EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 100-119. Mektuplar (553-584)

553

– 100 –

 [Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri [yazar, gazete yazarı] İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.]

Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil [bağımsız] cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] farkları var:

Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde [tarafında] iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah [kopyasını çıkarma] ederler. Muhtaçlara mukabelesiz1 [karşılama; karşılık verme] veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde

554

de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerde çıkan ceride [gazete] ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli [yüce] bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun [üniversite] talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla [bir şeyin gereği] mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme [âlemin dört bir tarafı] neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar [açığa çıkma, yayılma] etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında [açığa çıkma, yayılma] ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu[bir araya gelip toplanma] edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, [öz, iç] Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib‘de [akşam] ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden [asker] büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri] neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas [hilebaz, aldatıcı] ve kıskanç muarızlar, [itiraz eden, karşı gelen] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetten

555

başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] temessük [sarılma] etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, [bir şeyin gereği] ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye [maddi fayda, çıkar] ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] ile ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli [çokluk] ve şiddetli ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden [Allah’ın rızası] başka o hizmet-i kudsiyeyi [kutsal hizmet] hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] fâidelerinden çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap [sebepler] sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

 İsa Abdülkadir

– 101 –

 Bağdat’ta çıkan, ehemmiyetli, siyasî bir ceride [gazete] olan ed-Difa gazetesinin muharriri [yazar, gazete yazarı] İsa Abdülkadir diyor ki:

Nur talebelerinin mürşidi olan Bediüzzaman Said Nursî hakkında ed-Difa gazetesini okuyanlar benden soruyorlar. “Türkiye’deki Nur talebelerinden ve Üstadları olan Said Nursî’den bize malûmat ver” diyorlar. Ben de bunlar hakkında kısa bir cevap vereceğim. Çünkü, Üstadın, Nurun ve Nur talebelerinin Araplarda hakkı olduğu için, Araplar onlardan ciddî bahsetsinler. Zira, İslâmiyetin

556

madde-i esasiyesi [temel madde] olan Araplar Risale-i Nur’dan ziyadesiyle fâide görmeye başlamışlar.

Bu Nur talebeleri, Risale-i Nur’la hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem [değiştirilemez] bir sed te’sis ediyorlar.

….

Risale-i Nur ise, öyle geniş bir mikyasla [ölçü] intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor ki, değil yalnız Türkiye’de ve bilâd-ı İslâmiyede, hattâ ecnebîlerde de iştiyakla [arzu, istek] istenilir oluyor. Ve Nurun talebelerinin şevklerini hiçbir şey kıramıyor.

İşte, Nur talebeleriyle Nur risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve onların bu büyük hizmet-i Kur’âniyeleri [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] karşılıyor. Bütün Irak ahali-i Müslimesi ki, Arap, Türk, Kürt, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mücahedeyi [Allah yolunda cihad etme] kemâl-i ferahla [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, Garbın [batı] yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.

 İsa Abdülkadir

– 102 –

 [Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil [Başbakan] Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî [görünüşte] konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

557

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden [anayasa] birisi,

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî [çirkin] gıybetler ve tezyifler [alay etme, küçük düşürme] edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti [düşmanlık] damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] tamamen zîr ü zeber [alt üst] eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: [tek çare] Uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi [temel kanun, anayasa] ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i [anayasa] Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin [Allah’ın gazabı] celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu kanun-u esasîsini [anayasa] kendilerine bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

558

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: [anayasa] Şu hadîs-i şeriftir:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm [baskı] âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin [İslâm terbiyesi] noksaniyetiyle ve ubudiyetin [Allah’a kulluk] zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne [diktatörce] bir tahakküm [baskı] ve mütekebbirane [kendini büyük gösteren, büyüklenen] bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad [kulların hukuku] da zîr ü zeber [alt üst] olur. Hukuk-u ibad, [kulların hukuku] hukukullah [Allah’ın hakkı] hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını [gerekli kılma] yerine getireceğiz” diye ve mezkûr [adı geçen] iki kanun-u esasîye [anayasa] karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye [anayasa] muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini [kudsal, mukaddes İslâmiyet milliyetçiliği] bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

559

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle dört yüz milyon hakikî kardeşin hergün اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ 1 dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î [ferdî, küçük] bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip [soylu, soyu temiz, asil] Türkler böyle hatâdan çekinirler.

Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar [eserler/asırlar] ile tahakkuk [gerçekleşme] ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] çıkan ve galebe [üstün gelme] eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] zevklerine o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad [dayanak noktası] yapmak, o mezkûr [adı geçen] muarızlarınıza [itiraz eden, karşı gelen] ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir. [tek çâre] Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri İslâmiyet lehindeki [tarafında] hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr [adı geçen] tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr [adı geçen] hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] dair bir kanun-u esasîsi [anayasa] dahi, bu hadis-i şerifin, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا 2 hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti [düşmanlık] unutmak

560

ve tam tesanüd [dayanışma] etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin [anayasa] menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd [dayanışma] ettikleri halde; binler teessüflerle [eseflenme, üzülme] deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, [kendi kendini beğenme] gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] âlimi tekfir [küfürle itham etmek] derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre [inançsızlık, inkâr] rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fıska, [günah] zulme rıza da fısktır, [günah] zulümdür, dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî [sosyal, toplumsal] ahlâkı da zîr ü zeber [alt üst] edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] büyük bir suikast hükmündedir.

Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa [yetinme] ediyorum.

Said Nursî

– 103 –

 [Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini [dipnot] takdim ediyoruz.]

Hâşiye: [dipnot] Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri [kötüye kullanma] neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara

561

yüklememek ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi [tek çare] kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir [güzel etki] yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hüsn-ü teveccühünü [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır [zararlı] cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

– 104 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Samsun Mahkemesinden Sorgu ve Savcının Büyük Cihad’da intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bir şekvâma [şikayet] dair beni Samsun Ağır Ceza Mahkemesine vermelerine dair bir davetiye geldi. Bana okudular. İçinde yalnız dört nokta nazar-ı ehemmiyete alınabilir gördüm:

Birincisi: Büyük Cihad’ın müdür-ü mes’ulü mahkemede müddeiumumîye [savcı] demiş ki: “Said Nursî o makaleyi bana göndermiş. Ben de neşrettim.”

Bu meselenin hakikati şudur: Ben hasta iken Emirdağındaki kardeşlerim yanıma geldiler. Emirdağında başıma gelen zâlimâne hadiseye dair konuştuk. Hem hastalıklı, hem hiddetli, hem Ankara’ya şekvâ [şikayet] suretinde birşeyler söylemiştim. Yanımdaki hizmetçim kaleme aldı. Nur talebelerinin tensibiyle Ankara’daki bir iki Nur talebesine gönderip, tâ bazı dindar meb’uslara göstersinler, bu hastalığımda bana sıkıntı verilmesin. Hem gönderilmiş. Bazı meb’uslar da görmüş. Ve bilmediğimiz bir zatın hoşuna giderek Büyük Cihad müdürüne göndermiş. Ben

562

kasem [yemin] ederim ki, o zamandan şimdiye kadar bilmiyorum ki kim göndermiş. Fakat neşrolduktan sonra bir nüsha buraya gelmiş. Yeni harfleri bilmediğim için bana birisi okudu. Ben memnun oldum. “Allah razı olsun neşredenlere” dedim. Gerçi otuz beş seneden beri siyaseti terk etmiştim. Fakat Büyük Cihad gibi hâlisâne dine hizmet eden o cerideye [gazete] ve onun sahip ve muharrirlerine [yazar, gazete yazarı] din namına minnettâr oldum ve “Allah razı olsun” dedim. Haberim olmadan ve para da vermeden daima bana o mübarek gazete gönderiliyordu.

İkinci nokta: Benim Samsun’daki Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmekliğime dairdir. Bu noktada bunu kat’iyen [kesinlikle] beyan ediyorum ki, Samsun havalisinde, hususan Büyük Cihad dairesine mensup mübarek âhiret kardeşlerim ve Nur talebelerini ziyaretle görmek için oraya gitmek isterdim. Fakat doktorların raporlarıyla, kat’î iktidarsızlığım o dereceye gelmiş ki, beş dakikalık karşımdaki, bu meselenin başlangıcı ve esası olan mahkemeye, bir buçuk senedir bana haber verdikleri halde gidemiyorum. Mecburiyetle müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve hâkim vazifesini gören sorgu hâkimi yanıma geldiler. Medâr-ı sual [soru sebebi] ve cevap Büyük Cihad gazetesini de getirdiler. Gazetenin bazı sözleri benim sözlerim içine karıştırılmış. Ben de onlara cevaplarını vermiştim. Eğer faraza Ağır Ceza bu ehemmiyetsiz meseleye ehemmiyet verse, benim mahkememi Eskişehir’e nakline müsaade etsin ki, orada sıhhiye heyetinden iki aylık raporlu zehir hastalığı ile şiddetli hasta bulunduğumdan bizzat bulunabilirim. Yoksa imkânı yoktur.

Üçüncü nokta: Savcı ve sorgu hâkimi 163. maddeye dayanıp Said Nursî’yi dini siyasete âlet ve âsâyişe zararlı propaganda diye ittiham [suçlama] ediyorlar. Bu noktanın hakikatini yirmi dokuz senedir beş altı mahkeme ve beş altı vilâyetin zabıtaları ve yüz otuz üç parça kitaplarımı ve binlerce umum mektuplarımı elde ettikleri halde ve dinsiz komitelerin tahriki ile safdil [saf kalbli, kolay aldanan] bazı memurları aldatmalarıyla kat’iyen [kesinlikle] iki meseleden başka medar-ı mes’uliyet bulmadıklarına delil: İki sene bütün mektuplarım ve kitaplarım Denizli Ağır Ceza mahkemesiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] de müttefikan [birleşerek] hem benim beraatime, hem bütün kitapların iadesine karar vermeleri ve beş altı vilâyette yalnız tesettüre dair bir âyetin tefsiri bahanesiyle birtek mahkeme hafifçe ceza vermek istedi. Kat’î ve

563

kuvvetli cevabıma karşı mecburiyetle meseleyi kanaat-ı vicdaniyeye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] çevirdiler. Demek onlar da medâr-ı mesuliyet bulamadılar. Bu noktayı izah için Afyon mahkeme reisine gönderdiğim istidayı size de berâ-yı malûmat gönderiyorum.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Aynı nakarat beş-altı mahkemede tekrar edilmiş ve medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] bulamamışlar. Şimdi Samsun savcısı ve sorgusu ve yirmi sekiz seneki nakaratı aynen tekrar ediyorlar: “Şahsî nüfuz temin için propaganda yapıp dini siyasete âlet ediyor.” Beş mahkemede dört yüz sahife kadar olan cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmemiş müdafaatıma, benim bedelime havale ediyorum. Beni konuşturmaktan ise ona baksınlar.

Said Nursî

– 105 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Samsun’dan gelen tebliğnâmeye karşı kısaca cevabımı Samsun Heyet-i Hâkimesine [hakimler heyeti, kurulu] takdim ediyorum:

Birincisi: Ben makalemi kendim göndermemişim. Bütün buradaki dostlarım biliyorlar.

İkincisi: Benim gizli düşmanlarımın suikastıyla zehir tesemmümü [zehirlenme] ile şiddetli hastalığımdan yanımdaki camie on defada ancak bir defa gidebiliyorum. Bu Samsun Mahkemesini yakınımızdaki Eskişehir’e naklini kanunen talep ediyorum.

– 106 –

Gayet ehemmiyetli bir hadise, bir istida [dilekçe] ve bir şekvâdır [şikayet]

Pakistan’da çıkan es-Sıddık namındaki mühim bir mecmua elimize geçti. Baktık ki, elli sahifelik o mecmuanın yarısına yakın kısmı Risale-i Nur’un bazı makaleleridir. Ve bilhassa başında Risale-i Nur’dan Yirmi İkinci Mektubun Birinci Mebhasını [bahis, kısım] gayet ehemmiyetle ve takdirle âlem-i İslâma, [İslâm âlemi] اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 2

564

âyetine bir dâvetnâme hükmünde yazdığını gördük. Şimdi o Arabî mecmuanın tercüme ettiği risalenin aslı olan Türkçesini efkâr-ı âmmeye, [genel düşünce, kamuoyu] hususan bu hükûmet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] reislerine ve meb’uslarına bir sene evvel verildiği gibi, yine berâ-yı malûmat takdim etmek için iki-üç sebep var:

Birincisi: Risale-i Nur’dan Sikke-i Tasdîk-i Gaybî mecmuasında yazılan kat’î, yüzer işârâtın [işaretler] ve emârâtın [belirtiler, işaretler] delâletiyle ve çok hadiselerin o delâleti tasdikiyle sabit olmuş ki:

Risale-i Nur, mânevî tahribata ve anarşilik ve bolşevizm, tabiiyun ve maddiyunluğa ve şükûk [şekler, şüpheler] ve şübehata [şüpheler, tereddütler] ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] hizmetini bihakkın [gerçek anlamıyla] ifa etmesiyle, bu vatanı bu tehlikeli dünya fırtınası içinde muhafazaya bir vesile olduğu ve bir sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] hükmüne geçip ikinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] belâsına ve başka memleketlerde vuku bulan belâların bu memlekete girmesine mümânaatla [engel olma] mânevî bir siper teşkil ettiği bedahetle [ap açık bir şekilde] âşikâr olmuştur. Bu müddea[iddia edilen şey] Risale-i Nur’a nazar eden en muannid [inatçı] feylesoflar da tasdik etmeye mecbur kalmışlardır. İşte o Risale-i Nur beş yüz bin talebesiyle ve altı yüz bin nüshasıyla herkesin kalbinde iman dersiyle bir yasakçı bırakıp âsâyişi temin etmekle, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰي 1 yani, “Birinin günahıyla başkası mesul olamaz” diye olan Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsini [anayasa] tatbike çalışmasıyla ve milyonlarla okuyanlar içinde hiçbirisi onu okumaktan zarar görmemesiyle, bu zamanda bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] ve bu vatan ve millet için bir vesile-i def-i belâ olduğu isbat edildiği halde; ve yirmibeş seneden beri gizli, ifsatçı, [bozgunculuk, kargaşa] anarşi hesabına çalışan komiteler desiseleriyle [hile, aldatma] mahkemeleri aleyhine sevk edip çalıştıkları ve beş vilâyette beş büyük mahkeme Risale-i Nur’un eczalarını inceden inceye tetkik edip medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] birtek nokta bulamayıp beraat verdikleri ve sonra da yirmi yerde yirmi adliye ayrıca alâkadar olup, mûcib-i mes’uliyet bir cihet

565

olmadığından suç yok diye karar verdikleri ve Afyon Mahkemesi de iki defa iadesine karar verdiği halde, risalelerin iadesini ve tamam intişarını [açığa çıkma, yayılma] iktiza [bir şeyin gereği] eden kanunî, hukukî esbab-ı mûcibe mevcut iken, beş seneden beri gizli komitelerin aldatmaları ve desiseleriyle [hile, aldatma] ve bahanelerle Afyon Mahkemesinde beş senedir o mübarek risalelerin sahiplerine teslimi tehir edilmektedir. Halbuki, büyük emniyet dairelerince, zabıtaca sabit olduğu gibi, yüz binler Nur talebelerinde ve yüz binler Nur nüshalarında hiçbir zarar, bir vukuat görülmemesi, kaydedilmemesi gösteriyor ki, Risale-i Nur âsâyişin temel taşına hizmet eden bir sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] hükmündedir. Maddî ve mânevî tehlikelerden bu memleketi muhafazaya vesile olduğu tahakkuk [gerçekleşme] eden bir hakikat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikati]

Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir parçası olan ve binler gençleri vatan, millet ve âsayişin menfaatine terbiye eden Gençlik Rehberi’nin mahkemesi dolayısıyla Üstadımız hasta halinde iki defa İstanbul’a mahkemeye gidip, yüz yirmi polisin kalabalığı dağıtmaya çalıştığı o mahkemede Gençlik Rahberi’nin hem müellifine, [telif eden, kitap yazan] hem nâşirine [neşreden, yayan, yayınlayan] ittifakla beraat ve ayrıca Rehberin de içinde bulunduğu umum risalelere beş mahkeme beraat vermişken, on beş günde teslimi lâzım gelen Gençlik Rehberi’nin on beş aydan beri teslim edilmemesiyle Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri beş ayda beraat ve iadesine karar verdikleri halde Afyon Mahkemesi beş sene teslimi tehir etmesiyle ve Diyarbakır havalisine, vilâyât-ı şarkiyeye [doğu illeri] iman, din ve âsâyiş noktasında yüz vâiz [nasihat veren] kadar menfaati bulunan bir zâtın kendi parasıyla aldığı hususî Nur nüshalarını—haklarında beş mahkemenin beraat kararı olmasına rağmen—müsadere edip vatana, millete fâideli hizmetine mâni olmasıyla o sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] hükmündeki vesile-i def-i belâ bu suretle gizlendiğinden, bir buçuk milyar lira zarara vesile olan bu belâ fırsat buldu, geldi denilebilir.

Eğer beş mahkemenin ve İstanbul’un verdiği beraat neticesiyle o Gençlik Rehberi intişar [açığa çıkma, yayılma] etseydi, onun dersiyle intibaha [uyanış] gelen ve gelecek olan Müslüman gençler, elbette başkalarının veyahut ihtilâlcilerin ifsadına [bozma] meydan vermeyerek bir buçuk milyar lira zarardan bu milleti kurtarmaya sa’y [çalışma] ve gayret edecek idiler. Bir buçuk milyar liralık bu lekenin zuhuruna meydan vermeyecektiler.

Evet, Üstadımız eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] Rusya’daki esaretinde anlamış ki, mânevî tahribatla gençleri ifsad [bozma] eden tehlike memleketimize de gelecek diye telâş

566

edip bütün kuvvetiyle o vakitten beri tahribat-ı mâneviyeye bir siper olmak için Gençlik Rehberi gibi çok eserler yazdı. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] derslerini neşretti. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] pek çok gençleri kurtarmaya vesile oldu. Şimdi ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] madem müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeyi ve ittihad-ı milleti istiyor; çabuk, Pakistan’ın dahi ehemmiyetle nazara alıp ve es-Sıddık mecmuasında neşrettiği risalenin intişarına [açığa çıkma, yayılma] müsaade etsin.

– 107 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir kanun-u esasîsi [anayasa] olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 2 sırrıyla, “Birisinin hatasıyla başkası, hattâ kardeşi de olsa mes’ul olamaz.” Şimdi yüz otuz risalede birtek risalenin yüz sahifesinde bir sahife muannid [inatçı] insafsızların nazarında hatâ bile olsa, o yüz bin sahife olan yüz otuz kitabı mes’ul edecek dünyada bir kanun var mı? Halbuki bu otuz sene zarfında beş mahkeme aynı kitaplara beraat vermişler. Hem Malatya meselesi münasebetiyle yirmi mahkeme de alâkadar olmuştular. O yirmi mahkeme “Bir suç bulamıyoruz” dedikleri halde ve altı yüz bin nüshası dahilde ve hariçte intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mektep içinde Nur’un dershânesi diye ayırdıkları yerde Hıristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] gayet takdirle intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan es-Sıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] göndermesi ve bu kadar intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki, elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.

Diyanet dairesi, Meşihat-ı İslâmiye [Şeyhülislâmlık makamı] gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâma [İslâm âlemi] Meşihat-ı İslâmiye [Şeyhülislâmlık makamı] yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] o Diyanet dairesine karşı tam hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmek,

567

su-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı su-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] her tarafında, belki Avrupa’da takdire mazhar [erişme, nail olma] olmuş Risale-i Nur, o Diyanet dairesini hem şerefini muhafaza ediyor. Hem âlem-i İslâma [İslâm âlemi] karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı [açığa çıkma, yayılma] gayet lâzım ve zarurî olduğunu bu noktayı ehl-i vukuf [bilirkişi] tam nazara alsınlar. Onun için biçare Said Nursî ve Nur talebelerinden yüz derece ziyade Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] âzaları, hocaları alâkadar olmak lâzım. Tâ ki, Risale-i Nur dinsizlerin taarruzlarına karşı muhafaza ve himaye edilsin. Mükerrer beraatler verildiği halde intişarına [açığa çıkma, yayılma] mâni olan desisecileri [hile, aldatma] susturmak lâzım…

Said Nursî

– 108 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Ankara’da bir kardeşimizden Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Gençlik Rehberi’ni bahane ederek umum Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] almak için gelmişler. O kardeşimiz Ağır Ceza Mahkemesinin Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] hakkındaki beraat kararını gösterince Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] almaktan vazgeçmişler. Buldukları ve götürmek üzere gözlerinin önüne koydukları on kadar Gençlik Rehberi’nin de üzerine kendileri farkında olmayarak bazı kitaplar koymuşlar. Giderken Gençlik Rehberi’ni de ne kadar aramışlarsa da bulamamışlar. Bu suretle Gençlik Rehberi kendi kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kendini muhafaza etmiş. Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Gençlik Rehberi hariç, birer tane aldıkları mecmua ve risaleleri de emniyetten tekrar iade etmişler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî>

568

– 109 –

 Heyet-i Vekileye ve Tevfik [başarı] İleri’ye arz ediyoruz ki:

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:

Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif [bilgiler] Vekilini tebrik ediyorum. Hem elli beş seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun [üniversite] tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna [üniversite] daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] merkezi hükmündedir.”

O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: “Öyleyse o yirmi bin altın lirayı Şark Darülfünununa [üniversite] veriniz.” Kabul ettiler.

Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliyeye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu darülfünunu [üniversite] takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar yirmi bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”

Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Garplılara [batı] benzemek lâzım.”

Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya [nebiler, peygamberler]

569

şarkta ve ekser hükema [âlimler, filozoflar] garpta [batı] gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı [ilerleme] din ile kaimdir.Haşiye [ayakta duran] [dipnot] Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı [amaç, yarar] namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün [yardımlaşma] ve tesanüde [dayanışma] mecburuz.”

Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı [hayatın gayesi] görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip şark terakkiyatının [ilerleme] anahtarı olan bu müesseseye [kurulmuş] çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız, otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tab [basma] edilen Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim, elbette Maarif [bilgiler] Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı [esaslar] ve mânevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı [öğrenim, eğitim] nevinden, Risale-i Nur’un yüz elli risalesini kendime tevkil [vekalet verme] ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif [bilgiler] dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete [başarı] mazhar [erişme, nail olma] olan

570

Tevfik [başarı] İleri’nin bu biçare Said’e bedel Risale-i Nur’a himayetkârâne [koruyarak] sahip çıkmasını rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] niyaz ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Çok hasta, çok ihtiyar, garip, tecrid içinde

Said Nursî

– 110 –

 Doğu Üniversitesi hakkında tahrifçi bir gazeteye cevaptır.

Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani Ulus’un 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun [üniversite] küşadına [açma] üstadımız Said Nursî elli seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif olduğu halde onlar ve Sultan Reşad, bu Darülfünunun [üniversite] inşası için on dokuz bin altın tahsis etmiş, Van’da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] vukuuyla geri kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında [başlangıç] üstadımız Said Nursî’nin Ankara’da Meclis-i Meb’usana istenilmesiyle, Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle de muhalif olduğunu ve “Dünyanıza karışmayacağım” dediği ve hattâ Mustafa Kemal’e “Namaz kılmayan haindir” dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, şark vaiz-i umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Darülfünununun [üniversite] tesisi için yüz elli bin banknotun iki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzası ve Mustafa Kemal’in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki, şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] zamanında karar verildi.

Bu Şark Üniversitesinin o cihanşümul [dünya çapında, evrensel] kıymet ve ehemmiyetini, bir bahr-i ummandan [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] bir katre [damla] takdim eder misillu [benzer] iki üç nokta olarak arz ederiz:

571

Birincisi: Bu darülfünun [üniversite] hem İran, hem Arabistan, hem Mısır ve Afganistan, hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalb hükmündedir. Ve hem bir Camiü’l-Ezher, bir Medresetü’z-Zehradır.

İkincisi: Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad [bozma] edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı [barış yapma] umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya’ya, tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin [tek çare] bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Darülfünununun [üniversite] ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi [iman ilimleri] barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze [karşı koyma] ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olan ve mahkemelerde beraat kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki, İslâm memleketlerinde, hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte, nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur-emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbap [sebepler] bulunmasına rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeye mazhar [erişme, nail olma] kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin [karşılama; karşılık verme] de ancak tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak, üniversitenin mebde’ [başlangıç] ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş.

572

Üçüncüsü: Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır. [daha layık]

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor. Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî [ilerleme] ve sulh-u umumînin medarıdır. [kaynak, dayanak] Bu müessese [kurulmuş] bu hükûmet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] bazı şeâir-i İslâmiyeden [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde, tarihlerde kemâl-i takdir ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla [diriltme] hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihandeğer [dünyalara değer] bir hizmeti olarak ebede kadar misli [benzer] görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir. Ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan

Nur talebeleri

– 111 –

Mahkememizin tehiriyle işlerin Ankara Mahkemesine havale edilmesinde çok hayır var. Şimdi hem Isparta Mahkemesi, hem Van’da Molla Hamid’in ve Diyarbekir’de Mehmet Kaya’nın kitaplarının iadesi ve Afyon, hepsi Ankara’ya bakıyor. Ankara’da olacak hayırlı bir netice ile inşaallah [Allah dilerse] her tarafta birden işlerimiz halledilmiş olacak, hem böyle bir vakitte Nurlardaki hakaik-i imaniye, [iman hakikatleri] hususan Ankara’da nazarların çevrilmesi lâzımmış. İnşaallah bu meselemizin oraya gönderilmesi mühim bir intibaha [uyanış] vesile olacak.

Kardeşiniz

 Zübeyir

573

– 112 –

Üstadın ziyaretçilere dair bir mektubu

Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:

Ekser hayatım inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş [korkma, çekinme] ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve mânevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele [karşılama; karşılık verme] edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele [karşılama; karşılık verme] de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan [bağış] olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men edildim. Bazı beni hasta eder—maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.

Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur’ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur’ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hususan Tarihçe-i Hayattaki [hayat hikayesi] mektuplar… Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve neşriyatına ait bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir. Ve bana sıkıntı vermez.

Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki, birkaç senedir ceridelerle [gazete] ilân etmişim ki, benimle görüşmek isteyenleri, hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri hususî dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler.

Said Nursî

574

– 113 –

Çok muhterem kardeşimiz Salih,

Üstadımız sana ve iki dindar ve hakiki milletvekillerine çok selâm ve dua eder, sana ve onlara bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] der.

Üstadımız diyor ki:

“Ben çok zaman evvel bekliyordum ki, Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun, hem Arabistan’ın, hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse, o üç memlekette intişarına [açığa çıkma, yayılma] vesile olur. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrediyorum ki, Seyyid Salih gibi gençliğin bir kahramanı ve o havalinin çok kıymetdar ve hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve dindar iki milletvekili Nurlara sahip çıkmaya başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar tarafından istedikleri halde, ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. İnşaallah bir kısım daha onlara göndereceğim.

“Seyyid Salih ve hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] milletvekilleri orada inşaallah [Allah dilerse] Kur’ân ve imana tam hizmet edecek ve orayı Isparta’daki Medresetü’z-Zehra ve Mısır’daki Camiü’l-Ezher’in küçük bir nümunesi haline getirmeye vesile olmaya ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiyenin bir nümunesini açmaya yol açmalarını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümit ediyoruz.

“Hem madem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir. [çok güçlü dostluk] Ve Urfa ise, İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir. İnşaallah hıllet-i [çok güçlü dostluk] İbrahimiye parlayacaktır.

“Hem ihtimal-i kavîdir ki, bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.”

Üstadımızın sözü bitti. Biz de tekrar selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederiz.

Risale-i Nur hizmetinde bulunan kardeşiniz

 Ziya ve Mehmed

575

– 114 –

Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım. Onlar da bana dua etsinler.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 115 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 4

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] telâkki [anlama, kabul etme] edilen bu Ramazan-ı Şerifin yirmi yedinci gecesinde bir nevi tesemmümle [zehirlenme] şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istilâ eder gibi bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve mânevî iki dehşetli hastalık içerisinde şefkat hissiyle bütün zîhayatların [canlı] elemleri hâtıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] hissettim. Bununla beraber seksen küsur seneye varan ömrümün sonunda seksen sene mânevî bir ibadeti kazandıran en son Leyle-i Kadre [Kadir gecesi] lâyık çalışamayacağım diye, sabık [daha önceden geçen] iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli, hazîn bir meyusiyet [ümitsizlik] içinde âsâba gelen ve nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] vazifesini gören bir elîm his beni ezdiği aynı zamanda, Âyet-i Hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] bir sırrı imdadıma yetişti. Bu üç hastalığı izale [giderme] edip, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, hilâf-ı me’mul bir tarzda dayandım. Bu üç hastalığıma da böyle üç merhem sürüldü. Maddî hastalığın—Hastalar Risalesinde isbat edildiği gibi—bir saat hastalık, sâbir [sabreden] ve mütevekkil insanlara, hiç

576

olmazsa on saat ibadet ve leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] ise daha ziyade ibadet hükmüne geçtiği gibi, benim de bu leyle-i Kadirdeki [Kadir Gecesi] hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım leyle-i Kadirdeki [Kadir Gecesi] hizmetin yerine geçmesiyle, tam şifa verici bir merhem oldu. Ve bütün zîhayatın [canlı] hastalık ve elemlerinden şefkat sırrıyla bana gelen teellüm [elem çekme] marazını birden rahîmiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın her bir varlığa sonsuz şefkat göstermesi] tecellîsi ile, yani, mahlûkları [varlıklar] yaratanın şefkat ve rahîmiyeti [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve rahmeti tam kâfi [yeterli] olmasından, onların elemlerini onlar için bir nevi lezzete veya mükâfata çevirdiğinden, o rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız olduğundan, şefkatten gelen elemi, bir mânevî sürura [mutluluk] ve lezzete çevirdi. Yalnız merhem değil, belki şifa da verdi.

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar mânevî bir hazineyi kaybetmekteki mânevî eleme karşı, Nur’un has şakirtlerinin [öğrenci] her birisi şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla umum namına dahi dua ile ve amel-i sâlihle çalıştıklarından, hem el-Hüccetü’z-Zehra‘da, [güzel ve parlak delil; On Beşinci Şuâ] hem Nur Anahtarı’nda izah edilen; teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] ve Fatihada [açılış kısmı, baş, baş kısım] bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve zîhayat [canlı] cemaatinin dualarına ve tevhiddeki dâvâlarına iştirak suretiyle, hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla, topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübârekât [bereketli şeyler, mübarekler] ve tebrikât ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri [belirme, görünme] ve nur unsurundan maddî ve mânevî tayyibatlar, [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] güzellikler tarzında, teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] ve Fatihada, [açılış kısmı, baş, baş kısım] kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlûkatın, hususan zîhayatların [canlı] küllî ibadetleri ve bütün istiâneleri [yardım dileme] ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] yolundan gidenlere, mânevî refakat etmekle onların dualarına ve dâvâlarına tasdik suretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi. Gayet hasta, zaif, meyus [ümitsiz] bir halde, cüz’î [ferdî, küçük] bir hizmet edememekteki mânevî elîm hastalığıma öyle bir tiryâk oldu ki, ben hakikaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda [okunması âdet olan dualar]

577

bulamadığım bir mânevî süruru [mutluluk] hissettim. Ve hadsiz şükür edip, o dehşetli hastalığıma razı oldum.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ فِى كُلِّ زَمَانٍ * 1

dedim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

 Said Nursî

– 116 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 3

Üstadımız der:

“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki:

“İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, [zehirlenme] zâfiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil, kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum ki, Risale-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem fâidelenir, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki, Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel, her sabah okuduklarıma, dualarıma dahil ediyorum ve etmekte devam edeceğim.”

Şimdi bir iki aydır Üstadımız bir hizmetkârıyla dahi konuşamıyor. Konuştuğu vakit bir hararet başlıyor. Bunun hikmetini bir ihtara binaen söyledi ki:

“Risale-i Nur bana hiç ihtiyaç bırakmıyor. Konuşmaya lüzum kalmadı. Hem ben âciz şahsımla, binler dostlarımdan yirmi otuz dostla konuşabilirim. Yirmi adamın hatırı için binler adamın hatırını rencide etmemek için konuşmaktan men edildim ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Hususî görüşmediğim için mâzur görsünler. Hattâ bayramda musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] etmek ve ona bakmaya tahammül edemiyor.Haşiye [dipnot] Onun için hatırları kırılmasın.”

578

– 117 –

Dört sene evvel Üstadımız hastalığı yüzünden beni Ankara’da Risale-i Nur’un mahkemeleriyle alâkadar işlerini takip için tevkil [vekalet verme] ettirdiği zaman, bazı mebuslara gönderdiğimiz ilişik mektubumuzu yeniden sizlere ve muhterem mebusların nazar-ı irfanlarına takdim ediyoruz.

Buna sebep, aynı meselenin devam etmesidir. Bilhassa son aylarda şark vilâyetlerinde kurulması için teşebbüse geçilen yeni üniversitedir.

Risale-i Nur’un bu otuz senelik zamanda dahil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] her tarafta hüsn-ü tesiri [güzel etki] ve şark vilâyetlerinde elli beş seneden beri büyük bir darülfünunun [üniversite] kurulmasına çalışması, birbirini takip eden ve birbirini tamamlayan bu zamanda âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] şiddetli alâkadar eden iki mühim meseledir. Bu iki netice-i azîme, [büyük netice] hem bu milleti, hususan şark vilâyetlerini, hem dört yüz milyon İslâm milletlerini, hem sulh-u umumîye muhtaç Hıristiyanlık dünyasını da alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar [övünç kaynağı] iki ehemmiyetli hadisedir. İslâm dininin ve Kur’ân hakikatlerinin küllî ve umumî iki nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] ve ilâncısıdır.

Üstadımız elli beş seneden beri âzamî gayretle ve müteaddit [bir çok] vesilelerle Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] Câmiü’l-Ezher‘e [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] muvafık Medresetü’z-Zehra namıyla bir İslâm üniversitesinin kurulması için çalışmış ve bunun kat’î lüzumunu daima ileri sürmüştür. Reisicumhura [Cumhurbaşkanı] ve Başvekile [Başbakan] hitaben, onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği gibi, Şark Darülfünunu [üniversite] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bir nevi merkezinde olarak beyne’l-İslâm medar-ı iftihar [övünç kaynağı] bir makam kazanacaktır. O vilâyetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle ulema ve ârifin, şühedâ ve muhakkikîn [gerçekleri araştıran ve delilleriyle ortaya koyan âlimler] ecdatlarımızın mâzideki pek kıymetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet-i dîniyeleri, mânevî, bâkî hasletleri [huy, karakter] bu darülfünunla [üniversite] dahi tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ederek vazife-i imaniyelerini [iman hakikatlerini yayma görevi] daha geniş bir sahada yapacaklardır.

579

Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaik-i imaniyesini [iman hakikatleri, esasları] tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nurdur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.

Risale-i Nur, Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide mânevî âb-ı hayat [hayat suyu] menbâları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve üstadlarının bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki; bu son münevver [aydın] meyvelerle o muhterem üstadlar, yeniden vazife başına geçip vazife-i tenviriyelerini ve hizmet-i Kur’âniyelerini [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bu suretle cihan-şümûl bir vüs’ate [genişlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettirmelerini bütün ruhumuzla ümit ve rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] temenni ve niyaz ediyoruz. Bu duamıza zaman ve zeminin şerait-i hayatiyesi [hayat şartları] ve musalemet-i umumiyenin lüzumu da “âmin, âmin” diyor ve diyecektir.

Evet, şarktaki ilim ve irfan [bilgi, anlayış] faaliyetinin bir semeresi [meyve] ve netice-i külliyesi olan Risale-i Nur, Şark Darülfünununun [üniversite] İslâmiyet noktasında bir programı olması hasebiyle, İslâmiyete, bu millete ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hizmete çalışanları şiddetle alâkadar etmektedir. Ve şimdi Amerika’da ve Avrupa’da Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] istemeleri ve oralarda intişarı, [açığa çıkma, yayılma] bu müddeamızın [iddia edilen şey] fevkalâde ehemmiyetini gösterir.

 Mustafa Sungur

– 118 –

Yazıları beş vecihle [yön] iftira ve yalan olduğunu gördüğüm bir gazeteyi bana okudular. Böyle iftiraların hem Isparta’ya, hem neşredenlere büyük zararı var.

Birinci yalan: Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuyanlara mürid ve tarikat diye beni tarikat dersi vermekle ittiham [suçlama] ediyor. Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki, mahkemelerde

580

de sabit olduğu gibi, ben tarikat dersi değil, imanın, Kur’ân’ın hakikatlerini ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur talebesi denir. Mesleğimiz tarikat değil, imanın hakikatleridir.

İkinci yalanı: İftira eden gazete, başka bir gazeteyi kendine teşrik etmekle, [ortak etmek] bazı yanlış tabirler karıştırmasıyla diyor ki: “Eğirdir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar.”

Kat’iyen [kesinlikle] bunun aslı olmadığını bütün Isparta ve Eğirdir gençleri biliyorlar. Hattâ Isparta ve Eğirdir gençleri bunu işittikleri vakit hiddetle protesto ediyorlar. Yalnız Ankara’da bulunan Eğirdirli genç olmayan bir adam, otuz sene evvel benimle görüşmesini az tenkitkârâne [tenkit edercesine] yazmış. Buna “Gençler mücadeleye başladılar” namını vermek ne kadar zahir bir yalandır! Halbuki, kim olursa olsun, bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum. Bana yahut talebelerime karşı Isparta ve Eğirdir’de hiçbir gencin mücadelesini işitmemişim.

Üçüncü iftirası: O iftira eden gazete başka birisinin diliyle diyor ki: “Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar. Emniyeti bozmak tarzında nizamatı değiştirmeye çalışıyorlar.”

Bunun yalan olduğuna yirmi sekiz senede beş mahkeme beraat vermesiyle gösteriyor ki, siyasetle hiçbir alâkam yok. Ve hiçbir emare bulunmaması, bunun ne kadar iftira olduğunu gösteriyor. Hattâ otuz beş seneden beri siyasetten çekildiğimi bütün dostlarım biliyorlar. Bu hakikat mahkemeler tarafından da sabit olmuştur.

Dördüncü iftirası: Said Nursî bazı kadınlara şeytandır demiş. Bu iftiranın aslı: “Eskiden büyük şehirlerde açık saçık, çıplaklık derecesinde, hususan yarım çıplak Hıristiyan kızları, şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar.”

İşte böyle birkaç tane açık gezenler hakkındaki bir sözü başka surete çevirip mutlak kadınlara teşmil ederek tâbiri çirkinleştirip istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmesi, pek çirkin ve zahir bir iftiradır. “Kadınlarla Muhavere[karşılıklı konuşma] namındaki risalemde, kadınlara büyük bir hürmet ve ehemmiyet ve kıymet verdiğimi, hattâ şefkat cihetinde erkeklerden pek ileri olduklarından, Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olduğundan, bu mübarek hemşirelerimi “Muhterem Hemşirelerim” namıyla yâd ediyorum. Onların samimiyet ve ihlâslarını ziyade görüyorum.

581

Beşinci hakaretkârâne iftirası: Gerilemek ve irtica, yani İslâmiyet ahkâmına, [hükümler] ahlâkına dönmek mânâsıyla “mel’un fikir” tâbiri kullanması, küre-i arzı [yer küre, dünya] titretecek kâfirâne bir iftira olduğu gibi, yalnız Ispartalılara ve Nur talebelerine değil, belki âlem-i İslâma [İslâm âlemi] karşı bir ihanettir.

Çok hasta ve çok ihtiyar

Said Nursî

– 119 –

 [Üstadımızın köylerde dolaştığına dair çıkarılan uydurma habere karşı bir cevaptır; mûcib-i merak hiçbirşey yoktur.]

Üstadımız Said Nursî’nin iki seneden beri misafir bulunduğu Isparta emniyetine bir maruzatımızdır. [arz edilenler, takdim edilenler]

1. Üstadımız Said Nursî otuz seneden beri bu Anadolu memleketinde gezdiği bütün vilâyet ve kazalarda kendisini zabıtanın bir misafiri olarak telâkki [anlama, kabul etme] etmiş ve zabıta efradı [bireyler] daima dostane ve himayetkârâne [koruyarak] muamele göstermiştir. Kur’ân’ın hakikî ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u Isparta’da otuz sene evvel telife başlayan Üstadımız, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] gayet tesirli bir surette hizmet etmekle, tamamen âhirete müteveccih [yönelen] olan bu hizmetinin dünyevî bir fâidesi olarak, iman sebebiyle kalblerde fenalığa karşı daimî bir yasakçı bırakmıştır. Onun neticesidir ki, âsâyişin teminine vesile olmuştur.

Evet, Üstadımız adalet-i hakikiyeyi [gerçek adalet] ifade eden وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 yani, “Birisinin hatâsıyla başkası mesul olamaz” âyet-i Kur’âniyesi [Kur’an âyeti] ve “Bir mâsumun hakkı yüz şerir için dahi feda edilemez” gibi düstur-u Kur’âniye gereğince, yüzde on zâlimler yüzünden doksan mâsumlara zarar vermek, hakikî adalete, evâmir-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın emirleri] tamamen zıttır diye her tarafta neşretmiş ve kendisine zulüm yapılmasına karşı millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] selâmeti için “Ben, değil dünya hayatımı, belki âhiret hayatımı da feda ediyorum” demiş ve demektedir.

582

Risale-i Nur’un hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] dersleriyle ve bütün mahkemelerde beraati netice veren müdafaalarındaki Kur’ânî hakikatlarla hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] uhrevî ve dünyevî saadetine rehber olan hakaiki [doğru gerçekler] ders veren ve dolayısıyla âsâyişin muhafazasına ve emniyet-i umumiyenin [genel güvenlik] teminine en büyük bir vesile Üstadımız olduğu, hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] saadetiyle alâkadar hamiyetperver [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] zatların tasdikiyle sabittir. Otuz seneden beri müteaddit [bir çok] tetkikler ve mahkemelerin beraat kararları vermesiyle ve şimdi de tamamen serbest bulunmasıyla ve eserleri büyük bir vüs’atle [genişlik] her tarafta, Anadolu’da ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] merkezlerinde ve garb [batı] memleketlerinin bazılarında yayılarak takdir ve tebriklere mazhar [erişme, nail olma] olmasıyla en ince esrarına kadar büyük bir dikkat ve ehemmiyetle her hali tetkik edilen Üstadımızın mûcib-i mes’uliyet hiçbir hali gösterilememiştir.

Bir tarafta komünizm gibi din, ahlâk ve an’ane aleyhinde olup pek müthiş bir tahribatla yarı Avrupa’yı, Çin’i istilâ eden, umum dünyaya karşı müfsid, [bozguncu] yırtıcı rejim-i küfrîsine mukabil, milletler, devletler mâbeyninde [ara] tedbir aldıran ve bununla beraber haricî, gizli ifsad [bozma] komiteleri de bu vatan aleyhinde müthiş bir hercümerce çalıştıkları bir zamanda, biz otuz senelik pek hâlis ve tesirli geniş bir hizmeti ibraz ederek ve Üstadımız Said Nursî’nin eserleri olan Risale-i Nur nüshalarından yüz binlerinin intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] ve yüz binleri geçen okuyucularının hüsn-ü halini göstererek ve zabıtaca Nur talebelerinden âsâyiş aleyhinde birtekinin gösterilmemesini şahid tutarak deriz ve kat’iyen [kesinlikle] sabittir ki, Risale-i Nur o tahribatçı cereyanı durduran Kur’ânî ve imânî bir seddir. İnsaflı zabıta ehli de bu tahakkuk [gerçekleşme] etmiş hakikate şehadet ediyorlar.

İman hizmetinin mânevî, uhrevî fâidelerinden kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] dünyevî, millete ait mühim bir fâidesini vaktiyle Üstadımız şu suretle ifade etmiştir ki, zaman bunun ne kadar doğru olduğunu göstermiştir. O zaman demiş:

“Şimdi bu memleketin, bu vatan ve milletin saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] ve ebediyesi noktasında iki müthiş cereyan var:

583

“Birisi: Şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına karşı Kur’ân’ın hakikatleri ve imanın nurlarıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmektir. Çünkü o dinsizlik cereyanı mânevî tahribat nev’inden olduğundan karşısında bir mânevî mukabele [karşılama; karşılık verme] olmalıdır. Hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] lemeâtı olan Risale-i Nur mânevî tâmirci bir atom bombası olarak bu dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cereyanına mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir ve etmiştir.

“İkincisi: Bin seneden beri İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] adâvetini [düşmanlık] izâle etmek, [gidermek, ortadan kaldırmak] Türkler yine eskisi gibi İslâmiyetin kahramanıdırlar kanaatini verdirmektir. Bu suretle dört yüz milyon hakikî kardeşleri bu millete kazandırmakla saadet-i hayatiyesine [hayatın mutluluğu] en ehemmiyetli bir hizmeti ifa eylemektir ki, Risale-i Nur iman hakikatlerini bu vatanda neşrederek bu azîm fâideyi fiilen göstermiştir.

“Risale-i Nur’un bir talebesi, evvelce elinde Nur Risaleleriyle [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve oradan çıkardığı mev’izelerle şark hudut bölgesinde Rusların o zamanda o havalideki propagandalarını durdurmuştu. Bu suretle, birtek talebe bir ordu kadar vatana, millete ve âsâyişe hizmet etmiştir. Risale-i Nur’un gaye ve maksadı tamamen uhrevî ve rıza-yı İlâhî [Allah rızası] dairesinde imana hizmet etmek olduğundan, netice verdiği sair dünyevî iyilikler dolayısıyla, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ait bir fâidesidir.”

2. Otuz kırk seneden beri inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] tecrid, hastalık ve hapis gibi sebeplerle, zaruret olmadıkça insanlarla görüşmeye tahammülü olmadığı için, hariçten gelen dostlarını daima hatırlarını kırarak onları geri çevirmesi ve akşamdan ertesi gününün sabahına kadar hizmetçileri dahi yanına kabul etmemesi öyle bir hakikattir ki, bu kadar zahir ve gözle görünen bu hakikat karşısında başka bir söz söylemeye lüzum yoktur. Üstadımız Said Nursî’nin eskiden beri bir fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] seciyesidir [huy, karakter] ki, inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ve insanlarla zaruret olmadıkça görüşmemek bir düstur-u hayatı [hayat kanunu] olmuştur. Hattâ, hayatta kalan tek bir kardeşini dahi, yakın bir şehirde iken otuz seneden beri görmediği halde, görüşmek için yanına çağırmamıştır. Hem hizmetçileri de akşamdan ertesi gün sabaha kadar şiddetli bir zaruret olmadıkça odasına girememektedirler. Şiddetli hastalığı ve görüşmeye tahammülü olmaması sebebiyle, hariçten gelen çok dostlarının hatırlarını incitip, görüşmeden geri çeviriyor. Üstadımızla otuz seneden beri alâkadar olup dostane vaziyet gösteren

584

zabıtaya âsâyiş noktasında Risale-i Nur’la pek ehemmiyetli harika hizmeti sabit olan Üstadımızın bütün hali mahkemelerce medâr-ı tedkik olmakla hiçbir hali zabıtaca gizli kalmadığından, bazı gizli din düşmanlarının onun hakkındaki uydurmalarıyla otuz senelik bir müşahedeye dayanan müsbet [isbat edilmiş, sabit] kanaati bozmamak, hukuk-u umumiyeyi [kamu hukuku] temine çalışanların vazifeleri iktizasıdır. [bir şeyin gereği]

3. Üstadımız hastadır, hattâ Cumaya dahi çıkamamaktadır. Ara sıra hava almaya pek ziyade muhtaç oluyor. Bu sebepten, pek nadir olarak kendine mahsus bir odası bulunan ve otuz sene evvel on sene ikamet ettiği Barla Köyüne gider, bir müddet kalır, gelir. Bazan da burada, yaz mevsiminde insanların bulunmadığı, şehrin haricindeki mahallere giderek iki üç saat teneffüs eder, gelir. İhtiyarlığı, hastalığı dolayısıyla yayan yürüyememekte olduğundan ve halkın hürmetkâr vaziyetiyle rahatsız etmemesi için bu basit gidip-gelmeyi otomobille yapar. Bunun haricinde hiçbir köye, meskûn hiçbir mahalle, hattâ otuz senelik dostları bulunan yerlere dahi mezkûr [adı geçen] sebeplerle gitmiyor. İşte hal ve vaziyet bundan ibarettir. Hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] de budur.

Hizmetinde bulunan

 Tâhirî, Zübeyir

Hâşiye: [dipnot] Çok yerlerde neşredilen ve müddeînin [iddia sahibi] huzursuzluk ittihamının [suçlama] ademini gösteren ve Ankara Emniyet Umum Müdürlüğüne verilen bir hakikattir.

Nur talebeleri âsâyişçidirler.

Âsâyişi muhafaza ettiklerinin delil-i kat’îsi [kesin delil] şudur:

Altı vilâyetin altı zabıta dairesi, altı yüz bin talebelerin yirmi sekiz sene zarfında haksız muamelelere mâruz kaldıkları halde hiçbir vukuatlarını kaydedememeleri, hattâ Afyon Savcısının asayiş ittihamına [suçlama] mukabil Üstadımız demiş: “Bu yirmi sekiz senede bir tek vukuatı gösterebilir misiniz? Mâdem gösteremediniz, nasıl bu ittihamı [suçlama] ileri sürüyorsunuz? Yalnız küçük bir talebenin başka bir meseleden küçük bir vukuatından başka ve altı yüz bin talebeden hiçbir vukuatları olmadığı kat’î ispat eder ki, âsâyişi Nur talebeleri muhafaza ediyorlar” diye Afyon’da savcıya demiş ve susturmuştur.

• • •