi] ittifakıyle kararlarını size göndermeyeceğim. Bu son ehl-i vukuf, [bilirkişi] bütün kuvvetiyle

445

bizi kurtarmak ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve bid’iyyâtın şerrinden muhafaza etmek için çalışmışlar, bize isnad edilen bütün suçlardan tebrie [beraat ettirme] ediyorlar. Ve Risale-i Nur’dan tam ders aldıklarını ihsas [hissettirme] edip, Risale-i Nur’un ilmî ve imanî kısmının ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile vâkıfâne [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] yazıldığını ve Said ise hem samimî, hem ciddî kanaatlerini beyan ederek ondaki kuvvet ve iktidar, isnad edildiği gibi tarikat icadı veya cemiyet kurmak veya hükûmetle mübareze [karşı koyma] etmek değildir, belki yalnız Kur’ân’ın hakikatlerini muhtaçlara bildirmek kuvvet ve iktidarıdır diye müttefikan [birleşerek] karar vermişler. Ve “gayr-ı ilmî[ilim dışı] tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki: “Bazen cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilâl-i ruhiyeye kapılmasından, bu eserlerle mes’ul olmamak lâzım geliyor” mânâsını ifham [(he ile) anlatma] ediyorlar. Ve “Eski Said”, “Yeni Said” tâbirinde iki şahsiyet; ve ikincisinde, fevkalâde bir kuvvet-i imaniye [iman gücü] ve ilm-i hakaik-i Kur’âniye mânâsını, feylesofların hatırı için “Bir nevi cezbe ve ihtilâl-i dimâğiye ihtimali var” diye hem bizi şiddetli tabiratın [tabirler, ifadeler] mes’uliyetinden kurtarmak, hem muarızlarımızı [itiraz eden, karşı gelen] okşamak için “sem [zehir] u basar [görme] cihetinde halüsinasyon hastalığı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir” demişler. Onların bu ihtimalini esasıyla çürüten, ellerine geçen ve bütün akılları geri bırakan Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve bütün avukatlara hayret veren Müdafaa ve Meyve Risaleleri kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] bir cevaptır. Ben çok şükrediyorum ki, bir hadîs-i şerifin mazhariyeti bu ihtimalle bana verilmiş.

Hem o ehl-i vukuf, [bilirkişi] bütün kardeşlerimizi ve beni tam tebrie [beraat ettirme] edip derler: “Said’in âlimâne ve vâkıfâne [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] eserlerine iman ve âhiretleri için bağlanmışlar; hiçbir cihette hükümete karşı bir suikastlarına dair bir sarahat [açıklık] ve bir emâre, ne

446

muhaberelerinde ve ne de kitap ve risalelerinde bulmadık” diye o hey’etin ittifakıyla karar verip biri feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] Necati, [kurtuluş] biri Yusuf Ziya (âlim), biri de feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] Yusuf namlarında imza etmişler.

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir tevâfuktur ki, biz bu hapse kendimiz hakkında bir medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ve Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] onun meyvesidir dediğimiz gibi, bu iki Yusuf dahi perde altında “Biz dahi o medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] derse hissedarız” lisan-ı halleriyle [beden dili] ifade etmeleridir. Hem cezbeye lâtif [berrak, şirin, hoş] bir delilleridir ki, Otuz Üçüncü Söz ve otuz üç pencereli Otuz Üçüncü Mektup gibi tabirleri, hem kendi kedisinin “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm[ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] tesbihini işitmesi, hem kendini bir mezar taşı görmesi, cezbe ve halüsinasyon ihtimaline delil göstermeleridir.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Madem biz, çok emârelerle inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız. Ve madem gayet çok ve insafsız düşmanlara karşı Risale-i Nur mağlûp olmadı, Maarif [bilgiler] Vekilini ve Halk Fırkasını bir derece susturdu. Ve madem bu kadar geniş bir sahada ve meselemizi pek ziyade i’zam ile hükûmeti telâşa düşürenler, herhalde iftiralarını ve yalanlarını bir derece setretmeye [örtme] bahanelerle çalışacaklar. Elbette bize lâzım: Kemâl-i teslimiyetle [tam bir bağlılık, teslimiyet] sabır ve temkinde [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayale [hayal kırıklığı] düşmemek ve bazen ümidin hilâf-ı zuhuruyla meyus [ümitsiz] olmamak ve muvakkat [geçici] fırtınalarla sarsılmamak.

Evet, gerçi inkisar-ı hayal, [hayal kırıklığı] ehl-i dünyada [dünyada yaşayanlar] kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] ve şevklerini kırar; fakat meşakkat ve mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve sıkıntıların altında inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetin

447

iltifatlarını gören Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] inkisar-ı hayal, [hayal kırıklığı] gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetlerini takviye etmek lâzım geliyor.

Kırk sene evvel ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] bana bir cinnet-i muvakkate isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum,

وَكُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَلٰكِنْ عَلٰى قَدَرِ الْهَوٰى اِخْتَلَفَ الْجُنُونُ * 1

kaidesini sizlerde görüyorum demiştim. Şimdi dahi beni ve kardeşlerimi şiddetli bir mes’uliyetten kurtarmak fikriyle bana mahrem risale cihetiyle ara sıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkate isnad edenlere aynı sözleri tekrarla beraber, iki cihetle memnunum:

Birisi: Hadîs-i sahihte [sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis] vardır ki, “Bir adam kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazandığına, avâm-ı nâsın [halk tabakası] akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemâl-i imanına [tam ve mükemmel bir iman] ve tam itikadına [inanç] delâlet eder”2 diye ferman ediyor.

İkinci cihet: Ben, bu hapisteki kardeşlerimin selâmetleri ve necatları [kurtuluş] ve zulmetten kurtulmaları için, değil yalnız bir divanelik isnadını, belki kemâl-i fahir ve ferahla tamam aklımı ve hayatımı feda etmesini kabul ediyorum. Hattâ siz münasip görürseniz, o üç zâtlara benim tarafımdan bir teşekkürname yazılsın ve onları mânevî kazançlarımıza teşrik ettiğimiz bildirilsin.

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede hâlis arkadaşlarım ve hak ve hakikat ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve âhiret yolunda ayrılmaz yoldaşlarım,

Biz birbirimizden ayrılmak zamanı yakın olması cihetiyle, sıkıntıdan neş’et [doğma] eden gerginlikler ve kusurlar yüzünden İhlâs Risalesinin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] düsturları [kâide, kural] muhafaza

448

edilmediğinden, siz birbirinizle tamam helâllaşmak lâzımdır ve zarurîdir. Siz, birbirinize en fedakâr, nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilâf-ı me’mul ihtilafınızı ve enâniyetinizi nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] vermiyorum ve Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] yakıştıramıyorum. Belki nefs-i emmâresini [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] terkeden evliyalarda dahi bulunan bir nevi muvakkat [geçici] enâniyet telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. Siz benim bu hüsn-ü zannımı [güzel düşünce] inat ile kırmayınız, barışınız.

ba

Kardeşlerim,

Ehl-i vukuf [bilirkişi] raporundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız [itiraz eden, karşı gelen] tâifeleri mağlûp ediyor ki, Hüccetullahi’l-Bâliğa [delil] ve İhtiyar ve İhlâs Risalelerini tekrarla nazar-ı dikkati celb [çekme] ediyorlar. Hem gayet sathî [sığ, yüzeysel] ve cevapları pek zâhir ve güya müteassıbane hocavâri tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakikî mutabık olan meseleleri anlamadan “mâbeynlerinde [ara] tezat var” demeleri ve risalelerin yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri Hücumat-ı Sitte [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] Zeylinin [ek] pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmesine mukàbil, yalnız “nezahet-i lisaniye” demişler. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanlar âhirzamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya Zeylin [ek] şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa [yetinme] etmeleri, kat’iyen [kesinlikle] onların Risale-i Nur’a karşı mağlûbiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor.

Said Nursî