SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar -1 (236-311)

236

Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar [bölüm] ve

Bir Kısım Güzel Mektuplar

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar ve beşaretli [müjde] iki hâdiseyi beyan ediyorum.

Birincisi: Meyusâne [ümitsiz] bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara mâruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günahlara karşı insanların hususî ibadeti ve takvâsı nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir?” diye meyusâne [ümitsiz] düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebelerinin vaziyetlerini tahattur [hatıra gelme] ettim. Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] hakkında necatlarına [kurtuluş] ve ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviye ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] eder, galebe [üstün gelme] eder, necat [kurtuluş] bulur?” diye mütehayyir [hayrete düşen] kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hakikî ve sadık şakirtlerinin [öğrenci] mâbeynlerindeki [ara] düstur-u esasiye [temel prensip, esas düstur] olan iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye kanunuyla ve samimî ve sâdık tesanüd [dayanışma] sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, [öğrenci] bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar [af dileme] eder. Bin taraftan hücum eden günahlara karşı bin dille mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. İhlâs ve sadâkat ve sünnet-i seniyyeye mütâbaat ve hizmet derecesine göre o küllî ubûdiyete [Allah’a kulluk] sahip olur.

Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerektir. Bazı melâikenin [melekler] kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] bir şakirt [öğrenci] dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata [kurtuluş] müstehak olur inşaallah. [Allah dilerse]

237

İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstad tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…

Saniyen: [ikinci olarak] O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört-beş zâtın da vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşındaHaşiye cübbeyi giyiyorum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum.

Said Nursî

ba

238

 Emin ve Feyzi’nin Isparta’daki kardeşlerine Üstadlarının hastalığı hakkında bir mektuplarıdır

Ramazan-ı Şerifte beş gün savm[oruç] visal [kavuşma] içinde gıda olarak ekmeksiz muhallebi, üç ve beş-altı kaşık yoğurt; üçüncü gece, yarım kaşık muhallebi ve dördüncü gece iftarda sulu şehriyeden beş kaşık ve beş kaşık da yine o şehriyeden sahurda ve yoğurt keza üç-dört kaşık, beşinci gece, tanesiz gibi gayet hafif şehriye beş-altı kaşık, sahurda ise yine beş-altı kaşık. İşte beş günde pirinç çorbası su sayılmamak şartiyle şehriyeden beş dirhem, yoğurt süzülse on dirhem, muhallebi susuz altı-yedi dirhem, mecmuu otuz dirhem gıda ile beş gün savm[oruç] visâl, [kavuşma] yalnız teravih noksan olarak sair vazifelerin yapılması, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şâkirdlerine [Allah’a şükreden] ihata [herşeyi kuşatma] edilen inâyâtın [inâyetler, yardımlar] hârikalarından bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gördük.

Hem Üstadımızdan hiç görmediğimiz ikimiz—yani Feyzi, Emin—Barla-Isparta Süleymanları gibi inceden inceye hastalık hiddetlerini tahrik etmemek için ihtiyat [dikkat, tedbir] edemediğimizden, şiddetli hiddetini gördük. Bu hastalığında yine eser-i rahmettir [rahmet eseri] ki, hiç hayal ve hâtıra gelmeyen aşr-ı âhirin [son on gün] gayet mühim gecelerinde Üstadımızın tam îfa edemediği vazife yerinde bu havalide herbir şâkird [talebe] kendi hususî çalışmasından başka, bir saati Üstad hesabına Risaletü’n-Nurun [elçilik, peygamberlik] şâkirdlerinin [Allah’a şükreden] mücahede-i mâneviyelerine [mânevi mücadele, cihad etme] iştirâk ve onları hedef edip onların defter-i a’mâline [amel defteri] geçmeye aynı Üstad gibi çalışmaya başladılar. Hattâ Üstadımız diyordu: “Ehemmiyetsizliğimle beraber Isparta ve havalisindeki kardeşlerimizi a’mâl-i uhreviyesine [âhirete ait ameller, işler, fiiller] bir medar-ı müheyyiç hükmünde benim kusurlu çalışmam kâfi [yeterli] gelmiyordu.” Demek Üstad yerinde onun birkaç saat çalışmasına bedel pek çok saatler aynı vazifeyi görmeye başladılar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, bu hastalık vesilesiyle, bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve kuvvetli bir medar [kaynak, dayanak] olacak bu tedbiri ihsan [bağış] eyledi, cüz’iyetten külliyete çıkardı.

Hem bu hastalık letâifindendir [duygular] ki, Üstadımızın hiç sesi çıkmıyordu, konuşamıyordu, hiç beklenilmeden birden iftar vaktinde bir doktor geldi, elini tuttu, Üstadımız dedi ki: “Ben hastalığımı muayene ettirmem, ben hekimlere muhtaç değilim, hekim Cenâb-ı Haktır.” [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Birden canlandı, sesi çıkmağa başladı. Güya

239

kendisi bir doktor şeklini aldı, doktor ise bir hasta hükmüne geçti. Doktora ehemmiyetli bir mektubu okudu, doktorun derdine deva olacak bir ilâç oldu. Sonra top atıldı.

Doktora dedi: “Burada iftar et!”

Doktor dedi: “Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım” demesiyle çok hayret ettiğimiz Üstadımızın vaziyeti, orucu bozmuş bir doktorun tıp noktasında hâkimane vaziyetini kabul etmedi ki, o vaziyet ona verildi.

Evet, Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinden [mânevî kişilik] gelen şifa duası, öyle yüz bin doktora mukabil gelir, diye biz de tasdik ettik. Hem bu hastalığın, Leyle-i Kadir‘de [Kadir Gecesi] Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] talebeleri—hususan mâsumlar—ettikleri şifa duaları öyle bir derecede hârika bir surette te’sirini gösterdi ki, Üstadımıza sıhhat halinden daha ileri bir surette bir vaziyet verildi. Leyle-i Kadir‘e [Kadir Gecesi] lâyık bir tarzda çalışmaya başladı. Risale-i Nur şâkirdlerinden [Allah’a şükreden] gelen bu dua-i şifa, hârika bir mu’cize gibi bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu biz gözümüzle gördük.

Risale-i Nur Şâkirdlerinden [Allah’a şükreden]

 Emin, Feyzi

ba

240

Bizden bir ay uzakta bulunan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtleri, [öğrenci] Üstadımızın hastalığının aynı zamanında hastalığının vaziyetini rüyada aynen gördükleri gibi, Sabri ve Hafız Ali’nin taifeleri de aynı vakitte burada, yani Kastamonu’da olduğu gibi hasta olan Üstadımızın hesabına daha mühim bir tarzda çalışmışlar. Şöyle ki:

(Sabri’nin mektubunun bir parçasıdır.)

Üstadım efendim,

Rahatsızlığınız anında oradaki menba-ı Nurun mücahidleri, bir saat mesai-i mâneviyelerini hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] hesabına yaptıkları gibi, bu havalide de bu seneye mahsus ifa edilen mesai-i diniye, tahdîs-i nimet zımnında [iç] zikre vesile olduğu fakire bu sene leyle-i Kadirden [Kadir Gecesi] bir gün evvel ihtar edildi ki: “Bu sene leyle-i Kadri [Kadir gecesi] iki gece yap.” Bendeleri de cemaate şöyle söyledim ki: “Üstadım (Sellemehullah ve âfâhu) bazı bu gibi mübarek geceleri bazı maksatlara binaen o leyle-i mübarekeyi ihya [diriltme] için bir gece evvel, hattâ mâhut [anılan, bilinen] geceden bir gece sonra daha ihyaya [diriltme] sa’y [çalışma] ederlerdi. Biz de o isre ittibaan [tabi olma, uyma] onun hesabına leyle-i Kadri [Kadir gecesi] iki gece yapacağız diye niyet ve karar ettik. Birinci gecede Evrad[okunması âdet olan dualar] Bahaiye ve Tesbihat ve Sekine ve Delâil-i Hayrât ve Cevşenü’l-Kebîr gibi ders ve virdlerimize [devamlı yapılan zikir] çalıştık. İkinci gece keza; hem nasihat… Demek, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] cihetiyle Üstadımızın hesabına yüz cemaatle—tekabbellah—çalıştırılmışız. Sonra Isparta, Atabey, İslâmköy, Kuleönü, ve saire gibi mahallerde de sair vezaiften [vazifeler, görevler] mâadâ hergün Kur’ân’ın cüzlerini taksim suretiyle hatm-i Kur’ân, Üstad hesabına bütün Ramazan’da ve Âyetü’l-Kürsî hatimleri kezâ… Şu halde, bu seneye mahsus yapılan ibâdât-ı mâruzaların bir hikmeti varmış ki, bilmediğimiz halde Kastamonulu kardeşlerimiz gibi Üstad hesabına çalıştırılmışız. Fîmâba’d, Rabbim uzun ömürler ihsan [bağış] etsin, muammer, ebedî şifa ve deva ve inayetler [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ihsan [bağış] buyursun. Âmin!

Talebeniz

 Sabri

241

Namaz tesbihatının faziletine ait Isparta’ya gönderilen bir mektuptur

Bugünlerde ince bir mesele kalbime geldi, vaktinde kaleme alamadım. Vakit geçtikten sonra o ehemmiyetli hakikate bir işaret ederiz.

Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsülüne binaen dedim:

Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bir evradıdır. [okunması âdet olan dualar] O nokta-i nazarda [bakış açısı] ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf [açığa çıkma] etti:

Nasıl ki, risalete [elçilik, peygamberlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. [üstünde] Öyle de, o velâyetin [velilik] tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad[okunması âdet olan dualar] mahsusası olan farz namazların akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların [okunması âdet olan dualar] fevkindedir. [üstünde] Bu sır dahi şöyle inkişaf [açığa çıkma] etti:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede [Nakşî tarikatı mensuplarının okuyup bitirdikleri belirli dualar] bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada [birşeyin geneli, bütün] nuranî bir vaziyet hissediliyor. Öyle de kalbi hüşyar [uyanık] bir zât namazdan sonra سُبْحَانَ اللهِ ، سُبْحَانَ اللهِ 1 deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâmın müvacehesinde, tesbih elinde yüz milyon adam tesbih çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle [yüce] سُبْحَانَ اللهِ ، سُبْحَانَ اللهِ der. Sonra o serzâkirin [zikredenlerin başı]

242

emr-i mânevîsiyle, [mânevî emir] ona ittibaen [tabi olma, uyma] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 1 dediği vakit, o halka-i zikrin [zikir halkası] ve o geniş dâiresi bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ‘larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder, ve hâkezâ اَللهُ اَكْبْرُ، اَللهُ اَكْبَرُ 2 ve duadan sonra لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 otuz üç defa o tarikat-ı Ahmediyenin aleyhissalâtü vesselâm halka-i zikrinde [zikir halkası] ve hatme-i kübrasında o sabık [daha önceden geçen] mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri [zikredenlerin başı] olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâma müteveccih [yönelen] olup اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللهِ 4 der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

Said Nursî

ba

243

Hafız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek ve yüksek duası bizi en derin ruhumuzdan mesrur [mutlu] edip şükre sevk etti. Ve her musibetzedeye ve hüzün ve kederlere düşenlere, mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] mededres [imdada yetişen] ve halaskâr ve şifadar ve medar-ı sürur [sevinç ve neşe kaynağı] olan اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ 1 ve اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا 2 her musibetzedeye baktığı gibi, bu geçen hastalık cihetiyle bize de baktığını yazıyor.

Evet, Hafız Ali (r.h.) o noktayı tam görmüş. Ben de tasdiken derim ki: Eğer o hastalık yirmi derece tezâuf etseydi, bizlere kazandırdığı neticeye nispeten yine ucuz düşerdi ve rahmet olurdu. Fakat Hafız Ali’nin (r.h.) üstadı hakkında, benim haddimden çok fazla isnat ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisanıyla hakkımda medih [övgü] olarak değil, belki bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.

Hem Hafız Ali’nin, Sava gibi yerler, karyeler [köy] ve Isparta bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirtleri [öğrenci] harikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmeleri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] eden bir hakikatli haber telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz.

Âhir fıkrasında, [bölüm] Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] haber verdiği “Mânevî fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmiş” diye fıkrasına, [bölüm] bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ve temenni ediyoruz. Fakat biz Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtleri [öğrenci] ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] her cihetle hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap [sebepler] altında Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] şimdiye kadar fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve zındıkaların

244

ve dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] savletlerinin [saldırı] kırılması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ispat etmiş ve ediyor, inşaallah [Allah dilerse] daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah [Allah dilerse] hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirtleri [öğrenci] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.

Said Nursî

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde Rumuzât-ı Semâniyeye ait iki risaleyi ehemmiyetli talebelere bir yere gönderdim. Yol kapandı, gitmedi. O iki risaleyi tekrar dikkatle mütalâa ettim. Fikren dedim ki: “Bu zevkli, güzel, meraklı, şirin bir maksada giden bu tevafuklu yolda ne için sevk edilmeden perde indi, başka yolda sevk edildik, çalıştırıldık?”

Birden ihtar edildi ki: O gaybî esrarı açacak olan meslekten yüz derece daha ehemmiyetli ve kıymetli ve umumî ihtiyaca medar [kaynak, dayanak] ve herkes bu zamanda ona şiddetle muhtaç ve İslâmiyetin temel taşları olan hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] hazinesine hizmet etmeye ve istifadeye zarar gelecekti. Çünkü, o esrar-ı gaybiye, zevkli ve meraklı olduğu için, nazarı kendine çekecekti. En büyük ve en yüksek maksat olan hakaik-i imaniyeyi, [iman hakikatleri, esasları] ikinci derecede bırakacaktı. Onun için idi ki, sûre-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ 1 remzinde, [ince işaret] esrar-ı gaybiye gösterildi, birden kapandı, perde indi.

Hem bu sır içindir ki, o yolda istihdam [çalıştırma] edilmedik. Yalnız o meslek-i tevafukiyenin tereşşuhatından [belirti] Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir imza ve cezaletine bir ziynet ve huruf-u Kur’âniyenin [Kur’ân harfleri] intizamından ve vaziyetinden tezahür eden bir nevi i’câz [mu’cize oluş] çıktı. Daha o yolda çalıştırılmadık.

Said Nursî

245

Rüya Hakkında Isparta’ya Gönderilen Bir Fıkradır [bölüm]

Azîz, [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah] sıddık kardeşlerim,

Hediyeniz, Kastamonu’ya geleceği anında rüyada gördüm ki, bizlere bir ferman-ı şâhâne mânevî bir cânipten geliyor, kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] ellerinden tutup bize getiriyorlar. Biz baktık ki, o ferman-ı âli Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] olarak çıktı. O halde bu mânâ kalbe geldi: Kur’ân yüzünden Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve biz şakirtleri, [öğrenci] bir terfi ve terakki [ilerleme] fermanını âlem-i gayptan alacağız.

Şimdi tâbiri ise, o fermanı temsil eden mâsumların kalemiyle mânevî tefsir-i Kur’ânîyi [Kur’ân tefsiri] aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tâbir dahi haktır, ehemmiyetlidir.

Hem bu medâr-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuriyeyi bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemişti ki, o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında [bölüm] beyan edilen, rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci gününde kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur [mutluluk] hissedip mütemadiyen bir bahaneyle ferahımı izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, otuz-kırk defa tebessümle güldüm.

Hem ben ve hem Feyzi, taaccüp ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyen, bir günde otuz defa gülmek bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki, o sürur, [mutluluk] o sevinç mezkûr [adı geçen] mânevî fermanı temsil eden mâsumların ve ümmîlerin kalemlerinin yazıları, nesl-i âtînin sahaif-i hayatlarına, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] sahife-i mukadderatına ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] istikbalinin defterlerine neşr-i envar [nurları yayma] edeceklerinin ve o mâsumların hâlis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a’mâlimizde [iş ve davranışların yazıldığı sahife]

246

hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] istikbalinin mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] mes’udâne [mutlu bir şekilde] idamesinin haberini veren, o hediyeden daha gelmeyen geliyordu. Ben, o azîm yekûndan [bütün, toplam] hisseme düşen binden bir cüz’ünü ruhen hissetmiş idim ki, beni mesrurâne [mutlu] heyecana getirmişti.

Evet, böyle yüzer mâsumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misilli, [benzer] benim gibi günahkârın sahife-i a’mâline [iş ve davranışların yazıldığı sahife] dahi girmesi, binler sürur [mutluluk] ve sevinç verebilir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle mâsumâne ve kahramanâne çalışmak için, biz, hem o mâsumları, hem o ümmîleri ve hem onların muallimlerini, hem peder ve validelerini, hem köylülerini, hem Anadolu’yu, hem memleketlerini tebrik ederiz.

O mübarek mâsumların ve ümmîlerin herbirisine birer hususî teşekkür ve tebriknâme yazmak elimden gelseydi yazacaktım.

Said Nursî

ba

 Emin ve Feyzi’nin Ispartalı kardeşlerine gönderilmiş bir fıkrasıdır [bölüm]

Isparta’da bulunan kardeşlerimize,

Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rüyanın kadere ait bir meseleyi, şuhud [görme] derecesinde bize kanaat verdiği gibi, o lâtif [berrak, şirin, hoş] rüyanın ikinci parçası bizlere mânevî bir müjde ve beşaret [müjde] verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Üstadımız rüyada görüyor ki: Ben—yani Feyzi ile—beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken, birden Üstadımıza söylüyorum ki: “Burada ben ayının tesbihini toplayacağım.” Üstadımız da bakıyor ki, beyaz ipler gibi dolaşmış bir şey görüyor. Bu acip güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnat etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi-otuz defa o hâdisat-ı nevmiyeyi gülerek benimle mülâtefe etti. Münasebet olmayan bazı şeylerle tâbire çalıştıksa da münasebet tutmadı.

Sonra aynı ikinci günün aynı saatinde, bana benzeyen bir dost—ki, rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş—Üstadımızın yanına geldi. Dedi ki:

247

“Ayının yağını toplayanlardan alıp, müezzin ve tesbih yapan bir adam tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsun?”

Üstadımız da, rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acip ve aynı aynına tâbiri kemâl-i taaccüp [tam bir şaşkınlık] ve hayretle karşılayıp ona demiş: “Sakın istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesin.”

Yirmi Sekizinci Mektubun birinci risalesinin altıncı nüktesinde [derin anlamlı söz] rüya-yı sadıka, [doğru olan rüya] kader-i İlâhi [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] her şeyi ihata [herşeyi kuşatma] ettiğine bir hüccet-i katıa [kesin delil] hükmünde Üstadımızın binler tecrübeyle gördüğü gibi, aynen bu vâkıa dahi bizlere şuhud [görme] derecesinde kat’î ispat etti ki, hâdisat, vücuda gelmezden evvel mukadderdir, [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] malûmdur, muayyendir, kader-i İlâhinin [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] mizanlarıyla [ölçü] geliyor diye, bu rükn-ü imaniye [imanın şartı] bize gayet kat’î bir nümune oldu.

Hem rüyanın ikinci tabakasında Üstadımız diyor ki, ona ve Risale-i Nur’un heyetine bir ferman geliyor. Birden geldi, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ferman Kur’ân çıktı. Bunun tâbiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Hizbü’l-Ekber-i Kur’ânî ümit edilmediği o vakitte, Âsiye Hanımın hanesinde tezyin [süsleme] için gönderilen Hizbü’l-Ekber yüz senelik güzel bir kap içerisinde, o kabın, üzerinde sırmayla padişahın mühim fermanlardaki tuğra-i şâhâne işlenmiş gördük.

Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kur’ân çıktı. Şimdi de, Kur’ân’ın Hizbü’l-Ekberi geldi. Üstünde ferman turra[mühür, nişan] bulunduğundan, Risale-i Nur’un heyetine beşaretli [müjde] ve medâr-ı feyiz ve terakki [ilerleme] bir ferman-ı Rabbanî hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekleriz. Hem bu tâbirden az sonra sizlerin kıymettar hediyelerinizi aldık ki, rüyanın tam tabiri çıktı. Orada bulunan umum kardeşlerimize selâm, arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] eder, dualarınızı isteriz.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin ve Feyzi

ba

248

Isparta’ya gönderilen bir mektup

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Namaz tesbihatının sırrına göre, nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlille [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] hatme-i muazzama-i Muhammediye (a.s.m.) ve zikir ve tesbih eden ve rû-yi zemin [yeryüzü] kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (a.s.m.) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medâr-ı füyuzat olduğu gibi, biz dahi, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] geniş dairesine ve halka-i envarında ders alan ve çalışan binler mâsum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a’mâl-i salihalarına [Allah için yapılan iyi işler] hissedar olmak ve âmin demek hükmünde olan tayy-ı mekân ederek, gıyaben omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymettar, mâsum mânevî evlatları ve yüzer Abdurrahman’ları bulmak, benim için dünyada bir cennet hayatı hükmüne geçiyor.

Geçen Ramazan-ı Şerifte, hastalık münasebetiyle, herbir kardeşim benim hesabıma bir saat çalışmasının büyük neticesini aynelhak ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gördüğümden, böyle duaları reddedilmez mâsumların ve mübarek ihtiyarların ve üstadlarının, benim hesabıma olan duaları ve çalışmaları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada gösterdi.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

249

Risale-i Nur’un küçük ve masum şâkirtleri [Allah’a şükreden]

Risale-i Nur’un küçük ve mâsum şakirtlerinden [öğrenci] elli altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize de gönderilmiş, biz de o parçaları üç cilt içinde cem [toplama, bir araya gelme] ettik, hem o mâsum şakirdlerin [talebe, öğrenci] bazılarını isimleriyle kaydettik. Meselâ: Ömer (on beş yaşında), Bekir (dokuz yaşında), Hüseyin (on bir yaşında), Hafız Nebi (on iki yaşında), Mustafa (on dört yaşında), Mustafa (on üç yaşında), Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zeki (on üç yaşında), Ali (on iki yaşında), Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] (on iki yaşında). Bu yaşta daha çok çocuklar var, uzun olmasın diye yazılmadı.

İşte bu mâsum çocukların Risaletü’n-Nurdan [elçilik, peygamberlik] aldıkları derslerinin ve yazdıklarının bir kısmını bize göndermişler biz de onların isimlerini bir cetvelde dercettik. [yerleştirme] Bunların bu zamanda bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki, Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] öyle mânevî bir zevk ve câzibedar bir nur var ki, mekteplerdeki çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe [üstün gelme] edecek bir lezzet, bir sürur, [mutluluk] bir şevk, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] kökleşiyor. İnşaallah, daha hiçbir şey onu koparamayacak; ensâl-i âtiyede [gelecek nesiller] devam edecek.

Aynen bu mâsum küçük şakirtler [öğrenci] gibi, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parçayı, iki üç mecmua içinde derc [yerleştirme] ettik. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risale-i Nur’a bu suretle çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hâcât-ı zaruriyeden [zarurî ihtiyaçlar] ziyade Risalei’n-Nur’a çalışmaları, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hakkaniyetini gösteriyorlar.

Bu ciltte az, sâir altı cild-i âherde mâsumların ve ihtiyar ümmîlerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve mânen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam [gıda, yiyecek] hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilirler. Yoksa, yalnız akıl cüz’î [ferdî, küçük] bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.

250

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ilimleri, başka ilimlere ve maarifetlere [bilgiler] benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin [insandaki ince ve yüce duygular] de kut [gıda] ve nurlarıdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Mâsumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki fâide var:

Birincisi: Teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ve dikkatle okumaya mecbur etmektir.

İkincisi: O mâsumâne ve hâlisâne ve samimî ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

Said Nursî

ba

 Isparta’ya gönderilen bir fıkradır [bölüm]

Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] kendi sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirtlerine [öğrenci] kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden [öğrenci] tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî, sarsılmaz bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ister. Evet, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.

Hem, iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye düsturuyla, [kâide, kural] herbir şakirdinin, [talebe, öğrenci] herbir günde binler hâlis lisanlarıyla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] işledikleri a’mâl-i salihanın [Allah için yapılan iyi işler] misil [benzer] sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirdlerini [talebe, öğrenci] amelce binler adam hükmüne getirdiğini… kerametkârâne [keramet göstererek] ve takdirkârâne [övgüyle] İmam-ı Ali’nin üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Gavs-ı Âzamdaki tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] ve teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] beşareti [müjde] ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kuvvetli işaretle o hâlis şakirtler, [öğrenci] ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] ve ehl-i Cennet olacaklarını müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.

Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve sofî meşrep [hareket tarzı, metod] zâtlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan

251

gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlenmesine çalışmak ve şakirtlerini [öğrenci] teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini,—tam bir havuzu kazanmak için—o dairedeki âb-ı hayat [hayat suyu] havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim [doğru ve düzgün] ve metin [sağlam] cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar verir, belki zındıkaya bilmeyerek bir nevi yardım hesabına geçer.

Said Nursî

ba

 Lâtif bir tevafuka işaret eden bir fıkradır. [bölüm]

Otuz altı yapraktan ibaret ve İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar [erişme, nail olma] olan Otuz İkinci Sözün kendi kendine gelen beş bin yedi yüz on beş tevafuku, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] bu havalideki gayet mühim bir talebesi olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif‘in [temiz, pak] nüshasında çıkmıştır. Demek o risalenin hatt-ı hakîkisine rastgelmiş ki, bu harika kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] göstermişler.

Hem iki Hüsrev’i Risale-i Nur dairesine ve Bekir Sıdkı’ya [doğruluk] kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterip, iman getiren ve tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] üçte birisini halleden, on beş yapraktan ibaret olan Otuzuncu Söz’üne kahraman Nazif‘in [temiz, pak] nüshasında tekellüfsüz [zahmetsiz] üç bin sekiz yüz otuz beş tevafuku… Biz, gözümüzle bu keramet-i tevafukıye-i Nuriyeyi gördük.Haşiye [dipnot]

Halil, Hilmi, Selahaddin, Emin, Feyzi

Said Nursî

ba

 Hafız Mustafa’nın bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

O cereyanın hücumu ânında köyümüzde nahiye müdürü ve daha zahiren mühim memurlar bulunduğu halde, şifahen isimlerimizle ihbar edip taharri [araştırma]

252

ettirmek istedikleri halde, Hazret-i Esadullah Ali Kerremallahu Vechehu [“Allah şerefini yüksek kılsın” anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade] ve Gavs-ı Âzam gibi çok mânevi üstadlarımızın mânevi yardımlarıyla akim [sonuçsuz, verimsiz] kalıp, hattâ o memurları aleyhimize değil, lehimize mânevî darbeleriyle çevirdiler.

اَلْفُ اَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Mektubu mütalâa ettik. Aciptir ki, bizim kusurumuzdan ve ufacık ihtiyatsızlığımızdan [dikkat, tedbir] gelen o tesirsiz cereyanı haber veriyor gördük. Çünkü, “Bir kısım avâm-ı nâs [halk tabakası] ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] tâbi bir kısım ulemâ-i zâhir, hakikaten kendilerinin pis ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bataklığından giden yollarında arkadaşlık etmeyen ve bir cadde-i kübrâ[büyük ve geniş cadde] bulan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerini [öğrenci] zemmediyor” [ayıplama, kötüleme] diye sizden gelen o mektup haber veriyordu. Hakikaten öyle oldu. Mektuptan birgün sonra, merakı mucip [gerektirici] üzerimizde hiçbir tesir kalmadı.

Talebeniz

 Hafız Mustafa

ba

 Emin ve Feyzi’nin Isparta’daki kardeşlerine yazdığı bir fıkradır. [bölüm]

Evet, Isparta’da bulunan kardeşlerimizin haber verdikleri bu ehemmiyetli hadise-i taarruziyeye teşebbüs vukuu zamanında muhaberemiz kesildiği halde, mütemadiyen her vakit Üstadımız, aynı taarruza mâruz bulunuyoruz gibi bizi (yani Feyzi ve Emin’i) ikaz ediyordu. “Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ediniz; bir halt edemezler.” Biz de bakıyorduk ki, bizde birşey yok, hissetmiyorduk. Hem o gaybî hâdiseyi bertaraf etmek için mutabık bir mektup bize yazdırdı; size gönderildi.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi

ba

253

 Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Lâhika’nın bu defa irsal [gönderme] buyurulan kısmını aldım. Lehülhamd kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifede istihdamımız [çalıştırma] devam ediyor. Hakikaten insan, seyyidinin mütenevvi [çeşit çeşit] hizmetleri arasında böyle nurlu ve nuranî hizmette bulundurulmasını hissedince, zaten ücretini peşin alan bir köle olduğunu da nazar-ı dikkate alınca, bütün zerrat-ı kâinat kadar dil ile hamdetmek istiyor. Yani kalbinde yanan Elhamdü lillâh kandili, herşeyi müsebbih [tesbih eden] ve hâmid [hamd eden] gösteriyor ve güzel bir niyetle, o hâmidlerin [hamd eden] hamdini ve müsebbihlerin [tesbih eden] tesbihini ve o şâkirlerin [Allah’a şükreden] şükrünü beraberce seyyidine takdime bir iştiyak [arzu, istek] hissediyor.

Nurlu ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mektuplarınız yekdiğerini [bir diğer şey] takip ettikçe, hakikaten tahkikî imanın kemâle doğru seyran ettiği görülüyor. Bu aciz kardeşiniz şüphesiz bir surette iman ettim ki: Şeriat-ı Garra-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın hakaikine, [doğru gerçekler] ruhuna nüfuz etmenin en kısa, en hatarsız, [tehlike] en zevkli tariki, Risalei’n-Nur’a intisapladır. [bağlanma]

Evet, bahtiyar odur ve ona derler ki: Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] intisap [bağlanma] etmiş, bütün mü’minleri kendisine tam hakiki kardeş bilip bu zulmetli asırda imân-ı tahkikî [hakiki iman; inandığı şeylerin aslını, esasını bilerek inanma] nuruyla cadde-i kübrâ-yı Ahmediyeyi (a.s.m.) buluyor. Nihayetsiz şekillere, karışıklıklara rağmen Bismillâh ile açılan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] kapısından girince, tıfıl iken “Ümmetî” diyen Şefîini [şefaat eden] ciddi sevmek, yani sünnet-i seniyesine ittiba [tabi olma, uyma] eylemenin muaccel [peşin] mükâfatı olarak buluyor. Her emri işlerken, bu emri cânib-i [taraf, yön] Haktan bu ümmete getireni; her nehyi [yasak] yapmamaya cebrederken, bu nehyi [yasak] taraf-ı İlâhiden bu ümmete getireni düşüne düşüne, derslerde geçtiği gibi, bütün ömür

254

dakikaları ibadet olabilir. Ve o Habib-i Hüda, o Şefî-i [şefaat eden] Rûz-i Cezâyı her işinde nümune etmek azminden mütevellid muhabbet, o Habîbin [sevgili] bulunduğu âleme göçmeyi sevdirecek hale getiriyor ve böylece مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا 1 sırrı tezahür ediyor.

Tezekkür-ü mevt veya rabıta-i mevt [her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak]

تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ * 2

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ne ararsak, hep Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] güneş gibi görünüyor. Risaletü’n-Nur şakirtleri [öğrenci] dikkat etseler, daha bu fâni âlemde iken livâü’l-Hamd-i Ahmedî (aleyhissalâtü vesselâm) altında bulunduklarını inayet-i Hakla anlarlar.

Acizane fehmedebildiğim, şu anda kalbime gelen hakikatlara istinaden diyeceğim ki: Bu dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dinsizliğin tâun [salgın ve ölümcül hastalık] ve vebâdan daha ziyade ve daha şiddetli sârî [bulaşıcı] illetlerine [asıl sebep] karşı Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] getirdiği ve tâlim ve tefhim [anlatma] ettiği çok hakikatlerden Sünnet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] (a.s.m.) temessük [sarılma] dersini en hakikî olarak alan, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtleridir. [öğrenci] Onlar bu temessük [sarılma] ve intisaplarının, [bağlanma] iki kere iki dört eder kat’iyetinde mazhar [erişme, nail olma] oldukları inayet-i Rabbaniye şehadetiyle, muaccel [peşin] mükâfatlarını görüyorlar. Yani, burada sünneti ile, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve bid’at ve dinsizlik ateşlerinden kurtaran mensup olduğumuz şeriatın mübelliği; [tebliğ eden, bildiren] burada halâs [kurtulma] ve mukavemetle, âhir hayatımızda imân ile, haşr-i ekberde [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] şefaatıyla inşaallah [Allah dilerse] ebedî sevindirecektir diyorlar, diye biliyorlar.

255

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Madem ki böyle olmuştur; o halde şüphesiz Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] intişarındaki [açığa çıkma, yayılma] maksat, şu zamanın insanlarına tahkikî imanı ders vermek, mütehayyirlerini [hayrete düşen] kurtarmak, müteharrîlerini takviye ve tarsin etmek, zındıka ve ehl-i ilhadı [dinsizler] iskât [susturma] ve ilzam [susturma] etmektir. Amma fitne ateşleri âfet halini alan bu zamanda, cam ile elmasın beraber satıldığı bir çarşıda bu mübarek Nurları, yani şânında اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 2 buyurulan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakikî tefsirleri olan Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hakaretten sıyaneti için, hem سِرًّا تَنَوَّرَتْ 3 sırr-ı tenvirini Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] Rabbimiz irade ve takdir buyurmuş.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Hulusi

ba

 Halil İbrahim’in Risale-i Nur’a hitaben yazdığı bir fıkradır. [bölüm]

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى الرِّسَالَةِ النُّورِيَّةِ 4 Şümus-u [güneşler] Kur’ân’ın envarlarından [nurlar] in’ikâs [yansıma] eden ecram-ı ulviye, [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] seyyarat [gezegenler] ve sevabit-i kevkebiye ve ezhar[çiçekler] müzeyyene-i [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ravza-i safaiye ve hakaik-âşina [doğru gerçekler] ile memlû [dolu] dürr-i [inci] meknune [gizli, örtülü] اَلْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ وَالتَّسْلِيمِيَّةِ 5 olan Risale-i Nuriye, esrar-ı kitabullah, âlemi ziyalandırdı ve inşaallah [Allah dilerse] daimî ziyalandıracaktır. Ve öyle bir şaheserdir ki,

256

Selef-i Salihînin [ilk devir İslâm büyükleri] eserlerinin sonunda gelmekle hepsinden ileridedir. Öyle mebzul [çok bulunan, bol] bir feyz var ki, en zulmetli kalbleri dahi nur-u imân ile nurlandırır. Ve öyle bir mârifet-i İlâhiyeyi [Allah’ı bilme, tanıma] serd ve beyan eyler ki, körlere bile gösterdi.

O, benim gözümün nuru, kalbimin süruru, [mutluluk] gönlümün bülbülü, ruhumun gıdası, letâifimin [duygular] incilâsı, canımın canı… Ben onun herbir hakikatine bin can versem, inşaallah [Allah dilerse] bir cana mukabil bâkide bin can alacağım. O, benim kabirde enîsim, [cana yakın, dost] berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] refikim, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve mizanda [ölçü] a’mâlim, [ameller, işler] Sıratta [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] Burakım, [Cennete mahsus bir binek] Cennette yoldaşım…

Ben onun hakkında nasıl tarif edebilirim? Yirmi Sekizinci Mektupta serd edilen

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ * 1

fehvasınca [mânâsınca gereğince] ben de derim:

وَمَامَدَحْتُ رِسَالَةَ النُّورِ بِمَقَالَتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِرِسَالَةِ النُّورِ * 2

Hem ne haddime düşmüş ki, o menşur-u Kur’ân’dan bahsedeyim! Olsa, olabilse bu fakir, ondan istişfa ( اِسْتِشْفَاءْ ) ve istişfa’ ( اِسْتِشْفَاعْ ) ve istifaza [feyizlenme] edebilir. Şöyle ki اَكَرْ نَه خَواهِى دَادْ نَه دَادِى خَوَاهْ 3 kaidesince rıza-yı Bârî‘nin [varlıkları mükemmel bir surette yaratan Allah’ın rızası] kendisinden hoşnud ve razı olmasını isteriz. Ve onun nuruyla dünyada bütün âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nurlanmasını isteriz. Ve talebelerinin dünyada birer arslan ve âhirette birer sultan olmasını ve livâü’l-hamd sancağının altında, önünde Üstadımızla, bütün talebeleriyle varmak isteriz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] İstemesini bilmediğim için maddî ve mânevi bütün rızk ve

257

ihtiyaçlarımızın verilmesini, Üstadımın istemesini isteriz. Orada kardeşlerimizin, başta Üstadımız olarak, cümlesine ayrı ayrı selâmlarla sıhhat ve afiyette berdevam [soğuk] olmasını isteriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Talebeniz

 Halil İbrahim

Risale-i Nur’un mühim erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bulunan ve bu aynı hakikat olan mektubunu bizlere gönderen Halil İbrahim kardeşimizin sözlerini âciz lisanım söylemeye ve âtıl kalemim yazmaya muktedir değilse de, her hususta bu mübarek kardeşimizin fikrine bütün ruh u canımla iştirak ediyorum. Hem kalbime bakıyordum, bu mektubu yazarken lisanıma tercüman olamayan kalbim de aynen bu medhe mânen iştirak edip, beraber o kardeşimle söyler gibi hissedip telezzüz [lezzet alma] ederim. Eğer söyleyebilseydim, ben de böyle söylerdim.

Feyzi

ba

258

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu yeni hâdise-i taarruziyeden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Çünkü mükerrer tecrübelerle Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındadır. Hiçbir taife, şimdiye kadar böyle ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkatle kurtulan olmamış.

Hem geçen Ramazan’daki hastalığım ve Eskişehir’deki musibetimiz gibi çok vâkıalarla, zâhirî sıkıntılı, meşakkatli hâlât [durumlar, haller] altında Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] fâidesine ait inkişâfâtı [açığa çıkma] ve daha tesirli fütuhâtı [fetihler, yayılmalar] görülmüş. İnşaallah, bu sıkıntılı hâdise dahi, münafıkların aks-i maksuduyla, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] fütuhatını [fetihler, yayılmalar] başka mecrâlarda [akım yeri] teshile [kolaylaştırma] vesile olur.

Beşinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda bir hikmet var. Belki onlara, kendi mesleklerini bildirmek ve Cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalâde iktidarımız haricinde bir kazâ-i [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] İlâhi diye Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmetine ve inâyetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfzına itimad edip merak etmeyiniz.

Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belâyı def ettiği gibi, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Anadolu’dan, hususan Isparta, Kastamonu’dan âfât-ı semaviye ve arziyeyi def ve ref’ine [kaldırma] vesiledir. Evet, Sabri’nin يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى… وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ…الخ 2 âyetinden istihraç [çıkarma] ettiği mânâ, haktır ve mutabıktır.

Evet, Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın [yer küre, dünya] yangınından ve tufanından kurtulmasına sebeptir. Çünkü,

259

zaaf-ı imandan gelen tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ekseri musibet-i âmmeyi [büyük ve genel musibet] celb [çekme] ettiği gibi, imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] o musibet-i âmmeyi [büyük ve genel musibet] dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bu Anadolu halkı Risale-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, tâunların [salgın ve ölümcül hastalık] istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onlar da bizim bu derece âhiretimize karışmaları onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

İşte bu sekiz aydır, hususan bu heyecan veren bu hâdiselerle beraber; şimdi yanımda bulunan Feyzi ile Emin ve bütün dostlar şahittir ki, bu sekiz ay zarfında bir tek defa ne Harb-i Umumîyi, [Birinci Dünya Savaşı] ne de siyaseti sormamışım. Ve odamdan işitilen radyoyu da üç senedir dinlemedim. Halbuki ben, binler adam kadar dünyaya bakmak münasebetim var. Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale ediyoruz.

Hem ehl-i siyasetle [siyaset adamları, politikacılar] hiçbir münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, bu milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakdan kurtaracak yegâne çare, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] esasatıdır. [esaslar] Bu hâdisede sıkıntı çeken mâsumlar ve üstadları bilsinler ki, ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve bir saat hakikî tefekkür-ü imanî, [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] bir sene tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] hükmüne geçtiği gibi, inşaallah [Allah dilerse] onların sıkıntıları da öyle sevaba medar [kaynak, dayanak] olur. Onlar da, merak edip teessürle [üzülme, etkilenme] değil, ferah ve sürurla [mutluluk] karşılamalı. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) iki kere سِرًّا بَيَانَةً، سِرًّا تَنَوَّرَتْ 1 demesine binaen, biz her vakit ihtiyat[dikkat, tedbir] olmak ve tam sakınmak vaziyetini muhafaza etmeye mükellefiz.

Risale-i Nur’un mensupları, şuur ve ihtiyarları haricinde birbiriyle münasebettar, [alâkalı, ilgili] birbirinin hâdiseleriyle alâkadar olduğuna bir delil de bugünlerde oldu. Şöyle ki:

260

Oradaki hâdisenin vukuundan bugüne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin vaziyetleri ehemmiyetli bir hâdise yüzünden değişmiş gibi çekinmek ve münafıkların nazarını kendilerine ve bizlere celb [çekme] etmemek için tevakkuf [durağan olma] devresi geçti.

Hem, Nazif [temiz, pak] gibi bir çok zâtın rüyalarının tâbirleriyle, sizin hâdiseniz olduğunu anladık.

Umum kardeşlerimize birer birer ve hususan musibetzedelere selâm ve dua ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları çabuk kurtarıpHaşiye vazifelerinin başlarına geçirsin. Âmin.

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

Risale-i Nur’un mühim bir rüknü [esas, şart] olan Hafız Ali’nin (r.h.) bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım efendim,

“Bu acip zamanın en büyük tehlikesi, hadis-i şerifle sabit olan âhirzamanda çok ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve gaflet dünyadan imânsız çıkmak yarasını lisan-ı Kur’ân[Kur’ân dili] Mu’cizü’l-Beyanla, [açıklamaları mucize olan] kabre, iman ile girmek ilâcıyla tedavi eden Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerine [öğrenci] bir hüccet-i katıa [kesin delil] bahşeden Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] hizmet, acaba âciz insanların cüz’î [ferdî, küçük] ve fazl-ı İlâhî [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] ile hizmetleri nasıl mukabele [karşılama; karşılık verme] eder; belki her iki cihetle bir fazl-ı İlâhidir” beyan buyurulduktan sonra, nasıl gecenin zulümatında yanan bir nur ve bir ziya lisan-ı hal-i [beden dili] şevkiyle bütün ruh sahiplerini, hattâ en küçük pervaneleri [korku] dahi zulümattan nura çağırıp çıkardığı gibi, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] dahi lisan-ı hal [beden dili] ve kal ile şeriat kılıcıyla mânen idam [hiçlik, yokluk] olmamış ve zulümatta boğulup ölmemiş ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i tarikatı [tarikata mensup olanlar] dâvet etmesi, onun Rahîm ismine mazhariyeti şe’nindendir. [belirleyici özellik]

İki hatıradan birincisi: İhtiyare hanımlar hakkında ve her zamanda nüfuzunu ve kat’î tesirini gördüğümüz hadis-i şerifin beyan buyurulması, bizleri ve çok alakadar [zigot; döllenmiş hücre] kadınları sevindirdi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebeden razı olsun. Âmin.

261

İkinci hatıra: Gaflet saikasıyla [sebebiyle] veya gözsüz, el yardımıyla, bazıların elmas yerine cam parçası aldığı gibi, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dükkânı olan Risaletü’n-Nur’dan [elçilik, peygamberlik] saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] aramaya gelenleri ikaz ve irşad [doğru yol gösterme] fıkralarınız, [bölüm] gece-gündüz yol gözleyen umum Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtlerini [öğrenci] mesrur [mutlu] eyledi.

Talebeniz

Hafız Ali (r.h.)

ba

Mustafa’lar, Küçük Ali, mübarek ve münevver [aydın] kardeşler,

Mektubunuz Büyük Ali’nin mektubu gibi acip bir hakikati beyan ediyor. O hakikat, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkında haktır. Fakat benim haddim değil ki, o hududa gireyim.

Evet, عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِۤى اِسْرَۤائِيلَ 1 fermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî (k.s.), İmam-ı Gazâlî (k.s.), İmam-ı Rabbânî (k.s.) gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve harika zâtlar, bu hadisi, kıymettar irşâdlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri [üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.

Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı [zor] ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakirtlerini [öğrenci] bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin [asker] ağırlaşmış müşiriyet [mareşallik] makamında ancak dümdarlık vazifesi var.

Said Nursî

ba

262

Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] heyet-i mecmuası, [birşeyin geneli, bütün] sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyesine münasip, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] izharında, [açığa çıkarma, gösterme] intişarında [açığa çıkma, yayılma] azîm kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, üç keramet-i zâhiresi bulunan Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.), Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana kat’î kanaat vermiş. Hattâ sekeratta [can çekişme/ölüm anı] bulunan talebelerine imanını kurtarmak için mürşid gibi yetiştiğine, müteaddit [bir çok] vâkıalar şüphe bırakmıyor. Hem “Bir saat tefekkür, bir sene ibadet-i nâfile hükmünde…” 1 Bir misal, Hizbü’l Ekberdir diye müşahede ettim ve kanaat getirdim.

ba

Bir sual-cevap olarak yazdığım bir fıkrayı, [bölüm] size de fâidesi olur ihtimaliyle beyan ediyorum:

Şöyle ki: Evliya divanlarını ve ulemanın kitaplarını çok mütalâa eden bir kısım zâtlar tarafından soruldu: “Risalei’n-Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman ve iz’ân [kesin şekilde inanma] onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevap: Eski mübarek zâtların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve mârifetin [Allah’ı tanıma, bilme] neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına [esaslar] ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar.

263

Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imanın esasatını [esaslar] kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak burhanlarla [delil] imanın ispatına ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve muhafazasına ve şübehattan [şüpheler, tereddütler] kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O divanlar derler ki: “Velî ol, gör; makamata çık, bak, nurları, feyizleri al.”

Risale-i Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olan imanını kurtar”.

Hem Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmaresini [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izale [giderme] eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet [inkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik] karşısında tek başıyla galibâne mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.

Hem Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermiyor; ve evliya misilli [benzer] yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki aklın ve kalbin ittihad [birleşme] ve imtizacı [bileşim, karışım] ve ruh ve sair letâifin [duygular] teavünü [yardımlaşma] ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] kör gözüne de gösterir

Said Nursî

ba

264

Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi yazıyorum.

BİRİNCİSİ

Geçen sene Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selâmeti ve necatı [kurtuluş] için edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebep ihtar edildi.

BİRİNCİ SEBEP:Bu asrın acip hassasındandır ki: Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder. Bu asırdaki ehl-i imanın [Allah’a inanan] fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı [günahlar] işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] safdil [saf kalbli, kolay aldanan] taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden musibet-i âmmenin [büyük ve genel musibet] devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi ona tercih etmeye ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya tamâ’ veya hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne [ahmak] bir cehalet ve hasârettir, [zarar] tokata müstehak eder.

Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayeti affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zalemeye şerik olur.

İKİNCİ SEBEP: İzin olmadığından yazılmadı.

İKİNCİ MESELE

Kardeşlerim, Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i iman [Allah’a inanan]

265

onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım. Bir iki sahife yazdım; perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı meseleye müteveccih [yönelen] olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o meselenin teferruatından bana ait bir meseleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Hürriyetin bidayetinde, Risaletü’n-Nur’dan [elçilik, peygamberlik] çok evvel, kuvvetli bir ümit ve itikatla, [inanç] ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetlerini [ümitsiz] izale [giderme] için, “İstikbalde bir ışık var; bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ, Hürriyetten evvel talebelerime beşaret [müjde] ederdim. Tarihçe-i Hayat‘ımda [hayat hikayesi] Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] misillu [benzer] risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye, dehşetli hâdiselere karşı o ümitle dayanıp mukabele [karşılama; karşılık verme] ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede [İslâmın sosyal hayatı] ve çok geniş bir dairede tasavvur ediyordum. Halbuki, hâdisât-ı âlem iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile beni o gaybî ihbarda ve beşarette [müjde] bir derece tekzip edip ümidimi kırdı.

Birden bir ihtar-ı gaybîyle [gaybdan gelen hatırlatma] kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki:

“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında dahi ehemmiyetli Risaletü’n-Nur’dur. [elçilik, peygamberlik] Bu bir ışıktır ki, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül [hayal etme] ve tahmininle geniş dairede, belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne [mutlu bir şekilde] ve dindarâne [dindarca] hâletlerin [durum] ve vaziyetlerin mukaddemesi [evvel, önce] ve müjdecisi iken, bu muaccel [peşin] ışığı o müeccel [ertelenmiş] saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

“Evet, otuz-kırk sene evvel bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] hissettik. Fakat nasıl kırmızı bir perdeyle siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”

S.N.

ba

266

 Emin ile Feyzi’nin Üstadlarının garip vaziyetine ve Risale-i Nur’un acip ehemmiyetine delâlet eden bir sualleri ve Üstadlarının onlara ve emsallerine verdiği bir cevaptır.

Sual: “Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] ciddî alakadar [zigot; döllenmiş hücre] olan bu Cihan Harbinin dehşetli zamanlarında elli gün kadar (şimdi yedi seneden geçti; aynı hal devam ediyor. Hem ne soruyor ve ne de merak eder) hergün hizmetinizde bulunan bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hadiseden daha büyük diğer bir hakikat mi hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat [düşürme] ediyor? Yahut onunla meşgul olmanın bir zararı mı var?” diye Üstadımızdan sorduk. O da:

Elcevap: Diyor ki: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hakikat ve daha âzam bir hâdise hükmettiği için, şu Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünkü, bu Cihan Harbinde iki hükûmet küre-i arzın [yer küre, dünya] hakimiyeti için mürafaa [karşılıklı görüşme, mahkeme duruşması, yargılama] ve muhakeme dâvâsında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalâha [barış yapma] ve sulh mahkemesine barışmak dâvâsı açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda, [ân, zaman] nev-i beşerin sosyalist tabakasıyla burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübrâlarında [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] açılan dâvâlarından çok mühim öyle bir dâvâ açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki, o dâvânın tek bir adama isabet eden miktarı bu Cihan Harbinden daha büyüktür. İşte o dâvâ da budur ki:

Şu zamanda herbir mü’min için, belki herkes için küre-i arz [yer küre, dünya] kadar bir bâkî tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla [köşk, saray] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ebedî bir mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] almak veya o mülkü kaybetmek dâvâsı açılmış. Demek herbir tek adamın başına öyle bir dâvâ açılmış ki, eğer İngiliz, Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o dâvâyı kazanmak için bütününü sarf edecek. Elbette bu dâvâyı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dâvâ o derece tehlikeye düşmüş ki, bir ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresini alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuz dokuzu kaybetmiş.

267

İşte bu ehemmiyetli, azîm dâvâyı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler ile ondan sekizine o dâvâyı kazandıran bir dâvâ vekili bulunsa, elbette aklı başında her adam, o dâvâyı kazandıran öyle bir dâvâ vekilini vazifeye sevk edecek olan bir hizmete her hadisenin fevkinde [üstünde] ehemmiyet vermeye mükelleftir. İşte o dâvâ vekilinin bu asırda birisi, belki birincisi Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’caz[mu’cize oluş] mânevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd [doğma] eden Risale-i Nur olduğunu, binler onun ile o dâvâyı kazananlar şahittir.

Evet, bu küre-i arza [yer küre, dünya] memuriyetle gönderilen her insan, burada misafir ve fâni olduğu ve mahiyeti bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] müteveccih [yönelen] bulunduğu kat’iyen [kesinlikle] tahakkuk [gerçekleşme] etmiştir. O her insan, bu zamanda hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] kurtaracak olan istinad noktaları sarsıldığından, bu dünyasını ve içinde bütün alâkadar ahbabını ebedî terk etmekle beraber, bu dünyadan binler derece daha mükemmel bir bâkî mülkü de kaybetmek veya kazanmak dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesika[belge] olmazsa ve berâtı ve senedi olan itikadı [inanç] sağlam bir surette elde etmezse, o dâvâyı kaybeder. Acaba bu kaybettiği şeyin yerini hangi şey doldurabilir?

İşte bu hakikate binaen, benim ve kardeşlerimin herbirimizin yüz derece aklı ve fikri ziyadeleşse, bu muazzam vazife-i kudsiyenin [kutsal vazife] hizmetine ancak kâfi [yeterli] gelebilir. Sair meselelere bakmak, bize fuzulî [lüzumsuz] ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] olur. Yalnız bu kadar var ki, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir kısmı öteki dâvâlar içinde bulunduğu ve lüzumsuz ve sebepsiz bazan bize akılsızların tecavüzleri ve taarruzları zamanında, zaruret derecesinde, istemeyerek muvakkaten [geçici] bakmışız. Hem bu hakikî ve pek büyük dâvânın haricindeki dâvâlara ve boğuşmalara alâkadarane fikren ve kalben karışmak zararlıdır. Çünkü böyle geniş ve siyasî ve heyecan veren dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir adam, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır veya şevki kırılır. Hem o geniş ve câzibedar siyaset ve boğuşma dairelerine dikkat eden, bazan kapılır; vazifesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] ve hüsn-ü niyetini [güzel niyet] ve istikamet-i fikrini ve

268

hizmetindeki ihlâsı kaybetmese de o ittiham [suçlama] altında kalabilir. Hattâ mahkemede bana bu noktadan hücum ettikleri zaman dedim: “Güneş gibi hakikat-i imâniye ve Kur’âniye, yerdeki muvakkat [geçici] ışıkların cazibesine tâbi ve âlet olmadığı gibi, o hakikati cidden tanıyan, değil küre-i arzdaki [yer küre, dünya] hâdisata, belki kâinata da âlet edemez” dedim, onları susturdum.

İşte Üstadımızın cevabı bitti. Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ettik.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi

ba

269

[Bir mektubun parçasıdır. Bu makam münasebetine binaen yazıldı.]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya [ayrılık, bölünme] atmasın. Karşınızda ittihad [birleşme] etmiş dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarına karşı sizi perişan etmesin اَلْحُبُّ فِى اللهِ، وَالْبُغْضُ فِى اللهِ 1 düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ، وَالْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ 2 düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet [düşmanlık] ve “elhannâs” gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.

Evet, bu zamandaki siyaset, kalbleri ifsad [bozma] edip ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda [yer küre, dünya] herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] merhamet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, [insanın kendi cinsinden olana acıması] alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim [acı çeken] olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî [dış dünyaya ait] ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdiselerini merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler “Zarara razı olana merhamet edilmez” mânâsında اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَيُنْظَرُلَهُ kaide-i esasiyesiyle [temel kural] şefkat hakkını ve merhamet

270

liyakatını kendilerinden selb [ortadan kaldırma] etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getiriyorlar.

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın [yer küre, dünya] bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran bu memlekette Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü onlar, Risaletü’n-Nur’dan [elçilik, peygamberlik] aldıkları iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemâl-i hikmetini, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet [tam bir teslimiyet] ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

İşte bu hakikate binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, [âhiret hayatı] belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübelerle, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilir ve buluyorlar.

Said Nursî

ba

Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını [güzel düşünce] tadil etmek münasebetiyle Emin ve Feyzi’nin o hocaya gönderdikleri bir mektup.

Aziz, sadık, muhterem Hoca Haşmet Efendi,

Sizin, müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hakkındaki mektubunuzu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

“Evet, bu zamanda hem iman ve din, hem hayat-ı içtimaî [sosyal hayat] ve şeriat, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] için gayet ehemmiyetli bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] ister.

271

Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] muhafaza noktasındaki tecdid, [yenileme] en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkındaki ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki [doğru gerçekler] tecdid [yenileme] itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede [genel düşünce, kamuoyu] ve hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye [İslâmın sosyal hayatı] ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan [bakış açısı] bakıyorlar, mânâ veriyorlar.

“Hem bu üç vezâif [görevler] birden bir şahısta, veyahut bir cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmemesi pek uzak, âdetâ kàbil [gibi] görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin [Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler] cemaat-i nuraniyesini temsil eden Mehdide ve cemaatindeki şahs-ı mânevide [mânevî kişilik] ancak içtima [bir araya gelme, toplanma] edebilir. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, bu asırda Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] hakiki şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] muhafazasında tecdid [yenileme] vazifesini yaptırmıştır. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede [kutsal vazife] tesirli ve fatihâne neşriyatıyla gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı tam mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, yüz binler ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını kurtardığını kırk bin adam şehadet eder.

“Amma, benim gibi âciz ve zaif bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklenmek tarzında bîçâre şahsımı, medâr-ı nazar [dikkate alma, göz önünde bulundurma alanı, hedefi] etmemeli” diyor. Ve size selâm ediyor. Biz de zâtıâlinize ve oradaki Risaletü’n-Nur’la [elçilik, peygamberlik] alâkadar olanlara selâm ediyoruz.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi

272

Üstadımızın ehemmiyetli bir mektubudur

Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 sırrıyla, ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze [karşı koyma] etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki [ara] muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut [alçalış, düşüş] etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâ bir içtihadla hareket edilmiş ola.

Bu sırra binaen وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 2 deki ulüvv-ü cenab düsturuna [kâide, kural] ittibaen [tabi olma, uyma] ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın [dinsizler] iki taife-i ehl-i hakikatin [hak ve doğruluk üzere olanların taifesi] mabeynindeki [ara] husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, [kaçınma] Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] bu mezkûr [adı geçen] beş esasa binaen, muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] hiddet ve tehevvürle [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini muhafaza için musalahakârâne, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

273

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti [biçim ve boy] miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmiyor, bozmuyor, kendisini mazur biliyor; ondan nizâ [anlaşmazlık, çekişme] çıkıyor. Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] zarar eder; ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade ediyor.

İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki, ileride, meşrebini [hareket tarzı, metod] çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm [bencil] bazı sofi-meşrep ve nefs-i emmaresini [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam öldürmeyen ve hubb-u cah [makam sevgisi] vartasından [tehlike] kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve şakirtlerine [öğrenci] karşı kendi meşreplerini [hareket tarzı, metod] ve mesleklerinin revacını [kıymet, değer] ve etbâlarının [halk, yönetilenler] hüsn-ü teveccühlerini [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] dem ve sarsılmamak ve adavete [düşmanlık] girmemek ve o muarız [itiraz eden, karşı gelen] taifenin de rüesalarını [reisler, başkanlar] çürütmemek gerekir.

Fâş etmek [meydana çıkarma, açığa vurma] hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve o şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden has şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik]Ferid[üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] makamına mazhar [erişme, nail olma] oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla [büyük çoğunluk] Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] tasarrufundan hariç olduğu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu yani kutb-u âzamı [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamandaki, şakirtlerinin [öğrenci] bağlandığı Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] o Ferdiyet makamının mazharıdır. Gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale-i Nur

274

aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] dahi gelse, Risalei’n-Nur şakirtleri [öğrenci] sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki [anlama, kabul etme] edip, teveccühünü [ilgi] de kazanmak için, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları o büyük üstadlarına karşı izah ile, ellerini öpmektir.

Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde hadsiz bir metanet [gayret, kararlılık] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.

Evet, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ 1 âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli bir lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.

Said Nursî

ba

275

Sual: İşârât-ı Kur’âniye risalesinde Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] âhirinde sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] ashabı ki, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 âyetinin tarif eylediği taife içinde, hem لاَ تَزَالُ طَۤائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى…حَتّٰى يَاتِىَ اللهُ بِاَمْرِهِ…الخ 2 (ilâ ahir) hadîsinin âhirzamanda gösterdiği mücahedeler [Allah yolunda cihad etme] içinde ve hem Ve’l-Asri Sûresinin اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 3 ile başlayan üç cümlesinde mânâ-yı işâri [işaretlerle ifade edilen mânâ] ile hususî bir surette dahil bir ferdin, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] olduğuna sebep nedir ve veçh-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise, Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] muammâlarını hal ve keşfetmiştir ki, her bir tılsımın bilinmemesinden, çok insanlar şübehata [şüpheler, tereddütler] ve şükûke [şekler, şüpheler] düşüp, tereddütlerden kurtulmayıp, bazan imanını kaybederdi. Şimdi, bütün dinsizler toplansa, o tılsımların keşfinden sonra galebe [üstün gelme] edemezler. Yirmi Sekizinci Mektuptaki İnâyât-ı Seb’ada bir kısmına işaret edilmiş. İnşaallah bir zaman o tılsımlar müstakil [bağımsız] bir risalede cem [toplama, bir araya gelme] edilecek.

Said Nursî

ba

276

 Selahaddin’in fıkrasından [bölüm] bir parçadır.

… Hem bir vakit Tosya’dan Kastamonu’ya gelirken, beraberimde Risale-i Nur’un Lem’alar’ı [parıltı] ve Şualar’ı vardı. Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair bir mebhas [bahis, kısım] okuyordum. Kamyon yokuşları tırmanıyordu. Havanın ve makinenin harareti bana ağırlık ve fikrime de “Bu Risale-i muazzam bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Başka sahada mu’cize gösterebilir mi? Halbuki mu’cize, Enbiyalara [nebiler, peygamberler] mahsustur. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan sonra mu’cize gösterilmeyecektir” mülâhaza[düşünme, akla getirme] esnâsında [vakit, zaman] kamyon müthiş sadmelerle [darbe, yıkıcı müdahaleler] üç taklada, yirmi beş-otuz metre yerden aşağıya yuvarlandı. Şehadet getiriyordum. Yaralı mıyım diye kendimi yokladım. Yüz bin şükür, hiçbir yaram yok. Korkarak doğruldum. Şoförün kafası, parçalanmış, “ah, of” çekiyor. Etrafımı tetkik ettim; şoför tarafındaki camlar hurdahaş olmuş. Benim tarafımdaki ince cam bile kırılmamış. O anda bunun büyük bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğunu, mu’cize olmadığını ve bir daha böyle maceralı şeyleri tefekkür etmemek için kerametkârâne [keramet göstererek] Risale-i Nur’un bir tokadı olduğunu anladım.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Selahaddin Çelebi

ba

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i’n-Nur’da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.

Evet, kardeşlerim, Hazret-i İsâ aleyhisselâm, İncil-i Şerifte demiş ki: “Ben gidiyorum, tâ size tesellîci gelsin. Yani Hazret-i Ahmed aleyhissalâtü vesselâm gelsin” demesiyle Kur’ân’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi, tesellîdir.

277

Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval [geçip gitme] ve tahribatları ve bu boşluk nihayetsiz fezada [uzay] herşeyle alâkadar olan insan için tesellîyi ve istimdat [medet isteme] noktalarını Kur’ân veriyor. En ziyade o tesellîye muhtaç bu zamandır. Ve en ziyade kuvvetli bir surette o tesellîyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı [kaynak] olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş.

Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu ve On Altıncı Sözler gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddütlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki, bu çok usandırıcı zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrarla, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet mektubunda demiş: “Ne vakit bir araya gelsek, Sözler’den birisini açıp okuruz, tatlı tatlı istifade edip Üstadımızla görüşürüz. Hem Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, [özellik] usandırmamaktır. Yüz defa okunsa, yüz birinci de yine zevkle okunabilir.” Demiş, doğru söylemiş. Yalnız, Risale-i Nur’un tercümanı, hakikî vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata nadiren ara sıra bakması, zâhirî bir müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] verir. Meselâ, bundan otuz kırk sene evvel: “Bir nur gelecek, bir nur âlemi göreceğiz” demiş, o mânâyı geniş bir dairede ve siyasette tasavvur etmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler” diye büyük, geniş, küre-i arz [yer küre, dünya] dairesindeki hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdut [sınırlanmış] insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] tasavvurun pek fevkinde [üstünde] tefsir ve tâbir eyledi.

Eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz” demesi, Risale-i Nur’un dairesinin mânâsını hissetmiş, geniş bir dâire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi; sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 ‘da, on üç, on dört sene sonra, “Dinsizliği, zındıkayı neşredenler, müthiş tokatlar yiyecekler” deyip geniş bir hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. İstikbâl, o iki hakikati tâbir ve tefsir eyledi.

278

Başta Isparta olarak Risale-i Nur dairesi evvelki hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikati de, medeniyet-i sefihenin [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] tuğyanının [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve maddiyunlukHaşiye tâununun [salgın ve ölümcül hastalık] aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 ‘nın hakikatini tam tamına ispat etmiş.

Sual: Risale-i Nur, kat’î burhanlara [delil] istinaden hükümleri, aynı aynına, tevilsiz, tâbirsiz hakikat çıkması ve yalnız işârât-ı tevafukiye ve sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesâil-i istikbaliyede neden tâbir ve tevile muhtaç oluyor diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde, [dünyanın geleceği] başa gelen hâdisâtı bildirmemekte Cenâb-ı Erhamürrâhimînin [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetiyle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem [belirsiz] ve mücmel [kısa, kısaca] bir surette, ya ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] veya ihtarla, bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta [keşifler] ve rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] bir kısım gaybî hakikatlerini ihsas [hissettirme] eder ve hakikatlerin hususi suretleri vukuundan sonra bilinir.

Said Nursî

ba

279

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Emin, Hilmi, Kâmil ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Risale-i Nur’un kasabalara ve cemaatlere berekete medar [kaynak, dayanak] olması ve ona zarar verenlere tokat gelmesi gibi, şahıslara da pek zahir bir surette, hem bereket ve hüsn-ü maişet [güzel ve rahat geçim] (ona çalışanlara) ve gaybî tokatlar, (onun aleyhinde çalışanlara) gelmesi, bu havalide pek çok hâdiseleri var. Biz, kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman, pek zahirî bir surette bir hüsn-ü maişet, [güzel ve rahat geçim] bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gördüğümüz gibi; Risale-i Nur’un erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Nazif, [temiz, pak] kat’î bir surette haber veriyor ki, üç dört adam, dünya servetinin hatırı için Risale-i Nur aleyhinde toplanıp münâfıkane bir tedbir kurdukları hengâmda, [ân, zaman] üç gün sonra o üç adamın haneleri ve dükkânları yanıp, herbiri binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas [hilebaz, aldatıcı] ve casus adam, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] şakirtleri [öğrenci] aleyhinde çalışıyordu ki, onları hapse attırsın. Birgün, serbest olarak “Ben, bir ip ucu bulamadım ki bunları hapse sokayım. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım” diye ilân ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] yerinde o iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid [inatçı] bir adam, şiddetli Risale-i Nur aleyhinde, hem şakirtlerinin [öğrenci] bir rüknü [esas, şart] aleyhinde bulunduğu hengâmda, [ân, zaman] bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek Risale-i Nur, dostlara tiryak [derman, ilaç] olduğu gibi, düşmanlara da saika [sebep, sevk etme] oluyor.

Hem Gavs-ı Âzamın, Üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 fıkrasıyla, [bölüm] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve teshile [kolaylaştırma] daima mazhar [erişme, nail olma] olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nur’un bir mâdeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve lâtif, [berrak, şirin, hoş] fakat kat’î kanaat veren cüz’î [ferdî, küçük] hâdiselerin tevafukatında [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gözümüzle gördüğümüz inâyet-i Rabbaniyenin nümunelerinden beş-altısını beyan ediyoruz ki, onlar, bu iki gün zarfında beraber vukua gelmiş.

280

Birincisi: Dün, Üstadımıza, Risale-i Nur’a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Bizler de uzakta. Merdivenden inip, bir çocuğu bulup, bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur’un o üç hizmetini görecek, üç şakirdi [talebe, öğrenci] fevkalâde bir tarzda dakikasıyla kapıya gelmişler.

İkincisi: ……………

Üçüncüsü: Üstadımız, aynı bugün Emin kardeşimize dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden [köy] buraya gelen hane sahibesi gelmedi, dört ay oldu kirasını almadı. Herhalde haber gönderin gelsin, kirasını alsın” dediği aynı vakitte, dört aydan beri gelmeyen o hane sâhibesi kapıyı vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hâdise-i inâyetten memnuniyeti için, ona uzak bir nahiyeden gelen, yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sâhibesine verdi. Aynı vakitte, yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan o aynı ekmekten beş misli, [benzer] iki sene Risale-i Nur’un bir kitabını alıp mütalâasının mânevî ücretinin binde bir ücreti olarak geldi. Ve bir parça aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen, o aşurenin on misli [benzer] kadar, üç lâtif [berrak, şirin, hoş] ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücret olarak geldi. Gözümüzle gördük.

Hem bugün o hane sahibesinin, yedi senedir adını bilmediği için üstadımız ona “İsmin nedir?” diye sordu. Dedi: “Hayriye’dir.” Hayriye isminde olmak tefe’ülüyle, [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] iki saat sonra, Hayri namında Risale-i Nur’un bir şakirdi, [talebe, öğrenci] (Haberimiz yokken İstanbul’a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirtleri [öğrenci] dahi gidip geç kaldılar. Maddî, mânevî fırtınalar münasebetiyle Üstadımız hem onları, hem oradaki mühim bir şakirdi [talebe, öğrenci] için çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat o Hayriye’den sonra kapıyı açtı, geldi; o üç şakirt [öğrenci] hakkındaki merakı izale [giderme] etmekle beraber Üstadın—dört aydan beri devam eden “tefarik” namındaki bir kokusu bugün bitmiş, kendimiz gördük—Hayri’nin bir küçük şişe elinde… İşte “Size tefarik getirdim.” Dedi. İşte bu küçük, lâtif [berrak, şirin, hoş] tefarikteki tevafuka “Barekâllah[Allah ne mübarek yaratmış] dedi.

Bu iki gün zarfında bu küçük nümuneler gibi, Üstadımız, Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) tashihatıyla meşgul olduğu için, çok nümuneler görmüş. Madem iki gün zarfında bu kadar inayâtın cilvelerini görüyoruz; Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse, herkes kendi nefsinde hizmeti derecesinde böyle nümuneleri görecektir.

Risale-i Nur şakirtlerinden: [öğrenci]

 Hilmi, Emin, Kâmil, Feyzi, Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen]

Evet. Ben de tasdik ediyorum.

Said Nursî

281

 Feyzi ve Emin diyorlar

Üstadımız olan Risale-i Nur’un ciddî hakaikleri [doğru gerçekler] içinde en tatlı bir fâkihesi tevafuk olduğu için, kardeşlerimize, yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka haşiye [dipnot] olarak yazıyoruz.

Evet, nasıl ki kelimatta [ifadeler, sözler] ve kelimat-ı mektubede tevafuk, bir kast, bir inâyet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazan harika olup keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıkıyor. Bazan lâtif [berrak, şirin, hoş] bir zarafet veriyor. Aynen öyle de, Risale-i Nur’a ait ve Üstadımıza ait hâdisâtta da aynen, kastî ve inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] tevafuku, akvalde olduğu gibi, o ef’alde [fiiller, davranışlar] de görüyoruz.

Ezcümle: Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder” tekellümünde, [konuşma] onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi; aynı cümleyi birgün sonra, iki defa okuduğu zaman, “Emin’e dediği” kelimesi okunduğu ânında, aşağıdaki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit, “Emin’e dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelme âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki, en cüz’î [ferdî, küçük] işlerimiz de tesadüf değil, kastî tevafuktur.

Hem, dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Fuad’ın, İstanbul’a gidip, otuz gün tehirinden, geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi tevafuk etti.

Hem aynı günde, bir parça tereyağı—biz de, Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk—bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip, zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi; hem buralarda, köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam eden, bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Gözümüzle bu lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafukdaki şirin inâyet-i ilâhiyyenin cüz’î [ferdî, küçük] cilvelerini gördük; ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor.

Mânidar tevafuk, Risale-i Nur’un kelimatında [ifadeler, sözler] ve hurufatında [harfler] olduğu gibi, ona temas eden harekât ve ef’alde [fiiller, davranışlar] dahi mânidar tevafuklar var. İnayete temas ettiği için, en cüz’î [ferdî, küçük] birşey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü, mânâsı olan inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve iltifat-ı rahmet [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] muraddır. Ve o bahis de mânevî bir şükürdür.

Risale-i Nur Şakirtlerinden [öğrenci]

 Emin, Feyzi

282

Risale-i Nur Eczâlarını Mahkemeden Alıp Bana Getirip

Teslim Eden Hafız Mustafa’ya hitaptır

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَۤائِلِ النُّورِ * 3

Sen binler safâlarla [gönül hoşnutluğu] geldin, beni ebedî minnettar ettin. Ve sadık arkadaşlarınla Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymettardır. Değil yalnız bizi ve Risale-i Nur’un şakirtlerini, [öğrenci] belki bu memleketi, belki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mânen minnettar ettiniz ki, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imdadına yetişmeye Risale-i Nur’un yolunu serbestçe açtınız. Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber Risale-i Nur’un bu serbestiyetine çalışanları, Hafız Ali ve Hüsrev gibi Risale-i Nur’un kahramanlarıyla beraber mânevî kazançlarıma ve dualarıma şerik etmişim; hem devam edecek… Buraya kadar yoldaki herbir dakika bir gün, hizmette bulunmak gibi beni minnettar eyledin. Hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] namını alan malûm zâtı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakikî adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen mânevî kazançlarıma şerik ediyorum.

Bana teslim ettikleri Risalelerin bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu meselede ben Denizli şehrini kendi karyeme [köy] arkadaş edip bütün emvâtını [ölüler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur’un talebeleri, mânevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli Hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz. Ve bizimle alâkadar hem Denizli’de, hem hapsinde umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.

Said Nursî

ba

283

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

…………….

Beşinci nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine vesile olduğu çok emâreler ve çok hâdiselerle tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Ve yazmasını ve intişarını [açığa çıkma, yayılma] men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] durmaları ve Anadolu’da ekser yerlerde okunması Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret ettiği hâlde, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risaleler sahiplerine iade edildiği hâlde bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye [belaları def edecek mânevî sadaka] belâya karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.

Biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î [ferdî, küçük] bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zâtlar yazmaya başlamaları aynı vakitde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz’î [ferdî, küçük] olmasından, rahmet dahi cüz’î [ferdî, küçük] kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.Haşiye [dipnot]

ba

284

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الْمَطَرِ فِى لَيْلَةِ الرَّغَائِبِ * 2

Aziz kardeşlerim,

Size iki pusulayı Leyle-i Regaipten altı saat evvel yazdım. “Hizbü’n-Nuriye” ve Hüsrev’in kâğıdı ile teslimden sonra, kat’iyen [kesinlikle] benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm [neticesiz] kaldığı ve herkes me’yusiyetinden [ümitsiz] derd-i maişet [geçim derdi] endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaip—bütün ömrümde hiç işitmediğim ve başkalar da işitmediği—üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] bu yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki, en muannide [inatçı] dahi Leyle-i Regaibin [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve Hazret-i Risaletin [Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] bir derece, bir cihette âlem-i şehadete [görünen alem] teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette [önem vererek bakma] ve Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olduğunu ispat ettiği ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Acaba, dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emârelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet ima eder ki, herhalde bir fütuhatı [fetihler, yayılmalar] perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir.Haşiye [dipnot] Hem burada Lem’alar’ın [parıltı] verdiği iştiyak [arzu, istek] cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşaallah [Allah dilerse] bir nevi makbul dua hükmüne geçti.

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

Risale-i Nur Talebeleri namına

Evet       Evet

Mehmed   Ceylan

ba

285

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Leyle-i Miracın, [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] aynı leyle-i Regaib [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevi mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] gibi bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya leyle-i Regaibi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] burada gösterdiği gibi, aynen öyle de, o geceden beri buraya bir katre [damla] yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesi birden bire öyle bir rahmet yağdı ki, dinsizlerde şüphe bırakmadı ki, Sahibü’l-Mirac, Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olduğu gibi, onun Mirac gecesi de bir vesile-i rahmettir. Hem ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, meyusiyetlerini [ümitsiz] de bir derece izale [giderme] etti.

Hal-i âlemi [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] bilmiyorum, fakat hissediyorum ki: Ehl-i imân hem haricî birkaç tarafta tazyikat, [baskılar] hem dahilî endişeler ve kuraklıktan gelen derd-i maişet [geçim derdi] ve nokta-i istinadı [dayanak noktası] dünyaca bulamamaktan, ehemmiyetli bir meyusiyetin [ümitsiz] tesiriyle, hattâ ibadete karşı bir fütur [usanç] gelmişti. Birden Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesi, burada kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] leyle-i Regaibin [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] takviye ederek ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirdi ki: “Siz sahipsiz değilsiniz. Kâinat kabzasında [avuç] bulunan bir Zâtın, âleme rahmet gönderdiği bir istinadgâhınız [dayanak, sığınak] vardır” diye meyusiyet [ümitsizlik] ve endişelerini kısmen izale [giderme] eyledi.

Hem Risale-i Nur’un bir silsile-i kerametini [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] teşkil eden tevafuk, bu hadisede hiç tesadüfe havale edilmez bir tarzda üç-dört tevafukla, leyle-i Mirac [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve leyle-i Regaib [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] hürmetlerinde Risale-i Nur’un da bir hissesi var olduğunu gördük.

286

Birinci tevafuk: İptida ve intiha-i terakkiyat-ı hayat-ı Ahmediyenin ünvanları olan leyle-i Regaib [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] ve leyle-i Mirac [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] bu kuraklık zamanında kesretli [çokluk] rahmette tevafuklarıdır.

İkinci tevafuk: Bugünlerde Hüsrev’in tevafuklu yazdığı Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesini burada Risale-i Nur talebeleri şevke gelip aynen tevafukunu, hattâ yedi “fakat, fakat, fakat” kelimelerinin parlak tevafukunu gösteren nüshaları yazdılar, bitirdiler. Ben de tashih ediyordum, başkaları da okuyordular. Birden Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesi kesretli [çokluk] rahmetiyle gelmesi, Risale-i Nur’un yazılması ve Hüsrev’in Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesi ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] dahi bir vesile-i rahmet olduğunu talebelerine bir kanaat verdi. İki-üç tevafuk daha var. Bize kat’î kanaat veriyor ki, tesadüf içinde yoktur. Doğrudan doğruya bu muannid [inatçı] zamanda şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ehemmiyetlerini göstermeye bir işarettir. Umum kardeşlerime selâm ve Miraclarını [Allah’ın huzuruna yükselme] tebrik ederim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

KardeşinizSaid Nursî

Evet, Üstadımızı tasdik ediyoruz.

 Mehmed, Mehmed, Osman, İbrahim, Ceylan, Hayri v.s.

ba

287

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir sual: “Tevafukla bu keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] nasıl kat’î sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük bir cevaptır.

Elcevap: Birşeyde tevafuk olsa, küçük bir emâre olur ki, onda bir kasıt var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa bir tevafuk birkaç cihette olsa, o emâre tam kuvvetleşir. Ve bilhassa, yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar [alâkalı, ilgili] olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih [açık] bir delâlet hükmüne geçer ki, bir kast ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte, bu mesele-i Miraciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] yağmur ve rahmetin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin [şiddetli ihtiyaç] tam vaktine muvafakatı ve Miraciye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mi’rac-ı şeriflerinden bahseden eser] Risalesinin burada çoklar tarafından şevkle kıraat ve kitabet [yazım] ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı hâlde acîp gürültülerle, sönmeyecek maddî mânevî zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkârâne ve tesellidârâne [teselli veren] tevafuk etmesi ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetinden [ümitsiz] teselli aramalarına ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] savletinden [saldırı] gelen vesvese ve zaafiyete [zayıflık, güçsüzlük] karşı kuvve-i mâneviyenin [mânevî güç] takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir [azarlama] olarak, “Kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?” diye mânâsında, kesretli [çokluk] rahmetle şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] karşı, hattâ semâvât ve feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] hürmetlerini göstermekle tevafuk

288

etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işte hususî bir kast ve irade ve ehl-i imana [Allah’a inanan] hususî bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-ı Mirac, bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) ve keramet-i kübrâ[en büyük keramet] olduğu ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] merdiveniyle göklere çıkması ile zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) semavat ehline [yüce âlemlerde yaşayanlar; melekler, ruhaniler vb.] ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterdi.

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

ba

289

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bizim kat’iyen [kesinlikle] şek [şüphe] ve şüphemiz kalmadı ki, bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat dahi memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] alkışlıyor ki, üç-dört ayda bir yağmura şiddet-i ihtiyaç [ihtiyacın şiddeti] varken gelmedi, yalnız Ankara teslim kararına tevafuk eden Leyle-i Regaibdeki [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] emsalsiz ve gürültülü rahmetin gelmesi ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine leyle-i Miracta [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten leyle-i Regaibe [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tevafuk ederek kesretle [çokluk] melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağında gelmesi o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında [ân, zaman] yine aynen leyle-i Miraca [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve leyle-i Regaibe [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tevafuk ederek aynen onlar gibi Şâbân-ı Şerifin bir Cuma gecesinde kesretli [çokluk] rahmet ve yağmurun bu memlekete gelmesi, onlara tevafuklarıyla kat’î kanaat verir ki:

Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca [yer küre, dünya] bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç Cuma gecesinde—biri leyle-i Regaip, biri leyle-i Mirac, [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] biri de Şâbân-ı Muazzamın birinci Cuma gecesinde ki,—rahmetin kesretli [çokluk] gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havâiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur dahi mânevî bir rahmet, bir yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.

Ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir emâre şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, pencereye vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi.

Mecbur olduk, dedim: “Pencereyi aç; o ne diyecek?”

Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar… Sonra o odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm, baktım, “Kuddüs, Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: “Bu misafir niçin geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum;

290

bir saat bana baktı; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir de kayboldu.

Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: “Ben bu gece gördüm ki, merhum Hafız Ali’nin (r.h.) kardeşi yanımıza gelmiş.”

Ben de dedim: “Hafız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.”

Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi, dedi: Hafız Mustafa geldi; hem Risale-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi; hem serçe kuşunun ve benim rüyamın, hem kuddüs kuşunun [kumru] tâbirini ispat etti-ki, tesadüf olmadığını gösterdi.

Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu [kumru] garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve mâsum çocuğun rüyası tam tamına çıkması, hem Risale-i Nur’un Hafız Ali gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın?Haşiye

Evet, bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır. Evet Risale-i Nur’un serbestiyetinden, ben Risale-i Nur’un bir şakirdi [talebe, öğrenci] olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın [Allah’a inanan] istifadeleri buna kıyas edilsin.

Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammâlarını

291

hal ve keşfeden; ve en muannid [inatçı] dinsizleri susturup ilzam [susturma] eden; ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ve haşr-i cismânî [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid [inatçı] ve en muannid [inatçı] feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arzı [yer küre, dünya] ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir [Kur’ân’ın hakikati] ve ehl-i iman [Allah’a inanan] elinde bir elmas kılınçtır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Emirdağı’nda Kardeşiniz

Said Nursî

ba

292

Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev tarafından kaleme alınmıştır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risalei’n-Nur’un kerametlerindendir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki: Üstadımız (Radıyallahü Anh), çok defa risalelerde, “Ey mülhidler [dinsiz] ve ey zındıklar! Risalei’n-Nur’a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz, yakında sizi bekleyen belâlar, sel gibi başınıza yağacaktır” diye on seneden beri kerratla [defalarca] söylüyorlardı. Bu hususta şahit olduğumuz felâketlerden,

Birincisi: Dört sene evvel Erzincan’da ve İzmir civarında vukua gelen hareket-i arz olmuştur. O vakitler münafıklar, desiselerle [hile, aldatma] Isparta mıntıkasında Sava ve Kuleönü ve civarı köylerdeki Risale-i Nur talebelerine iliştiler. Otuz-kırk kadar Risale-i Nur talebelerini “Camie gitmiyorsunuz, takke giyiyorsunuz, tarikat dersi veriyorsunuz” diye mahkemeye sevk etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] İzmir civarını ve Âzerîleri ve civarındaki halkı dehşetler içinde bırakan zelzelelerle Risale-i Nur’un bir vesile-i def-i belâ olduğunu gösterdi. Bu zelzelelerden bir hafta sonra, mahkemeye sevk edilmiş olan o kardeşlerimizin hepsi beraat ettirilerek kurtulmuşlardı.

İkincisi: Yine vakit vakit Risale-i Nur talebelerinin arkalarında koşmakta devam eden mülhidler, [dinsiz] hatt-ı Kur’ân ile çocuk okuttuklarını bahane ederek Isparta’da müteveffa Mehmed Zühtü (rahmetullahi aleyh) ile Sava Karyesinden [köy] Hafız Mehmed (rahmetullahi aleyh) ismindeki iki Risalei’n-Nur talebesine hücum etmişler. Nur dersini okuyan çocukları, bu iki kardeşimizin evlerinden alınan Risale-i Nur eczalarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmiş. Merhum Mehmed Zühtü, para cezasıyla mahkûm edilmek istenilmiş. Neticede, merkezi Erbaa ve Tokat’ta vukua gelen ikinci bir korkunç zelzele ile Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Risalei’n-Nur bir vesile-i def-i belâ olmakla şakirtlerine [öğrenci] yardım ederek Üstadlarının verdiği haberin sıhhatini tasdik etmek için o kardeşimizi beraat ettirmiş ve alınan bütün Risale-i Nur eczalarını kendilerine iade ettirmiştir.

293

Üçüncüsü ise: İçinde bulunduğumuz Denizli Hapishanesindeki musibetin başımıza gelmesine sebep olan o münafıklar, Rûmî bin üç yüz elli dokuz senesinde, tekrar başta sevgili Üstadımız olduğu halde, bize ve Risalei’n-Nur’a hücum ettiler. Bir kısmımızı Isparta’dan topladılar, bir kısmını Çivril’den Isparta’ya getirdiler, sevgili Üstadımızı da yalnız olarak Kastamonu’dan Isparta’ya sevk ettiler. Daha başka vilâyetlerden de arkadaşlarımız Isparta’ya getirilmişti. Ehl-i garazın [kin ve düşmanlık güdenler] iğfaline [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] kapılan Isparta adliyesi, Risalei’n-Nur’un gayesi haricinde bulunan cephelerde, bizce mânâsı olmayan ittihamlar [suçlama] altında bizi sıkıyordu. Bilhassa kıymettar Üstadımızı daha çok tazyik ettikleri vakit, Üstadımıza lüzumlu lüzumsuz bir çok sualler açan Isparta Müddeiumumîsinin [savcı] “Bu belâlar dediğin nedir?” diye olan sualine cevaben: Evet, demiş, zındıklar eğer Risalei’n-Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ilişseler, yakında bekleyen belâların hareket-i arz suretiyle geleceğini söylemişti.

Daha sonra bizi Denizli’ye sevk ettiler. Kastamonu, İstanbul, Ankara dahil olmak üzere on vilâyetten adliyelere sevk edilen yüzü mütecaviz [aşkın] Risale-i Nur talebelerinin bir kısmı bırakılmış, yetmiş kişiden ibaret olan bir diğer kısmı da Denizli’de “medrese-i Yusufiye[Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] namını alan hapiste bulunuyordu. Bizim bütün müracaatlarımıza sudan cevap veriliyor, sevgili Üstadımız daha çok tazyik ve sıkıntı içerisinde yaşattırılıyor, ufûnetli, [kötü, pis kokulu] rutubetli, zulmetli, havasız bir yerde bütün bütün konuşmaktan ve temastan men edilmek suretiyle haps-i münferidde [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] azap çektiriliyordu.

İşte bu sıralarda Denizli zindanının bu dehşetli ıztıraplarını geçirmekte idik. Allah’tan başka hiçbir istinadgâhları [dayanak, sığınak] bulunmayan bu biçarelerin bir kısmı Kastamonu’dan, diğer bir kısmı İnebolu’dan, diğer bir kısmı da İstanbul’dan henüz gelmemişlerdi. Şu vatanın her köşesinde hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalbleriyle necatları [kurtuluş] için Rabb-i Rahimlerine iltica eden pek çok mâsumların semâvâtı delip geçen Arşu’r-Râhmân’a dayanan âhları boşa gitmedi. Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri, o mübarek Üstadımızın Isparta’da söylediği gibi, mâsumları

294

Cennete götüren, zâlimleri Cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risalei’n-Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif, [temiz, pak] Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu mâlûmatı verdiler:

“Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, Lâ ilâhe illâllah zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi.

O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâikle [sevk eden, sürükleyen] üç-beş defa şefaatçı ederek Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] halâs [kurtulma] istedik. Elhamdü lillâh, derhal sâkin [içecek servisi yapan, sunan kişi] oldu.

Kastamonu’da ise, o gece kal’adan [kale] kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanarak bir haneyi ezmiş; birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun gibi hasârat ve zâyiat olmuş. Fakat zelzele hergün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya’da bin beş yüz ev harap olmuş, ölü ve yaralı miktarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla miktarda imiş. İnebolu’da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasârat ve zayiat olmamış.”

 Ahmed Nazif, [temiz, pak] Emin, Sadık, Mehmed Feyzi

Üçüncü olan bu hareket-i arzdan sonra, yine Risalei’n-Nur’a ve talebelerine ve müellifine [telif eden, kitap yazan] hücum eden ehl-i garazın [kin ve düşmanlık güdenler] sözünü dinleyen adliye, aynı tarzda bizi sıkmakta devam ediyordu. Zındıka taraftarları, mübarek Üstadımızın ihbarları olan ve Risale-i Nur’un büyük kerametlerinden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olup zelzeleler eliyle gelen beliyyelere [belâ] ehemmiyet vermek istemiyorlardı. Risalei’n-Nur’un İlâhî [Allah tarafından olan] ve Kur’ânî hakikatlerine karşı cephe alan bu zümrenin başına bir dördüncü tokat daha geldi.

Garibi şu ki, biz Şubat’ın üçüncü günü mahkemeye çağrılmıştık. Iztırap ve elemleri içinde yüreklerimizi ağlatan hastalıklı haliyle kendisinden sorulan suallere cevap vermek için altmış beş kadar talebesinin önünde ayağa kalkan mübarek Üstadımızın cevapları arasında “O zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” kelimeleri, tekrar tekrar heyet-i hâkimenin [hakimler heyeti, kurulu] yüzlerine karşı ağzından

295

dökülüyordu. Birkaç defa mahkemeye gidip geldikten sonra, 7 Şubat 1944 tarihli İstanbul’da münteşir [yaygın olan] “Hemşehri” ismindeki bir gazete elime geçti. Gazete okumaya ve radyo dinlemeye hevesli olmamaklığımla beraber, “Yirminci asrın medenîleriyiz” diyerek bugünkü terakkiyat-ı beşeriyeyi kendilerinden bilen, Allah’ı unutan, âhirete inanmayan insanların başlarına Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] motorlu vasıtalar eliyle nasıl ateşler yağdırdığını, o münkirlerin [Allah’a inanmayan] dünkü cennet hayatlarının bugünkü cehennemî hâlât [durumlar, haller] içinde nasıl geçmekte olduğunu bilmek ve Risalei’n-Nur’un bereketiyle Anadolu’yu bu dehşetli ateş yağmurundan nasıl muhafaza etmekte olduğunu görmek ve şükretmek hâletinden [durum] gelen bir merakla bazı bu gibi havadisleri sorardım ve dinlerdim.

İşte bu gazetenin de harp boğuşmalarına ait resimlerine bakıyordum. Nazarıma çarpan, büyük yazı ile yazılmış bir sütunda, Anadolu’nun yirmi bir vilâyetini sarsan ve Şubat’ın birinci gününün gecesinde sabaha karşı herkes uykuda iken vukua gelen ve pek çok zayiata mal olan dehşetli bir zelzeleyi haber veriyordu. Derhal, Şubat’ın üçünde mahkemede sevgili Üstadımızın heyet-i hâkimeye [hakimler heyeti, kurulu] “Zındıkların dünyaları başlarını yesin ve yiyecek!” diye tekrar tekrar söylediği sözleri hatırladım, “Eyvah!” dedim, “Risale-i Nur ıslah eder, ifsad [bozma] etmez; imar eder, harap etmez; mes’ud eder, perişan etmez” diye söylerken, “Aksiyle bizi ve Risalei’n-Nur’u ittiham [suçlama] etmek, Hàlıkın hoşuna gitmiyor” dedim.

İşte, merkezi Gerede, Bolu ve Düzce olan bu kanlı zelzele, Risalei’n-Nur’un dördüncü bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] idi. Bu gazete şu malûmatı veriyor: Ankara, Bolu, Zonguldak, Çankırı ve İzmit vilâyetlerinde fazla kayıplar varmış. Gerede’de iki bin ev yıkılmış, yıkılmayan evler de oturulmayacak derecede harap olmuş, binden fazla ölü varmış, enkaz altından mütemadiyen ölü çıkartılıyormuş. Düzce’de zarar çokmuş, ölü ve yaralıların miktarı malûm değilmiş. Ankara’da yüz üç ölü ve bir o kadar da yaralı varmış. Bine yakın ev yıkılmış. Debbağhane’de iki ev çökmüş, bazı köylerde sarsıntıyı müteakip yangınlar olmuş. İlk sarsıntı çok kuvvetli olmuş, sarsıntıyı yeraltından gelen bir takım gürültüler takip etmiş. Bolu’dan ve diğer yerlerin köylerinden bir hafta geçtiği halde henüz malûmat alınamıyormuş. Diğer bir yerde iki yüz ev yıkılmış, on bir ölü varmış. Bolu ile telgraf ve telefon hatları kesilmiş, zelzele mıntıkasında şiddetli bir kar fırtınası hüküm sürüyormuş. İzmit’te zelzele olurken şimşekler çakmış, şehir birkaç saniye

296

aydınlık içinde kalmış. Birçok yerlerde halk çırıl çıplak sokaklara fırlamış. Dünyanın bütün rasathaneleri [büyük dürbün] bu büyük Anadolu zelzelesini kaydetmiş. Bir İngiliz rasathanesi [büyük dürbün] sarsıntının çok harap edici olduğunu bildirmiştir. Sinop’ta aynı günde çok korkunç bir fırtına olmuş, gök gürültüleri ve şimşeklerle gittikçe şiddetini arttırmıştır.

Daha sonra başka bir gazetede tamamlayıcı ve hayret verici şu malûmatları gördüm: Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer-beşer olarak toplanmışlar, düşünceli, hüzünlü gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel ve olduktan sonra da bu hayvanlardan hiçbiri görünmemiş, kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler. Bir garibi de şu ki: Bu hayvanlar isyanımızdan mütevellid olarak başımıza gelecek felâketleri lisan-ı halleriyle [beden dili] haber verdiklerini yazıyorlar da biz anlamıyoruz diyerek taaccüp ediyorlar.

İşte Üstadımız Bediüzzaman, uzun senelerden beri, “Zındıklar Risalei’n-Nur’a dokunmasınlar ve şakirtlerine [öğrenci] ilişmesinler. Eğer dokunurlar ve ilişirlerse, yakından bekleyen felâketler onları yüz defa pişman edecek!” diye Risalei’n-Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde, işte zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört hakikatlı felâket daha…

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize ve Risalei’n-Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikatı görecek akıl ihsan [bağış] etsin, bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın. Âmin.

 Mevkuf

 Hüsrev

ba

297

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî [müdafaa etme, savunma] vaziyetinde idik. Şimdi plânları akîm [neticesiz] kaldı. Bilâkis tecavüzleri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla [harfler] Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tab [basma] etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı [kurtulma] olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat [basın, medya] âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını [suçlama] izale [giderme] etmek için matbuat [basın, medya] lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kal’a [kale] olduğu gibi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] hal-i hazırdaki [içinde yaşanılan zaman dilimi] itiraz ve ittihamını [suçlama] izale [giderme] ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Bu memleketin vatanperver siyasîleri

298

çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab [basma] ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda, acip inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve infilâklarda [şiddetli patlama] bu mübarek vatan, Kur’ân’ını, imanını dehşetli sadmelerden [darbe, yıkıcı müdahaleler] tam muhafaza edebilir miydi? Her neyse… Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları veya bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri [hareket tarzı, metod] bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı—iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] tam ihtiyatla [dikkat, tedbir] beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla [Allah’a inanan] kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.

Saniyen, [ikinci olarak]

Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfi, hem Büyük Hafız Ali mânâlarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur’da yüz yerde var. “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye [iman esasları] hakkında bu derece kesretli [çokluk] tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] ne içindir? Bir ümmî mü’minin imanı büyük bir velînin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?” diyor.

Elcevap: Başta Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] merâtib-i imaniye bahislerinde; ve âhire yakın müceddid-i elf-i sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] İmam-ı Rabbânî beyanı ve hükmü ki, “Bütün tarikatlerin münteha[en son nokta] ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkişafıdır. [açığa çıkma] Ve bir mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] kat’iyetle vuzuhu, [açıklık] bin kerametlerden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve keşfiyatlardan [keşifler] daha

299

iyidir”; ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en âhirdeki ve Lâhikadan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi, Meyve Risalesi‘nin [On Birinci Şuâ] tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri [esas, şart] hakkında tekrarlı ve kesretli [çokluk] tahşidat-ı [kuvvetlendirme, destekleme] Kur’âniyenin hikmeti, aynen bitamamiha [tamamen, bütünüyle] onun hakikî tefsîri olan Risale-i Nur’da cereyan etmesi de cevaptır.

Hem, iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ve taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] ve icmâlî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata [her taraftan hücum etme] ve vesveseler ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevaptır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

İkinci Cihet: İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları [açığa çıkma] olduğu gibi; imanın o derece kesretli [çokluk] hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin [iman esasları] kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, “Bütün ilimlerin ve mârifetlerin [Allah’ı tanıma, bilme] ve kemalât[olgunluklar, faziletler, iyilikler] insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden [araştırma ve incelemeye dayanan iman] gelen tafsilli ve burhan[delil] mârifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifak etmişler.

Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek çok meratip [mertebeler, dereceler] var. O meratiplerden [mertebeler, dereceler] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesi, çok burhanlarının [delil] kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.

Hem iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] bir mertebesi de aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat [şüpheler, tereddütler] orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın [kelâm ilmi âlimleri] binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif [kaleme alma] edilip, yalnız o

300

mârifet-i imaniyenin burhan[delil] ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mu’cizekâr cadde-i kübrâsı, [büyük ve geniş cadde] gösterdiği hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde [üstünde] bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem [hiçlik, yokluk] âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve iman namına mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata [kuvvetlendirme, destekleme] ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”1 “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.”2 Hattâ Nakşîlerin hafî [gizli] zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

301

(Risale-i Nur’un has şâkirdlerinden [Allah’a şükreden] ve ehemmiyetli eski muallimlerden ve îmânı kuvvetli olan büyük muallimleri temsil eden Hasan Feyzi’nin Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’den aldığı bir ilhamla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Risale-i Nur hakkında ve o nurun menbaı [kaynak] ve esası olan Nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ve hakikat-ı Kur’ân ve sırr-ı îmân tarifinde bu kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yazmış.)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 1

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] yaratılmış o büyük Nur-u Ehadden,

Her zerrede nurdur, o ezelden, hem ebedden.

Bir nur ki odur hem yüce, hem lâyetenâhi, [sınırsız, sonsuz]

Ol fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-u İlâhî.

Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (a.s.m.)

Halk olmasa, olmaz idi bir zerre ve bir fert.

Ol nuru ânın, her yeri, her zerreyi sarmış,

Baştan başa her dem [an, vakit] bu kesif [katı] zulmeti yarmış.

Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel, [sarsılmaz]

Ârî [arınmış, temiz] ve berî cümleden üstün ve mükemmel.

Bir nur ki bütün zerrede ancak o nümâyân,

Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman.

Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an,

Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.

302

Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur

Bir nur ki eder kalbi de pürnur, çeşmi de pürnur.

Bir lem’adır [parıltı] andan, şu büyük şems ve kamerler. [ay]

Hep işte o nurdan bu acâib koca âlem,

Halk oldu o nurdan yine Cennetle Cehennem.

Şek [şüphe] yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur’ân,

Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan.

Herşeye odur mebde’ [başlangıç] ve asıl ve esas hem,

Ondan görünür nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] böyle mükerrem. [ikram edilen, ikrama mazhar olan]

Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden,

Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden.

Şek [şüphe] yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun,

Şek [şüphe] yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun.

Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,

Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var?

Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar,

Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhâr.

Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol,

Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kim imiş menfur?

Alnında yanan nur-u Muhammeddi Halîl’in,

Yetmezdi gücü bakmaya her çeşm-i alîlin.

Görseydi Resulün [Allah’ın elçisi] o güzel nurunu Nemrud,

Yakmazdı o dem, [an, vakit] nârını ol kâfir-i matrud.

Bir sivrisinek öldürüyor o şâh-ı cihânı (!)

Atmıştı Halil’i âteşe çünkü o canî.

303

Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan,

Ol âteşe bahseyledi hem berd [soğuk] ü selâmdan.

“Dostum ve Resulüm [Allah’ın elçisi] yüce İbrahim’i, ey nâr,

At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!” [sakın]

Bir gizli hitap geldi de ol dem [an, vakit] yine Haktan

Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan.

Ol nurdan için Yunus’u hıfzeyledi ol hût, [balık]

Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lût.

Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran,

Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken’an?

Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyûb,

Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Yakub.

Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his?

Ol namlı nebi, şanlı şehid Hazret-i Cercis.

Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havvâ?

Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dâvâ?

Hem âh, neden terk edilip Ravza-i Cennet?

Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet?

Nur şehri olan Tûr’da o dem [an, vakit] Hazret-i Mûsa

Esrâr-ı kelâm hep çözülüp buldu tecellâ.

Bir parça Zebur’dan okusa Hazret-i Davud,

Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev’ud.

Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler,

Bilmem ki neden, hep işiten âh diye inler.

304

Mahlûku bütün kendine râm etti Süleyman,

Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman?

Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes

Esrâr-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.

Ol hangi acip sır ki, çıkar göklere İsâ,

Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yûda.

Nur derdi için tahtını terk eyledi Edhem,

Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.

Çok şahs-ı velî, nur ile hem etti kanaat,

Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu kerâmet.

Her hepsi de pervanesi, [korku] üftadesi nurun,

Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun.

Şakk etti kamer, [ay] Fahr-i Beşer, ol Yüce Server, [reis, baş]

Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer.

Kur’ân’dı kavli, [söz] nurdu yolu, ümmeti mutlu,

Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu.

Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser, [Cennette bulunan bir havuz]

Ol Sûre-i Kevser, dedi a’dâsına [düşmanlar] “ebter!”

Ol Şems-i Ezelden kaçınan ol kuru başlar,

Gayyâ-i Cehennemde bütün yakmış ateşler.

Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes,

Ol nura varıp baş eğerek hem dediler pes!

İdrâki olan kafile ayrıldı Kureyşten,

Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten.

305

Ol kevser-i Ahmed’den içip herbiri tas tas,

Olmuştu o gün sanki mücellâ [parlatılmış, parlak] birer elmas.

Ol başlara tâç, derde ilâç, mürşid-i âlem,

Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem. [her zaman]

Bunlardı o a’dâ[düşmanlar] boğan bir alay arslan,

Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban. [yakın]

Bunlardan o gün ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] cümle kaçardı,

Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz, uçardı.

Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli, [yüce]

Dünyada ve ukbâda [ahiret, öbür dünya] da hem şanları âlî. [yüce]

Tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor bunları hep şöylece Kur’ân,

Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan!

Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı,

Merkebleri yeller gibi Düldüldü, Burakdı. [Cennete mahsus bir binek]

Bir cezbe-i “Yâ Hayy!” ile seller gibi aktı,

A’dâya [düşmanlar] varıp herbiri şimşek gibi çaktı.

Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar,

Bunlardı o gün baltalayıp küfrü [inançsızlık, inkâr] kıranlar.

Bunlardı mübarek yüce cem’iyet-i [bir araya gelme] şûrâ,

Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübrâ. [büyük halka]

Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisrâ,

Bunlarla ziyâdar o karanlık koca sahrâ.

Bunlardı veren hasta, alîl [hasta] gözlere bir fer,

Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.

306

Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habîbin, [sevgili]

Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin.

Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat,

Hem buldu beka, hem de bütün gördü adalet.

Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risâlei’n-Nur

Hallâk-ı Rahîm eyledi mahlûkunu mesrur. [mutlu]

Zulmet [karanlık] dağılıp başladı bir yep yeni gündüz,

Bir neş’e duyup sustu biraz ağlayan o göz.

Bir dem [an, vakit] bile düşmezken onun âhı dilinden,

Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden.

Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar,

Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Her kalbe sürur, [mutluluk] her göze nur doldu bugünden,

Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden.

Arz eyleyelim ol yüce Allah’a şükürler,

Kalkar bu kahr [mahvetme, yok etme] ü cehl [cahillik, bilgisizlik] ve dalâl, [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] şirk ve küfürler.

Ol nur-u Hüdâ saldı ziya, kalbe safâ [gönül hoşnutluğu] hem,

Gösterdi beka, göçtü fenâ, buldu vefâ hem.

Çıkmıştı şakî, [eşkıya, haydut] geldi nakî gördü adâvet, [düşmanlık]

Eylerdi nefiy, [inkâr] oldu hafî [gizli] nur-u hidâyet.

Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet

Ol nur-u Risalet verecek emn ü adâlet.

Allah’a şükür, kalkmada hep cümle karanlık,

Allah’a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık.

Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı,

Âlemlere artık yine bir neş’e saçıldı.

307

Artık bu sönük canlara can üfledi cânan,

Artık bu gönül derdine ol eyledi derman.

Bir fasl-ı bahar [bahar mevsimi] başladı illerde bu günden,

Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden.

Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum,

Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum.

Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken

Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben.

Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık,

Mâşukum [aşık olunan, sevgili] odur, şimdi benim, ben ona âşık.

Ol nur-u ezel hem kararan kalblere lâyık,

Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık.

Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar,

Nur kahrına uğrar, ona hasmâne bakanlar.

Küfrün [inançsızlık, inkâr] bütün alayı hücum etse de ey nur,

Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur.

Sensin yine hâzır, yine sensin bize nâzır

Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır!

Bir neş’e duyurdun imanla sırr-ı ezelden,

Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.

Mâdem ki içirdin bize ol âb-ı hayattan [hayat suyu]

Bir zerre kadar kalmadı havf [korku] şimdi memattan. [ölüm]

Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz,

Mâsum ve alîl, [hasta] türlü belâ çekti sebepsiz.

Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,

Zâlim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.

308

Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın,

Öksüz ve yetim, dul ve alîl [hasta] hepsi de kansın.

Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından,

Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.

Her dem [an, vakit] kokarak hem o güzel râyihasından [güzel ve hoş koku]

Çıksam yine ben âlem-i fâni [gelip geçici dünya] tasasından.

Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün,

Sînemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.

Sensin bize bir neş’e veren ol gül-ü hâlis,

Sensin bize hem cümleden âlâ, dahi muhlis. [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten]

Ey nur-u Risaletten gelen bir burhan-ı Kur’ân!

Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i iman!

Sendin bize matlub, [istek] yine sendin bize mev’ud,

Sayende bugün herkes olur zinde ve mes’ud.

Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya,

Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya.

Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar

Mü’min ve muvahhid [Allah’ın birliğine inanan] seni gözlerdi hep ey yâr!

Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı

Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı.

Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden

Söyler bana ruhum yine مَا ازْدَدْتُ يَقِينًا 1

Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber:

Risalei’n-Nurdur vallah o son müceddid-i ekber.

309

Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret,

Eyler bu mukaddes koca dâvâya şehadet.

En başta gelen şâhid-i adl Hazret-i Kur’ân

Göstermiş ayânen otuz üç yerde o burhan. [delil]

يَامُدْرِكًا 1’in kalbine gömmüş Esedullah, [Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı]

Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana âgâh.

كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ 2 demiş ol pîr-i [önder] muazzam,

Binlerce velî hem yine yapmış buna bin zam.

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,

Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,

Verdim de arındım ona hem zât ve hayâtı.

Müflis [iflas etmiş] ve fakir bekliyordum şimdi kapında

Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.

“Ben!.. Ben!..” diye yazdımsa da sensin yine ol “Ben”,

Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.

Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei’n-Nur!

Bir dem [an, vakit] bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ [ey Rabbimiz] mehcur!

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!

Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur. [mutlu]

Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (a.s.m.),

Ey sırr-ı imandan [iman sırrı] gelen nur-u müebbed!

Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes,

Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses.

310

Vallah cemilsin, [güzel] yeter artık bu celâlin!

Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin!

Dergâhını [Allah’ın yüce katı] aç, et bize ihsan, [bağış] yine ey nur-u Risalet!

Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat! [hakikat nuru]

Emmâre [kötülüğü emreden] olan nefsimizin emrine uyduk,

Ver bizlere sen nur ile îkan, [delil ve ispat üzerine inanma] yine ey nur-u Kur’ân! [Kur’ân nuru]

Hırs âteşi sönsün de gönül gülşene dönsün,

Saç nurunu, hem feyzini her an, yine ey nur-u iman! [iman aydınlığı]

Sen nur-u Bedi’, nur-u Rahîmsin, bize lûtfet,

Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlâhî! [Allah’ın nuru]

Dinin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet,

Rahmet bizi, gark [boğma] etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmânî!

Pürnura boyansın bütün âfâk-ı cihanın,

Her yerde okunsun da bu Kur’ân, yine ey nur-u Sübhânî!

Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,

Ağlatma yeter, et bizi handân, yine Ey nur-u Rabbânî!

Ol Ravza-i Pâk-i Ahmedi (a.s.m.) göster bize bir dem, [an, vakit]

Artık olalım hep ona kurban, [yakın] yine Ey nur-u Samedânî!

İslâma zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,

A’dâmızı [düşmanlar] et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî!

311

Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd,

haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kadar Cennet-i cânan, yine ey nur-u imanî! [iman aydınlığı]

Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için, yâ Rab. [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]

Hıfzet bizi âfât [afetler, musibetler] ve belâdan, yâ Nûra’l-Envâr, Bihakkı ismike’n-Nûr!

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Mübarek Üstadım Efendim,

O büyük ve güzel has nurunun, bu fakir ve bîçâre talebeniz, bu vâdide ve bu şekilde olan ihsan [bağış] ve ikrâmâtını aynen huzur-u irfanınıza sunuyor ve bu vesile ile mübarek ellerinizi ve dâmen-i pâkinizi bir daha öpmek şerefiyle müşerref oluyorum, kabul buyurulmasını Hazretinizden istirham ederim efendim.

 Âciz, bîçâre talebeniz

 Hasan Feyzi

رَحْمَةُ اللهِ عَلَيْهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ الْمَكْتُوبَةِ وَالْمَقْرُوئَةِ اٰمِينَ * 3