MEKTUBAT – Beşinci Mektup (47-48)

47

Beşinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

SİLSİLE-İ Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] bir meselenin inkişafını, [açığa çıkma] binler ezvak [mânevî zevkler] ve mevâcid [vecd halleri, kalbe zevk veren haller] ve kerâmâta [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] tercih ederim.”3

Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, [son nokta] hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] vuzuh [açıklık] ve inkişafıdır.”4 [açığa çıkma]

Hem demiş ki: “Velâyet [velilik] üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ [küçük derecedeki velîlik] ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, [orta derecedeki velîlik] biri velâyet-i kübrâdır. [en büyük velâyet] Velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] ise, verâset-i nübüvvet [Peygamber varisliği] yoluyla, tasavvuf berzahına [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”5

Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşîde [Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan, gizli zikre dayanan tarikat] iki kanatla sülûk [mânevî yol alma] edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] sağlam bir surette itikad [inanç] etmek ve ferâiz-i diniyeyi [dinin kesin emirleri; Allah tarafından yapılması kesin olarak emredilen şeyler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmekle olur. Bu iki cenahta [kanat] kusur varsa o yolda gidilmez.”6

Öyle ise, tarik-i Nakşînin [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk [mânevî yol alma] etmiştir.

İkincisi: Ferâiz-i diniyeye [dinin kesin emirleri; Allah tarafından yapılması kesin olarak emredilen şeyler] ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.

48

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin [kalbî hastalıklar] izalesine [giderme] çalışmak, kalb ayağıyla sülûk [mânevî yol alma] etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, [ciddi gayret] hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] ve akaid-i İslâmiyenin [İslâm dininin esasları, inançları] takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] medarı [kaynak, dayanak] onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye [sonsuz mutsuzluk ve azap] sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye [İslâmın gerçekleri] gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile bazı hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike [doğru gerçekler] çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt [duyarsız] kalmak elbette kâr-ı akıl [akıl kârı] değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına [her taraftan hücum etme] maruz heyet-i İslâmiyeye [İslâm topluluğu, Müslümanlar] en nâfi [faydalı] bir nur ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. [inanç]

Bilirsiniz ki, eğer dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cehaletten gelse, izalesi [giderme] kolaydır. Fakat dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fenden ve ilimden gelse, izalesi [giderme] müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla [doğru yol gösterme] yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] mânevî lemeâtından [Lem’alar isimli eser] olan malûm Sözleri, şu dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zındıkasına bir tiryak [derman, ilaç] hâsiyetini [özellik] vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî