SÖZLER – Sekizinci Söz (62-69)

62

Sekizinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ * 1

 اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ * 2

ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî [insan ruhu] ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer din-i hak [hak din] olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi [insan ruhu] zulümâttan kurtaran Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu3 anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet [tabi olma, uyma] mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet [sıkıntı] vardır. Şimdi intihaptaki [seçmek] ihtiyar sizdedir.”

Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti [tabi olma, uyma] kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli [boş] bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten [orman] çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi.

63

Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş [yeşermiş] olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] yukarıdaki ayağına takarrüp [yaklaşmak] etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır [zararlı] haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.

İşte, şu adam, sû-i fehminden, [kötü anlayış] akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] güya birşey yokmuş gibi tecâhül [bilmezlikten gelme] edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır [zararlı] idi.

Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بى 1 Yani, “Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sûizan [kötü düşünce] ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] telâkki [anlama, kabul etme] etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş’umu [kötü] bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız.

İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder, kendi kendine ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü nizamı bilir, tebaiyet [tabi olma, uyma] eder, teshilât [kolaylık] görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.

64

Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Herşeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip, murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

Sonra, git gide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahrâ-i azîmeye [büyük ova, meydan] girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] ve güzel fikriyle, “Şu sahrânın bir hâkimi var. Ve bu arslan o hâkimin taht-ı emrinde [emri altında] bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Biraderi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada muallâk kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acip vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş [dehşete düşme] etti—fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki:

“Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et [doğma] eder ki: “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?”

Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş’et [doğma] etti. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et [doğma] etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et [doğma] etti.

Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat’î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî [gizli] hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar [hazırlama] ettiği et’imeye [yiyecekler] birer işaret suretinde o ağacı tezyin [süsleme] etmiş olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] oldu. Bağırdı ki:

65

“Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet [sığınma] ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”

Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih [temiz] ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb [değişim, devrim] etti ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at şekline girdi.

İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene [karşılaştırma/denge] edelim. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.

Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, [bekleyen, hazır] titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar [göz alıcı güzellik] bir bahçeye davet edilir.

Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf, [korku] mahbub [sevimli/sevgili] bir marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor.

Hem o bedbaht, vahşet ve meyusiyet [ümitsizlik] ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ümit ve iştiyak [arzu, istek] içinde telezzüz [lezzet alma] ediyor.

Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] acip hizmetkârlarıyla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip eğleniyor.

Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tâcil [çabuklaştırma] ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar [bekleme] ile telezzüz [lezzet alma] eder.

Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim [karanlık] ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya [şikayet] hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle [sarhoş edici içki]

66

sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül [hayal etme] edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir [aşağılama] ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü [güzellik] derk [anlama, algılama] etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil”1 olan hükm-ü Kur’ânînin [Kur’ân’ın hükmü] sırrı zâhir oluyor.

Daha bunlar gibi sair farkları muvazene [karşılaştırma/denge] etsen, anlayacaksın ki, evvelkisinin nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ona bir mânevî cehennem ihzar [hazırlama] etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti [güzel niyet] ve hüsn-ü zan[güzel düşünce] ve hüsn-ü hasleti [güzel özellik, huy] ve hüsn-ü fikri, [güzel düşünce] onu büyük bir ihsan [bağış] ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar [erişme, nail olma] etmiş.

Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle ve hükmüne mutî [emre uyan] ol ve ona yapış ve ahkâmıyla [hükümler] amel et.

Şu hikâye-i temsiliyede [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] olan hakikatleri eğer fehmettinse, hakikat-i din ve dünya ve insan ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin istihrac [çıkarma] et.

İşte, bak: O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min [imanlı insanın ruhu] ve kalb-i salihtir. [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi] Diğeri ruh-u kâfir [inkâr eden, inanmayan insanın ruhu] ve kalb-i fâsıktır. [günahkâr insanın kalbi] Ve o iki tarikten sağ ise, tarik-i Kur’ân [Kur’ân’ın çizdiği hak yol] ve imandır. Sol ise, tarik-i isyan ve küfrandır. [inançsızlık, inkâr]

Ve o yoldaki bahçe ise, cemiyet-i beşeriye [insan topluluğu] ve medeniyet-i insaniye [insanlık medeniyeti] içinde muvakkat [geçici] hayat-ı içtimaiyedir [sosyal hayat] ki, içinde hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl [akıllı] odur ki, “Huz mâ safâ, [gönül hoşnutluğu] da’ mâ keder[“güzel ve duru olanı al, çirkin ve bulanık olanı bırak”] kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalble [kalp huzuru, rahatlığı] gider.

67

Ve o sahrâ ise, şu arz ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, beden-i insan [insan bedeni] ve zaman-ı hayattır. [ömür süresi] Ve o altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinlik ise, ömr-ü vasatî [ortalama ömür süresi] ve ömr-ü galibî [çoğunlukla yaşanılan ömür süresi] olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür [ömür süresi] ve madde-i hayattır. [hayat için lüzumlu olan madde] Ve o iki siyah ve beyaz hayvan ise gece ve gündüzdür.

Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan tarik-i berzahiye [kabir yolu] ve revâk-ı uhreviyedir. [âhirete bakan revak, kemer] Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.1 Ve o haşerat-ı muzırra [zararlı böcekler] ise, musibât-ı dünyeviyedir. [dünyadaki musibetler] Fakat, mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazât-ı İlâhiye [Allah’ın uyarıları] ve iltifatât-ı Rahmâniye [sonsuz merhamet sahibi Allah’ın iltifatları] hükmündedir.

Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevî nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, [sınırsız ikram ve cömertlik sahibi yüce Allah] onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, [benzer] hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış.2

Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] sikkesine [mühür] ve rubûbiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] hâtemine ve saltanat-ı Ulûhiyetin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] turrasına [mühür, nişan] işarettir. Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat [bitkiler] ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek,3 hem basit bir yemekten bütün cihazât-ı hayvaniyeyi [hayvanın organları] icad etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani, zîhayatın [canlı] yediği gayet muhtelifü’l-cins [çeşit çeşit, değişik türler] taamlardan o zîhayata [canlı] bir lâhm-ı mahsus [özel et] yapmak, bir cild-i basit [basit cilt, deri] dokumak gibi san’atlar, Zât-ı Ehad-i Samed [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] olan Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin sikke-i hassasıdır, [özel mühür] hâtem-i mahsusudur, [özel damga] taklit edilmez bir turrasıdır. [mühür, nişan] Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] has ve Kadîr-i Külli Şeye [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] mahsus bir nişandır, bir âyettir.

68

Ve o tılsım ise, sırr-ı imanla [iman sırrı] açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. [yaratılış hikmetinin sırrı] Ve o miftah [anahtar] ise, يَۤا اَللهُ لاَاِلٰهَ اِلاَّاللهُ 1 * اَللهُ لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 2 dur.

Ve o ejderha ağzı bahçe kapısına inkılâb [değişim, devrim] etmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] için vahşet ve nisyan [unutkanlık] içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı [iç] gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] ve iman için, zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı bekàya ve meydan-ı imtihandan [imtihan meydanı] ravza-i cinâna [cennet bahçeleri] ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] açılan bir kapıdır.3 Ve o vahşî arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at olması ise, işarettir ki, mevt, [ölüm] ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için, bütün mahbubâtından elîm bir firak-ı ebedîdir. [sonsuz ayrılık] Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden [aldatıcı dünya cenneti] ihraç ve tard [kovma] ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal [dahil etme, içine alma] ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine [mutluluk yeri] girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret [ücret alma] etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat [hayat görevi] külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Her kim hayat-ı fâniyeyi [geçici, ölümlü hayat] esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ciddî müteveccih [yönelen] ise, saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar [bekleme] salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.

69

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَالسَّلاَمَةِ وَالْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ اٰمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَارْحَمْنَا وَوَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اٰمِينَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1