TARİHÇE-İ HAYAT – Önsöz, Giriş (16-46)

16

Bediüzzaman Said Nursî

Tarihçe-i Hayatı [hayat hikayesi]

17

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Önsöz

[Bu Önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.]

Büyük İkbâl’e ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] okunurken, ulvî menkıbeler söylenip aziz hâtıraları anılırken, insan başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî [Allah tarafından olan] feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh, en geniş âlemlere yerden.

Bin rayihanın [koku] feyzi sarar ruhu derinden,

Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.

Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla [bilgi, anlayış] hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.

18

Bir kitabın mukaddemesini, [evvel, önce] o kitabın hülâsa[esas, öz] diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil [bağımsız] bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahifelik mukaddemeye [evvel, önce] sığdırmak kabil [mümkün] midir?

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum [düzenli] ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî [Allah tarafından olan] bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî [Allah tarafından olan] tecellilere mazhar [erişme, nail olma] olan bam başka bir âlim ve mümtaz [seçkin] bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zor gelmez.”

ba

Gayesinin ulviyetinden, [yüce] dâvâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri [Allah’a inanmayan] kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur [mutlu] eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta [bağ] halinde yaşayan bu İlâhî [Allah tarafından olan] hadiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd [coşku] içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:

“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete [doğru] taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

19

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi [hareket tarzı, metod] nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül [kendi kendine oluşma] müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel [silsile halinde, zincirleme] mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî [Allah tarafından olan] tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] müessesesinden [kurulmuş] başka birşey olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] edince, adaletin İlâhî [Allah tarafından olan] bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre [inançsızlık, inkâr] her zaman galebe [üstün gelme] çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî [Allah tarafından olan] kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek mi’yar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, [sosyal, toplumsal] uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, [alçakgönüllü] âlicenap, [yüksek ahlâk sahibi] feragat ve mahviyetkâr, hülâsa, [esas, öz] bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece de mümtaz [seçkin] bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine [ayna] budur.

20

Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanu’l-Enbiya sallâllahu aleyhi ve sellem efendimiz, sonra Onun halife ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

ba

Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ 1 yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câzkâr belâğatleriyle [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] beyan buyuruyorlar.

Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam [hiçlik, yokluk] sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun [aşık] eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip [azap] ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

21

Büyük İkbâl’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] neş’esiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, [düzenli] aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddemesini [evvel, önce] yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle [coşku] dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!

Bir azm, [kemik] eğer iman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da, o imandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar…

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ]

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap, [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer]

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap. [ay ışığı, ay]

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki âlemleri dünyada görür de,

Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle…

Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!

22

Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ * 1

Meâl-i şerifi: [şerefli, yüce mânâ] “Bizim uğrumuzda mücahede [Allah yolunda cihad etme] edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle [bağış ve iyiliklerde bulunan] (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vaadinde hulf [sözünden dönme] etmez; yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi [Allah’ın verdiği söz] icap [gerekli kılma] ettirecek şartlar tahakkuk [gerçekleşme] etsin.

Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma ve saire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh [ilgi] ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici] velîsi;

Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân…

Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.

Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti… [kendinden geçme]

23

İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inayete [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer va’z ve irşad [doğru yol gösterme] kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] metanet [gayret, kararlılık] ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına [doğru yol gösterme] muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] mefhumlarının [anlam] fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif [katı] madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] (r.a.) fena fillâh, bekabillâh diye tarif ve tavsif [bir sıfatla niteleme] buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şerefe nail olmaktır.

Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, [feyizlenme] tecerrüd [sıyrılma] ve istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, [bilgi, anlayış] salâh [düzelme] ve takvâsı, feyiz ve mâneviyatı nisbetinde bu İlâhî [Allah tarafından olan] hazdan feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal [kavuşma] ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan [bağış] erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün

24

ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki [ilerleme] ve tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve celâl sıfatlarıyla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevlâ, [efendi, koruyucu, sahip, Allah] bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak [ekleme] eylesin. Âmin.

ba

Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun [aşık] ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz [seçkin] şahsiyeti nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından [olgunluklar, faziletler, iyilikler] bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati:

Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet [başarı] şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. [meyilli] Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allâme [büyük âlim] Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâ [ne vakit] ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor… Evet, İslâm

25

için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] olan Allahü Zü’l-Kerem Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lütuf ve kereminden, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhametinden mahrum etmek, şânına—hâşâ—yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred [bekar] yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kendisine öyle şeyler ihsan [bağış] etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün dünyada hangi bir aile reisi, mânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar!.. Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ruhî rabıta, [bağ] biiznillâhi [Allah’ın izni ile] teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî [Allah tarafından olan] dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır…

Şefkat ve merhameti:

Büyük üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] idi.

Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad [dinsizlik, inkâr] kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes  

26

dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet [yalnızlığa çekilmek] ve inzivadan [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] sonra tekrar irşad [doğru yol gösterme] ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] terbiye, tasfiye ve tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ettikten sonra tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, [fetihler, yayılmalar] bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”

İstiğnası:

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna [ihtiyaç duymama] örnekleri, dillere destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] olmuş bir ulviyeti [yüce] haizdir.

Mâsivâdan [Allah’ın dışındaki herşey] tam mânâsıyla istiğna [ihtiyaç duymama] ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında [hayat süresi]

27

bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep [hareket tarzı, metod] ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eylemekte hâlâ devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir mefkûre [düşünce] halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar [erişme, nail olma] olan bir Nur talebesinin istiğnasına [ihtiyaç duymama] hayran olmamak kabil [mümkün] değildir.

Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle [yön] ne kadar asil bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] şuuruyla izah eder:

“Birincisi: Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i ilmi, [ilim ehli, âlimler] ilmi vasıta-i cer [dilencilik vasıtası] etmekle itham [suçlama] ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet [geçim kaynağı] yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak [hakkı ve doğruyu yayma] için enbiyaya [nebiler, peygamberler] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ 1 diyerek, insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] göstermişler…”

İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar [erişme, nail olma] olduğu İlâhî [Allah tarafından olan] fütuhat, [fetihler, yayılmalar] hep bu enbiya [nebiler, peygamberler] mesleğinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, [ilmin izzeti] cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?

İktisatçılığı:

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna“nın [ihtiyaç duymama] tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna [ihtiyaç duymama] denilen

28

kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, [ihtiyaç duymama] lâzımla mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] kabilindendir. [gibisinden, türünden]

Üstad gibi, istiğna [ihtiyaç duymama] hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule [meydana gelme] gelecek kadar tabiî bir haslet [huy, karakter] halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi [yeterli] gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep [hareket tarzı, metod] ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred [bekar] kıymetlerin israf ve heder [boş yere, faydasız] edilmemesiyle ölçen bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakebe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.

Tevazuu [alçakgönüllülük] ve mahviyetkârlığı: [alçakgönüllülük]

Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin [huy, karakter] çok faidesi olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.

29

Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde [kaleme alma] kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu ter temiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih [yöneltme] eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, [mutluluk] saadet ve huzura müştak [arzulu, aşırı istekli] olan gönüllere yayılır.

Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. [alçakgönüllü] Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır; fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla…

Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin [içecek servisi yapan, sunan kişi] deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerîmin sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. [asker] Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer [asker] nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. [asker] Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, ‘hak budur’ derim, başımı eğmem…”

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar lisan-ı halidir: [beden dili]

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,

Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,

Böyle bir zillete [alçaklık] düşmek ne hazin işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,

Dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] yapılmış kaledir imanım,

30

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,

Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,

En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.

ba

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümul[kapsam] olan bu mevzuların birkaç sahife ile hulâsa [özet] edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm.

Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil [bağımsız] bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu

Âyinesi [aynası] iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

beytiyle nesilden nesile bir düstur [kâide, kural] halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] kütüphanesini [kitaplar] hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi [kurulmuş] kuran mümtaz [seçkin] ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta [ayrıntılar] girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî [lüzumsuz] bir iştir.

Yalnız, yanık bir şairimizin,

Hüsn [güzellik] olur kim seyrederken ihtiyar elden gider

31

gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî [Allah tarafından olan] tecellilere mazhar [erişme, nail olma] bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, [bilgi, anlayış] ahlâk ve kemalâtından [olgunluklar, faziletler, iyilikler] bahsetmek, insana bam başka bir zevk ve İlâhî [Allah tarafından olan] bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Küliyatında dinî, içtimaî, [sosyal, toplumsal] ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasıdan alınan berrak katreler [damla] ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın fikrî cephesi:

Malûm ya, her mütefekkirin [düşünen] kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler [evvel, önce] serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle [evvel, önce] filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa [esas, öz] edilebilir:

32

Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve vahdaniyetini [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var.

Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul [dünya çapında, evrensel] dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, [delil] Kur’ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah] Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîmin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah [Allah dilerse] müstakil [bağımsız] bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.

Tasavvuf cephesi:

Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] da ameline vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve

33

hem ameline vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor. Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Yani, tarikattan maksud ve matlub [istek] olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub [istek] olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülâsa, [esas, öz] tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat—maazallah—şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye [varlıkları mükemmel bir surette yaratan Allah’ın rızası] ve binnetice Cennet-i âlâya [Cennet katlarının en yükseği] ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird [devamlı yapılan zikir] olarak ilâve etmiştir.

Evet, insanın gözüne gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakebesiyle meşgul olan bir sâlik, [bir yolu ve yöntemi takip eden] kalbi ve bütün letâifiyle [duygular] birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o âlemlerde bin bir  

34

şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, [Allah’ın en güzel isimleri] sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde [ibadet edilen yer] olduğunu aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde hisseder. Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mâbeddir [ibadet edilen yer] ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar [Allah aşkıyla kendinden geçme] içinde Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâğme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ1 diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan [bilgi, anlayış] ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede [ibadet edilen yer] girer. Ve herkes de iman ve irfanı, [bilgi, anlayış] feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olur.

Edebî cephesi:

Eskiden beri, lâfız [ifade, kelime] ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler [düşünen] ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve kafiyeye [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban [yakın] etmemişlerdir.

Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin [düşünen] edebî cephesi, bu küçük mukaddeme [başlangıç] ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun [anlam] asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin  

35

tahakkuku [gerçekleşme] için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi [alışkanlık] hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler [birleşim, sentez] kullanır. Fakat gönlü mest [kendinden geçme] edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan [ay ışığı, ay] ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnîdir [bina edilmiş, dayandırılmış] ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla—üniversitenin herhangi bir fakiltesine mensup da olsa—hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîmin cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî [Allah tarafından olan] bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.

 Ali Ulvi Kurucu

ba

36

Giriş

Evvelâ şunu itiraf edelim ki, bu Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] büyük Üstadın hayatını tam mânâsıyla ifade etmekten çok uzaktır. Pek çok noktalar kısa kesilmiştir.

Hem, onun şahsiyetine ait hususları aydınlatacak ve açacak mahiyetteki vak’a ve hadiselerden bir çoğu zikredilmemiştir. Serd edilen fikir ve kanaatleri teyid eden vak’a ve hadiseler pek çoktur. Bahsetmeyişimizin yegâne sebebi, kendisinin razı olmamasıdır.

Evvelden beri, hem sohbetlerinde, hem mektuplarında bu zamanın cemaat zamanı olup, şahsî kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve meziyetlerin hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kadar tesiri olmadığını zikretmesi; hem şahsından ziyade, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nebean eden Risale-i Nur’a nazar edilmesini, bütün kıymet ve faziletin Risale-i Nur’da tecellî eden hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] ait olduğunu defalarca ihtar etmesi ve kendisine ait böyle bir tarihçe-i hayat [hayat hikayesi] hazırlandığını duyduğu zaman, “Tafsilâta [ayrıntılar] lüzum yok. Yalnız Risale-i Nur hizmetine dair bahisler yazılsın” diye haber göndermesi gibi sebeplere binaen, şahsına ait bahisler gayet kısa kesilmiştir. Üstadın hayatına temas eden ve daha ziyade hizmet-i Nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] ait mektuplar, müdafaalar, muhtelif zamanlara ait o zamandaki ahvalini [durumlar] bir derece ifade eden makale ve hatıralarını olduğu gibi koyduk. Bu suretle, bu eser, istikbaldeki münevver [aydın] Nur Talebeleri için hakikî bir me’haz [kaynak] teşkil etmektedir. Muhterem edip ve muharrirler, [yazar, gazete yazarı] bundan istifade ile inşaallah, [Allah dilerse] daha mükemmel, daha hakikatli ve faideli tarihçe-i hayatlar [hayat hikayesi] hazırlayacaklardır.

37

Şurasını da hatırlatmak isteriz ki, bu eser, muhtelif meslek ve meşreplere [hareket tarzı, metod] mensup bulunan muharrirlerin [yazar, gazete yazarı] ayrı ayrı mütalâalarına ve ediplerin yersiz mübalâğalara kaçan kalemlerine havale edilerek safiyeti [saf, açık ifade] bozulmamıştır.

Hem yine itiraf edelim ki, Risale-i Nur’un parlak ve nurlu vasfına ve Said Nursî’nin baştan başa iffet-i mücesseme [cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali] [görüntü] ve şecaat-i harika [harika yiğitlik, cesurluk] teşkil eden hayat ve ahlâkına lâyık izah, ifade ve üslûp ile meydana çıkamadık. Bu zatın ifa ettiği binler küllî hizmetten birtek hizmet, yaşadığı müteaddit [bir çok] zamanlardan tek bir zamanda gösterdiği kahramanlık ve harika şecaati, [yiğitlik, cesaret] telif [kaleme alma] ettiği âsârından [eserler/asırlar] birtek eseri dahi onun için muazzam bir tarihçe-i hayat [hayat hikayesi] hazırlanmasına sebep olabilirken; binler ayrı ayrı seciye, [huy, karakter] ahlâk-ı âliye, [yüksek ahlâk] hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] şehamet-i imaniye ile dolu ve yüz otuz kadar eserleriyle, değil bir kasaba, bir vilâyet, bir memlekette; belki milletler, devletler muvacehesinde âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyete şamil ve müessir hizmet-i külliye ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] tarihçesi, elbette bu esere sığışmaz ve sığışamadı.

Hem Üstadın mesleğini, meşrebini [hareket tarzı, metod] ve hususî ahvâlini, [haller] pek çok seciye [huy, karakter] ve hasletleri [huy, karakter] şahsında ve hizmetinde toplayan şahsiyetini tarif edemedik. Onun yaşadığı müteaddit [bir çok] hayat safhalarını yakından gören ve içinde bulunan talebe ve hizmetkârlarını birer birer dinlemek ve görüşmek lâzımdır ki, tarihçe-i hayatı [hayat hikayesi] bir derece mufassal [ayrıntılı] hazırlanabilsin.

ba

Bu eserin mütalâasıyla görülecek ki, bugün, yalnız Anadolu ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] için değil, bütün insaniyet için kayda değer büyük bir hakikat meydana çıkmıştır. Bu hakikat, umumun iştirakıyla külliyet kesb [elde etme, kazanma] ederek, “Risale-i Nur hizmet-i imaniyesi” [iman hizmeti] ve “Bediüzzaman ve Nur talebeleri” diye adlandırılmaktadır. Bu  

38

hakikatin ve bu cereyanın neden ibaret bulunduğu, menşei, [kaynak] gaye ve ideali ne olduğu, halk tabakalarındaki tesiri, fert ve cemiyetin hayat-ı maddiye [maddî hayat] ve mâneviyesine, istikbaldeki milletçe emniyet ve saadetimizin teminine ait tesiri, bu Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] ile tebarüz etmektedir. [açık bir şekilde ortaya çıkmak]

Netice itibarıyla, zehirlemekten zevk alan akrep misil[benzer] ve anarşist ruhlu olmayan herbir fert, bu dâvânın karşısında ancak sevinç duyar.

Belki bize şöyle bir sual sorulabilir: “Acaba bu Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] ile Said Nursî beşerin efkârına [fikirler] insan üstü bir varlık olarak gösterilmek mi isteniyor?”

Hayır!

Dünyanın ve hayatın mahiyetini bilen insanlar için, muvakkat [geçici] âlâyişin, [gösteriş] şan ve şöhretin hiçbir kıymeti yoktur. Hakikati müdrik [idrak eden, kavrayan, anlayan] bir insan, fânilerin sahte iltifatlarına kıymet vermez ve arkasına dönüp bakmaz. İşte, Said Nursî bu noktadan da mânevî büyük bir kahramandır. Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber; hakta, hak yolunda fâni olup, şahsından feragat etmede de mümtaz [seçkin] bir fedakâr olarak nazara çarpmaktadır. İlâhî [Allah tarafından olan] bir inayete [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mazhariyetle, dağ gibi engelleri aşıp, bu asrın yüzlerce menfi cereyanları karşısında kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâsını çekinmeyerek ilân edip selâmete çıkarması, kendisinin şahsiyetinden tamamıyla feragat ettiğini, hak yolunda fedâi olduğunu göstermektedir.

Evet, Said Nursî şahsî dehâsıyla ve inayet-i Hakla insanlık âleminde yeni bir çığır açmıştır. Bu zât, bütün istidadını [kabiliyet] ve benliğini ezelî bir hakikate feda ederek, bütün zamanlarda hükümran olan bu Kur’ânî hakikati dâvâ edinmiştir. Şahsında ve hizmetinde görünen bütün yüksek vasıf ve kemalât, [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ancak kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâsından aksetmektedir. Nasıl ki binler âyine [ayna] ortasında bulunan bir lâmba, nûranî ışığa mâlik olduğu için karşısındaki âyineler adedince külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder ve o kadar kıymet alır; zira herbir âyinede bir lâmba, ışığıyla beraber mevcuttur. Aynen  

39

öyle de, Bediüzzaman, şu kâinatın ve umum zamanların mânevî güneşi olan Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve din-i mübin-i İslâmın [hakikatleri açıkça ortaya koyan İslâm dini] mübelliği [tebliğ eden, bildiren] Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma müteveccih [yönelen] olmuştur. Ve onların ziyasına mâkes [yansıma yeri] Risale-i Nur’un zuhuruna, inkişafına [açığa çıkma] vesile olduğu için, eserinden ışık alan, dâvâsından feyiz ve kuvvet alan yüz binler, hattâ milyonlarca insanın âyine-misâl akıl, kalb ve ruhlarında mânen yaşamakta ve örnek bir insan, büyük bir mütefekkir [düşünen] olarak kabul ve yad edilmektedir.

İşte onu mânen yaşatan bu gibi kıymetlerdir. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cereyanlarının karşısında ehl-i iman [Allah’a inanan] fedakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] meydana çıkararak, muhkem [değiştirilemez] bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] ve imanî tesis edip mü’minlerin nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmasıdır. İnandığı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâya gösterdiği azim ve sebatla, [kalıcı olma, sabit kalma] mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır. Fânilere perestiş [aşırı derece sevme] eden biçare insanlara bâkî ve lâyemut [ölümsüz] bir hakikati gösterip nazarları oraya çevirmeye çalışmasıdır. Vazifesinin böyle ulviyetiyle [yüce] beraber—fakat beşeriyet itibarıyla—ubudiyet vazifesiyle de kendini herkesten ziyade kusurlu, noksan ve âciz gören ve öyle bilen, dergâh-ı rahmette [Allah’ın rahmet kapısı] acz ve fakr ile niyaz eden ve insanlığa rahmeti, saadeti talep eden bir abd-i azizdir, [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul] bir fakir-i müstağnidir. Evet o, “Bir kimsenin imanını kurtarırsam, o zaman bana Cehennem dahi gül-gülistan olur” demektedir. Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmakla kalmamış; âlemdeki tabiatperestlerin putlarını dahi târümar [dağınık, perişan] etmek gibi bir vazife gördüğü, dost ve düşman, herkesin malûmu olmuştur.

40

İşte Bediüzzaman hakkında takdir ve tebriki ifade eden bütün yazılar bu mânâ içindir.

Bazı gazetelerin zaman zaman yaptıkları neşriyattan anlaşılıyor ki: Din ve İslâmiyet düşmanları, ekseriya perde ardından bahaneler icad ederek dine saldırmaktadırlar. Doğrudan doğruya dinin ve İslâmiyetin aleyhinde bulunmuyorlar; dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede [umumun bakışı, genel bakış] kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar; ta ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip, dinî inkişafa [açığa çıkma] mâni olsunlar; imansızlığın, ahlâksızlığın revaç [değer, kıymet] bulmasını temin etsinler. Demokrasi devrinde ve din hürriyetine müsaade edildiği bu zamanda böyle olursa, “Din zehirdir” diye millet kürsüsünden ilânat yapıldığı bir devirde dindarlara, hususan İslâmî gelişme ve inkişafa [açığa çıkma] hizmet edenlere nasıl davranıldığı kolayca anlaşılır.

Devr-i sabıkta, Üstad ve Nur talebelerini mahkemeye sevk edenler arasında öyleleri çıkmış ki, kanun perdesi altında menfi ideolojilerine, şahsî kin ve ihtiraslarına göre hareket etmişler; vazifelerinin icabını yapmaları lâzım gelirken, sanki vatan ve millet hainlerini yakalamış gibi çeşitli hakaret ve iftiralarla Bediüzzaman ve talebelerine hücum etmişler; mahkeme beraat vermişken, kanunu tatbik etmekle mükellef bazıları, Said Nursî için yakında idam [hiçlik, yokluk] edileceği şayiasını [yayılmış haber, yaygın olan söylenti] etrafa yaymaktan sıkılmamışlardır. Biz, bu yazılarla onlar aleyhinde konuşmak değil, bir hakikati beyan etmek istiyoruz. Belki onlardan birçoğu bu hareketinde mâzurdur, mecburen yapmıştır. Her ne olursa olsun, bu muameleler ispat ediyor ki, Bediüzzaman’ın muhakeme olunduğu, mahkemeye sevk edildiği tarihlerde gizli dinsizler, ifsad [bozma] komiteleri faaliyette idiler. Mahkeme eliyle mahkûm edemedikleri ve dâvâsına mâni olamadıkları Said Nursî’ye, insafsızca iftiralarda, yalan propagandalarda bulunacaktılar ve bulundular. Bu elîm vaziyeti gören her insaf sahibi, onun müstakim [doğru ve düzgün] bir din adamı, hakikat adamı olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Binaenaleyh, Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında tekrarla ve ısrarla devam edegelen takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] yazı ve takrizlerin neşredilmesinin

41

bir mühim âmili de bu olsa gerektir ve tenkit edilmemelidir. Nazar-ı dikkatle [dikkat içeren bakış] bu zâtı ve eserlerini temaşa edenler, kemal-i takdirle tebrik ve senâdan kendilerini alamamışlardır.

Bilhassa mahkûm ettirilmek için sevk edildiği mahkemeler ve ehl-i vukuflar, [bilirkişi] eserlerini ve hayatını tetkikten sonra, eserlerinde görünen kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve güzelliği tasdik etmişlerdir. Şu halde, milletin en zekî ve ferasetli [anlayışlılık, çabuk seziş] tabakasının, ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve kalbin yarım asırdan beri devam edegelen ve gittikçe umumiyet kesb [elde etme, kazanma] eden Said Nursî ve Risale-i Nur hakkındaki kanaat ve ifadeleri, gerçekten büyük bir hakikatin tezahürü olarak kabul edilmek icap [gerekli kılma] eder.

ba

Sual: Madem Allah Alîmdir. Onun bilmesi ve iltifatı kâfidir. Ehl-i kemal büyük zatlar, daima kendilerini setretmişler. [örtme] Hem bâki bir âlemde hakikatler bütün çıplaklığıyla ortaya döküleceğine göre, niçin Risale-i Nur’un meziyetleri, İlâhî [Allah tarafından olan] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve ikramlar çoklukla zikredilmiş; Said Nursî’nin hizmet-i Kur’âniyesi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] esnasında mazhar [erişme, nail olma] olduğu harika muvaffakiyet [başarı] ve kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] beyan edilmiş ve bunlar niçin neşredilmiş; hattâ ilmî eserlerinin bir çoğunun arkasında bu nevi takrizler konulmuş?

Cevap: Bu hususta mukni [ikna edici] cevaplar bazı mektuplarda vardır. Bir hülâsa[esas, öz] şudur:

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’un neşriyle hizmeti, doğrudan doğruya Kur’ân hesabınadır. İman hakikatlerinin neşri, Müslümanların imanlarının takviyesi, kuvvetlenmesi, dolayısıyla İslâm dininin teâli [yücelme] etmesi, din düşmanlarının müfsit [bozguncu] hücumlarının def edilmesi ve İslâm dininin insanlar arasında maddî ve mânevî kemalâtın [olgunluklar, faziletler, iyilikler] zübde [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve hülâsa[esas, öz] olduğunu âleme ilân etmek ve herkese kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] vermek için zikredilmiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi, aleyhte olanlar öyle insafsızca hücumlarda bulunmuşlardır ki, Said Nursî hadsiz muarızlara, [itiraz eden, karşı gelen]

42

çok kuvvetli ve kesretli [çokluk] düşmanlara karşı az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine kuvve-i mâneviyye, gaybî imdat, teşci, [cesaretlendirme] sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] vermek için, Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.

Hem Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] geçen bir mektubunda, Bediüzzaman:

“Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmaya hiçbir vecihle [yön] liyakatim yoktur. Fakat çok ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, Risale-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini [esas, şart] teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] yüz binler şükür olsun ki, beni kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adamın arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir [ahmaklık] ve dehşet verici bir hasarettir. İşte bu hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ile, yalnız hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] tercümanı olan Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın malı olarak meziyetlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum. Sözlerdeki hakaik ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiştir. Madem ben faniyim, gideceğim; elbette bâki olacak birşey ve bir eser benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri [özellik] kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle kuru çubuk hükmündeyim.”

Evet, Said Nursî, Risale-i Nur’la dinsizliğe ve İslâmiyet aleyhindeki cereyanlara karşı giriştiği Kur’ân ve iman hizmetinde çok yardımcılara, hükûmet ve milletçe teşvik ve müzaherete [yardım etme, koruma, arka çıkma] muhtaç iken, bilâkis çeşitli iftira, tezvir ve ittihamlarla [suçlama] hapse sürülmek, eserlerini imha etmek, halkı kendinden soğutmak için

43

aleyhinde türlü isnatlar yapılmıştır. Elbette hak bildiği mesleğini, Kur’ân’ın şerefine ve Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin [peygamberlik] teâlisine [yücelme] ait hizmetini aleyhteki iftiralardan müberra [arınmış, temiz] kılmak için hakikati söyleyecek, müdafaada bulunacak; faraza bazılar tarafından şahsî bir noksanlık telâkki [anlama, kabul etme] edilse bile, umumun istifade ve saadeti için şahsî zararına da razı olacaktır. Onun için, Risale-i Nur hakkında beyan edilen ve neşredilen senalara bu gibi noktalardan bakmak lâzımdır; yoksa hizmete zarar olur. Dar düşünce ile hareket etmek zamanında değiliz. İmansızlar, kendi muzır [zararlı] mesleklerini, menfi ideolojilerini, sahte kahramanları hattâ İslâm düşmanlarını—onlar asla lâyık olmadığı halde—çeşitli medh ü senâ ile insanlığın nazarına göstermeye, alkış toplamaya çalışıyorlar. Uzağa gitmeye lüzum yok; dünyayı saran dehşetli dinsizlik cereyanını idare edenler büyük kahramanlar olarak ilân edilirken, neden Müslümanlar hak dinlerini medh ü senâ etmesinler, onun kemalâtını, [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ulviyetini [yüce] neşretmesinler; Kur’ân’a âyine [ayna] olan ve bu zamanın dinsizlik cereyanlarına meydan okuyup, dine en büyük hizmeti ifa eden bir eser külliyatı ve onun muhterem, mütevazi [alçakgönüllü] ve hadsiz zulümlere maruz kalmış müellifi, medhedilmesin? Halbuki yazılan yazılar, mücerred [bekar] mevzular olarak değil, ekseriyetle müdafaa kabilinden, [gibisinden, türünden] aleyhteki iftiralara cevap olarak neşredilmiş hakikatlerdir.

ba

Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arz etmektedir.

Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van’daki ikameti, İstanbul’a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] iştiraki, Rusya’daki esareti, İstanbul’da Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâlığında bulunuşu, Kuvâ-yı Milliyede İstanbul’daki hizmeti, Ankara’ya gelerek ilk Meclis-i Meb’usandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van’a çekilip inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar etmesi gibi, herbiri ayrı

44

bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası, iman ve Kur’ân hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddemesi [evvel, önce] hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

İkincisi: Van’da inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] iken garba nefyedilip [gönderilme, sürgün] Isparta’nın Barla nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki, Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıdır. [açığa çıkma, yayılma] Âzamî ihlâs, âzamî fedakârlık, âzamî sadakat, metanet [gayret, kararlılık] ve dikkat ve iktisat içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve mânevî cihad-ı diniyedir.

Hayatının bu ikinci safhası, Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] neticesinde Osmanlı hilâfetinin inkıraz [dağılıp yok olma] bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz [edinme, kabullenme] edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istilâ ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve mânevî tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur’ân’a bayraktarlık yapmış, İslâmiyete asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.

Üstad, Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ederken, Kur’ân’ın i’câzî lem’aları [parıltı] olan bu eserlerin her taife-i insaniyede inkişaf [açığa çıkma] edeceğini, dinsizliğin memleketimizi istilâsına mani olacağını, memleket ve millet için bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini göreceğini, Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesb [elde etme, kazanma] edip, Türk Milletinin yine İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını, Risale-i Nur’un neşri ve ileride resmen intişarı [açığa çıkma, yayılma] milletçe benimsenmesi ve Maarif [bilgiler] dairesinin hakikat-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın gerçeği] yapışması neticesi maddeten ve manen milletin terakki [ilerleme] edeceğini, İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.

Risale-i Nur bir alemdir, ünvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’ânî hakikatler manzumesidir. [düzenli] Necip [soylu, soyu temiz, asil] milletimizin, insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyete sarılması,

45

yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir. İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesiyle feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin mânâsıdır. Mütenebbih kalbleri iman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasip [birbirine uygun] kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi işaretidir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur’u, hiçbir makam ve meşrebin [hareket tarzı, metod] tesiri altında kalmadan, maddî-mânevî hiçbir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] umumun istifade edebileceği ve umuma hitap eden hakikatlerini tefsir etmiş, bu hakikatlerin tercümanlığını yapmıştır. Telif [kaleme alma] ettiği âsârından [eserler/asırlar] herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye, bir sınıf halka mahsus değildir. Bu Tarihçe-i Hayat, [hayat hikayesi] okuyucuların nazarını, bu zamanda Kur’ân’ın hikmet nurları olan Risale-i Nur’a çevirip, ondan istifadeyi gösterecektir. Said Nursî ise, Kur’ân’ın hizmetinde fedakârane çalışmış, sünnet-i Peygamberîye ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmiş, nümune-i imtisal [örnek alınacak model] bir zât olarak görünmektedir.

Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] geçen bazı mektuplardan anlaşılacağı üzere, Said Nursî, bir zamanlar felsefe mesleğinde çok ileri gitmiş, sonra, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] irşadıyla [doğru yol gösterme] hak ve hakikate erişmiş ve bu zamanda fen ve felsefe ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] edip şek [şüphe] ve şüphelere mâruz kalanları, aklî delillerle şüphelerden kurtaracak eserler telif [kaleme alma] etmiştir.

Risale-i Nur’un yolu, mesleği, bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahval-i ruhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur’ân’dır. Serapa ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir. İçtimaî hayatta çeşitli hizmetler gören fertlerin istifadesi büyüktür. Risale-i Nur’u okuyan ve ondan ders alarak tefekkür-ü imaniyeyi kazananlar, dünyevî vazife ve mesleklerini âhiret hayatına

46

ve ebedî saadete vesile yaparak büyük bahtiyarlığa erişecektir. İslâm dinindeki bu büyük hakikati derk [anlama, algılama] eden münevverler, [aydın] elbette, hak dininin hizmetini büyük bir saadetle deruhte [üstüne almak] edecekler, hakikati arayan, fakat bulamayan insanlığa da neşre çalışacaklar. Evet, talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir [aydınlatma] ile mükelleftir. Bir vilâyet, hattâ bir memleketin, saadet ve selâmeti, tenvir [aydınlatma] ve irşadıyla [doğru yol gösterme] mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız [uyanık ve dikkatli] davranmak mecburiyetindedirler. Said Nursî, Risale-i Nur’la bu millete en büyük hizmeti, iyiliği yapmıştır. Mukabilinde, şahsı için bir teşekkür dahi istemiyor. Gerçi şahsına tevcih [yöneltme] edilen yüksek medih [övgü] ve tavsifatı [bir sıfatla niteleme] hâvi [içeren, içine alan] mektuplar var. Bunları, okuyucuların Nurlardan istifadelerine bir alâmet olduğu cihetle, Risale-i Nur hesabına kabul etmiş. Hakikatte Said Nursî’nin bu milletten, gençlikten istediği, iman ile, dünyevî ve uhrevî saadeti kazanmalarıdır. Bunun için, Kur’ân’ın bu zamana ait dersi olan Risale-i Nur’u esas tutup her yerde, her dairede neşrini, iman hakikatlerinin öğrenilmesini istemektedir. Kendisi defalarca bu millet ve memleket aleyhindeki cereyanlara karşı yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu ihtar etmekte ve müjdelemektedir.

Üstadın rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] matuf hizmet, hareket ve faaliyetlerini başka maksat ve gayelere yorumlamak isteyenler, ancak basiretsizliklerini ilân ediyorlar.

İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakikî saadet, ancak Kur’ân’ın gösterdiği yolda ve rıza-yı İlâhinin parıldadığı ufuktadır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’la insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, sırat-ı müstakîm [dosdoğru yol] ashabının nurlu kafilesine iltihak [karışma, katılma] etmenin insan için elzem olduğunu duyurmakta ve ispat etmektedir.

İşte biz, âcizâne hazırladığımız bu eserle, bu hakikate bir nebze hizmet etmek istedik. İstikbalin münevver [aydın] bahtiyarlarına bir me’haz [kaynak] olarak bu eseri neşrediyoruz. Daha derin ve geniş bir tarihçe hazırlanması dileğimizdir.

وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ * 1