İLK DÖNEM ESERLERİ – Şuâât (223-270)

223

Şuâât [ışınlar, parıltılar]

Mârifetü’n-Nebî [Allah’ı tanıma, bilme] (a.s.m.)

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 13391

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1339

224
225

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

Bu kelime-i âliye [yüce mânâlar ifade eden cümle] üssü’l-esas-ı İslâmiyet [İslâmiyetin en önemli temeli] olduğu gibi; kâinat üstünde temevvüc [dalgalanma] eden İslâmiyetin en nurânî ve en ulvî bayrağıdır. Evet misâk-ı ezeliye ile peyman [yemin, and, kasem] ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddesde [mukaddes ferman] yazılmıştır. Evet âb-ı hayat [hayat suyu] olan İslâmiyet ise, bu kelimenin aynü’l-hayatından nebean eder. Evet, ebede namzed [aday] olan nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde saadet-saray-ı ebediyeye [sonsuzluğun mutluluk sarayı (cennet)] tayin ve tebşir [müjdeleme] olunanın ellerine verilmiş bir fermân-ı ezelîdir. [ezelî buyruk] Evet şu kelime, kalb denilen avâlim-i gayba [gayb âlemleri, gözle görünmeyen âlemler] karşı olan penceresinde kurulmuş olan lâtife-i Rabbâniyenin [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] âyinesine in’ikas [yansıma, aksetme] eden Sultan-ı Ezelî’nin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] tecellîsini ilân eden bir harita-i nurâniyesidir ve tercüman-ı beliğidir. [çevirileri açık seçik ve muhatabın hâline uygun tercüman] Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğânesini cemiyet-i kâinata [kâinat cemiyeti, dayanışma içinde olan kâinattaki tüm varlıklar] karşı vekâleten inşad [şiir şeklinde okuma] eden vicdanın hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezelîyi [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ilân eden imanın mübelliğ-i beliği [noksansız ve belâgatli bir şekilde tebliğ eden] olan lisânın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.

226

Bu kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirine şâhid-i sâdıktır. [doğru şahit] Ve birbirini tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] eder. Evet ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] nübüvvete [peygamberlik] burhan-ı limmîdir. [tümevarım; Eseri meydana getirenden esere olan delil (ateşin dumana delil olması gibi)] Muhammed aleyhisselâm Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zâtiyle ve lisânıyla burhan-ı innîdir. [tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)] Kelime-i şehâdetin birinci kelâmına birinci burhanı, [delil] ikinci kelâmıdır.

Sual: Haşiye [dipnot] 1 Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücud ve vahdetine [Allah’ın birliği] en vâzıh [açık] delil nedir?

Cevap: En parlak burhanı [delil] Muhammed’dir (a.s.m.). Ve Nübüvvet-i Ahmediyyenin en metin [sağlam] burhanı, [delil] nübüvvet-i mutlakadır. [genel olarak peygamberlik kurumu]

Kâinatta bir hakikat varsa, nübüvvet [peygamberlik] vardır. Hilkatte nizam varsa, nübüvvet [peygamberlik] zaruridir.Haşiye [dipnot] 2

Zîrâ insanın vehm-âlud nazarına istikamet; [doğru] ve tecavüzkâr kuvâ-yı selâsesine itidal; [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve istidâdât-ı mâneviyesine inkişaf [açığa çıkma] verecek İlâhî [Allah tarafından olan] bir mürşid olabilir. O ise Nebîdir. [peygamber]

Dünyada bundan doğru ne haber olabilir ki; yüzbinler enbiya [nebiler, peygamberler] yüzbinler mu’cizat ile nübüvveti iddia etmişler. Mu’cizat ile isbat etmişler.

Nokta-i nübüvvette müttefik, selef [önce gelen, önceki, yerine geçilen] halefe mübeşşir, halef selefe [önce gelen, önceki, yerine geçilen] musaddık, [tasdik edici, doğrulayıcı] asl-ı dinde müttehiddirler. [aynı noktada birleşen]

227

Öyle ise, cemi-i enbiyanın cemi-i mu’cizatı Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) bir mu’cizesi hükmündedir. Çünkü medar-ı nübüvvet ve enbiyaya “nebî[peygamber] dedirttiren esaslar, Hazret-i Ahmed’de (aleyhisselâm) daha ekmel [daha mükemmel] bulunur.

Dünyada nebî [peygamber] varsa, o da nebîdir. [peygamber]

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ نِ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ * 1

Evet, sirâc-ı vehhac, burhan-ı katı[sağlam delil] odur.

Öyle ise onu tanımalıyız. Ve o zât ne derece ulvî, parlak olduğunu bunun ile kıyas edilir ki; اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ 2 sırrınca bütün ümmetinin bütün hasenâtının bir misli [benzer] onun kefe-i hasenâtına ilâve edilmiştir.

Mânevî bir cazibe-i umumîyi andıran hidayet ve irşadından [doğru yol gösterme] her bir fert ne kadar feyz ve nur almışsa, bir misli [benzer] o Zât-ı Şerife in’ikas [yansıma, aksetme] etmiştir.

İşte derece-i kemâlât [mükemmellik derecesi] gayr-i mütenahî, onun ruhundaki istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve kabiliyet nihayetsiz, muhit-i enfüsî olan zâtından başka, ümmetinin âfâkından gelen esbâb-ı inkişaf hadsiz olduğundandır ki; Hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) âlem-i imkânda en râsih, [sağlam, yerleşmiş] en râcih hakikat olduğunu ehl-i keşf [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ittifak etmişlerdir. Nasıl bazen cüz’î [ferdî, küçük] bir tereşşuh, [sızma/sızıntı] uzak menbadan suyun gelmesine delil ve sakatlık olmadığına şahid olur. Öyle de küçük bir emare, büyük bir hakikati ihsas [hissettirme] edebilir. Madem ki hadsiz ehl-i kemâl [kemâl sahibi olgun kimseler] onun minhâc-ı cedvelinden zülâl-i hayatı içmişlerdir.

228

Bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] gösterir ki; nurdan yapılmış o boru ve hakikatta kazılmış o ark, [su yolu, cetvel] doğru menbâdan gelir. İnhiraf ve sakatlık yoktur. Şimdi o zâtı bize tanıttıracak pek çok sâdık muhbirler vardır.

Birincisi: Enbiya [nebiler, peygamberler] meclis-i sâmîsidir.

İkincisi: Huluk-u azîm merkezi olan Zât-ı Nûrânîsidir.

Üçüncüsü: Zaman-ı mâzidir. [geçmiş zaman]

Dördüncüsü: Asr-ı Saadettir. [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem]

Beşincisi: Başta Şeriat olarak zaman-ı müstakbeldir. [gelecek zaman]

Altıncısı: Başta Kur’ân olarak mu’cizâtıdır.

Öyle ise haber almak için bunlara birer birer müracaat edeceğiz.

Hatta eğer mu’cizâtı noktasında mevcudatı [var edilenler, varlıklar] istintak [konuşturma] etsek; görecek ve işiteceğiz ki; âlem, enva ve ecnasıyla [cinsler, türler] onun risaletine [elçilik, peygamberlik] şehâdet ve mu’cizelerine delâlet ve hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] getirdiği metâ-ı âlîye [kutsal ve yüce değer] dellâllık [davetçi, ilan edici] ediyor. Güya âleme teşrif [şeref verme] ettiğinde, her bir nev’ kendi lisân-ı mahsusuyla alkışladığı gibi; Sultan-ı Ezel, [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] zemin ve âsumanın [gökyüzü] evtarını intak [konuşturma] edip, her bir tel başka lisân ile mu’cizâtının nağamatını [nağmeler, ahenkli ezgiler.] inşâd etmekle, o sadâ-yı şirin [tatlı, hoş ses] bu kubbe-i mînada ilelebed tanînendaz [vızıldama, vızıltı, arının “vız vız” diye ses çıkarması] etmiştir.

GüyaHaşiye âsuman, [gökyüzü] kendi mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ve melek ve kamerin [ay] elsine-i semâviyesiyle risaletini [elçilik, peygamberlik] tebrik ediyor.

Ve zemin, kendi hacer [taş, kaya] ve şecer [ağaç] ve hayvanın dilleriyle mu’cizelerine senâhan oluyor.

229

Ve cevv-i feza, [uzay boşluğu] kendi cin ve bulutun işaretiyle nübüvvetine [peygamberlik] beşaret [müjde] verir ve sâyebanlık ediyor.

Ve zaman-ı mâzî, enbiya [nebiler, peygamberler] ve kütüb [kitaplar] ve kâhinlerin rumuz [ince işaretler] ve telvihâtıyla, o Şems-i Hakikatin [hakikat güneşi] fecr-i sâdıkını göstererek müjdeci oluyor.

Ve zaman-ı hâl, [şimdiki hâl, içinde bulunduğumuz hâl] yani Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] lisân-ı hâliyle; tabiat-ı Araptaki [Arap milletinin karakteri, mizacı] inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] ve bedeviyet-i sırfdan [hâlis, katıksız tam bir bedevîlik; medeniyetten hiçbir nasibi olmama] medeniyet-i mahzanın defaten tevellüdünü [doğma] şahid göstererek nübüvvetini [peygamberlik] isbat ediyor.

Ve zaman-ı müstakbel, [gelecek zaman] kendi vukuat ve fünunun [fenler, bilimler] etvar-ı müdakkikane [(ilim alanında) derinlemesine meydana gelen gelişmeler, derin araştırmalara dayalı tavırlar] ile onun mevkib-i ikbâlini istikbâl, ve lisân-ı hakîmâne ile irşadatına [doğru yol gösterme] teşekkür ediyor. Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] kendi muhakkikleriyle [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bahusus [hususan, özellikle] hatib-i beliği ki; şems gibi kendi kendine burhan [delil] olan Muhammed’in (a.s.m.) lisân-ı fasihânesiyle hakdan geldiğini ilân ediyor. Ve Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kendi Kur’ân’ının lisân-ı beliğânesiyle ol Nebiy-yi Ümmînin fermân-ı risaletini cin ve inse işittiriyor.

Hangi kuvvet vardır ki, bu icmâın hükmünü reddetsin? Kimin haddi var, şu ittifaka karşı muhalefet etsin? Hangi şüphe var ki, tevatür-ü mevcudata karşı dayanabilsin?

ba

230

Birinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Enbiya Meclisine Müracaat

İşte enbiyanın [nebiler, peygamberler] lisân-ı hâlleri şehâdet, lisân-ı kalleri [sözlü ifade] beşaret [müjde] veriyor.

BİRİNCİSİ

Eğer sahife-i itibar-i âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiya[nebilerin, peygamberlerin eserleri] nazar-ı mütâlaaya alsan; ve tarihin lisânından nübüvvete [peygamberlik] dair cereyan eden ahvallerini [durumlar] dinlersen; ve cihetü’l-vahdet-i [birlik yönü] nübüvveti zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] tesirat-ı hususiyeden tecrid edebilsen, göreceksin ki, enbiyaya [nebiler, peygamberler]nebî[peygamber] dedirtmiş ve nübüvvetlerine [peygamberlik] medar [kaynak, dayanak] olmuş olan esaslar ki, her bir nebî, [peygamber] iddia-yı nübüvvet ve mu’cizeyi izhar; [açığa çıkarma, gösterme] ve düstur-u hareketi [hareket etme kanunu, kuralı] Hukukullah [Allah’ın hakkı] ve hukuk-u ibadı [kulların hukuku] muhafaza; ve terk-i menafi-i şahsiye; [şahsi menfaatleri terk etme, bırakma] ve ümeme [milletler] karşı keyfiyet-i muameleleri; ve ümmetin onlara karşı keyfiyet-i telâkkisi; [kavrayış biçimi, karşılama keyfiyeti] ve zâtlarındaki sebeb-i temayüz olan meziyyât gibi medar-ı nübüvvet olan esaslar evlâd-ı beşerin [insanoğulları] en âhir üstadı olan Muhammed-i Hâşimîde [Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed] (a.s.m.) daha ekmeli [daha mükemmel] ve daha azheri bulunur. Demek oluyor ki; yakîni ifade eden nev’-i vahiddeki istikra, hususan kıyas-ı hadsî-i hafî ianesiyle [yardım] ve kıyas-ı evleviyenin

231

te’yidiyle, mu’cizatlarının lisânıyla vahdet-i Sâniin bir burhan-ı bâhiresi [açık delil] olan Muhammed’in (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetine şehâdet ederler.

İşte bu sırdandır ve nübüvvet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) mukaddeme [başlangıç] olmasındandır ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ahvâl-i enbiyayı kesretle [çokluk] zikrediyor.

İKİNCİSİ

Enbiyanın [nebiler, peygamberler] Nübüvvet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) işârât [işaretler] ve beşaretleridir. [müjde] Kütüb-ü Münzele pek çok tahrif ve tağyir [değiştirme] olmakla beraber, ehl-i tetkik [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] pek çok işârât [işaretler] ve beşaretlerini [müjde] nakletmişlerdir.Haşiye [dipnot] Ezcümle Hüseyn-i Cisrî, risalesinde yüz delil kadar tâdat ediyor. Burada iktisaren [sözü uzatmama, kısa tutma, kısa sözle yetinme] ehline havale ediyoruz.

ba

232

İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Zât-ı Nûrânîsine Müracaat

 Mukaddeme

Delil-i sıdk, [doğruluğun delili] hârika olmak lâzım değildir. Resul[Allah’ın elçisi] Ekremin her bir fiilinde ve her bir hâlinde, her bir kâlinde sıdk [doğruluk] lemeân eder. Fakat her hâli hârika olmak lâzım değildir. Zira hârika izharı, [açığa çıkarma, gösterme] tasdik-i müddea içindir. Hacet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye [hadiselerin genel akışı] mutâbaatla âdatullahın kavâninine [kanunlar] destedâd-ı teslim [teslim olma, boyun eğme] oluyor. Ve öyle olmak gerektir.

Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, [doğruluğun delili] her bir hareket, her bir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır. Evet her bir hareketinde adem-i tereddüd; ve muterizlere [itiraz eden] adem-i iltifat; [iltifat etmeme, yüz vermeme] ve muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] adem-i mübâlât; ve muhalif olanlardan adem-i tahavvufu “sıdkını” [doğruluk] ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde [emirler] hakikatin ruhuna olan isabeti, hakkıyetini [hak ve doğru olma] gösterir.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Hileyi ve adem-i vüsûku ve itminansızlığı [inanma, kalben tatmin olma] îma eden tahavvuf ve tereddüt ve telaş ve mübâlât gibi umurlardan [emirler] müberra [arınmış, temiz] iken, bilâperva [pervasız, çekinmeden] ve kuvvet-i itminanla [kalbi tatmin ve tereddütsüzlüğün gücü, emniyet ve güven kuvveti] en hatar[tehlike] makamlarda olan hareketi ve nihayette olan “isabeti” ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat [canlı] kaideleri harekatıyla tesis ettiğine binaen; her bir fiil ve her bir tavrının iki taraftan, yani bidayet [başlangıç] ve nihayetten ciddiyeti ve

233

sıdkı nazar-ı ehl-i dikkate [dikkat ehlinin nazarı, bakışı] arz-ı didar [kendini gösterme] ediyor. Bahusus [hususan, özellikle] mecmu-u harekâtının imtizacından [bileşim, karışım] ciddiyet, hakkıyet [hak ve doğru olma] şu’le-i cevvale gibi; ve in’ikasatından [yansıma, aksetme] ve muvâzenatından sıdk [doğruluk] ve isabet berk-i lâmi[parlayan şimşek] gibi tezahür ve tecelli ediyor.

Şimdi mesele-yi âliye-i zâtiyeyi temaşa ve ziyaret etmekten evvel, dört nükteyi [derin anlamlı söz] bilmek lâzımdır.

Birincisi: لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِ 1 kaidesine binaen sun’î [gerçek olmayan] ve tasannuî [yapmacık olan] olan birşey ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından; hey’atının feletâtını, muzahrefiyetini imâ edecektir.

İkincisi: Ahlâk-ı âliyenin, [yüksek ahlâk] hakikatin zeminiyle olan rabıta-i ittisali [bağlantı unsuru] ciddiyettir. Ve deveran-ı dem [kan dolaşımı] gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından [birbiriyle karışıp kaynaşma] tevellüd [doğma] eden haysiyet, kuvvet veren ve heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] intizam veren yalnız sıdktır. [doğruluk]

Evet, şu rabıta [bağ] olan sıdk [doğruluk] ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] kurur ve hebaen gidiyor.

Üçüncüsü: Umur-u mütenasibede [birbirlerine uyumlu olan şeyler] temayül [eğilim gösterme] ve tecâzüb; ve eşya-yı mütezadda tenafür ve tedâfü [müdafaa etme, savunma] kâide-i meşhûresi maddiyatta nasıl cereyan ediyor, mâneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.

Dördüncüsü: لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ 2 Mecmuda bir kuvvet ve hasiyet var ki, eczada bulunmaz.

234

Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr [eserler/asırlar] ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih-i hayatı, [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] hattâ a’dânın [düşmanlar] şehâdetleriyle Zât-ı Peygamberde vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin [yüksek ahlâk] kesret [çokluk] ve ihata [herşeyi kuşatma] ve tecemmu-u [bir araya gelip toplanma] imtizacından tevellüd [doğma] eden, izzet [büyüklük, yücelik] ve haysiyetten neşet eden [doğan, kaynaklanan] şeref ve vakar [ağırbaşlılık] ve kibr-i nefs ile—melekler, şeytanların ihtilat [karışıp görüşmek] ve iştiraklarından tenezzühleri [ferahlama, rahatlama] gibi—sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] dahi hile ve kizbden [yalan] tereffu’ [kendisini yüksek tutma] ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve teberri [uzak olma] ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk [doğruluk] ve hakkıyeti [hak ve doğru olma] tazammun [içerme, içine alma] ettiklerinden, şûle-i [gür ışık/alev] cevvâle gibi nübüvveti lemean ediyor.

Hazret-i Âişe demiş: خُلُقُهُ الْقُرْاٰنُ 1. Kur’ân demiş: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ 2

Düşmana da şâmil [içine alan] bir tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile sâbittir ki, bütün ahlâk-ı hamîdenin [övgüye değer huylar] en ekmeline [daha mükemmel] mâliktir.

Ey birader! Görüyorsun ki; bir adam yalnız şecaatla [yiğitlik, cesaret] meşhur olursa, o şöhret, ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi-i ahlâk-ı âliye birden tecemmu [bir araya gelip toplanma] ede. Evet mecmuda bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.

Netice: Tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve âsâr [eserler/asırlar] nokta-i nazarında [bakış açısı] dikkat olunursa; Muhammed aleyhisselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lasiyyema [hususan, özellikle] hararet-i gariziyenin [duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik] şiddet-i iltihabı zamanında kemâl-i istikametle [doğruluk ve istikâmetin en üst seviyesi] ve kemâl-i metanetle [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] ve

235

tamam-ı ıttırad-ı ahvâl [bütün işlerin birbiriyle sürekli şekilde düzenli olması] ile ve müsâvat [eşitlik, denklik] ve muvazenet-i etvar [hal ve hareketlerdeki denge] ile ve nihayet iffet ile ve hiçbir hileyi imâ etmemekle beraber yaşadığıHaşiye 1 nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkın [ahlakî özelliklerin aksamadan varlığını sürdürmesi] zamanı olan kırk seneden sonra o inkılâb-ı azîm [büyük değişim] nazara alınırsa; Hak’tan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmez ise, nefsine levm etsin. Zira zihninde bir sofestai gizlenmiş olacaktır.

Hem de en hatar[tehlike] makamlarda (Gârda gibiHaşiye 2) tarik-i halâsı mefkud [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] iken; ve haytü’l-emel [bağ, ip] bihasebi’l-âdet [maddî sebepler bakımından] kesilir iken; gayet metanet [gayret, kararlılık] ve kemâl-i vüsûk ve nihayet itminan [inanma, kalben tatmin olma] ile olan hareket ve hâl [çözüm] ve tavrı, nübüvvet [peygamberlik] ve ciddiyetine şâhid-i kâfidir. Ve hak ile temessük [sarılma] ettiğine delildir.

ba

236

Üçüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Zaman-ı Mâziye Müracaat

Yani, sahife-i ûlâ [ilk, birinci sayfa] zaman-ı mâzidir. [geçmiş zaman] İşte şu sahifede dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] lâzımdır.

Birincisi: Bir fende veyahut kasasda, [kıssalar] bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini [düğüm] ahzederek müddeasını [iddia edilen şey] ona bina ederse, o fende hazakat [uzmanlık] ve maharetini gösterir.

İkincisi: Ey birader! Eğer tabiat-ı beşere [insanın yaratılışı, mizacı] arif isen bak; küçük bir haysiyetle, küçük bir dâvâda, küçük bir kavimde, [insan topluluğu] küçük bir hilâfın suhulet [kolaylık] ve serbestiyetle irtikab olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesim bir dâvâda, hasra gelmeyen [sayılamayan] bir kavimde, [insan topluluğu] hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmîliğiyle beraber, hiçbir cihetiyle akıl müstakil [bağımsız] olmayan meselelerde; tam serbestiyetle, bilâperva [pervasız, çekinmeden] ve kemâl-i vüsûk ile alâ ruûsi’l-eşhad [şahitlerin gözü önünde] zikr ve naklinden güneş gibi sıdk [doğruluk] tulû [doğma] edeceğini göreceksin.

Üçüncüsü: Bedevilere nisbeten çok ulûm-u nazariye [teorik ilimler] vardır; medenilere nisbeten lisân-ı âdât ve ef’âlin [fiiler, davranışlar] telkinâtıyla ulûm-u mütearife [herkesçe bilinen ilimler, bilgiler] hükmüne geçmişlerdir.

Bu nükteye [derin anlamlı söz] binaen; bedevilerin hâllerini muhakeme için kendini o bâdiyede [çöl, kır] farzetmen gerektir.

Dördüncüsü: Bir ümmî, ulema meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] mütedavil [elden ele aktarılan] bir fende beyan-ı fikir [düşüncesini açıklama] ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefun fîhâ olan noktalarda

237

muhalefet edip musahhihane [yanlışları düzeltir bir şekilde] olan sözü, onun tefevvuku [üstün gelme] kesbî [elde etme, kazanma] olmadığını ispat eder.

Şu nüktelere [derin anlamlı söz] binaen deriz ki: Resul-u [Allah’ın elçisi] Ekremin (a.s.m.) malûm olan ümmiyetiyle [okuma yazma bilmeme] beraber, güya gayr-ı mukayyed [kayıt altına alınmayan] olan ruh-u cevvâle ile tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] ederek, mâzinin a’mâk-ı hafâsına [gizli derinlikler] girerek hazır ve bizzat görmüş ve görüyor gibi Enbiya-yı Sâlifenin [daha önce gelmiş peygamberler] ahvallerini [durumlar] ve esrarlarını teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] etmesiyle; bütün enzâr-ı âleme karşı öyle bir dâvâ-yı azîmede—ki bütün ezkiya-yı âlemin nazarlarını dikkate celbeder—bilâperva ve nihayet vüsûk ile müddeasına [iddia edilen şey] mukaddeme [başlangıç] olarak o esrar ve ahvâlin [haller] ukad-i hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmek ile beraber, Kütüb-ü Sâlifenin [Kur’ân’dan önce gelen Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş semavi kitaplar] ittifak noktalarında musaddık [tasdik edici, doğrulayıcı] ve ihtilâf noktalarında musahhih [tashih eden, yanlışları düzelten] olarak, kasas [kıssalar] ve ahvâl-i enbiyayı ve ümemi [milletler] bize hikâyet [hikâye] etmesi, sıdk [doğruluk] ve nübüvvetini [peygamberlik] intaç [netice verme] eder.

وَالَّذِي قَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ لِلْحِصَصِ وَسَيَّرَ رُوحَهُ فِى اَعْمَاقِ الْمَاضِى وَفِى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ اْلاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلَّسَ عَلَيْهِ وَمَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ * 1

Evet, onun nur-u nazarına [akıl nuru] hayâl kendini hakikat gösteremez! Ve hak olan mesleği telebbüsden [giyinme] müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış]

238

Dördüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Asr-ı Saadete Müracaat

Yani, zaman-ı hâlin [şimdiki hâl, içinde bulunduğumuz hâl] (yani, Asr-ı Saadetin) [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] sayfasında dört nükte, [derin anlamlı söz] bir noktayı nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] gerektir.

Birincisi: Küçük bir âdet, küçük bir kavimde; [insan topluluğu] veya zayıf bir haslet, [huy, karakter] kalil [az] bir taifede; büyük bir hâkimin büyük bir himmetle [ciddi gayret] kolaylıkla kaldırmadığını nazara alır isen; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’lûfe, [alışıldık ve yakın olan] çok da mütenevvia, tamamen râsiha [sağlam, yerleşmiş] olan âdât ve ahlâkı, nihayet kesir [çok] ve me’lûfâtına [alışılmış] gayet müteassıb ve şedîdü’ş-sekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervâhından (emrin azametine nisbeten) az fedâkârlıkla, kısa bir zamanda kal’ ve ref ettiğini; ve o âdât-ı seyyienin [fena, kötü adetler] yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi [(fidan) dikme] ve defaten nihayet derecede tekemmül [mükemmelleşme] ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen; hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen, seni sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] defterinde yazacağım.

İkincisi: Şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi [normal şartlar altında büyüyüp gelişme] hükmünde olan teşekkülü [kendi kendine oluşma] mütemehhildir. [zamana muhtaç, büyüyüp gelişmesi bir zaman içinde olan şey] Ve devlet-i atikaya galebesi—ki [üstün gelme] ona inkıyad, [boyun eğme] tabiat-ı sâniye [ikincisinin yapısı] hükmüne girdiği için—tedricîdir. Öyle ise maddeten ve mânen hâkim, hem de gayet cesim bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya [köklü devletler] def’î [bir anda, kısa zamanda] gibi galebe [üstün gelme] etmesi, mâneviyat ve ahvâlde [haller] câri olan âdâtın hârıkıdır. [harika]

239

Üçüncüsü: Tahakküm-ü zâhirî, kahr [mahvetme, yok etme] ve cebir [Cebriye mezhebi] ile mümkündür. Fakat efkâra [fikirler] galebe [üstün gelme] etmek, hem de ervâha [ruhlar] tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve tebayia tasallut, [hükmetme, musallat olma] hem de hakimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek, hakikatin hassa-i fârikasıdır. Bu hassayı bilmez isen, hakikatten bigânesin. [alâkasız, ilgisiz]

Dördüncüsü: Hakikatsiz tergîb veya terhib [dehşete düşürme, korkutma] hilesiyle, yalnız sathî [sığ, yüzeysel] bir tesir ve akla karşı sedd-i turuk edilir. Hükmü devam edemez. Ruha nüfuz edemez. Şu halde a’mâk-ı kulûbe [kalblerin derinlikleri] nüfuz ve erakk-ı hissiyatı [en ince his ve duygular] tehyic [heyecanlandırma] ve şükûfe-misâl olan istidâdâtı inkişaf [açığa çıkma] ettirmek ve kâmine [saklı, gizli, belirsiz] ve nâime [uyuyan, uykuda bulunan] olan seciyeleri [huy, karakter] îkaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti [insanlığın içinde gizli olan öz] feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, şuâ-ı hakikatin hassasıdır.

Evet, kasavet-i mücessemenin [maddî hâle gelen katılık ve hissizlik] misâl-i müşahhası olan “ve’d-i benatHaşiye [İslâmiyetten önce Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adeti] [dipnot] gibi umurlardan [emirler] kalblerini taskîl; [cilalama, parlatma] ve rikkat [acıma] ve letâfetin [hoşluk, gözellik] lem’ası olan hayvanata merhamet; hatta karıncaya şefkat gibi umur [emirler] ile tezyin [süsleme] etmesi öyle bir inkılâb-ı azîmdir, [büyük değişim] hususan öyle akvam-ı bedevîde—ki [çölde yaşayan, göçebe kavimler] [insan topluluğu] hiçbir kanun-u tabiiyeye [tabiat kanunu] tevfik [başarı] olmadığından—hârikulâde olduğu musaddak-gerde-i [doğrulanan] erbâb-ı basirettir.

İslâmiyetinden bir saat evvel Ömer, İslâmiyetinden sonra Ömer ile muvazene [karşılaştırma/denge] edilse; bir hurma çekirdeği, bir meyvedar hurma ağacı nisbeti nazara çarpar.

Vahşi bir bedevî sahradan gelir, kelime-i şehâdetten sonra sohbet-i nebeviyenin [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti]

240

iksiriyle birdenbire başkalaşır. Kendi kendine benzemez. Başka kavme gider, muallim-i hikmet olurdu.

Beşincisi: Noktayı dinle!

İşte tarih-i âlem [dünya tarihi] şehâdet eder ki; dâhî odur: Umumda bir veya iki hissin ve seciyenin [huy, karakter] ve istidadın [kabiliyet] inkişafına [açığa çıkma] ve îkazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim [uyku hâlindeki duygu] îkaz edilmezse, sa’y [çalışma] hebaen gider ve muvakkat [geçici] olur.

İşte en büyük dâhî, ancak âmmede [genel, umumi] bir veya iki hiss-i umumînin îkazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet [özgürlük duygusu] ve seciye-i hamiyet ve fikr-i milliyet ve muhabbet-i vataniye ve uhuvvet-i insaniye gibi.

Bu noktaya binaen, Ceziretü’l-Arab [Arap yarımadası] sahrâ-yı vesîasında olan akvâm-ı bedevîde kâmine [saklı, gizli, belirsiz] ve nâime [uyuyan, uykuda bulunan] ve mestûre [kendinden geçme] olan hissiyât-ı âliye, secâyâ-yı sâmiye—ki [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] binlere bâliğdir—birden [erişen, ulaşan] inkişaf, [açığa çıkma] birden îkaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatin [hakikat güneşi] ziya-yı şûlefeşanının hassasıdır. Bu noktayı aklına sokmayan, biz Cezîretü’l-Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Cezîretü’l-Arab, on üç asr-ı beşerin terakkiyatından [ilerleme] sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin. Yüz sene kadar çalışsın! Acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet; yaptığının yüzde birini yapabiliyor mu?

ba

241

Noktanın Zeyli [ek]

Peygamber muvaffaktır.

Kim tevfik [başarı] isterse, kâinatta câri olan âdatullaha âşinalık etmek ve nevâmis-i fıtrata dostluk etmek gerektir. Yoksa fıtrat tevfiksizlikle [başarı] bir cevab-ı red [red cevabı] verecektir.

Cereyan-ı umumî [genel akış] ise, muhalif harekette bulunanları, adem-âbad, hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et, göreceksin ki; hilkatte câri olan kavânin-i amîka-i dakîka—ki hurdebîn-i akıl [akıl mikroskobu; küçücük şeyleri görebilen akıl] ile görülmez—hakâik-ı şeriat ne derece onları müraat [gözetme, riayet etme] ve onlar ile muarefet [tanıma, yakından bilme] ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavânin, [kanunlar] hilkatin [yaratılış] muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza etmiştir.

Evet şu asâr-ı tavîlede, şu musademat-ı azîme içinde hakâikını [gerçekler, hakikatler] muhafaza, belki daha ziyade inkişafaHaşiye [açığa çıkma] getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem aleyhisselâmın mesleği hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir. [kurulmuş]

242

Şu nükte [derin anlamlı söz] ve noktaları bildikten sonra; geniş ve muhakemeli ve müdakkik [dikkatli] bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî [Haşimoğulları soyundan gelen Peygamberimiz Hz. Muhammed] aleyhisselâm ümmiyeti [okuma yazma bilmeme] ve adem-i kuvvet-i zâhiresi ve adem-i hâkimiyeti; [hâkimlik ve hükümranlığın bulunmaması] ve adem-i meyl-i saltanat [hükümdarlığa ve sultanlığa meylinin bulunmaması] ile beraber gayet hatar[tehlike] mevakide kemâl-i vüsukla [mükemmel seviyede emin olma hâli] teşebbüs ederek efkâra [fikirler] galebe [üstün gelme] etmekle; ervâha [ruhlar] tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve tabayı’a halavetle tasallut; [hükmetme, musallat olma] gayet kesire ve müstemirre ve râsiha [sağlam, yerleşmiş] ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyâneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi [yüksek ahlâk] gayet metin [sağlam] bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmek ile beraber, zâviye-i vahşette [vahşet köşesi] hâmid [hamd eden] olan bir kavimdeki [insan topluluğu] kasavet-i vahşiyeyi [vahşî katılık, vahşette katılaşmış] ihmad [ateşin alevini söndürme] ve hissiyat-ı dakika[ince ve derin hisler] tehyîc ve secaya-yı âliyeyi îkaz ve cevher-i insaniyetlerini [insanlığın içinde gizli olan öz] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle beraber evc-i medeniyete [medeniyetin zirvesi] bir zaman-ı kasîrde [kısa zaman] is’ad ederek, şark ve garbda [batı] oturmuş maddî ve mânevî bir devlet-i cesimeyi bir zaman-ı kalilde [az zaman] teşkil edip, ateş-i cevval [daima hareket hâlinde olan yakıcı ateş] gibi, belki nur-u nevvar [etrafı aydınlatan nur] gibi veyahut Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi sair devletleri bel’ ve imha [yutma, ortadan kaldırma] derecesine getirdiğinden; basar-ı basîreti kör olmayanlara sıdkını [doğruluk] ve nübüvvetini [peygamberlik] ve hak ile temessükünü [sarılma] göstermiştir.

ba

243

Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Sahife-i müstakbelde [gelecek sayfası] rub’-u [dörtte bir] nev-i beşerin ruhunda hükümran olmuş mesele-i şeriatı [dikkat; şeriat ile alâkalı mesele] mütalaa edeceğiz. Öyle ise dört nükteyi [derin anlamlı söz] nazar-ı dikkatten [dikkat içeren bakış] dûr etmemelisin! [uzaklaştırma, kaçırma]

BİRİNCİSİ: Bir şahıs, dört veya beş fende meleke [alışkanlık] sahibi mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola…

İKİNCİSİ: Mesele-i vâhide iki mütekellimden [konuşan] sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder. Birisi mebde [başlangıç] ve müntehasını [en son nokta] ve siyak ve sibaka mülâyemetini [sözün öncesinin sonrasına, sonrasının öncesine uygunluğu] ve ahavatiyle nisbetini ve mevzi-i münasibde istimâlini, [dinleme] yani münbit [verimli, bereketli] bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekiyyetine ve ilmine delâlet ettiği halde; öteki mütekellim, [konuşan] şu noktaları ihmal ettiği için, sathiyetine [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve taklidiyetine [taklit edilmiş olma] delâlet eder. Hâlbuki kelâm, yine o kelâmdır.

ÜÇÜNCÜSÜ: İki asır evvel hârika sayılan keşif, bu zamana kadar mestur kalsaydı; tekemmül-ü mebadî cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al! Sonra on üç asır geriye git! O zamanların tesiratından kendini tecrid et! Dehşet-engiz [dehşet verici] olan Ceziretü’l-Arab’da [yarımada] otur; dikkatle temaşa et! Görürsün ki; ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş, tek bir adam—ki yalnız zekâya değil, belki gayet kesir [çok] tecârübün [tecrübeler, deneyimler] mahsulü olan—fünunun kavâniniyle [kanunlar] öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki, istidad-ı beşerin [insandaki potansiyel kabiliyet] kàmeti, [boy, endam] netaic-i efkârı [fikirlerin neticesi]  

244

teşerrübünden [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] tekebbür [büyüklenme] ederse; O şeriat dahi tevessü [genişleme, yayılma] ederek ebede teveccüh [ilgi] eder. Kelâm-ı Ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf eder isen; yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, [kötü kuruntular] senin şu tarafa müteveccih [yönelen] olan fıtratının tarfını çürütmüş ola…

DÖRDÜNCÜSÜ: Cumhurun istidad-ı efkârı [düşünce kabiliyeti, yeteneği] derecesinde şeriatın irşad [doğru yol gösterme] etmesidir. Şöyle ki; Cumhurun âmiliği için hakâik-i mücerredeyi, me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telâkkileri [anlamama, idrak edememe] sebebiyle, müteşabihât [mânâsı açık olmayan ayetler] ve teşbihat [benzetmeler] ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] cumhurun hiss-i zâhir sebebiyle; hilâf-ı vakii, [gerçeğe aykırı] zarurî telâkki [anlama, kabul etme] etmekle beraber; mebadî basamakları adem-i in’ikad ve tekemmül [mükemmelleşme] ünden [tam kurulmama ve mükemmele doğru gitmeme] mağlataların vartalarına [tehlike] düşmemek için Şeriat, öyle mesailde [meseleler] ibham [gizli, belirsiz bırakma] etti ve mutlak bıraktı. Lâkin hakikati îmadan hâlî [boş] bırakmadı.

BEŞİNCİSİ:

Bir nokta: Tevatür-ü kat’î ile sabittir ki; Nebiy-yi Kureyşî getirdiği dine, tebliğ ettiği şeriata herkesten ziyade mu’tekid, evamirine [emirler] sırren ve cehren herkesten ziyade mümtesil, nevahisinden herkesten ziyade müctenip, mevaîdine herkesten ziyade mutmein, vaîdlerine herkesten ziyade mü’min ve müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] ve  

245

ihbaratına herkesten ziyade musaddık [tasdik edici, doğrulayıcı] ve Kur’ân’a herkesten ziyade muazzim ve ibadete herkesten ziyade âşık ve mehafetullaha herkesten ziyade münkad [boyun eğen] ve likaullah’a [Allah’a kavuşma] herkesten ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] olmuştur. Bütün ahvâl [haller] ve etvarı [tavırlar, davranışlar] kemâl-i imanına [tam ve mükemmel bir iman] ve nihayet derecede itminanına [inanma, kalben tatmin olma] ve gayet rasîh itikadına [inanç] delâlet ediyordu. Dünyada hiçbir sebep böyle bir zâtı ittiham [suçlama] edemez.

İşte Neticeye Giriyoruz: Bak ey birader! Fünun [fenler, bilimler] ve ulûmun [ilimler] zübde-i hakikiyesi, berâhin-i akliye üzerine müesses [kurulmuş] olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye; [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] öyle fünunları [fenler, bilimler] tazammun [içerme, içine alma] etmiştir:

Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazetü’l-kalb ve terbiyetü’l-vicdan ve tedbirü’l-cesed ve tedvirü’l-menzil [çekip çevirme] ve siyasetü’l-medine ve nizâmâtü’l-âlem [anlaşmazlık, çekişme] ve fennü’l-hukuk vesaire. Lüzum görülen yerlerde tafsil. Ve lüzûm olmayan veya ezhânın [zihinler] veya zamanın müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] veya müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke [hülasa, öz] ile kavaid-i esasiyeyi [temel kurallar, prensipler] vaz ederek, tenmiye ve tefriini ukûlûn [akıllar] meşveret [danışma] ve istinbatatına [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] havale etmiştir, ki bu fünunun [fenler, bilimler] mecmuuna değil, belki ekalline [azınlık] on üç asr-ı terakkiden sonra en medenî yerlerde, en hârika zekâ ile mevsuf [bir sıfatla nitelenen] olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde—bahusus o zamanda—olduğunu tasdikten vicdan-ı münsıfâne seni men edemiyor. Geothe ve Carlyle gibi…

Eğer desen: Her bir fende yalnız bir fezlekeyi [hülasa, öz] bilmek bir adam için mümkündür?

Elcevap: Neam, (Lâ!). Zira öyle bir fezleke [hülasa, öz] ki; hüsn-ü isabet [güzel bir şekilde ve doğru bir tarzda] ve mevki-i münasibde ve münbit [verimli, bereketli] bir zeminde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] gibi, sabıkan [bundan önce] mezkûr [adı geçen] sair noktalar ile

246

cam gibi maverasından [bir şeyin gerisinde, arkasında veya ötesinde bulunanlar] ıttıla-ı tam [bir konuyu tam mânâsıyla anlama, kavrama] ve melekeyi [alışkanlık] gösteren fezlekeler [hülasa, öz] mümkün değildir.

Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden [konuşan] çıkar ise; birinin cehline ve ötekinin ilmine bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua [daha önceden işitilmeyen ve çeşitli işaretler yoluyla aktarılan işler, durumlar] ile delâlet eder.

Ey benim ileHaşiye hayalen seyr ü sefer [gidiş-geliş] eden birader-i vicdan! [kalp kardeşi] Geniş bir nazar ve muvazene [karşılaştırma/denge] ile, kendi hayalinde muhakeme etmek için sevabik, levâhikden bir meclis-i âliyeyi [yüce meclis] teşkil ve gelecek on üç kaideler ile müşavere [istişare etme, danışma] et!..

İşte bir şahıs, çok fünunda [fenler, bilimler] mütehassıs ve meleke [alışkanlık] sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden [konuşan] mütefâvittir, [birbirinden farklı, çeşitli] başkalaşır; ve hem de fünun, [fenler, bilimler] mürûr-u zaman [zamanın geçmesi] ile telâhuk-u efkârın [düşünce ve tecrübelerin birikimi] neticesidir. Hem de müstakbeldeki [gelecek] bedihî [açık, aşikâr] birşey, mâzide nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olabilir. Hem de mâziyi müstakbele kıyas etmek bir kıyas-ı hâdi-i müsebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyetin [çöl, kır] besatatı ise, ehl-i meder ve medeniyetin [yerleşik hayat tarzı ile yaşayan şehirliler] hile ve desaisine [desiseler, hileler] mütehammil [tahammül eden, dayanan] değildir (Evet hile, medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir). Hem de pek çok ulûm, [ilimler] âdât ve ahval [durumlar] ve vukuatın telkinatıyla [telkinler] teşekkül [kendi kendine oluşma] edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı [akıl nuru] müstakbele nüfuz edemez, müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabii vardır. Nefs-i beşer [insan, insanın kendisi] gibi o da inkıta [kesilme, sona erme] eder. Hem de muhit-i zaman ve mekânın nüfusun [nefisler] ahvalinde [durumlar] büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdilik âdi sırasına geçebilir. Mebadi tekemmül [mükemmelleşme] etmişler. Hem de

247

zekâ eğer çendan [gerçi] harika olsa, bir fennin tekmiline [mükemmelleştirme, geliştirme] kâfi [yeterli] değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet [yeterli olma] edecektir.

İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere [istişare etme, danışma] et! Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et, hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin [içinde yaşanılan zaman diliminin yönelttiği vehimler] elbiselerini çıkart, çıplak ol! Bahr-ı bîkeran-i zamana şu asrın sahilinden içine gir, ta asr-ı saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] olan adaya çık! İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecellî edecek şudur ki; vahîd [tek başına] ve nâsırı yok, saltanatı mefkud, [elde bulunmayan, kaybolmuş olan] tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze [karşı koyma] eder. Ve küre-i zeminden [yerküre] daha büyük bir hakikati omuzuna almış. Ve bütün nev-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı—ki o şeriat, fünun-u hakikiye [hakikî ilimler] ve ulûm-u İlâhiyenin [İlâhî ilimler] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olarak—istidad-ı beşerin nümüvvü [büyüme, gelişme] derecesinde tevessü [genişleme, yayılma] edip iki âlemde semere vererek, ahvâl-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder ki; eğer o şeriatın nevâmisinden [kanunlar] sual edersen:

“Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?”

Sana şöyle cevap verecekler ki:

“Biz Kelâm-ı Ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra bizim sûrî [görünüşte] olan irtibatımız kesilir ise de, daima mâneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı rûhanîsidir.

ba

248

 Şeriatın Ferde, Neve, Medeniyete Karşı Birkaç Nüktesi [derin anlamlı söz]

Birinci Nükte: [derin anlamlı söz] Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] olan “İrade, Zihin, His, Lâtife-i Rabbâniye[insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] her birinin bir gâyâtü’l-gâyâtı vardır.

· İradenin ibadetullahtır.

· Zihnin mârifetullahtır. [Allah’ı tanıma, bilme]

· Hissin Muhabbetullahtır. [Allah sevgisi]

· Lâtifenin [berrak, şirin, hoş] müşehadetullahtır.

İbadet-i kâmile dördünü tazammun [içerme, içine alma] eder. Şeriat; şunların itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve muvazenetlerini [karşılaştırma/denge] muhafaza ve gâyâtü’l-gâyâtına sevkettiği gibi, nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan kuva-ı selâsesini ifrat [aşırılık] ve tefritten [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] kurtarıp hikmet, iffet, şeceâtı tazammun [içerme, içine alma] eden adalet noktasına sevkeder.

İkinci Nükte: [derin anlamlı söz] Ümmet, şeriata temessükü [sarılma] nisbetinde terakki [ilerleme] ve tesahülü nispetinde tedennisi hakâik-i tarihiyedendir.

Üçüncü Nükte: [derin anlamlı söz] Medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] ile Şeriat-ı İslâmiye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] esas itibariyle muvazene: [karşılaştırma/denge]

İşte “medeniyet-i hâzıra”, beş menfi esas üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etmiştir.

· Nokta-ı istinadı kuvvettir. O ise şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür.

249

· Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise şe’ni [belirleyici özellik] tezahumdur. [biraraya toplanıp, sıkışma; birbiriyle uyuşmayıp çatışma, mücadele etme]

· Hayatta düsturu [kâide, kural] cidâldir. O ise şe’ni [belirleyici özellik] tenazudur.

· Kitleler mabeynindeki [ara] rabıtası, [bağ] aheri yutmakla beslenen unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyettir. [ırkçılık] O ise şe’ni [belirleyici özellik] müdhiş [korkunç] tesadümdür.

· Câzibedar hizmeti, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesi teşcî [cesaretlendirme] ve arzularını tatmin ve metalibini [istenen şeyler, istekler, arzular] teshildir. [kolaylaştırma] O hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ise şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i [aşağı derece] kelbiyete [köpek] indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine [manevi yönünün silinmesi] sebep olmaktır.

Şeriat-ı İslâmiye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] ise; onun menfi esasları yerine müsbet [isbat edilmiş, sabit] esaslar vaz eder.

· İşte nokta-yı istinad, kuvvete bedel haktır ki; şe’ni [belirleyici özellik] adalet ve tevazündür.

· Hedefte menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni [belirleyici özellik] muhabbet ve tecazübdür. [birbirini cezbetme, çekme]

· Cihetü’l-vahdette [birlik yönü] unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine; rabıta-yı [bağ] dinî, vatanî, sınıfîdir ki; şe’ni [belirleyici özellik] samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsâlemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafüdür. [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma]

· Hayatta düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine, düstur-u teavündür [yardımlaşma kanunu] ki; şe’ni [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüddür. [dayanışma]

· Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] yerine hüdâdır ki; şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeten terakki [ilerleme] ve ruhen tekamüldür. Hevâyı tahdid [sınırlama] eder. Nefsin hevesat-ı sefîlesinin teshiline [kolaylaştırma] bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin eder.Haşiye [dipnot]

250

Hem medeniyet-i hazırada [günümüz medeniyeti] serbest hevânın tahakkümüyle [baskı] havâic-i [hoppa, uçarı] gayr-ı zaruriye; havâic-i [hoppa, uçarı] zaruriye hükmüne geçmişlerdir.

Bir bedevi yalnız dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y [çalışma] masrafa kâfi [yeterli] gelmediğinden hileye harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad [bozma] etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şu medeniyete karşı istinkâfı [çekimser kalma, uzak durma] cây-ı dikkattir. Zira istiğna [ihtiyaç duymama] ve istiklâliyet [bağımsızlık] hassasiyle mümtaz [seçkin] olan şeriattaki İlâhî [Allah tarafından olan] hidayet, medeniyetin esası olan Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz.

Medeniyet, nev-i beşerden yüzde onu müzahref [pislik, kof, süprüntü] bir saadete çıkarmış, sekseni meşakkate sefalete atmıştır. Saadet odur ki; umuma veya eksere saadet ola! Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân-ı Kerim ancak umumun, lâakal [en az] ekseriyetin saadetini tazammun [içerme, içine alma] eden bir medeniyeti kabul eder.

ba

251

Altıncı Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Mu’cizat-ı hissiyeden süzülen şuâât-ı istişhaddır

BİRİNCİSİ: Kur’ân-ı mu’cizdir. [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Evet Kur’ân mu’cizedir. Zira misli [benzer] yoktur.

فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ 1 tahaddi kamçısıyla on üç asırdan beri mütemadiyen a’danın kafasına vurmakla galeyana getirdiği arzu-yu muaraza, hem de câzibedar letâfetiyle [hoşluk, gözellik] heyecana getirdiği şevk-i taklid âmmede [genel, umumi] hükümrân olmakla beraber, meydanda olan milyonlar kütüb-u [kitaplar] Arabiye ile muvazene [karşılaştırma/denge] edilse; hattâ en âmî [cahil, sıradan] adam dahi diyecektir ki: “Bu bunlara benzemez.” Öyle ise ya en aşağıdadır, bu ise bütün dünyanın ittifakıyla battaldır. [bâtıl, boş, hükümsüz] Veya umumun fevkindedir [üstünde] ki, o ihtiyac-ı şedîd ve aşk-ı şedîdin ısrar ve tahrikiyle de takat-ı beşer, mislinden [benzer] âciz kalmıştır. Ümmet i’cazında [mu’cize oluş] ittifak etmiştir. Mütenafi olmayan vücuh-u i’cazda [mu’cize olma yönleri] ayrı ayrı gitmişler.

Muarazadan [karşı gelme, karşı koyma] men-i İlâhî, sarf-ı kuvâ, ümmîden zuhuru, cem-i hakâik, garabet-i [gariplik, hayret vericilik] üslûb, belâgat-ı nazm, ihbar-ı guyub gibi.

252

Bir sâil-i misâlî bana demişti:

“İ’caz-ı Kur’ân’ı îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile beyan et!” Ben de “Rumuz“da [ince işaretler] böyle cevap vermiştim:

Cevap: İ’caz-ı Kur’ân yedi menabi-i külliyeden tecellî ve yedi anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] terekküb eder.

BİRİNCİ MENBA: Lâfzın [ifade, kelime] fesahatından, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] nazmın [diziliş, tertip] cezaletinden, mânânın belâgatından, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mefhumların [anlam] bedaatından, mazmunların [mânâ, kavram] beraatından, üslûbların garabetinden [gariplik, hayret vericilik] tevellüd [doğma] eden nakş-ı acîbdir.

İKİNCİ UNSUR: Umur-u kevniyedeki [kâinatla, oluşla ilgili İlâhî emirler, işler] gaybdan, hakaik-i İlâhiyedeki [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] gaybdan, mâzideki gaybdan, müstakbeldeki [gelecek] gaybdan terekküb eden ilmü’l-guyubdur. [bilinmeyene ve görünmeyene dair ilim]

ÜÇÜNCÜ MENBA: Lâfzı cihetiyle pek çok; ve usûl-ü Arabiyece sahih; ve nazar-ı belâgatte [belağat ilmine göre bakış] müstahsen; [güzel görülen, beğenilen] ve hikmet-i teşri’iyeye münasib pek vâsi [geniş] vücûh [vecihler, yönler] ve ihtimâlâtın [ihtimaller] şümulünden; [kapsam] ve mânâ cihetiyle meşarib-i evliya, ezvak[mânevî zevkler] ârifîn, mezâhib-i sâlikîn, [hak yolda yürüyenlerin mezhepleri, yolları] mesâlik-i [meslekler, tutulan yollar] fukehâ, turuk-u mütekellimîn [kelâm âlimlerinin takip ettikleri yol] ihatasından; [herşeyi kuşatma] ve ahkâm [hükümler] cihetiyle hakâik-i ahval, desatir-i saadet-i dareyn, vesail-i [vesileler, sebepler] terbiye, revabıt[rabıtalar, bağlar; münasebetler] hayat-ı içtimaiyenin istiabından; [içine alma, kaplama] ve ilmi cihetiyle ulûm-u kevniye, [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] ulûm-u İlâhiyeye [İlâhî ilimler] istiğrakından; [Allah aşkıyla kendinden geçme] ve makasıd cihetiyle muvazenet [denge] ve ıttırad [düzenli olma, intizamlı] ve desâtir-i fıtrata mutabakatından neş’et [doğma] eden câmiiyet-i hârikulâdedir.

253

DÖRDÜNCÜ UNSUR: Her asrın derece-i fehim [anlayış derecesi] ve edebine ve her asırdaki tabakâtın derece-i istidat [yetenek, kabiliyet derecesi] ve kabiliyetine ifaze-i nur; her bir asırda ve her asırdaki her bir tabakaya kapısı küşâde [açık] ve her birisini irzâ etmekle hasıl olan hârikulâde tazeliğiyle ihatasıdır. [herşeyi kuşatma]

BEŞİNCİ MENBA: Nakil cihetiyle; ahbar-ı evvelîn ve âhirîn, hakâik-i gayb ve şehâdet, serair-i İlâhiye; revabıt[rabıtalar, bağlar; münasebetler] kevniyeye dair hikâyatıdır [hikayeler] ki; ne vâki, ne akıl ve mantık onu kabul etmese de, tekzib [yalanlama] edememiş. Kütüb-ü sabıkanın [adı geçen semâvî kitaplar] ittifakından musaddıkâne, [tasdik edici, doğrulayıcı] ihtilâflı yerlerde musahhihane [yanlışları düzeltir bir şekilde] hikâyâtından [hikâyeler] neş’et [doğma] eden ihbârât-ı sâdıkasıdır.

ALTINCI UNSUR: Tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve te’sis ettiği Din-i İslâmdır [İslâm dini] ki, onun misline [benzer] ne mâzi muktedir olmuş, ne müstakbel [gelecek] muktedir olabilir.

YEDİNCİ MENBA: Şu altı menbadan çıkan envar-ı sittenin imtizacından [bileşim, karışım] tevellüd [doğma] eden, hüsn-ü hakikiden hasıl olan zevk-i i’câzıdır, ki hadsen bilinir. Tabirine lisân ve fikir kâsırdır.

Şimdi o yedi menabiden yalnız birinci menbadan ikinci cüz’ü olan belâgat-i nazm noktasında duhât-ı belâgat olan Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkâkî, Câhız üç tarik [mânevî yol] ile i’câzın [mu’cize oluş] vücuduna katiyyen hükmetmişlerdir.

Birincisi: Kavm-i Arab bedevî, ümmî, kendilerine münasib bir muhit-i acibde uzanmışken; beşerdeki inkılâbat-ı azîme onları uyandırmış. Divanları şiir, ilimleri belâgat, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] medar-ı müfaharetleri fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] olmuş. Akvamın [kavimler] en zekisi, cevelân[akma, dolaşma] zihne en muhtacı olduğu bir mevsim-i bahar zamanında Kur’ân,  

254

haşmet-i belâgatıyla Kureyş meşrıkınden tulû [doğma] etti. Cidâr-ı Kâbe’de altun ile yazılmış olan temasil-i belâgatlarından Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] sildi, söndürdü. İ’câzı iddia ve muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] davet ederek; o umera-yı belâgat ve hükkâm[idareciler, idareye hükmedenler] fesahat ashabı, şedîdü’ş-şekîme kavmin şiddetle âsâbına dokundurdu. Damar-ı asabiyetini tahrik ve izzet-i nefislerini [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] levm ve tesfih ve terzil [rezil ve alçak gösterme] ile kırdı. En hassas hiss-i mezhebîlerini tadlille [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] galeyana getirdiği halde; uzun bir zamanda tahaddî ile meydan okuyordu. O mağrur, mütekebbir, [kendini büyük gösteren, büyüklenen] izzet-i nefisleri [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] yaralanmış büleğa muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edemediler. Eğer iktidarları dahilinde olsa idi, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] sükût etmez idiler. Demek istediler; aczi hissettiler, sustular. Öyle ise onların aczi i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] delilidir.

İkinci Tarik: [mânevî yol] Kelâmın havassına [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] ve letâifine [duygular] âşinâ olan ehl-i tetkik [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] ve tenkid, Kur’ân’ı sûre be sûre, aşır [Kur’ân-ı Kerimin on âyetlik bir bölümü] be aşır, [Kur’ân-ı Kerimin on âyetlik bir bölümü] âyet be âyet, kelime be kelime cadde-i tetkikten geçirdikten sonra, bilittifak [ittifakla, fikir birliğiyle] şehâdet veriyorlar ki; Kur’ân öyle mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] letâif, [duygular] hakâika [gerçekler, hakikatler] câmidir ki, kelâm-ı beşerde [insan sözü] olamaz. Bu şâhid, binlerce binlerdir. Bu şahidlerin sıdkına [doğruluk] şâhid şudur ki; Kur’ân beşer âleminde öyle bir tahavvül-ü azîm ve bir inkılâb-ı cesîm îka’; ve yetiştirdiği milyonlar evliya ve insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] olan semerâtıyla [meyve] hakikatinin pek kuvvetli olduğuna delâlet eden; ve mürur-u zaman [zaman aşımı, zamanın geçmesi] ile vicdana hâkimiyeti devam eden bir diyanet-i vâsiayı tesis etmiştir ki; zaman ihtiyarlandıkça o gençleşir ve ulûmunun [ilimler] menbaı [kaynak] olan Kur’ân tekerrür ettikçe tatlılaşır. Öyle ise: اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 1

255

Üçüncü Tarîk: İptâl-i dâvâ-yı Nebîde, büleğâ-yı muânidîn, hâsidîn [çekemeyen, başkalarının elindeki nimeti kıskanan] için iki yol vardı.

Birincisi: Sehl, [kolay] selîm; eğer mümkün olsa idi اَلْمُعَارَضَةُ بِالْحُرُوفِ 1 lisân kullanmak.

İkinci Yol: Akıbeti meşkuk, belâları çok, hem uzun, hem tehlikeli. O da مُقَارَعَةٌ بِالسُّيُوفِ yani kılınç kullanmak.

Şimdi onlar ikinci yola sülûk [mânevî yol alma] ettiler ki; mal ve ruh ve evlâtlarını mehlekede bıraktı. Onlar ise ya sefihdiler. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Hâlbuki, ba’de’l-İslâm siyaset-i alemi idare eden zekâ-yı siyasîye mâlik öyle bir kavim [insan topluluğu] ne sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] olabilir, ne de en fenâ yolu, en iyi yola tercih eder. Demek ki, ıztırârî olarak tarîk-ı evvelden kat’iyen [kesinlikle] âciz düşüp, ikinci yola sülûk [mânevî yol alma] etmiştir.

S: Belki muaraza [karşı gelme, karşı koyma] mümkündü, lâkin edilmedi?

C: Eğer mümkün olsa idi, herkesin damarına dokunduğu için bazı nâs teşebbüs edecekti. Eğer teşebbüs olsa idi, şiddet-i ihtiyaç [ihtiyacın şiddeti] için işleyeceklerdi. Eğer işlese idiler, zuhurun kesret-i esbâbı ve şiddet-i rağbet için tezâhür edecekti. Eğer tezâhür etse idi, her mezhebi iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve müdafaa edecek bir kısım insan bulunması gibi, onun dahi mültezim [taraftarlık gösteren, destekleyen] ve mutaassıbları bulunacaktı. Eğer çendan [gerçi] taassubla da olsa müdâfîleri bulunsa idi, mesele mühim olduğu için iştihar edecekti. Eğer iştihar etseydi, pek nâhoş şeyleri—Müseylime’nin hezeyânâtı gibi—nakleden tevarih, onları da nakledecekti. Demek muaraza [karşı gelme, karşı koyma] mümkün olmamış, onun için edilmemiş. Öyle ise mu’cizdir. Çünkü Kelâmullahtır. [Allah kelâmı]

ba

256

 Zeyl

Ehl-i raybın bütün şübehâtı [şüpheler, tereddütler] üç esasa râcidir. [ait]

Birincisi: Der: “Kur’ân’ın mâbihi’l-imtiyazı [kendisi ile imtiyaz ve ayrıcalık kazanılan şey] ve vuzuh-u ifade üzerine müesses [kurulmuş] olan belâgata [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] münâfîdir [zıt, aykırı] ki; vücud-u müteşâbihat ve müşkilâttır.” [zor]

İkincisi: Şeriatın maksud-u hakikisi olan irşad [doğru yol gösterme] ve talime münafidir [aykırı] ki; fünun-u ekvanda [kevnî ilimler (fizik, astronomi, kimya gibi)] ibham [gizli, belirsiz bırakma] ve ıtlâkâtıdır.

Üçüncüsü: Tarîk-ı Kur’ân olan tahkik [araştırma, inceleme] ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevâhiri, delil-i aklînin [akıl yolu ile bulunan delil] hilâfına imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] edip hilâf-ı vâkıa [gerçeğe ters] ihtimalidir.

Ey muteriz! [itiraz eden] Ben de derim: Sebeb-i noksan [eksiklik sebebi] gösterdiğin şu üç nokta tevehhüm [kuruntu] ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz[mu’cize oluş] Kur’ân’ın en sâdık şâhidleridir.

Birinci Noktaya Cevap: Şöyle ki: Nâsın ekseri, cumhur-u avamdır. [geniş halk kitlesi] Nazar-ı Şâri‘de [İlâhî bakış; İslâmî hükümleri bildiren Allah’ın bakış açısı] ekall, eksere tâbidir. Zira avama müvecceh [yöneltilmiş, yönlendirilmiş] olan bir hitabı, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] fehmeder ve istifade eder. Bilâkis olursa olamaz. Cumhur-u avam [geniş halk kitlesi] melûf [alışılmış] ve mütehayyelâtından [hayal edilen şey] tecerrüd [sıyrılma] edip hakâik-ı mücerrede ve mâkulât-ı sırfeye [tamamıyla aklî olan meseleler] temaşa edemezler. Meğer mütehayyelâtlarını [hayal edilen şey] dürbin [dürbün; uzağı göstermeye yarayan âlet] gibi tevsît [genişletme] etseler.

Meselâ, kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi, [Allah’ın faaliyet ve icraatları] sultanın serîr-i saltanatında olan tasarrufunun sûretinde temaşa edebilirler.

257

اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 1 gibi. İşte hissiyat-ı cumhur, [genel halk kitlelerinin hisleri, algılamaları] şu merkezde olduklarından elbette irşad [doğru yol gösterme] ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, onların hissiyatı riayet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] edilsin. Ve efkârları [fikirler] dahi bir derece mümaşat ve riayet edilsin. İşte riayet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ 2 ile tesmiye [isimlendirme] olunur. Evet o tenezzülât [eğilmeler, seviyeye inmeler] te’nis-i ezhân içindir. Bu sırdandır ki; hakaik-ı mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlud cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden [müteşâbih ifadeler; Kur’ân-ı Kerimde mânâsı kapalı olan ve yorumlara açık olan suretler, temsiller] birer dürbin [dürbün; uzağı göstermeye yarayan âlet] vaz edilmiştir.

Şu cevabı teyid eden maanî-i amîka veya müteferrikayı [ayrı ayrı] bir sûret-i sehl ve basitede tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında kesretle [çokluk] istiârat bulunmasıdır. Demek müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] dahi istiârâtın [istiareler; hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma uygulamaları] en ağmaz [en derin] kısmıdır. Zira, en hafî [gizli] hakaikın [doğru gerçekler] suver-i misaliyesidir. [temsilî ifadeler, misalî şekiller, suretler] Demek işkâl, [anlaşılması zor olma] mânânın dikkatindendir. Lâfzın [ifade, kelime] iğlâkından [kapalı olma] değildir.

Ey muteriz! [itiraz eden] İnsafla bak, fikr-i beşerden [insan düşüncesi] bahusus [hususan, özellikle] avamın fikrinden en uzak olan hakaikı [doğru gerçekler] şöyle bir tarik [mânevî yol] ile takrib [yaklaştırma] etmek, aynı belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] değil midir? Zira belâgat, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] muktezâ-yı hâle mutabakat ve makamın tahammülü nisbetinde kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile ifade etmektir.

İkinci Noktaya Cevap: Âlemde mündemiç [içinde bulunan] olan; meylü’l-istikmâlin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] semeratı, [meyve] fünun-u müterettibedir ki, pek çok tecârüb [tecrübeler, deneyimler] ile telâhuk-u efkârın [düşünce ve tecrübelerin birikimi] netâicinden [neticeler] teşekkül [kendi kendine oluşma] etmişlerdir ki, terakki [ilerleme] için bir  

258

nerdibanın basamaklarıdır. Aşağısı takarrür etmezse, yukarısına ayak atılmaz. Demek mukaddem [evvel, önce] fen, ulûm-u mütearife [herkesçe bilinen ilimler, bilgiler] hükmüne geçecek, sonra müteahhir [sonradan gelen] fenne mukaddeme [başlangıç] olabilir. Bu sırra binaen: Şu zamanda efkârın [fikirler] çok çalkalanmasıyla yetişmiş, pişmiş bir fenni, faraza, on asır evvel bir adam tefhim [anlatma] ve talimine çalışsa idi; mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamaz idi. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükunuylaHaşiye arzın hareketine ve bir katre [damla] suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin! Ta Sâni’in azametini bilesiniz!”

Cumhur-u avam [geniş halk kitlesi] ise, hiss-i zâhir veya galat-ı hissin [duygu yanılması] sebebiyle hilâflarını zarurî bildikleri için, ya tekzib [yalanlama] veya nefislerine mugâlata veya mahsus olan şeye mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] etmekten başka ellerinden birşey gelmez idi. Teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ise—bahusus onuncu asra kadar—minhac-ı irşada büyük bir vartadır. [tehlike] Ezcümle: Sathiyet-i arz, ve deveran-ı şems, onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılır idi.

Şu gibi meseleler müstakbeldeki [gelecek] nazariyata [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zâhir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir, itikad [inanç] olunabilir. İmkân derecesindedir, itminan [inanma, kalben tatmin olma] kâbildir.

259

Onun hakk-ı sarîhi tasrihdir. [açık şekilde bildirme] Lâkin hîna ki, [vaktâ ki, ne zaman ki] hissin galatı bizim mâ nahnü [biz] fîhimizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] çıkardı. Onun nazar-ı belâgatte [belağat ilmine göre bakış] hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise, ibham [gizli, belirsiz bırakma] ve ıtlaktır. Ta ezhan, [zihinler] müşevveş [dağınık, karışık] olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remz [ince işaret] ve îma etmek gerektir. Efkâr [fikirler] için kapıları açmak, duhule [girme] davet etmek lâzımdır. Nasıl ki, Şeriat-ı Garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] öyle yapmıştır. Hem de istikrarsız, [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] mütegayir [değişik, birbirine zıt] ve mütegayyir, [değişen] birbirine mükezzib fen ve felsefe nazariyatı; [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] tarik [mânevî yol] ve menbaca ayrı olan vahyin nususuna [nasslar, açık hükümler] ayar olamaz, mehenk olamaz.

Yahu insaf mıdır, taharri-i [araştırma] hakikat böyle midir ki; sen irşad-ı mahz [tam mânâsıyla doğru yolu gösterme] ve ayn-ı belâgat [belâgatın ta kendisi] ve hidayetin mağzı [öz] olan şeyi, irşada münâfi [aykırı] ve mübayin [farklı, aykırı] tevehhüm [kuruntu] edesin! Ve belâgatça ayn-ı kemâl [mükemmelliğin ta kendisi] olan şeyi noksan tahayyül [hayal etme] edesin! Acaba senin zihn-i sakîminde [haslatıklı zihin] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] o mudur ki; ezhanı [zihinler] tağlit [yanıltma] ve efkârı [fikirler] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ve muhitin müsaadesizliği [uygunsuz, izin vermeyen] ve zamanın adem-i i’dadından [hazır ve müsait olmama] ezhan [zihinler] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olmadıkları için, ukûle [akıllar] tahmil [yükleme] edilmeyen şeyleri teklif etmek midir? Kellâ!

كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ 1 bir düstur-u hikmettir. [hikmet prensibi]

Üçüncü Noktaya Cevap: Şâriin [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] irşâd-ı cumhurdan maksud-u aslîsi; isbat-ı Sâni-i Vahid ve nübüvvet [peygamberlik] ve haşir ve adalete münhasırdır. Öyle ise Kur’ân’daki

260

zikr-i ekvân, istidrâdî ve istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] içindir. Cumhurun efhâmına [anlayışlar] göre san’atta zâhir olan nizam-ı bedî [eşsiz güzellikte olan düzen, nizam] ile nezzam-ı hakikî [bütün varlıkları eşsiz nizam ve intizam içinde yaratan Allah] olan Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] evsaf-ı celâl ve cemâline [haşmet, yücelik ve güzellik vasıfları] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] etmek içindir. Hâlbuki san’atın eseri ve fıtratın nizamı herşeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül [meydana gelme özelliği] nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez.

Mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki; delil müddeadan [iddia edilen şey] evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki, bazı nususun [nasslar, açık hükümler] zevâhiri ittizah-ı delil [delillerin açık bir şekilde ortaya konulması] ve isti’nâs-ı efkâr için cumhurun mu’tekadât-ı hissiyelerine [hislerle ilgili olan, hisse dayalı inançlar] imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zira Kur’ân, âyâtının telâfifinde öyle emârât [belirtiler, işaretler] ve karâini nasb etmiştir ki; o sadeflerdeki [içinde inci bulunan kabuk] cevahiri [cevherler] ve o zevâhirdeki [aldatıcı şan ve şeref] hakikatleri ehl-i tahkike [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] parmakla gösterir ve işaret eder.

Evet Kelimetullah [Allah’ın sözü; Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim] olan Kitâb-ı Mübînin [Allah’ın apaçık kudret defteri olan kâinat, Allah’ın kudret ve iradesinin genel kanunlar defteri] bazı âyâtı, bazısına müfessirdir; [açıklayan, yorumlayan] karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] olabilir ki, mânâ-yı zâhirî [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] murad değildir. Eğer istidlâlin [delil getirme, akıl yürütme] makamında denilse idi ki: “Elektiriğin acaibini ve câzibe-i umumiyenin garâibi [hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler] ve küre-i arzın [yer küre, dünya] yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anâsırın [kâinattaki unsurlar, elementler] imtizâc-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrârıyla [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] beraber sûriye olan hareketini nazara alınız, ta Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bilesiniz.” İşte o vakit delil olan san’at, mârifet-i Sâni [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme] olan neticeden daha hafî [gizli] ve daha gamız [anlaşılmaz, kapalı] ve kâide-i istidlâle münâfî [zıt, aykırı] olduğundan, bazı zevâhiri

261

efkâra [fikirler] göre imâle [meylettirme, benzetme yoluyla akla yaklaştırma] olunmuştur. İmâle delâlet için değil, belki vuzuh-u delil içindir. Bu ise ya müstetbeatü’t-terâkip [dolaylı olarak anlaşılan şeyler, sözün telmih, [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] telvih gibi işaret ettiği mânâlar; çağrışımlar] kabilesinden veya kinâî [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] nevindendir.

Meselâ قَالَ lâfzındaki [ifade, kelime] elif eliftir, hafiftir. Aslı وَاو ْ olsa كَافْ olsa, ne olursa olsun tesir etmez.

Ey birader! İnsaf ile dikkat edilse, bütün asırlarda bütün insanların irşatları için nâzil olan Kur’ân’ın i’câzının [mu’cize oluş] lemeâtı üç noktanın arkasında görülmeyecek midir?

Neam:

وَالَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشِيرِ النَّذِيرِ وَبَصِيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلُّ وَاَجْلٰى وَاَنْفَذُ مِنْ اَنْ تَلْتَبِسَ اَوْتَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقِيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَاَنْزَهُ وَاَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ * 1

Evet, hayalin ne haddi vardır ki; nurefşan [nur saçan] olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin? Evet mesleği nefs-i hak [hak ve hakikatin bizzat kendisi] ve mezhebi ayn-ı sıdkdır. [tamamen doğru, doğruluğun ta kendisi] Hak ise tedlis [aldatmak] ve tağlit [yanıltma] etmekten müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan]

İkincisi: Mu’cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.). Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] (Celle Celâlühü) ona demiş: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظِيمٍ 2

Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye [güzel ahlâk] câmidir.

262

Nübüvvetten [peygamberlik] evvel ondaki ahlâk-ı hamîdenin [övgüye değer huylar] kemâline tercüman olan “Muhammedü’l-Emin[“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] unvanıyla iştihar etmiştir.

Hazret-i Âişe (r.anha) her vakit derdi: خُلُقُهُ الْقُرْاٰنُ 1. Demek Kur’ân’ın tazammun [içerme, içine alma] ettiği bütün ahlâk-ı haseneye [güzel ahlâk] câmi’ [kapsamlı] idi. İşte o zât-ı kerîmde [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah] icmâ-ı ümmetle, tevâtür-ü mânevî-i kat’îyle sâbittir ki: İnsanların sîreten [iç yapısı, ahlâk ve sıfat itibarıyla] ve sûreten en cemîli [bütün] ve en halîmi ve en sâbiri [sabreden] ve en şâkiri [Allah’a şükreden] ve en zâhidi [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] ve en mütevâzıı ve en afîfi ve en cevâdı [sınırsız cömertlik sahibi olan ve çok çok ihsan [bağış] eden Allah] ve en kerîmi ve en rahîmi ve en âdili; herkesten ziyade mürüvvet, vakar, [ağırbaşlılık] afv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secâyâ-yı âliye [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] varsa en mükemmel bir fîhriste-i nûranîsidir. Bunların içindeki nokta-yı i’câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] çendan [gerçi] birbirine mübâyin [farklı, birbirinin zıddı] değil, fakat derece-i kemâlde [mükemmellik derecesi] birbirine müzahamet [bir yerde yığılma ve birbirine sıkıntı ve darlık verme] eder. Biri galebe [üstün gelme] çalsa öteki zaifleşir.

Meselâ, kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] ile kemâl-i merhamet [merhametin mükemmelliği] ve mürüvvet. Hem tam iktisat ve itidâl [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ile tamam-ı kerem ve sehâvet. [cömertlik] Hem gayet vakar [ağırbaşlılık] ile nihayet hayâ. Hem gayet şefkat ile nihayet اَلْبُغْضُ فِى اللهِ 2. Hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefis, [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları [açığa çıkma] mu’cizelerin mu’cizesidir.

263

Nebiyy-i Hâşimînin sımâ-yı mânevîsinin cemâl ve ulviyetine [yüce] dair كمال (Kemâl) hoş demiştir:

Sen ol mahbub-u âlemsin / Ki zülf ü ebrûvanındır,

Nitâk-ı Ka’be-i Ulyâ / Revâk-ı Mescidü’l-Aksâ.

Sen ol Nur-u Cemâlullahsın / Kim hüsn-ü aşkındır,

Çerağ-ı Leyle-i İsrâ / Sirâc-ı kurb-i ev ednâ. [basit, aşağı]

Acep bir Ka’be-i İsmetsin / Ey ruh-u behişti kim,

Olur hâk-i harîmin / Secdegâh-ı Âdem ü Havva.

Acep bir Mushaf[Kur’ân] hikmetsin / Ey feyz-i İlâhî kim,

Eder her nakş-ı hüsnün / Şerh-i râz-ı alleme’l-esmâ.

Kitâb-ı hüsnün her safhası / Bir sûre-i i’câz,

Hatt-ı ruhsârının her noktası / Bir âyet-i kübrâ. [en büyük delil]

ba

Üçüncüsü: İnşikak-ı kamerdir ki; şu mu’cize-i kübrâ, [büyük mu’cize] kamer gibi zulmet-i evhamı dağıtır. Zira hiçbir kuvve-i arziye semâvâta tesir edemez. Güya kalb-i semâ [gökyüzünün kalbi] olan kamer, [ay] mübarek kalbiyle inşikakta [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] bir münasebet peyda etmek için sîne-i sâf ve berrakını, şehâdet parmağının işaretiyle iştiyâkan [şiddetli arzu ve istek] şakk ve çâk etmiştir.

İnşikâk-ı kamer, mütevâtir-i bilmânadır. وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 olan âyet-i kerime ile

264

o inşikâk vâki olduğu katiyen sâbittir. Zira Kur’ân’ı inkâr eden mülhidler [dinsiz] dahi bu âyetin mânâsına ilişememişler. Katî olmasa idi, öyle münkirlere [Allah’a inanmayan] en büyük sermaye-yi itiraz olurdu. İtimada şayan [layık, yaraşır] olmayan bir tevil-i zayıftan [zayıf yorum] başka, zahirden tahvil [değişme, dönüşme] edilmemiştir. İnşikak, hem ânî, hem gece, hem vakt-i gaflet, [dalgınlık vakti, uyku anı] hem şu zaman gibi âsumana [gökyüzü] adem-i tarassud, hem vücud-u sehâb, hem ihtilâf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de hem-matla[doğuş yeri aynı olan] olan yerlerde sabittir ki görülmüştür.

Dördüncüsü: Miracdır. [Allah’ın huzuruna yükselme] Evet inşikak-ı kamer, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] âlem-i şehâdette [görünen âlem, bu dünya] olan âdemîlere [insanoğluna ait, insan] bir mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] olduğu gibi; Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] dahi, bir mu’cize-i kübrâ-i [büyük mu’cize] Muhammedîdir ki âlem-i ervahda [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] olan ruhâniyât ve melâikeye [melekler] karşı nübüvvetinin [peygamberlik] velâyeti [velilik] bu keramet-i bâhire [ap açık keramet] ile ispat edilmiştir.

Andelib-i aşk olan Câmî güzel terennüm [dile getirme] etmiştir:

وَصَلَّى اللهُ عَلٰى نُورٍ كِه زُو شُدْ نُورَهَا پَيْدَا * زَمِينْ اَزْ حِلْمِ اُو سَاكِنْ فَلَكْ اَزْ عِشْقِ اُوشَيْدَا * دُوچَشْمِ نَرْگَسِين اشْ، رَاكِه ﴿مَازَاغَ الْبَصَرُ﴾ خَوَانَدْ * دُو زُلْفِ عَنْبَرِينَ اشْ رَاكِه ﴿وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰى﴾ * زِسِرِّ سِينَه أَشْ جَامِى ﴿اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ﴾ بَرْ خَوَانَدْ * زِمِعْرَاجَشْ خَبَرْ دَادَنْدْ كِه ﴿سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرٰى﴾ * 1

(مَلاَِ جَزِيرِ ﻯ يِى كُردِى چِه خَوشْ گُوتِيَه:)

 مِيمْ مَطْلَعِ شَمْسَا اَحَدْ اٰيِينَه صِفَتْ كِرْ * لاَمِعْ ژِعَرَبْ بَرْ قِى لِفَخَّارِ عَجَمْ دَا * 2

ba

265

 Mukaddeme

Bunlardan başka ki mu’cizat, çendan [gerçi] bazı efradı [bireyler] mütevâtir değildir. Cinsi mutlak, belki çok envaı katiyyen ve yakînen mütevâtir-i bilmânadır. O havârik birkaç nev’dir. İşte bir nev’i irhâsât-ı mütenevviadır. Güya o dürr-i [inci] yetim ile hâmile olan o asır, Peygamberden istifaza [feyizlenme] ile istifade ederek keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi olmuş. Kalb-i hassasından hiss-i kablelvukua [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] binaen irhâsâtıyla [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler] Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) geleceğini ihbar etmiştir.

Bir nev’i dahi; gaybdan olan ihbârât-ı kesîredir. Güya tayyar [uçan] olan Ruh-u münevveri; zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] kaydlarını kırmış ve hudud-u mâziye ve müstakbeleyi [gelecek] çiğnemiş geçmiş; her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.

Bir kısmı dahi; tahaddi vaktinde müteferrikan, [ayrı ayrı] hatta bazen tek bir adam için izhar [açığa çıkarma, gösterme] olunan havârık-ı hissiyedir. Bine karib [yakın] ta’dat olunmuştur. Hattâ meşâhir-i enbiyanın meşâhir-i mu’cizatlarının nezâiri [benzerler, örnekler] içindedir. Efradı [bireyler] âhâdî de olsa, mecmuu mütevâtir-i bilmânadır.

Birisi: Rivâyât-ı sahiha[Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] sâbite ile mükerreren [defalarca] mübarek parmaklarından suyun nebeanıdır. [haber] Güya mâden-i sehâvet olan yed-i mübarekesinden [mubarek ve bereketli el] mâye-i hayat [hayat mayası ve kaynağı; hayat suyu]

266

olan suyun nebeanı [haber] ile; menba-ı hidâyet olan lisânında mâye-i ervâh olan zülâl-i hidâyetin feverânını hissen tasvir ediyor.

Diğeri: Rivâyât-ı sahiha[Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin olarak bilinen hadisler] sâbite ile mükerreren [defalarca] vuku bulan tekellüm-ü hacer ve şecer [ağaç] ve hayvandır. Güya hidâyetindeki hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] cemadat, [cansız varlıklar] hayvanata sirayet [bulaşma] ederek nutka [konuşma] getirmiştir. Minber-i [câmide hutbe okunan yer] Şerifindeki ciz’in hanîni, yani o ağacın ağlaması mütevâtir-i bilmânadır.

Bir kısmı da; az bir taamı teksirdir [çoğalma] ki; rivâyet-i sahiha-yı meşhûre ile sâbittir. Pek çok defa az bir taam, bir cemaat-i azîmeyi [büyük topluluk] işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] ederek, âdeta noksan olmamış gibi kalıyormuş.

Bir kısmı da; İhyâ-yı emvat, hastaları teşfiyeye aittir. Bunun gibi pek çok aksâmı esânîd-i sahiha ile kütüb-ü muhakkikîn tamamıyla beyan etmişlerdir. Onun için iktisar [sözü uzatmama, kısa tutma, kısa sözle yetinme] ettik. Kadı İyaz Şifâ-i Şerif’inde, Kastalânî Mevâhib-i Ledünniye’de mu’cizatı güzel tafsil etmişlerdir.

جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا * 1

Ey kâri-i müteharri-i hakikat! Geniş bir fikir ile, müteyakkız [uyanık ve dikkatli] bir nazar ile yedi şuââtı [ışınlar, parıltılar] birden muhît [her şeyi kuşatan] bir daire veya müstedir bir sur gibi nazara al, Nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] içinde merkez gibi temaşa et! Ta ki bir taraftan hücum eden evhâmı, mütecâvib olan cevânib-i sâire defedebilsin. İşte şu hâlde Japonların suâli olan:

مَا الدَّلِيلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ وَوَحْدَةِ اْلاِلٰهِ الَّذِى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ 2 ‘ye karşı cevâben derim. İşte:

267

Birinci Burhan: [delil] Muhammed aleyhissalâtü vesselâm.

İkincisi: İşte bütün kâinat zerratıyla: [atomlar]

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَۤائِنَاتِ فَاِنَّهَا * مِنَ الْمَلاِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ * 1

Kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] evrakıdır eb’âd-ı nâmahdûd

Sutûr-u hâdisât[Cenab-ı Hak tarafından kâinat kitabında satırlar gibi yazılan olaylar zinciri] dehrdir âsâr-ı nâma’dûd.

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte [hakikatin levh-i mahfuzunun tezgâhı, matbaası]

Mücessem [cisimleşmiş] lâfz-ı mânidârıdır âlemde her mevcûd.

 Tahsin

وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ * 2

Üçüncüsü:

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 3 tevhide kat’î bir burhan-ı neyyirdir. [nurlu, parlak delil]

İşte Sûre-i İhlâs, bütün envâ’-ı şirki reddeder. Ve yedi merâtib-i tevhidi [Allah’ın bir olduğuna inanmanın mertebeleri, dereceleri] kâinata ilân ediyor.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ هُوَ 4 ıtlâk ile taayyün, [belirleme] tevhid-i şuhûda işarettir.

اَىْ: لاَ مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقِيقَةِ اِلاَّ هُوَ * 5

اَللهُ اَحَدٌ 6 Tevhid-i ulûhiyete tasrihdir. [açık şekilde bildirme]

268

اَىْ: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ * 1

اَللهُ الصَّمَدُ 2 Tevhid-i rububiyete [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

اَىْ: لاَ خَالِقَ وَلاَ رَبَّ اِلاَّ هُوَ * 3

ve tevhid-i ceberûta telvihdir.

لَمْ يَلِدْ 4 Tevhid-i celâle telmihdir. [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] Şirkin envâı[tür] reddeder.

Yani: tağayyür veya tecezzî [bölünme, parçalanma] veya tenasül [üreme] eden ilâh olamaz. Ukûl-u [akıllar] aşere, veya melâike, [melek] veya İsâ, veya Üzeyr’in velediyetini [çocuk] dava eden şirkleri reddeder.

وَلَمْ يُولَدْ 5 İsbat-ı Ezelîyet ile tevhiddir. Esbabperest, [sebeplere tapan] nücumperest, [yıldızlara tapan] sanemperest, [puta tapan] tabiatperestin şirkini reddeder. Yani, hâdis veya bir asıldan munfasıl veya bir maddeden mütevellid ilâh olamaz.

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ 6 câmi bir tevhiddir. Yani, zâtında, sıfâtında ef’âlinde [fiiler, davranışlar] nazîri, [benzer] şerîki, şebîhi [benzer] yoktur.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ * 7

Şu sûrede yedi merâtib-i tevhidi [Allah’ın bir olduğuna inanmanın mertebeleri, dereceleri] tazammun [içerme, içine alma] eden altı cümle mütenâticedir. Her biri ötekinin burhanıdır. [delil]

269

 Tevhidin Tenviri

Kâinattaki teşabüh-ü âsâr [eserlerin birbirine benzemesi; varlıklardaki benzerlik] ve etrafı birbiriyle muânaka [birbirine sarılma, sarmaş dolaş olma] ve elele tutmuş birbirine arz-ı intizam; [düzen ve intizamı sergileme] ve birbirinin suâline karşı cevâb-ı savap; ve birbirinin nidâ-yı ihtiyacına lebbeyk [“buyurun, emredin efendim”] ile mukâbele etmek; ve bir nokta-yı vâhideye temaşa etmek; ve bir mihver-i nizam [nizam ve intizam ekseni] üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezelin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor.

Evet, karıncanın gözünü, midesini halkeden zât; aynen Odur ki; şemsi ve bütün kâinatı da halketmiştir.

Çünki kâinat, müteşâbik birbirine girmiş. Herşey, herşey ile murtâbıttır. Demek küre-i arz [yer küre, dünya] ile bütün yıldız ve güneşleri tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek derecede kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse; kâinatta dâvâ-yı halk, [yaratma iddiası] hiçbirşeyde iddia-yı îcad edemez.

Sun’î [gerçek olmayan] tasarrufât-ı beşeriye ise, fıtratta câri nevâmis-i İlâhiyenin sereyanlarını keşf ile tevfik-i hareket [uygun hareket] edip, kendi lehinde [tarafında] yalnız istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmektir. Îcad değildir.

Bidayette mevzumuz ve müddeamız [iddia edilen şey] kelime-i şehâdet idi. Şimdi netice-i burhan-ı bâhirimiz dahi ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile:

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * 1

270