SÖZLER – On Yedinci Söz (283-312)

283

On Yedinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً * وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا 1* وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ * 2

Bu Söz, iki âli [yüce] Makam ve bir parlak Zeylden [ek] ibarettir.

HÂLIK-I RAHÎM ve Rezzâk-ı Kerîm, [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] ve Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şu dünyayı, âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] için bir bayram, bir şehrayin [şenlik] suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla [nakışlardaki harikâlıklar] süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî [alçak] herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin [güzellikler] ve in’âmattan [nimetlendirme] istifade etmeye muvafık ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî [maddî vücut, beden] verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

Hem zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere, hattâ günlere, kıt’alara [dünyanın kara paçalarından her biri] taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, [dünyanın kara paçalarından her biri] birer taife ruhlu mahlûkatına ve nebatî [bitkisel] masnuatına [san’at eseri] birer resmigeçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rû-yi zemin, [yeryüzü] hususan bahar ve yaz zamanında, masnuat-ı sağirenin [san’at eseri küçük varlıklar] taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede [yüce katlar, makamlar] olan ruhaniyatı [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ve melâikeleri [melekler] ve sekene-i semâvâtı seyre celb [çekme] edecek bir

284

cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür [varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler] için öyle şirin bir mütalâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlâhiye [İlâhi ziyafet] ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] ve Muhyî‘nin [bütün canlılara hayat veren Allah] tecellîlerine mukabil, ism-i Kahhâr ve Mümît, [ölümü yaratan Allah] firak [ayrılık] ve mevtle [ölüm] karşılarına çıkıyorlar. Şu ise, وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ 1 rahmetinin vüs’at-i şümulüne [kapsamının genişliği] zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni-i Kerîm, [sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksut [istek] olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla, dünyadan merhametkârâne bir tarzla tenfir [nefret ettirme] edip usandırıyor, istirahate bir meyil [arzu, istek] ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan [bağış] ediyor; ve vazife-i hayattan [hayat görevi] terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine [asıl vatan] bir meyelân-ı şevk-engiz, [şevk verici eğilim] ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede [Allah yolunda cihad etme] işinde telef [yok olma, zâyi olma] olan bir nefere [asker] şehadet rütbesini veriyor ve kurban [yakın] olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki [devamlı ve kalıcı vücud] vererek Sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] üstünde, sahibine burâk gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.2 Öyle de, sair zîruh [ruh sahibi] ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde [Allah’ın herbir varlığa yüklediği yaratılış görevi] ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef [yok olma, zâyi olma] olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, [ruh sahibi] onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye [ruhanî ödül] ve onların istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre bir nevi ücret-i mâneviye, [mânevî ücret] o tükenmez hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] baîd [uzak] değil ki

285

bulunmasın; dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.

Lâkin, zîruhların [ruh sahibi] en eşrefi [en şerefli] ve şu bayramlarda kemiyet [çokluk] ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun [aşık] ve müptelâ [bağımlı] olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] geçmek için, eser-i rahmet [rahmet eseri] olarak, iştiyak-engiz [çok arzulu ve istekli] bir halet [hal, durum] verir. Kendi insaniyeti dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] boğulmayan insan o haletten [hal, durum] istifade eder, rahat-ı kalble [kalp rahatlığı] gider. Şimdi, o haleti [hal, durum] intaç [netice verme] eden vecihlerden, [yön] nümune olarak beşini beyan edeceğiz.

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle, dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevâlin [batış, kayboluş] damgasını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu [istek] arattırıyor.1

İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu dünyadan gidip diğer bir âleme [âhiret, öteki dünya] yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla, [sebebiyle] o ahbabın gittiği yere bir iştiyak [arzu, istek] ihsan [bağış] edip, mevt [ölüm] ve eceli mesrurâne [mutlu] karşılattırıyor.2

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği bazı şeylerle ihsas [hissettirme] ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhara [başka memleket] gitmeye samimî bir şevk veriyor.

Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imanla [iman aydınlığı] gösterir ki, mevt, [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] değil, tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği] Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] çıkmak ve müz’iç [rahatsız eden] dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden [maddî hayatın sıkıntıları] âlem-i rahata [rahat âlemi] ve meydan-ı tayeran-ı ervâha [ruhların uçuştuğu meydan] geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.3

286

Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati [hakikat ilmi] ve nur-u hakikatle [hakikat nuru] dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır.1 Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] Huruf [harfler] ve kelimâtı [kelimeler] nefislerine değil, belki başkasının Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu [işlemeler] bırak, git.

“Hem bir mezraadır.2 [tarla] Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını [atıklar] at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını [nurlar] gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] sev; ve zevâle [batış, kayboluş] ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

“Hem muvakkat [geçici] bir seyrangâhtır. [gezi ve seyir yeri] Öyle ise nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] bak ve zahirî, çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye [sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah] bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh [ferahlama, rahatlama] yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden [gösteren] ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, [saçmalayarak] fuzulî [lüzumsuz] bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati [ayrılık] gayet hafifleştirir, belki hüşyar [uyanık] olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde [belirleyici özellik] bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’ân şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere [yön] dahi âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] işaret ediyor. Veyl [yazık] o kimseye ki, şu beş vecihten [yön] bir hissesi olmaya.

ba

287

On Yedinci Sözün İkinci Makamı Haşiye [dipnot]

Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl. 
Zira feryat belâ-ender, [belâ içinde] hatâ-ender [hatâ içinde] belâdır, bil.

Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, [lütuf ve bağış içinde] safâ-ender [gönül hoşluğu içinde] belâdır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, [bülbüller gibi] demâ [her zaman] keyfinden güler hep gül mül.

Ger [eğer] bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, [cefa ve sıkıntı içinde] fenâ-ender [fena içinde] hebâdır, [boş, faydasız] bil.
Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.

Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Bil, ey hodgâm! [bencil] Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hüdâbin [dünyayı terk etme] isen, O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde. [tarafında]

Ger [eğer] hodbin [bencil] isen helâkettir, [mahvolma] ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Hüdâ [Allah] mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, [eğer] şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde. [başka bir şeyle değiştirme]

Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.
Eğer âfâkı istersen, fenâ damgası üstünde.

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.

ba

288

Siyah Dutun Bir Meyvesi

O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.

Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim [aşık] nefsim değil, tilmiz-i Kur’ân [Kur’ân’ın talebesi] namına kalbimdir.

Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer [sakın] aşma.
Ecânip fikrine sapma, dalâlettir [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kulak asma, eder elbet seni nâdim. [pişman]

Görürsün en ziyâdârın, [ışıklı, nurlu] zekâvette [zeki oluş] alemdârın,
O [bayraktar, önde giden] hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekvâ [şikayet] edeyim, ben dahi şaştım!”

Kur’ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan Ona şekvâ [şikayet] ederim, sen gibi şaşmam.

Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.
Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.

Ki, Kur’ân’da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kur’ân’dadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.

Furkandadır [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakka seyran ederim, sen gibi sapmam.

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi asmam.

Mevte, [ölüm] ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı—sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.

289

Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillâh diyerek çalıyorum,Haşiye 1 arkama bakmam, dehşet de almam.

Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım,Haşiye 2 Mahşer-i Ekberden [en büyük toplanma yeri; haşir meydanı] çekinmem, Mescid-i Âzamdan [en büyük mescid] çekilmem.

Lütf-u Yezdan, [Cenab-ı Allah’ın lütfu, ihsanı] nur-u Kur’ân, [Kur’ân nuru] feyz-i iman [imanın bereketi] sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı] zılline [gölge] uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah. [Allah dilerse]

ba

290

Kalbe Farisî [Farsça] olarak tahattur [hatıra gelme] eden

bir münacat [dua, Allah’a yakarış]

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

Yani, bu münacat, [dua, Allah’a yakarış] kalbe Farisî [Farsça] olarak tahattur [hatıra gelme] ettiğinden, Farisî [Farsça] yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesinde derc [yerleştirme] edilmişti.

يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte [altı yön] denilen altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nazar gezdirdim. Maatteessüf [ne yazık ki] derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنْست

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki, dünkü gün, pederimin kabri; ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi [çok büyük mezar] suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi. Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, [çok büyük mezar] ünsiyetli [cana yakın, dost] bir meclis-i münevver [nurlu meclis] ve bir mecma-ı ahbap [dostların toplandığı yer] gösterir.

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنْست

Sonra soldaki istikbale baktım, derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim; ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] bir kabr-i ekberi [çok büyük mezar] suretinde görünüp, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] değil, belki vahşet verdi. Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman ve huzur-u iman, [imanın verdiği huzur] o dehşetli kabr-i ekberi, [çok büyük mezar] sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmâniye [Rahmânî davet] gösterir.

وَإِيمْرُوزْ: تَابوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنْست

291

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhânede [can çekişme hali] olan cismimin cenazesini taşıyor. Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَۂِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi devâ bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor. Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar [erişme, nail olma] ve ebedî saadete namzet [aday] olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ

O cihetten dahi meyus [ümitsiz] olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki, aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin [yaratılışın başlangıcı] toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı. Haşiye-3 [dipnot]

Haşiye-3: [dipnot] İman, o toprağı, rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِين دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem [hiçlik, yokluk] zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehrini ilâve etti.Haşiye-4 [dipnot]

Haşiye-4: [dipnot] İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın nakışlarını gösterdiği sayfalar] olduğunu gösterir.

وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَۂِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت 
وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.Haşiye-5 [dipnot]

Haşiye-5: [dipnot] İman, o kabir kapısını âlem-i nur [nur âlemi] kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur.

292

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت

İşte şu altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele [karşılama; karşılık verme] edeyim. Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o cüz-i lâyetecezzâ [parçalanmayan parça; zerre, atom] hükmündeki cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] yerine, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir kudrete istinad etmek için bir vesika [belge] verir. Ve belki iman bir vesikadır. [belge]

كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت

Halbuki o cüz-i ihtiyarî [insandaki az bir irade serbestliği] denilen silâh-ı insanî [insana ait silah] hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden [çalışma] başka hiçbir şey elinden gelmez.Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman, o cüz-i ihtiyarîyi, [insandaki az bir irade serbestliği] Allah namına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettirip, her şeye karşı kâfi [yeterli] getirir. Bir askerin cüzî [fert] kuvvetini devlet hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi…

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت

Ne geçmiş zamana hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi [geçmiş] ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.Haşiye-3 [dipnot]

Haşiye-3: [dipnot] İman, dizginini cism-i hayvanînin [canlı bedeni] elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için, maziye nüfuz ve müstakbele hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edebilir. Çünkü kalb ve ruhun daire-i hayatı [hayat alanı] geniştir.

مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت

O cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] meydan-ı cevelânı, [gezinti alanı] kısacık şu zaman-ı hazır [şimdiki zaman] ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه 
نُوِشْتَه اَسْت، “دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ

İşte, şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde derc [yerleştirme] edilmiştir.

293

  بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

  دَاۤئِرَۂِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَۂِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

  خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ 
دَرْ دَسْت * هَرْچِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت

Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet [ihtiyaç] vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir.

  دَآئِرَۂِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَۂِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت

Halbuki daire-i iktidar, [gücü kullanabilme dairesi] kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

  پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır.

  سَرْمَايَۂِ مَا هَمْچُو: “جُزْء لاَ يَتَجَزّٰا” اَسْت

Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ [parçalanmayan parça; zerre, atom] gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir şeydir.

  اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَاۤئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟

İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal [elde etme, ele geçirme] edilen hâcet [ihtiyaç] nerede? Ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] nerede? Bununla onların mübayaasına [alış veriş] gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

  پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَۂِ مَنْ اَسْت

O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye [Allah’ın iradesi, dilemesi] işini bırakıp, kendi havl [güç] ve kuvvetinden teberri [uzak olma] edip, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havl [güç] ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle [tevekkül gerçeği] yapışmaktır. Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Madem çare-i necat [kurtuluş çaresi] budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri [uzak olma] ediyorum.

294

  تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت

Ta, Senin inâyetin, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma [acizlik ve zayıflık] merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh [dayanak, sığınak] olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

  آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ، تَكْيَه 
نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre [damla] serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

  أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت 
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت

Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

  اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle [batış, kayboluş] mahkûmdur, sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe [yokluk karanlıkları] sukut [alçalış, düşüş] eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta bâki kalır.

  بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ 
خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak [arzulu, aşırı istekli] ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ [bağımlı] bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.

295

Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut [varlık nuru] bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia [emanet] ve emanettir.

وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ 
سِرِّى كِه: “نَفْىِ النَفْى” اِثْبَاتَ سْت

Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy [yokluğun yokluğu] ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur.

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو 
بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت

Hâlık-ı Kerîm, [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Ta beş hasâretten [zarar] kurtulup, beş ribhi [kazanç, kâr] birden kazanasın.1

ba

296

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 
فَلَمَّۤا اَفَلَ قاَلَ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 
لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِنْ خَلِيلِ اللهِ * 1

İbrahim aleyhisselâmdan sudur [bir şeyden çıkma, olma] ile kâinatın zevâl [batış, kayboluş] ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri [damla] döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî [Farsça] fıkralardır. [bölüm]

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber [Peygamberin Peygamberi, Hz. İbrahim] olan bir hakîm-i İlâhînin [aklıyla Allah’ı bulmaya çalışan hikmet sahibi zât] Kelâmullah [Allah kelâmı] içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِ يبَاسْت “اُفُولْدَه” گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. [sevgili] Çünkü zevâle [batış, kayboluş] mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî [sonsuzluk aşkı] için yaratılan ve âyine-i Samed [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمِى اَرْزَدْ “غُرُوبْدَه” غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlup [istek] ki gurupta [batış] gaybûbet [kaybolma] etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf [eseflenme, üzülme] etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş [aşırı derece sevme] etsin ve ona bağlansın, kalsın!

نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحْو شُدَنْ مَقْصُودْ

297

Bir maksut [istek] ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?

نَمِى خَوانَمْ “زَوَالْدَه” دَفْن شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mâbud [ibadet edilen] ki zevâlde [batış, kayboluş] defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden [batış, kayboluş] kendini kurtaramayan nasıl mâbud [ibadet edilen] olur?

  عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ رُوحْ

Evet, zahire müptelâ [bağımlı] olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş [aşırı derece sevme] ettiği şeylerin zevâlini [batış, kayboluş] görmekle meyusâne [ümitsiz] feryad eder. Ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi, لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 feryadını ilân ediyor.

نَمِى خَواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati! [ayrılık]

نَمِى اَرْزَدْ “مَرَاقَه” إِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى

Der-akap [derhal, hemen] zevâlle [batış, kayboluş] acılanan mülâkatlar, [buluşma, karşılaşma] keder ve meraka değmez; iştiyaka [arzu, istek] hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin [lezzetin bitmesi] tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum [düzenli] kitapları, şu tasavvur-u zevâlden [gelip geçiciliği düşünme] gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının [şiirler divanı] ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.

  أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte, o zevâl-âlûd [son bulmayla bulaşık] mülâkatlar, [buluşma, karşılaşma] o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.

298

فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِينْ، كِه اَزْ دُنْيَا “بَقَايَه” رَاهْ “فَنَادَنْ”

Dünyaperestlik esasatı [esaslar] olan ahlâk-ı seyyieden [kötü ahlâk] tecerrüd [sıyrılma] et, fâni ol. Daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî [gerçek sevgili, Allah] yolunda feda et. Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ademnümâ [yokluğu gösteren] akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.

  فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab [sebebler] içine dalan fikr-i insanî, [insan fikri] şu zelzele-i zevâl-i dünyadan [dünyayı yok eden sarsıntı] hayrette kalıp meyusâne [ümitsiz] fîzar [ağlayıp inleme] ediyor. Vücud-u hakikî [gerçek varlık] isteyen vicdan, İbrahimvâri

لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden [gerçek sevgiye layık olmadıkları halde sevilenler] ve mevcudat-ı zâileden [yok olup giden, sona eren varlıklar] kat’-ı alâka edip Mevcud-u Hakikîye [gerçek varlık] ve Mahbub-u Sermedîye [varlığı sürekli olan sevgili, Allah] bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى

Ey nâdan [cahil] nefsim! Bil ki, çendan [gerçi] dünya ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal [ulaştırma] eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] tecellî-i cemâlinden [güzelliğin yansıması] iki lem’ayı, [parıltı] iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden [geçici suret] ve kendinden geçebilirsen…

كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde in’âm [nimet verme] görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma [nimet verme] geçsen, Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, [Samed olan Allah’ın eseri] bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsını bildirir. Nakıştan [işleme] mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâ[adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan]

299

bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin [gelip geçici olan sanat eseri varlıklar] mağzını, [öz] içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını [kabuk] acımadan fenâ seyline [sel, akıntı] atabilirsin.

بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet, masnuatta [san’at eseri] hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem [cisimleşmiş kelime] olmasın, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat [sanat eseri] elfazdır, [lafızlar, sözler] kelimat-ı kudrettir; [Allah’ın kudret kelimeleri] mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı [kelimeler, sözler] bilâpervâ [korkmadan] zevâlin [batış, kayboluş] havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

  عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte, zahirperest [dış görünüşe ehemmiyet veren] ve sermayesi âfâkî [dış dünyaya ait] malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, [dünya aklı] böyle silsile-i efkârı [fikirler zinciri, fikir halkaları] hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden [elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek] meyusâne [ümitsiz] feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl [batış, kayboluş] bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan [sevgili] vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 gıyâsını [yardım nidâsı] çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا “جَامِى” عَشْقِ خُوىْ:

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk [Allah aşkıyla kendinden geçmek] olan Mevlânâ Câmî, kesretten [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ ، يَكِى خَوانْ ، يَكِى جُوىْ ، يَكِى بِينْ ، يَكِى دَانْ ، يَكِى كُوىْ

demiştir.Haşiye [dipnot] Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

300

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl [batış, kayboluş] perdesinde saklanıyorlar.

5. Biri bil; marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni [anlamsız, faydasız] sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى * هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوبُ هُوَ الْمَقْصُودُ هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet, Câmi’, [kapsamlı] pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, [sevimli/sevgili] hakikî matlub, [istek] hakikî maksud, hakikî mâbud [ibadet edilen] yalnız Odur.

كِه ” لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ” بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, [var edilenler, varlıklar] muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, [nağmeler, ezgiler] zikr-i İlâhînin [Allah’ı anma] halka-i kübrâsında [büyük halka] beraber لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 der, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet eder. لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 2’in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara [sevgili] bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] gösteriyor.

ba

301

Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihare [bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma] edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur [akla gelme, kalbe doğma] etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

Birinci Levha

Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

Beni dünyaya çağırma, …. Ona geldim fenâ gördüm.

Demâ [her zaman] gaflet hicab [örtü, perde] oldu …. Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] nihan [gizli, saklı] gördüm.

Bütün eşya u mevcudat [var edilenler, varlıklar] …. Birer fâni muzır [zararlı] gördüm.

Vücut desen, onu giydim, …. Ah, ademdi, çok belâ gördüm.

Hayat desen onu tattım …. Azap-ender azap [azap içinde azap] gördüm.

Akıl ayn-ı ikab [azabın tâ kendisi] oldu, …. Bekàyı bir belâ gördüm.

Ömür ayn-ı heva [boş istek ve arzunun tâ kendisi] oldu, …. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ayn-ı heba [zararın tâ kendisi] gördüm.

Amel ayn-ı riya [gösterişin tâ kendisi] oldu, …. Emel ayn-ı elem [acının tâ kendisi] gördüm.

Visal [kavuşma] nefs-i zevâl [sona ermenin kendisi] oldu, …. Devâyı ayn-ı dâ [hastalığın tâ kendisi] gördüm.

Bu envar [nurlar] zulümat oldu, …. Bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar [ses] nây-ı mevt [ölüm haberi] oldu, … Bu ahyâyı mevat [ölmüş] gördüm.

Ulûm [ilimler] evhâma kalb oldu, …. Hikemde [hikmetler] bin sekam [hastalık] gördüm.

Lezzet ayn-ı elem [acının tâ kendisi] oldu, …. Vücutta bin adem [hiçlik, yokluk] gördüm.

Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] desen onu buldum, …. Ah, firakta [ayrılık] çok elem gördüm.  

302

İkinci Levha

Ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve huzurun hakikat-i dünyalarına [dünyanın gerçeği] işaret eder levhadır.

Demâ [her zaman] gaflet zevâl [batış, kayboluş] buldu, …. Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] ayan [aşikâr, belli] gördüm.

Vücut burhan-ı Zât [Cenab-ı Allah’ın varlığının delili] oldu, …. Hayat, mir’ât-ı Haktır, [Hakkın aynası] gör.

Akıl miftah-ı kenz [hazinenin anahtarı] oldu, …. Fenâ, bâb-ı bekàdır, [sonsuzluk kapısı] gör.

Kemâlin lem’ası söndü, …. Fakat şems-i cemâl [güzelliğin güneşi] var, gör.

Zevâl [batış, kayboluş] ayn-ı visal [kavuşmanın tâ kendisi] oldu, …. Elem ayn-ı lezzettir, [lezzetin tâ kendisi] gör.

Ömür nefs-i amel [amelin kendisi] oldu, …. Ebed ayn-ı ömürdür, [hayatın tâ kendisi] gör.

Zalâm [karanlıklar] zarf-ı ziya [ışığın kılıfı] oldu, …. Bu mevtte [ölüm] hak hayat var, gör.

Bütün eşya enîs [cana yakın, dost] oldu, …. Bütün asvat [sesler] zikirdir, gör.

Bütün zerrat-ı mevcudat…. [varlıkların zerreleri] Birer zâkir, [zikreden] müsebbih [tesbih eden] gör.

Fakrı kenz-i gınâ [zenginliğin hazinesi] buldum, …. Aczde tam kuvvet var, gör.

Eğer Allah’ı buldunsa…… Bütün eşya senindir, gör.

Eğer Mâlik-i Mülke [bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah] memlûk [köle, kul] isen…. Onun mülkü senindir, gör.

Eğer hodbin [bencil] ve kendi nefsine mâliksen… Bilâ-addin [sayısız] belâdır, gör,

Bilâ-haddin [sınırsız] azaptır, tad, …. Bilâ gayet ağırdır, gör.

Eğer hakikî abd-i hüdâbin [Cenab-ı Hakkı tanıyan kul] isen, …. Hudutsuz bir safâdır, [gönül hoşnutluğu] gör,

Hesapsız bir sevap var, tad, …. Nihayetsiz saadet gör.

303

Yirmi beş sene evvel Ramazan’da, ikindiden sonra Şeyh Geylânî’nin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] manzumesini [düzenli] okudum. Bana bir arzu geldi ki, Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] ile bir münacat [dua, Allah’a yakarış] yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] üstadımın mübarek Münâcât-ı Esmâiyesine [Cenab-ı Hakkın isimleriyle yapılan dualar] bir nazire [benzer] yapmak istedim. Heyhat! Nazma [diziliş, tertip] istidadım [kabiliyet] yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, [dua, Allah’a yakarış] Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubu olan Pencereler Risalesine ilhak [ekleme] edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

هُوَ الْبَاقِى

حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ … هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَالسَّمَۤاءُ

عَلِيمُ الْخَفَايَا وَالْغُيُوبُ فِى مُلْكِهِ …. هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَالثَّرَۤاءُ

لَطِيفُ الْمَزَايَا وَالنُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ…. هُوَ الْفاَطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَالْبَهَۤاءُ

جَلِيلُ الْمَرَايَا وَالشُّؤُونُ فِى خَلْقِهِ…. هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَالْكِبْرِيَۤاءُ

بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهِ…. هُوَ الدَّۤائِمُ الْبَا قِى لَهُ الْمُلْكُ وَالْبَقَۤاءُ

كَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ…. هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَالثَّنَۤاءُ

جَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ…. هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَالْعَطَۤاءُ 1

304

سَمِيعُ الشَّكَايَا وَالدُّعَۤاءِ لِخَلْقِهِ…. هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْر ُوَالثَّنَۤاءُ

غَفُورُ الْخَطَايَا وَالذُّنُوبُ لِعَبْدِهِ…. هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَالرِّضَۤاءُ 1

Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

Fâniyim, fâni olanı istemem.

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki [ebedî dost, sonsuz sevgili] isterim.

Zerreyim, fakat bir şems-i sermed [devamlı ve sürekli güneş] isterim.

Hiç ender hiçim, [hiç içinde hiç] fakat bu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] umumen isterim.

ba

305

 Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir

Makam münasebetiyle buraya alınmış. On Birinci Mektubun bir parçasıdır.

Bir vakit, esaretimde, dağ başında, azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ [heybetli] suretlerini, hayretfezâ [hayret verici] vaziyetlerini temâşâ ederken, pek lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin, velvele-âlûd [gürültü patırtı içinde kalmış] bir zelzele-i raksnümâ, [danseder gibi sarsılma] bir tesbihat-ı cezbe-edâ [cezbeli tesbihler] suretine çevirdiğinden, eğlence temâşası nazar-ı ibrete [ibret gözüyle bakış] ve sem’-i hikmete [hikmetli sözleri dinleme] döndü. Birden, Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Cizrî’nin Kürtçe şu fıkrası: [bölüm]

  هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِكَا رَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

hatırıma geldi. Kalbim, ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı:

ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاى بَتَازِى * زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى * دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُودَرْ رَقَصْ بَازِى * زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى * زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى * أَزْوَىْ رَقْص آمَدْ جَذْبَه خَوازِى * اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى * اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى * دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ كَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى * بَه جُنْبِيدسْت زُلفْهَارَا بَه شَوْقَ اَنْگِيزَ شَهْنَازِى * بَبَالاَ مِيزَنَنْد أَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى * مِيدِهَدْ هُوشَه گ يرِ ينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى * بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَه هَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى * مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى أَزْ حُزْن اَنْگِيز نَوَازِى * “رُوحَه” مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَۂِ نَازُو نِيَازِى * قَلْب مِى خَوانْد أَزِينْ آيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ إِعْجَازِى * نَفْس مِى خَواهَدْ دَرْاِينْ

306

وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى * عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى * آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى * خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ * اَزِينَ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ * وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه “هُو هُو” ذِكْرآرَنْد بَه دَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ * چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ * دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ کُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

  فَيَا حَىُّ يَا قَيوُّمُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيوُّمِ

  حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ

Barla Yaylası, Tepelice’de çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî [Farsça] beyitlerin mânâsı:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَا كِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ * 1

Hatırıma geldi; kalbim dahi ibret mânâlarını ifade için şöyle ağladı:

Yani, Senin temâşâna, hüsnüne, [güzellik] herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemâlinle nazdarlık ediyorlar.

  ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِه تَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاىْ بَتَازِى

Her zîhayat, [canlı] Senin temâşâna, san’atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

  زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

Aşağıdan, yukarıdan dellâllar [davetçi, ilan edici] gibi çıkıp bağırıyorlar.

  دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُوزِ هَوَاىِ شَوْقِ تُودَرْ رَقْص بَازِى

Senin cemâl-i nakşından [nakşın güzelliği] keyiflenip, o dellâl-misal [dellâl, ilân edici gibi] ağaçlar oynuyorlar.

307

  زِ كَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى * 1

Senin kemâl-i san’atından [eksiksiz ve mükemmel san’at] neş’elenip güzel güzel sadâ veriyorlar.

  زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş’elendirip nazeninâne [nazikçesine] bir naz ettiriyor.

  اَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَذْبَه خَوازِى

İşte ondandır ki, şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

  اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

Şu rahmet-i İlâhiyenin âsârıyladır [eserler/asırlar] ki, her zîhayat, [canlı] kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

  اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde Arşa başını kaldırıp durmuşlar.

  دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ گَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُوشَهْبَازِى

Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz[kartal gibi uçan] KalenderHaşiye 1 gibi dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

  بَه جُنْبِيدسْت زُلْفهَارَا بَشَوْقَ اَنْگِيزْ شَهْنَازِى Haşiye [dipnot] 2

Oynattırıyorlar zülüfvâri [saç lülesi gibi] küçük dallarını; ve onunla, temâşâ edenlere de, lâtif [berrak, şirin, hoş] şevklerini ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

  بَبَالاَ مِيزَنَنْد اَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى

308

Aşkın “Hay Huy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar.Nüsha

  مِيدِهَدْ هُوشَه گِيرِ ينْهَاى دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى

Fikre şu vaziyetten şöyle bir mânâ geliyor: Mecazî muhabbetlerin zevâl [batış, kayboluş] elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enîni ihtar ediyorlar.

  بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى

Mahmud‘ların, [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] yani Sultan Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların başlarında, hüzün-âlûd mahbuplarının [sevgili] nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

  مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْن اَنْگِيز نُوَازِى

Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere ezelî nağmeleri, hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

  رُوحَه” مِى اٰيَدْ اَزُو زَمْزَمۂِ نَازُو نِيَازِى”

Ruh ise, şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tecelliyât-ı esmâsına [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, [ezgili, nağmeli ses] geliyor.

  قَلْبْ مِيخَواندْ اَزِينْ اٰيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, [Allah’ın birlik sırrı] bu i’câzın [mu’cize oluş] ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece harika bir intizam, bir san’at, bir hikmet vardır ki, bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] farz edilse ve toplansalar, taklit edemezler.

  نَفْس مِى خَوَاهَدْ دَرِينْ وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى

Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe, bütün rû-yi zemin [yeryüzü] velvele-âlûd [gürültü patırtı içinde kalmış] bir zelzele-i firakta

309

yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki [sonsuz zevk] aradı. “Dünyaperestliğin terkinde bulacaksın” mânâsını aldı.

  عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan [ağaçlar] ve demdeme-i nebat ve havadan [bitki ve havanın sesleri] gayet mânidar bir intizam-ı hilkat, [yaratılıştaki düzen] bir nakş-ı hikmet, [hikmet nakşı] bir hazine-i esrar [sırlar hazinesi] buluyor. Herşey çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tesbih ettiğini anlıyor.

  آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

Heva-yı nefis [kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme] ise, şu hemheme-i hava [havanın çıkardığı ses, uğultu] ve hevheve-i yapraktan [yaprağın rüzgarın esmesi ile çıkardığı ses] öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvâk-ı mecazîyi [gerçek olmayan aldatıcı zevkler] ona unutturup o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi [gerçek olmayan, yalan ve aldatıcı zevk] terk etmekle bu zevk-i hakikatte [gerçek zevk] ölmek istiyor.

  خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: ملاَئِك رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ

Hayal ise görüyor: Güya şu ağaçların müekkel [görevli] melâikeleri [melekler] içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedî, [egemenliğinin sonu olmayan Allah] binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşatta [açılış merasimi] onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar câmid, [cansız] şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkârâne, [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] mânidar vaziyetleri gösteriyorlar.

  اَزْيِنْ نَىْ هَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

İşte, o neyler, semâvî, ulvî bir musikîden geliyor gibi sâfi ve müessirdirler. Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı [ayrılıktan gelen şikayetler] işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmâniyeyi [sonsuz rahmet sahibi Allah’a yapılan teşekkürler] ve tahmidat-ı Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’a yapılan şükür ve övgüler] işitiyor.

310

وَرَقْهَارَا زَبَانِ دَارَنْد هَمَه “هُوَ هُوَ” ذِكْرآرَنْد بَدَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ

Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla Hu, Hu zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla, Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] olduğunu ilân ediyorlar.

چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ

Çünkü, bütün eşya 1 لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde [zikir halkası] beraber zikrederek çalışıyorlar.

دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ گُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

Vakit-be-vakit, lisan-ı istidat [kabiliyet dili] ile, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hukuk-u hayatını [hayat boyu sahip olunan haklar]Yâ Hak[ey varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan Allah] deyip hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] istiyorlar. Baştan başa da, hayata mazhariyetleri lisanıyla “Yâ Hayy[ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah] ismini zikrediyorlar.

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ 
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ

ba

311

Bir vakit Barla’da, Çam Dağında, yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar [bölüm] birden hutur [akla gelme, kalbe doğma] etti. Yıldızların lisan-ı hâl [hal dili] ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve şiir bilmediğim için, şiir kaidesine girmedi. Tahattur [hatıra gelme] olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfının [bölüm, kısım] âhirinden alınmıştır.

Yıldızları konuşturan bir yıldızname

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, [sevimli ve tatlı hutbe]

Nâme-i nurîn-i hikmet [hikmetin nurlu mektubu] bak ne takrir [yerleştirme] eylemiş.

Hep beraber nutka [konuşma] gelmiş, hak lisanıyla derler:

“Bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] haşmet-i sultanına, [saltanatın haşmeti]

Birer burhan-ı nurefşânız [nur saçan delil] vücud-u Sânia, [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı]

Hem vahdete, [Allah’ın birliği] hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan

Nazenin [ince, duyarlı] mu’cizâtı çün melek seyranına,

Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden

Binler müdakkik [dikkatli] gözleriz biz.Haşiye [dipnot]

312

Tûbâ-yı hilkatten [yaratılış ağacı] semâvât şıkkına

Hep kehkeşan [samanyolu] ağsânına, [dallar]

Bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] dest-i hikmetle [hikmet eli] takılmış

Pek güzel meyveleriyiz biz.

Şu semâvât ehli [göklerde yaşayan manevî varlıklar] ne birer mescid-i seyyar [gezici mescid]

Birer hane-i devvar, [dönen ev] birer ulvî âşiyâne, [yuva]

Birer misbah-ı nevvar, [nurlu kandil] birer gemi-i cebbar [büyük ve azametli gemi]

Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer harika-i san’at-ı Hâlıkane, [Allah’ın yarattığı san’at harikası]

Birer nadire-i hikmet, [bir gaye için benzersiz yaratılan] birer dâhiye-i hilkat [yaratılış harikası]

Birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dille yüz bin burhan [delil] gösteririz

İşittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,

Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz [mühür] bir, turramız [mühür, nişan] bir, Rabbimize musahharız. [boyun eğdirilmiş] Müsebbihiz, [tesbih eden] zikrederiz âbidâne [kulluğa yaraşır bir şekilde]

Kehkeşanın [samanyolu galaksisi] halka-i kübrâsına [büyük halka] mensup birer meczuplarız [cezbedilmiş, çekilmiş] biz” dediklerini hayalen dinledim.