İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – İfadetü’l-Meram (23-25)

23

 İfadetü’l-Meram

Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı Âlâdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yüce yer] irad [sunma, söyleme] edilen İlâhî [Allah tarafından olan] ve şümul[kapsam] bir nutuk ve umumî, Rabbanî [her bir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’a ait] bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri camidir. [cansız] Bu itibarla, zamanca, mekânca, ihtisasca dâire-i ihata[kapsam alanı, dairesi] pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın [gerçek anlamıyla] Kur’ân-ı Azîmüşşana [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] tefsir olamaz. Çünkü, Kur’ân’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, cami bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert, vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] ve sahib-i ihtisas [uzmanlık sahibi] olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi [hareket tarzı, metod] taassuptan [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] hâli [boş] olamaz ki, hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] görsün, bîtarafane [tarafsızca] beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dâvâ, kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez—meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar [erişme, nail olma] ola.

Binaenaleyh, Kur’ân’ın ince mânâlarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin [güzellikler] ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecellî eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkıkîn[gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri] ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla [araştırma, inceleme] bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim, kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, [düzenli olma, intizamlı] bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki,

24

umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye [dolaylı olarak kefil olma, gizli güvence] husule [meydana gelme] gelsin ve icma-ı millet, [milletin görüş birliğine varması] hücceti [delil] elde edebilsin.

Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] müfessiri, [açıklayan, yorumlayan] yüksek bir deha sahibi ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi [mükemmel velilik; kulluk noktasında mânevî mertebeleri aşarak Allah’ın yakınlığını ve dostluğunu elde etme mükemmelliği] haiz bir zât olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle [dayanışma] ve o heyetin telâhuk-u efkârından [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ve ruhlarının tenasübüyle [uygunluk] birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden [düşünce özgürlüğü] ve taassuplarından [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bulunur. İşte, Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tefsir edebilir.

Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktan beri bekliyorken, hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] kabilinden [gibisinden, türünden] olarak, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arefesinde bulunduğumuz zihne geldi.Haşiye [dipnot]

“Birşey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur’ân’ın bazı hakikatleriyle, nazmındaki [diziliş, tertip] i’câzına [mu’cize oluş] dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] patlamasıyla Erzurum’un, Pasinler’in dağ ve

25

derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım, yalnız sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; [nur üstüne nur] şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.

Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum.Haşiye [dipnot]

Maahâzâ, [bununla beraber] kaleme aldığım şu İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım. Ancak ulema-i İslâmdan [İslâm âlimleri] ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] takdirlerine mazhar [erişme, nail olma] olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz [kaynak] olmak üzere, o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım.