BARLA LAHİKASI – Takdim, Mukaddeme (32-55)

32

Risale-i Nur Külliyatından

BARLA LÂHİKASI

Bediüzzaman Said Nursî

33

 Takdim

Bu lâhika mektupları—ki Yirmi Yedinci Mektuptur—Risale-i Nur’un ilk telifiyle [kaleme alma] başlayıp devam edegelmiştir. Risaleler Barla’da telif [kaleme alma] edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risaleleri okumak ve yazmak suretiyle istifade ve istifâza ettiklerinde, hissiyatlarını, iştiyak [arzu, istek] ve ihtiramlarını, [hürmet etme, saygı gösterme] bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazret-i Üstada mektuplarla takdim etmişler, bazı müşkülâtlarının ve suallerinin halledilmesini rica [ümit] etmişler; böylece hem Hazret-i Üstadın, hem talebelerin mektupları ile Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhika mektupları vücuda gelmiştir.

Barla Lâhikaları:

Risale-i Nur’un Barla’da telif [kaleme alma] edildiği ve kalemle istinsah [kopyasını çıkarma] edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak [arzulu, aşırı istekli] talebelerinin, Nurların hemen telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifâzalarını dile getiren fıkralarını [bölüm] ve Hazret-i Üstadın da bazı mektuplarını ihtiva etmektedir.

Kastamonu Lâhikaları ise:

Eskişehir hapsinden tahliyeden sonra Nur Müellifi Kastamonu’ya nefyedilmiş, [gönderilme, sürgün] Denizli hapsi zamanına kadar orada ikamete mecbur edilmiş; bu müddet zarfında Nur Müellifi Isparta’daki talebeleri ile daimî muhabere ederek Nurların hatt-ı Kur’ân’la yazılıp çoğalması, neşri ve inkışafı ve eski yazı bilmeyen gençlerin istifadesi için de, Risale-i Nur Külliyatından bazı bahislerin daktilo ile çoğaltılması hususunda şedit [çok şiddetli] alâka göstermiş ve Risale-i Nur’un mâhiyeti, kıymeti, deruhte [üstüne almak] ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazife-i imaniyesi [iman hakikatlerini yayma görevi] ve mazhariyeti, hem talebelerinin tarz-ı hizmetleri, mütecaviz [aşkın] dinsizler karşısında sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetleri [gayret, kararlılık] ve ehl-i İslâmın [Müslümanlar] birbiri ile muamelâtında [davranışlar] takip edecekleri ihlâslı hareketleri gibi, dahilî ve haricî

34

birçok meselelere temas etmiştir. Bu itibarla, Kastamonu lâhika mektupları, bilhassa yazıldığı zaman itibarıyla da büyük ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] eden bir devrin mahsulü olması ve birçok içtimaî [sosyal, toplumsal] meseleleri ve küllî imanî bir nazar-ı hakikatle [gerçek, doğru bakış] mütalâa, mülâhaza [düşünme, akla getirme] ve küllîleşmesi gibi cihetlerde büyük kıymeti hâizdir.

Emirdağ lâhika mektupları birinci kısmı:

15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraat ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] kararıyla Emirdağında ikamete memur edilen Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağında ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve üniversite talebeleri ve Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik [alakalı, ilgili] bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır.

İkinci kısım ise:

1948-1949 Afyon Cezaevinde yirmi ay mevkufen [tevkif edilmiş, tutuklu] kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağına avdet [geri dönme] edip orada bir müddet kaldıktan sonra, 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakip, oradan da Gençlik Rehberi mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağında iken talebelerine yazdığı mektuplar ve mahkemelere ve dâvâlara temas eden meselelere dair müteaddit [bir çok] bahislerdir.

1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon cezaevlerinde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek kıymettar hapishane mektupları ise, yine Müellif-i Muhterem [muhterem, saygıdeğer yazar] Hazret-i Üstadın neşrini tensibiyle Şuâlar mecmuasında aynen neşredilmiştir. Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektupları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, [imanın bereketi] ihlâs ve sadâkatlerini, şehamet-i imaniyelerini ifade ile Üstadlarına arz etmek ve teşekküratlarını [teşekkürler] bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’âniyenin [Kur’ân dersi]

35

muhatapları olduklarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Ve Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstadın dâvâsına birer şahit hükmünde bulunuyor.

Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve neşriyle beraber bu lâhika mektuplarının zuhuru, devamı ve neşri, bizzat Muhterem Müellifi tarafından yapılması ve tensip edilmesi ve müteaddit [bir çok] mektuplarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların ehemmiyetini tebarüze kâfidir.

Evet, Risale-i Nur’un telifi, [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin [Risale-i Nur Hizmeti] ve ders-i Kur’âniyenin [Kur’ân dersi] tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde [öğrenme] ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval [durumlar] ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] metanet [gayret, kararlılık] ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] inkişafında [açığa çıkma] suhulete [kolaylık] medar [kaynak, dayanak] olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir. [açık, aşikâr]

İşte Hazret-i Üstadın bu gibi şüphe götürmez hakikatlere ve meselelere isabetle parmak basıp dikkati çekmesi, talebelerini ikazda bulunması, elbette bu hizmet-i kudsiyenin [kutsal hizmet] ehemmiyeti iktizasındandır. [bir şeyin gereği]

Hem bu lâhikaların bir kısmı ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları [kâide, kural] muhtevîdir. Nitekim yüzer vakıalar, hâdiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Nurların birinci talebesi Hulûsi Bey, Hazret-i Üstada arz ettiği bir mektubunda, “Dünyayı unutmak isteseniz, başka hiçbir sebep olmasa dahi, yalnız bu mübarek Sözlerle rabıta [bağ] peydâ eden insanların rica [ümit] edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız… Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilmînizde takrir [yerleştirme] buyurduğunuz mütenevvi [çeşit çeşit] ve Sözler’e bile geçmeyen mesâil, [meseleler] kat’iyetle

36

gösteriyorlar ki, ihtiyaç da, hizmet de bitmemiştir” demekte ve Nurların hizmetinde, ikaz, ihtar ve irşatlara ihtiyaç bulunacağını ifade etmektedir ki, ondan sonra zuhur eden ihtiyaca muvafık lâhikalar, o mübarek zâtın isabetli sözünü teyid etmiştir.

Bu lâhikalarda görüleceği gibi, Nur Müellifi Aziz Üstadımız Risale-i Nur’un neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale [meşgul olma, uğraşma] ehemmiyet vermekte, talebelerini daima teşvik etmektedir. Bunun lüzum ve hikmeti ise, şüphesiz, izahtan varestedir. Zira, asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta [değer, kıymet] olup, yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları, hem tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyunun din ve mâneviyat aleyhindeki neşriyatı, hem küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] cereyanı ki, hiçbir din ve mâneviyâtı tanımayan ve Allah’a iman hakikatine karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdit eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] aşılamak isteyen kitap, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plâna alındığı böyle acip ve dehşetli bir zamanda, elbette Risale-i Nur’a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.

Çünkü, Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve bu zamanın dinsizliğine karşı mânevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının mâneviyât-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, mâneviyât-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ [birer birer] iman-ı tahkikîden [araştırma ve incelemeye dayanan iman] gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalblerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’ân’ımızın ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve irşadıyla [doğru yol gösterme] ve dersiyle ifa ediyor. Tefekkür-ü imanî [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] dersiyle, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] ve maddiyyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor, iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı meselelerinde iman hakikatlerinin ispatını güneş zuhurunda gösteriyor.

37

Bu gibi çok cihetlerle Risale-i Nur bu zamanda ehl-i iman [Allah’a inanan] ve İslâm için ön plânda ele alınması icap [gerekli kılma] eden ehl-i iman [Allah’a inanan] elinde mânevî elmas bir kılıçtır. Asrın idrâkine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyiz ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] tarikiyle âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’ânîdir, [Kur’ân dersi] küllî mârifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] burhanlarıdır. [delil]

Asrımızın efkârının [fikirler] anlayışına ve idrâkine hitap edici mâhiyeti ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bilhassa bu memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Asırlarca Kur’ân’a bayraktarlık yapan ve dünyayı diyanetiyle ışıklandıran bu necip [soylu, soyu temiz, asil] millet, yine dünyaya örnek, ahlâk ve fazilette üstad olarak insanlığın geçirdiği müthiş buhranlardan halâs [kurtulma] için çare-i necatı [kurtuluş çaresi] göstermektedir. Beşeriyeti dehşetli sadmelere [darbe, yıkıcı müdahaleler] uğratan, tehdit eden, anarşiliğin, ifsat [bozgunculuk, kargaşa] ve tahribin, yegâne çaresi ancak ve ancak İlâhî, [Allah tarafından olan] semâvî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyettir. [İslâm hakikatleri, gerçekleri] Risale-i Nur, hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ve Kur’âniyeyi müspet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.

Hem Nur Müellifi bir mektubunda “Dahilde tarafgirâne adâvet [düşmanlık] ve münakaşalara vesile olan fürûatı [dallar, kollar] değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ve beşerin medar-ı saadeti [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] ve umum İslâmın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-i imaniyesini [iman hakikatleri, esasları] bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim” demek suretiyle, hizmet-i İslâmiyenin ve mesâil-i diniyenin umumunu tazammun [içerme, içine alma] eden vüs’at [genişlik] ve camiiyeti [kapsayıcılık] hâiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nev’ini teyit ve teşvik ettiğini ve bir cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye [Kur’an’ın temel prensiplerinden hareketle açılan en büyük cadde] olan Risale-i Nur dairesinin umum ehl-i iman [Allah’a inanan] ve İslâm’a şâmil [içine alan] bulunduğunu ifade ediyor.

38

Ve yine aynı mektubunda, devamla, “Hattâ değil Müslümanlarla, belki dindar Hıristiyanlarla dahi dost olup adâveti [düşmanlık] bırakmaya çalışıyorum”; Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve komünizm altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle [beden dili] “Dünya fânidir, firaklarla [ayrılık] doludur. Ey insanlar, adâveti [düşmanlık] bırakınız, Kur’ân dersini dinleyip birleşiniz; yoksa sizi mahvedeceğiz” diye beyanıyla bu zamanın şartları ve icapları [gerekli kılma] karşısında tarz-ı hizmeti yine Kur’ân’ın nuruyla göstererek hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] irşadın [doğru yol gösterme] ve tevfik-i İlâhiyeye [Allah’ın yardımı] muvafık hareketle isabetli hizmetin ifası gibi noktalardan Risale-i Nur’un lüzum ve ehemmiyetini tebarüz ettiriyor.

İşte, lâhika mektupları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî meseleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] esaslarını ders veriyor.Haşiye [dipnot]

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları

 Tahirî, Zübeyir, Hüsnü [güzellik] Bayram, Mustafa Sungur, Bayram

• • •

39

(Yirmi Sekizinci Mektup’tan)

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ *1

Şu Mesele, Yedi İşarettir.

Evvelâ, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde birkaç sırr-ı inâyeti [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden Yedi Sebebi beyan ederiz.

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] evvel ve evâilinde, [önceler, başlangıçlar] bir vakıa-i sadıkada [doğruluğundan şüphe edilmeyen olay, doğru rüya, keşif] görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk [şiddetli patlama] etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”

Birden, o halette [hal, durum] iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk [şiddetli patlama] olacak. O infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı [mu’cize oluş] onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın [mu’cize oluş] bir nev’ini şu zamanda izharına, [açığa çıkarma, gösterme] haddimin fevkinde [üstünde] olarak, benim gibi bir adam namzet [aday] olacak. Ve namzet [aday] olduğumu anladım.

Madem i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i’câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı [damlalar, sızıntılar] ve berekâtı nev’inden olan hizmetimizdeki inâyâtı [inâyetler, yardımlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, i’câza [mu’cize oluş] yardımdır ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek gerektir.

İKİNCİ SEBEP: Madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda [usuller, yollar] rehberimizdir. O kendi kendini methediyor. Biz de onun dersine ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] onun tefsirini methedeceğiz.

40

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir. Ve o risaleler ki, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ekser sûrelerde, hususan الۤر ٰ ‘larda, حٰم ۤ ‘lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] gösteriyor, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylüyor, lâyık olduğu methi kendi kendine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas [yansıma, aksetme] etmiş Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lemeât-ı i’câziyesinden [mu’cizelik parıltıları] ve o hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmet olan inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] izharına [açığa çıkarma, gösterme] mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sözler hakkında, tevazu [alçakgönüllülük] suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik [doğru gerçekler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] süzülmüş bazı katarattır. [damlalar] Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân‘ın [Kur’ân seması] yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta [itirazlar] ve tenkidâta [tenkitler, eleştiriler] medar [kaynak, dayanak] olabilen ve sukut [alçalış, düşüş] edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, [insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hususlar] bir eserdeki mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] o eserin masdarı [fiillerin asıl kökü] ve menbaı [kaynak] zannettikleri müellifinin [telif eden, kitap yazan] etvârında [haller, tavırlar] aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi [yüce hakikatler] ve o cevâhir-i gàliyeyi [kıymetli cevherler] kendim gibi bir müflise [iflas etmiş] ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına [meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları] mazhar [erişme, nail olma] olduklarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, [özellik] kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

41

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Bazan tevazu, [alçakgönüllülük] küfrân-ı nimeti [nimete karşı nankörlük] istilzam [gerektirme] ediyor; belki küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur. Bazan da tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki [tek çare] ne küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] çıksın, ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ikrar edip, fakat temellük [sahiplenme] etmeyerek, Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] eser-i in’âmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir elbise-i fâhireyi [değerli elbise] biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne [alçakgönüllülükle] desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur ve hulleyi [Cennet elbisesi] sana giydiren mahir san’atkâra [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne [iftihar ederek] desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne [gururlu bir şekilde] bir fahirdir. [övünme]

İşte, fahirden, [övünme] küfrandan [inançsızlık, inkâr] kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır [elbise] ve dolayısıyla libası [elbise] bana giydirenindir; benim değildir.”

İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza [yer küre, dünya] bağırarak derim ki:

Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden [doğru gerçekler] telemmu’ etmiş şualardır.

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ * 1

düsturuyla [kâide, kural] derim ki:

وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْاٰنِ

Yani, “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını [mucizeliğin hakikatleri, esasları] ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı [tabirler, ifadeler] da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma]

42

BEŞİNCİ SEBEP: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten [velâyet makamında olanlar, velî kullar] işittim ki: O zât, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç [çıkarma] etmiş ve kanaati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zulümâtını dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar [bekleme] ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar [hazırlama] ediyoruz.

Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] beyan etmekte medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olur.

ALTINCI SEBEP: Sözlerin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] bir muvaffakiyettir. [başarı] Muvaffakiyet [başarı] ise izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir.

Muvaffakiyetten [başarı] geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükr-ü mânevîdir. [mânevî şükür]

Ondan dahi geçse, olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olur. Biz mazhar [erişme, nail olma] olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız [irade dışı] ve habersiz gelen bir kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izharı [açığa çıkarma, gösterme] zararsızdır.

Eğer âdi kerâmâtın [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] fevkine [üstüne] çıksa, o vakit, olsa olsa Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] şûleleri [gür ışık/alev] olur. Madem i’câz izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir; elbette i’câza yardım edenin dahi izharı, [açığa çıkarma, gösterme] i’câz hesabına geçer. Hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] yüzde sekseni ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna [güzel düşünce] binaen, makbul ve mutemed [güvenilir] insanlardan işittikleri mesâili [meseleler] takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zaif bir adamın elinde zaif görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki [anlama, kabul etme] eder.

43

İşte, ona binaen, benim gibi zaif ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında [bakış açısı] düşürmemek için, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam [çalıştırma] ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta [inâyetler, yardımlar] ve teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.

İşte, geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Birinci Nüktesinde [derin anlamlı söz] beyan edilmiştir ki, tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler]

Ezcümle, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] Mektubatında, Üçüncü İşaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasında, iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki [geri kalan] bütün sahifelerde, kemâl-i muvazenetle, [tam bir denge] iki yüzden ziyade Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insafla iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki, tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli [çokluk] emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur, ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi, iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] birbirinin yüzüne baksa, elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki, ehl-i belâgatin kitaplarında belâgatin derecâtı [dereceler] bulunduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâgat, derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] çıkmış; kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir âyinesi [aynası] olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın mu’cizeleri] bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’ân’ın

44

bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] umum kitapların fevkinde [üstünde] bir derece-i garabet [gariplik derecesi] gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki, mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] ve mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nevi kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, o âyinelerde tecellî ve temessül [belirme, görünme] ediyor.

İKİNCİ İŞARET

Hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ait inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] ikincisi şudur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim gibi kalemsiz, [okur yazar olmayan] yarım ümmî, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] kimsesiz, ihtilâttan [birbirine karışma] men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, [çok gayretli] fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan [bağış] etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi, [Kur’ân vazifesi] o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise, Hulûsi’nin tabiriyle telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri’nin tabiriyle Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle [özellik] beraber, yine Sabri’nin tabiriyle bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y [çalışma] ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] ve envâr-ı imaniyeyi [iman nurları] etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye [iman nurları] muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur [usanç] verecek ve şevki kıracak çok esbab [sebebler] varken, bunların fütursuz, [usanmadan] kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı]

Evet, velâyetin [velilik] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, niyet-i hâlisanın [saf, temiz niyet] dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Samimiyetin dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Bahusus, [hususan, özellikle] lillâh için olan bir uhuvvet [kardeşlik]

45

dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün [dayanışma] çok kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir veliyy-i kâmil [kemâle ermiş veli] hükmüne geçebilir, inâyâta [inâyetler, yardımlar] mazhar [erişme, nail olma] olur.

İşte, ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki [fetihler, yayılmalar] inâyâtı [inâyetler, yardımlar] benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide [inatçı] karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Çünkü hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki [anlama, kabul etme] edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, [doğru gerçekler] avâmlara da, çocuklara da bildiriyor.

Hem meselâ, sırr-ı kader [kader sırrı] ve cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, [büyük âlim] kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemât-ı [evvel, önce] İsnâ Aşer namıyla telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] bildirdiği aynı mesâili, [meseleler] kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın [bahis, kısım] iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] ve tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] i’câzıyla [mu’cize oluş] keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] ve o muammâ-yı hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirindeki remizli [işaretli] nüktede [derin anlamlı söz] ve

46

Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın [hayret veren, hayranlık uyandıran faaliyet] tılsımını ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] ve âkıbetinin muammâsını ve tahavvülât-ı zerrattaki [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] harekâtın sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] keşf ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti, [Allah’ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik] hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] ile nihayetsiz bu’diyetimiz [uzaklık] olan hayret-engiz [hayret verici] hakikatleri, kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] müsavi [eşit] olduğunu ve haşr-i âzamda [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] umum zîruhun [ruh sahibi] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] gösteren Yirminci Mektuptaki وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi [içeren, içine alan] onun zeyli, [ek] şu azîm sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî [insan zekası] ihata [herşeyi kuşatma] edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, [dağınık, karışık] vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin [doğru gerçekler] ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] dekaikiyle [incelikler] zuhuru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret]

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Elli altmış risalelerHaşiye öyle bir tarzda ihsan [bağış] edilmiş ki, değil benim gibi az

47

düşünen ve zuhurata [görünümler, gelişmeler] tebaiyet [tabi olma, uyma] eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ehl-i tetkikin [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] sa’y [çalışma] ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, [kaleme alma] doğrudan doğruya bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, [doğru gerçekler] temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] vasıtasıyla, en âmi [basit, sıradan] ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin [doğru gerçekler] çoğunu, büyük âlimler “Tefhim [anlatma] edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] da bildiremiyorlar.

İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi [basit, sıradan] bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri–kısmen–o sû-i iştiharı [kötü şöhret] tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât [kolaylık] ve suhulet-i beyan, [açıklama kolaylığı] elbette, bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] bir eser-i inâyettir [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] bir temessülüdür [belirme, görünme] ve in’ikâsıdır. [yansıma]

BEŞİNCİ İŞARET

Risaleler umumiyetle pek çok intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi [basit, sıradan] adama kadar ve ehl-i kalb [kalb ehli] büyük bir velîden tut, tâ en muannid [inatçı] dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs [insan sınıfları] ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın yardım eseri, belirtisi] ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın [araştırma] neticesiyle ancak husul [meydana gelme] bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş [dağınık, karışık] eden sıkıntılı inkıbaz [tutulma, tutukluk] vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve bir ikram-ı Rabbânîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] biliyorlar ki, On Dokuzuncu Mektubun beş parçası, birkaç gün zarfında, hergün

48

iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte, hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması, hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik [derin ve ince] bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, teliften [kaleme alma] men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihal [her durumda] bir kısım mesâili, [meseleler] bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] olduğu bizce muhakkaktır.

ALTINCI İŞARET

Şimdi bence kat’iyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı [evvel, önce] ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] izharı, [açığa çıkarma, gösterme] onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ, şu yedi sene nefyimde [gönderilme, sürgün] ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm [sıyrılma] ve meşrebime [hareket tarzı, metod] muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat

49

etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çok rabıtalarından [bağ] ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat [baskılar] perdesi altında bir dest-i inâyet [koruyucu el] tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir [fikir ve düşünceyi sadece bir şeye yöneltmek] ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet [kaçınma, uzak durma] ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli [teselli kaynağı] ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt [doğma] eden bir hâcete [ihtiyaç] binaen, âni ve def’î [bir anda, kısa zamanda] olarak ihsan [bağış] edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

İşte, ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr [adı geçen] hâletler [durum] ve sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] ve ulûmların [ilimler] envâlarındaki hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] ihtiyarsız [irade dışı] tetebbuâtım, [araştırıp incelemeler] böyle bir netice-i kudsiyeye [kutsal sonuç] müncer olmak [sonuçlanmak] için kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

YEDİNCİ İŞARET

Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa [abartısız] yüz eser-i ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramının eseri, sonucu] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] gözümüzle gördük. Bir kısmını On Altıncı Mektupta işâret ettik. Bir kısmını Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının [bahis, kısım] mesâil-i müteferrikasında, [çeşitli meseleler] bir kısmını Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan

50

Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] ve tebyizinde, [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] fevkalme’mul, [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] kerametkârâne [keramet göstererek] bir teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz; keramet-i Kur’âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet [geçim] hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette ihsan [bağış] ediyor, ve hâkezâ… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ki, biz istihdam [çalıştırma] olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altında bize hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا اٰمِينَ * 3

• • •

51

 Mahrem bir suale cevaptır

Şu sırr-ı inâyet, [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor.”

Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ [korkmadan] derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] değil, şehadettir, şuhuddur. [görme] Taklit değil, tahkiktir. [araştırma, inceleme] İltizam değil, iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. [delil] Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye [imanın esasları] mahfuzdu, [korunmuş] teslim kavî [güçlü, kuvvetli] idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri [Allah’ı bilme ve tanıma] delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi [yeterli] idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye [bilimden gelen sapıklık, dalâlet] elini esâsâta [esaslar] ve erkâna [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan [bağış] eden Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bir şulesini, [gür ışık/alev] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma, [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan [bağış] etti.

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] cihetü’l-vahdetiyle, [birlik yönü] en dağınık meseleler toplattırıldı.

52

Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] merdiveniyle, en yüksek hakaike [doğru gerçekler] kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] esâsât-ı İslâmiyeye, [İslâm dininin esasları] şuhuda [görme] yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] mecbur oldu.

Elhasıl, [kısaca, özetle] yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] lemeâtındandır. [Lem’alar isimli eser] Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. [dua, yakarış] Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

Said Nursî

• • •

53

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

 Mukaddeme

Hulûsi Bey ve Sabri Efendinin mektuplarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, [bölüm] bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal [dahil etme, içine alma] edilmesinin beş sebebi var:

BİRİNCİSİ: Hulûsi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimî ve ciddî iştiyakı [arzu, istek] olmasıdır.

İKİNCİ SEBEP: Bu iki zât bilmiyorlardı ki, bir vakit şu fıkralar [bölüm] neşredilecek. Bilmedikleri için, gayet samimî, tasannusuz, [yapmacık] hâlisâne ve derece-i zevklerini ve o hakaike [doğru gerçekler] karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir surette yazmışlar. Onun için, o takdiratları takriz nev’inden değil, doğrudan doğruya, mübalâğasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci hassa: [duyular] Bana mensup herşeye malları gibi tesahup [sahiplenme, dost edinmek] ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve telif [kaleme alma] etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî vereselerdir. [varisler, mirasçılar]

İkinci hassa: [duyular] Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin [yaratılıştan gelen görev] en mühimi, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] hizmet olduğunu telâkkileridir. [anlama, kabul etme]

54

Üçüncü hassa: [duyular] Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalbine gelen şübehat [şüpheler, tereddütler] ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, [arzu, istek] yüksek bir derece-i şefkatte [şefkat derecesi] hissetmeleridir.

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Hulûsi Bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulûsi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifâya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşcasına, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile temsilâtım [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana hizmet-i Kur’ân [Kur’ân hizmeti] ve imanda bir talebe, bir muin [yardımcı] tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum…

Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i [akrabalık, yakınlık] nesliyeden daha ziyade bir karabet [akrabalık, yakınlık] kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. [en son nokta] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.

BEŞİNCİ SEBEP: Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünkü, mânen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahr [gurur, övünme] ve gurura medar [kaynak, dayanak] olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

55

dellâlı [davetçi, ilan edici] ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye [kutsal vazife] noktasında takdirat ve medih [övgü] bana ait olmayıp, nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] ve esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] ait olduğu için onu müftehirâne [iftihar ederek] değil, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı müteşekkirâne [teşekkür ederek] kabul ediyorum.

İşte bu iki şahıs, bu hakikati herkesten ziyade anladıkları için, onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, [övgü] Risale-i Nur eczaları içinde derc [yerleştirme] edilmeye sebep olmuştur. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bunların emsâlini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-i haktan ayırmasın. Âmîn.

اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا وَاِيَّاهُمَا وَاَمْثَالَهُمَا مِنْ اِخْوَانِنَا لِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ كَمَا تُحِبُّ وَتَرْضٰى بِحَقِّ مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلاَةِ وَاَتَمُّ التَّسْلِيمَاتِ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَمَا دَارَ الْقَمَرَانِ * 1

Said Nursî

• • •