TARİHÇE-İ HAYAT – Altıncı Kısım – Emirdağı Hayatı (565-672)

565

Altıncı Kısım

Emirdağı hayatı

566

Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağı’nda Kaldığı Evin, Çarşıdan 
Penceresinin Görünüşü

567

 Mukaddeme

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararı neticesi olarak, Risale-i Nur, ekser vilâyet, kasaba ve köylerde yayılmış ve Nur talebeleri kısa bir zamanda yüz binlerin fevkinde [üstünde] çoğalmıştır. Risaleler teksir [çoğalma] ile neşre başlanmış ve kısa bir müddet içinde, 1948 senesi başlarında, (23 Ocak 1948) Üstad ve talebeleri üçüncü defa olarak tekrar hapse alınmıştır.

Evvela üç sene kadar Emirdağında ikamet edebilen Said Nursî, hapisten sonra tekrar Emirdağında üç-dört sene kadar kalmış ve sonra Isparta’ya yerleşmiştir. Ve şimdi doksan yaşına yaklaşan ve tebdil-i havaya [hava değişimi] çok muhtaç olan Üstad, ara sıra Emirdağına gelip ikametgâhı olan dershane-i Nuriyede [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] kalmaktadır.

Şimdilik Emirdağ hayatının ilk kısmı ki, Afyon hapsine kadar olan safhası zikredilecek, bilâhare Afyon hapsini müteakip tekrar Emirdağındaki hayatı, hizmet-i Nuriyesi [Risale-i Nur Hizmeti] beyan edilecektir. Emirdağındaki hayatı, evvelki hayatına nispeten çok daha şâşaalıdır. Hem, musibet ve ithamlara [suçlama] daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda, hattâ imhaya maruz kalmıştır. Bununla beraber, Risale-i Nur geniş dairede yayılmış, üniversite, memurlar ve ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] muhitinde okunmaya başlanmıştır.

Üstadın Emirdağına nefyinden [gönderilme, sürgün] sonra aleyhinde pek insafsızca iftiralar yapıldığı ve çok geniş bir dairede yalanlarla isnatlara girişildiği münasebetiyle ve Nurların harika neşri dolayısıyla bir hakikati, bu mukaddemede [evvel, önce] beyan etmek lâzım geldi. Şöyle ki:

Bizim, Said Nursî’nin ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan ahvâl [haller] ve harekât ve hizmetinde görünen harikaları beyan etmemizden muradımız, okuyucuların nazar-ı istiğrablarını [garip ve hayretli bakış] celb [çekme] edip—hâşâ—Bediüzzaman’ın şahsını insanlığın alkış tufanına tutmak değil; belki, onun şahsını ve hizmetini insafsızca iftira ve yalanlarla lekedar [lekeli] etmek

568

isteyen ve dolayısıyla Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesine [iman hizmeti] set çekmeye çalışanların mukabilinde Risale-i Nur’un nurlu, müessir ve saadet-feşan hizmetini belirtmek için Kur’ân’ın bir şakirdi [talebe, öğrenci] ve Hazret-i Peygamberin bir ümmeti ve Allah’ın bir abdi olarak nâil olduğu ikramları zikrediyoruz. Din düşmanlarının bahanelerle taarruzunu ve insafsız hücumlarını red ve bir mâsumun mâsumiyetini beyan ediyoruz. Hattâ diyebiliriz ki, tarihte Bediüzzaman gibi hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olarak düşünce ve mefkûre, [düşünce] hizmet ve gayesinin tam zıddında şiddetli itham [suçlama] ve isnatlara maruz kalmış bir kimse yok gibidir. Panzehire zehir isnat etmek gibi, bu milleti ve gelecek nesilleri anarşilikten, dinsizlikten, ahlâksızlıktan muhafaza niyet ve harekâtına, sırf imansızlıktan neş’et [doğma] eden bir dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğiyle vatana ihanet, gençliği irticaa sevk ve zehirlemek ithamını [suçlama] yapmak, ne kadar acı ve ehl-i insafı [insaf sahibi kimseler] ağlatacak elim bir vaziyet olduğu bedihîdir. [açık, aşikâr] İşte Bediüzzaman, bir değil, yüz değil, binler defa böyle hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] ithamlara [suçlama] dûçar [yakalanmış, düşmüş] olmuş bir mâsumdur. Hizmetinde böyle olduğu gibi, hususî ahval [durumlar] ve ahlâkı noktasında da ahlâk-ı hamidenin en müstesna örneklerini yaşatmış, edep ve iffetin en şâheser nümunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk âbidesidir. [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] Hizmetini ifa eden, dahilî ve haricî hayat ve ef’âline [fiiler, davranışlar] âşinâ olan talebe ve hizmetkârları olan bizler, en yüksek sesimizle ilân ederiz ki:

Üstadın Kur’ân’dan alıp ehl-i iman [Allah’a inanan] ve insaniyetin istifadesine arz ettiği ulûm-u imaniyedeki [iman ilimleri] üstadlığı gibi, en ince muamelât [davranışlar] ve ahvalinde [durumlar] ve hususî hayatında da Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hüsn-ü hulk olarak tarif ettiği ve yüksek bir velâyetin [velilik] tereşşuhatı [belirti] olan âsâr [eserler/asırlar] ve dâimî yüksek bir huzur görünür. Her zaman için her haline nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ve ferasetle [anlayışlılık, çabuk seziş] bakan ehl-i kalb [kalb ehli] ve erbâb-ı fazilet, onun kalb-i münevverinin bir şems-i hakikat [hakikat güneşi] ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] halinde şûle-feşan [gür ışık/alev] olduğunu

569

ve bir derya halinde dâimî temevvücde [dalgalanma] bulunduğunu kemal-i hayretle görmekte ve İslâmiyet ağacının bu son ve kâmil meyve-i münevveriyle [nurlu meyve, netice] zemin ve zamanın iftihar etmekte olduğunu duyurmaktadırlar.

Ey sû-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edep, iman, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve hakikat âbidesine [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini [görüntü] yok etmeye, tezvire çalışmış bedbahtlar! Bu zâta karşı savurmak istediğiniz iftiralar, saçdığınız zehirler para etmedi. Hak nurunu yaktı ve parlattı. O nur ile âlemleri ziyadar [ışıklı] eyledi. Siz ise zelil [aşağılanan] ve mânen insaniyetin menfurusunuz. Size yazıklar olsun! İnsan libasını [elbise] taşımanız dahi sizin için elîm ve fecîdir. Buna rağmen sizin için bir necat [kurtuluş] kapısı var; o kapıyı çalsanız belki kurtulursunuz. Said Nursî ahd [söz, vaad] etmiş ve ilân etmiş ki: “Benim idamıma çalışanlar dahi eğer Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar, Risale-i Nur’a sarılsalar; kardeşlerim, siz şahit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum.” Evet onu mahkûm etmek isteyenlerden çoğu ve ekser aleyhinde bulunanlar bugün ona dost olduğu gibi, tezvir ve iftirada bulunan sizler de nedamet [pişmanlık] etseniz, Nur derslerine kulak verseniz, ümit edilir ki, o şefkat kahramanı, sizin için, affınız için dua eder, niyaz eder. Evet, Said Nursî öyle eşsiz bir kahramandır ki, bu kahramanlığını harp meydanında, mahkeme sandalyesinde müstebitlere [baskıcı, diktatör] karşı gösterdiği halde, gelin, siz düşmanları ve onu yok etmek için çalışanlardan Nura müteveccih [yönelen] olanların selâmet [huzur] ve kurtuluşu için el açıp gözyaşlarıyla nasıl niyaz ettiğini görün ve onun yüksek bir tevazu [alçakgönüllülük] ile, milletin her tabakasıyla nasıl kemal-i şefkatle muamelede bulunduğunu anlayın, insanlığın ulvî mertebesini bu zatta seyreyleyin. Onun hakkında senakâr sözler, takdirler, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] alkışlanması nev’inden değildir; hakikat-i kâinatın, [kâinatın iç yüzündeki hakikat, gerçek] bu ekmel [daha mükemmel] insana ve insanın yüksek kıymetini, Müslümanlığın hakikî tezahürünü temsil eden mânevî şahsiyetine karşı olan takdir ve tebrikine bir iştiraktir. Evet, Said Nursî’yi, temsil ve terennüm [dile getirme] ettiği envar-ı hakikat itibarıyla, yalnız insanlık değil, belki âlem bütün envâ [tür] ve ecnâsıyla [cinsler, türler] alkışlıyor, tebrik ediyor. Evet, hizmet-i imaniyesini [iman hizmeti] mâzi, müstakbel [gelecek] takdir ediyor…

570

Evet, Said Nursî, Cenab-ı Hakkın mâhiyet-i insaniyede derc [yerleştirme] ettiği hadsiz envâ-ı kemâlâtın [mükemmellik çeşitleri] hepsinde en ileri ve en mükemmeldir. Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına, sessiz dolaşır, bazan bağ ve bahçeleri, nebatat [bitkiler] ve hayvanatı temâşâ ve tefekkür edip, sonra dönüp, şehre inip, en büyük siyasî içtimalarda, [bir araya gelme, toplanma] gayet beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve mâkulâne hitabeler, ahlâkî, edebî nutuklar irad [sunma, söyleme] edebilen cevval [sürekli haraket halinde olan] bir ruh hâletini [durum] taşırdı. Hürriyetten evvel ve sonra şarktaki hayatı ve İstanbul’daki feveranlı hayatı, buna bir şahittir. Bir yanda Şarkî Anadolu‘da, [Doğu Anadolu] aşiretler arasında seyahatle onlara ahlâkî ve imanî dersler, öğütler verirken; diğer yanda, Şam’da allâmelere, [büyük âlim] siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakki [ilerleme] ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esaslarını tespit edip, üç yüz elli milyon Müslümanın saadetinin fecr-i sadıkını [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] haber veriyordu. Hem, Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] zamanında Meclis-i Meb’usana hitabesi ve gazetelerdeki makaleleriyle, Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasîsinin [anayasa] vaz ve tatbikinin millet-i İslâmiyeye [İslâm milleti] iki cihanın saadetini kazandırıp hakikî kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve terakkiye [ilerleme] medar [kaynak, dayanak] olacağını haykırıyor ve bu efkârının [fikirler] Divan-ı Harb-i Örfî’de de kahramanca müdafaasını yapıyordu.

İşte, bir nebze beyan edilen ahvâli [haller] ve hizmetleri delâletiyle, bu harika zat, âdetâ muhtelif istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve ayrı ayrı zekâ ve kabiliyetlerden müteşekkil [meydana gelen] bir cemaat mahiyetinde idi. İslâmiyetin zuhurundan itibaren bin üç yüz yıl içinde gelip geçen ve İslâmiyet şecere-i nuraniyesinin [nurlu ağaç] çeşitli çiçek ve meyveleri olarak asırları tezyin [süsleme] eden umum ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve zekâvetin [zeki oluş] kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve güzelliklerine sahip olmuş, nişan ve formalarını [kitabın bir parçası] takmış gibiydi. Sanki ulûm [ilimler] ve maarif-i İslâmiye bu zat vasıtasıyla yeni baştan ihya [diriltme] ediliyordu.

571

Büyük peygamberin ders ve irşadıyla [doğru yol gösterme] hakikate ulaşan ve kemâlâtta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] terakki [ilerleme] eden ve herbiri cemaat-i İslâmiyeden [İslâm toplumu] bir taifeyi daire-i tenvir ve irşadında [doğru yol gösterme] yürüten kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] üstadlar, âlim ve müçtehidler, ayrı ayrı meslek ve ilimlerine bu zâtı vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] tâyin etmişler gibi, mâzinin bütün mehasin [güzellikler] ve meziyetlerini giyinerek asrımızda ortaya çıkan bu harika-i zaman Said Nursî Hazretleri, böylece, Kur’ân namına Risale-i Nur’la giriştiği dinî hizmet ve cihad-ı mânevîsiyle, [mânevî cihad, mücadele] bir cemaatin, yüksek bir heyetin, belki muazzam bir ordunun yapabileceği vazifeleri, küllî hizmetleri, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile yapmıştır. İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta [bağ] ile teşkil ettiği Nur şakirtleri [öğrenci] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kızıl tehlikenin bu vatanı istilâsına karşı Kur’ânî bir sed ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet [kardeşlik] ve ittifakının medarı [kaynak, dayanak] olmuştur.

Evet, Said Nursî, gayet câmi bir istidada mâlik bir zattır. Bu istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] hepsinde çok ileri gitmiştir. Cüz ile küllü, âfâkın en geniş dairesiyle enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] dairesini, meselâ zerreyle Samanyolunu beraberce dikkatle tetkik eder, onlardaki envâr-ı tevhidi görür, gösterir ve ispat eder. Bir yandan âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ile meşgul, bir yandan inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] hayatı geçirerek kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] mektubatı olan fıtratın antika eserlerini, san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] mu’cizelerini temâşâ ve tefekkürle kitab-ı kâinatı [kâinat kitabı] mütalâa eder ve böylece

572

hergün bu müteaddit [bir çok] ulvî vazifeleri yaparak mârifet-i İlâhiye [Allah’ı bilme, tanıma] ve huzurun nihayetsiz ezvak [mânevî zevkler] ve envârında [nurlar] terakki [ilerleme] eder.

İşte bu hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ve ahval-i kudsiye, Üstadın hayatının her safhasında müşahede edildiği gibi, Emirdağında geçirdiği hayatı da hep bu mezkûr [adı geçen] mânâ ile doludur. Lâhikalardaki mektuplarda bir derece beyan edilmişse de nâkıstır. [eksik] Bu Tarihçede, ancak denizden bir katrecik [damla] ile iktifa [yetinme] edilmiştir.

Said Nursî’nin Denizli hapsinden tahliyesi ve Emirdağı’na nefyi [gönderilme, sürgün]

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Haziran 1944 beraat kararı ile hapisten tahliye olunan Nur talebeleri memleketlerine gitmişler. Üstad ise, Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kalmıştır. Risale-i Nur talebelerinin hapsi ve muhakemeleri münasebetiyle, Denizli halkı Risale-i Nur’la alâkadar olmuştur. Adliyede iki-üç zat, mahkeme safahatı [zevk, keyif] esnasında Nurlara yakından alâkadarlık göstermişler ve Denizli’de neşrine çalışmışlardır. Bilâhare Nur dairesinde “hâkim-i âdil[adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ünvanıyla anılan mahkeme reisi ve âzaları ve hizmetleri dokunan hamiyetperverler, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] âdilâne karar ve gayretleriyle bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] süruruna [mutluluk] vesile olmak gibi mânevî ve ebedî, parlak bir makam kazanmışlardır.

ba

Said Nursî, Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağına 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. [gönderilme, sürgün] İlk önce on beş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir; ev kirasını da kendisi verir.

Emirdağındaki hayatı şöyle hülâsa [esas, öz] olunabilir:

Daimî tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol

573

ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete mâruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını bazan bir günde Emirdağında çekiyordu. Üstada yapılan bed [kötü, çirkin] muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir. Denizli Mahkemesinin beraati üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve Said Nursî’nin hizmet-i imaniyesine [iman hizmeti] sed çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek, hattâ imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plân kat’î idi.

Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü. Emirdağında ilk defa Üstadla yakından alâkadar olan Çalışkanlar hanedanı, kasabalarına nefyedilen [sürülen, sürgün edilen] bu âlim ve fâzıl [faziletli, değerli] ihtiyar zâta yakından dostluk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf lillâh için olan bu irtibatlarını sû-i tefsir edenlerin yalan ve tezviratına aldırmayarak alâkalarını gevşetmemişlerdi. Çalışkanlarla beraber Emirdağında birçok sadık mü’minler Nura talebe olmuşlar, Üstadın hizmet-i Nuriyesine [Risale-i Nur Hizmeti] iştirak etmişler,Haşiye 1 Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuyup yazmaya ve etrafa neşre başlamışlardı. Üstadın Emirdağında ikametinden sonra, Risale-i Nur’un dersleriyle halkın mühim bir kısmının ilim, iman, ahlâk ve fazilet bakımından terakki [ilerleme] ettiği herkesçe malûm olduğu gibi, resmî zatların ikrarıyla da sabittir.Haşiye [dipnot] 2

Emirdağ talebeleri, Üstadın Emirdağındaki hayatına dair diyorlar ki:

Üstad Emirdağında daimî tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında bulunuyordu. Açık havalarda gezmeye çıkardı. Üstadın, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine dönerdi. Kırlara çıktığı zaman, çok defa arkasından takip ettirilirdi. Bazan bekçiler, bazan jandarmalar takip ederdi. Hattâ bir defa arkasından kurşun attırılmış, fakat isabet etmemiştir. Birgün bir resmî memur, arkasından koşarak, “Dışarı çıkmak yasak! Başına

574

bere koyamazsın, sarık saramazsın!” diye mütehakkimane [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] ve mütecavizane [aşkın] ifadeler kullanmış, Üstad da geriye dönmüştür. Bu tarz muameleler çoktur.

Üstadın Emirdağdaki hizmeti ve meşgalesi, başka yerlerde olduğu gibi, yalnız bir vazifeye münhasır değildi. Gerek Lâhikalardaki mektuplardan, gerek ziyaretine gelen dostların ve eski ilim arkadaşları ve talebelerinin ihbarından ve gerekse de kendine yakından alâkadar olan talebe, komşu ve halkların müşahedatından [gözlem yapmalar] anlaşılıyor ki, hakka müteveccih, [yönelen] hakikatten nebean eden müteaddit [bir çok] hizmetleri, vazifeleri vardı ve herbir günde de bu vazifelerini ifaya çalışırdı. Hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] nurları olan Sözler, Lem’alar [parıltılar] gibi eserlerini telif, [kaleme alma] tashih ve neşirle meşgul olmakla beraber, kelimat-ı kudret [Allah’ın kudret kelimeleri] olan masnuat [sanat eseri] ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] seyir ve temaşaya, kitab-ı kâinatı [kâinat kitabı] mütalâaya çok müştak [arzulu, aşırı istekli] idi. Zemin yüzünde yazılan, bahar sahifesinde teşhir edilen rahmet ve hikmetin mu’cizeli eserlerini, eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] ve hayvanattaki san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] harikalarını, simalarında parıldayan tevhid sikkelerini [mühür] okumaya ziyadesiyle meftun [aşık] idi. Böylece, hakaik-i imaniyenin, [iman hakikatleri, esasları] mârifetullahın [Allah’ı tanıma, bilme] nihayetsiz ufuklarında hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] mertebesinde kanat açıp geziyordu.

Esasen, Kur’ân’dan aldığı mesleğinin bir esası, tefekkürdür. Eserlerinde insanı daima tefekküre sevk eder ve tefekkürü ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan mârifet-i İlâhiyenin, [Allah’ı bilme, tanıma] ruh için kâinat vüs’atinde [genişlik] bir genişlik temin ettiğini ve وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 1 “herbir şeyde Sâni-i Vâhide [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu” ifade eder; تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ 2 sırrına göre hareket ederdi.

575

Üstadın Emirdağı’nda zehirlenmesi

Bir siyasî memurun iğfali [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış; ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: “Cevşenü’l-Kebir [büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir dua] gibi evrad[okunması âdet olan dualar] kudsiyelerin [kutsal, kusursuz ve yüce] feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ıztırap çok şiddetlidir” derdi. Bir hafta kadar aç, susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh [Allah’ın izni ile] şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale [meşgul olma, uğraşma] başlamıştı. Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terk etmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında tahammülü gayr-i kabil bir hastalıkta iki-üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.

Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstada dikkat eden iki talebesi diyor: “Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] açıp yavaş bir sesle, birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına [açığa çıkma] ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü.”

Hizmetini, sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da men edilmişse de, çalışkan talebeleri, hizmetinden asla vazgeçmeyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.

Emirdağının resmî büyük bir memuru, bilâhare Nurun kahraman bir talebesi olan arkadaşına, “Gizlice Said Nursî’nin imhası için, gizli bir plân ve emir var” demiştir. İşte, Üstada yapılan bütün muameleler, böyle bir plânın neticesi olarak cereyan etmiştir. Bir iki defaya münhasır değil, uzun seneler müddetince daimî olduğu için, yapılan zulüm, tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve mânevî baskı çok elîm ve acı idi.

Üstad, ilk iki sene Çarşı Camiine gider, cemaate iştirak ederdi. Ekser günler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelirdi. İki sene böyle devam etti. Sonra kaymakam, “İnsanlarla görüşüyor” diye camiden [cansız] men etti. Emirdağında ikameti zamanında başta Isparta olarak çok yerlerde Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] el yazısıyla çoğaltılıyordu. Risaleleri okuyup müstefid [faydalanan, yararlanan] olanlardan Üstadı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur’a kemal-i sadakatle ve

576

ihlâsla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillâh için muhabbet ve uhuvvet [kardeşlik] taşıyanlar görüşebilir, Üstadın dersini, sohbetini dinleyebilirdi. Üstad, muhtelif istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] olan her ziyaretçinin derece-i fehim [anlayış derecesi] ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] çevirir, Risale-i Nur hakikatleriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve mânen en büyük menfaatleri temin edeceğini dâvâ ve izah ederdi. Gelen ziyaretçiler, muhtelif halk tabakalarından, gençlerden, ehl-i ilimden [ilim ehli olanlar, âlimler] idi. Denizli beraatinden sonra memurlar arasında büyük intibah [uyanış] olmuş, Nur’a talebe olanlar çoğalmıştı.

ba

Üstad gelenlerle ne konuşurdu?

Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin, vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mâni olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük dâvâsının Kur’ân’a sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; “Fakat biz müspet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi [yeterli] gelir” diyerek Nurun din düşmanlarını mağlûp edeceğinden, müspet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını; mesleğimizin en büyük esasının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbir maksat ittihaz [edinme, kabullenme] edilemeyeceğini, Nurun kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlâsla, müspet hareket etmekle inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet-i İlâhiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini, ilâ âhir, [sonuna kadar] beyan ederdi

Üstadın dersini ve sohbetini dinleyenleri işhad [şahid gösterme] ederek diyebiliriz ki:

Üstadın bir dersi, bir sohbeti, çok gençler için vesile-i necat olduğu gibi, Risale-i Nur’a fedakârâne hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu. Nura hizmet eden fedakâr talebelerin ekserisi böyle bir veya birkaç defa Üstadın dersinde, ikazında hazır bulunmuştur. Emirdağında iken, Ankara’ya Nur hizmeti için

577

gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme [dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti] bakarak, “Bu insanlar ne zaman Nur hakikatlerini dinleyecek, kalın zulmet [karanlık] perdeleri nasıl yırtılacak, mânevî karanlıklar nasıl izale [giderme] olacak?” diye ümitsizliğe düşer. Sonra birgün Emirdağına Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der: “Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinleyecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, mele-i âlânın [en yüce mertebe] hadsiz sakinleri, bugün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette [çokluk] değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir” diyerek ye’sini [ümitsizlik] giderir.

Üstad, kırlara ilk önce yaya olarak çıkardı. Sonra faytonla gezmeye başlamıştır. Ücretsiz birgün dahi arabaya bindiği görülmemiştir. Biz kendisine ancak masrafını idare edecek derecede fiyatını söyler, “Bunun burada fiyatı budur” derdik. Mutlaka bizim söylediğimizden fazlasını bize verir ve “Fiyatını vermezsem olmaz. Nasıl mukabilini vermediğim bir lokma hediye beni hasta ediyor; bunun da ücretini vermeliyim ve vermeye mecburum” derdi.

Daha ziyade bahar, yaz ve güz mevsiminde gezer, kışın da ara sıra kıra çıkardı. Emirdağının dört tarafı açıklıktır. Buralarda Nurların tashihine çalıştığı müteaddit [bir çok] dershaneleri vardır. Emirdağına yerleşmesinden itibaren daimî tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında bulunduğundan ve kırlara çıktığı zamanda çok defa jandarma ve bekçilerle takip edilmesinden dolayı yalnız gezer, yalnız oturur, yalnız çalışırdı. Tâ 1947 senesine kadar böyle devam etti. Yalnız faytonunu idare eden bir talebesi, yolda refakat eder, oturduğu zaman yalnız başına kalırdı. Kırlarda ekseriyetle tashihatla meşgul oluyordu. Bir müddet el yazılarını tashihle vakit geçirirdi. Sonra Isparta ve İnebolu’daki fedakâr talebeleri, birer teksir [çoğalma] makinesi elde ederek Nur mecmualarını çoğaltmaya başladılar. Üstad, bundan sonra tashih için kendisine gelen mecmuaları tashihe başladı. Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine [çoğalma] çok ehemmiyet verirdi. “Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir [aydınlatma] edecek olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir” [Kur’ân mu’cizesi] deyip, Nura ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.

Üstad süratli bir yazıya ve hüsn-ü hatta [güzel yazı] mâlik olmadığı için, Risale-i Nur’un makbul, bereketli ve nurlu her günkü hizmetine, o da tashihatla iştirak ederdi. Saatlerce çalışır, yorulmak nedir bilmezdi. Nur hizmetlerinin ifası, Üstad için mânevî bir gıda hükmünde idi. Bilhassa şiddetli hastalıklı zamanında dahi çalışması

578

görülüyordu. Hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilmiş olup kimseyle görüşmez; muhabereden de men edildiğinden, insanların cemaatlerinden gelen ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve tesellîden mahrum idi. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşmuştu. Rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ona Nurları ihsan [bağış] etmişti. Evlâd ü iyâl, [aile fertleri] mal-mülk, hiçbir şey ve yeryüzünde taht-ı temellükünde bir karış yeri yoktu. Yalnız bir Risale-i Nur’u vardı. Herşeyi o idi. Sevinci, medar-ı tesellîsi o idi. Bütün istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ile Nurlara müteveccih [yönelen] idi. Fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifesini, Nurların ders ve taallümü [öğrenme] ile insanlara neşri biliyordu.

Üstadın sözlerindeki halâvet [tatlılık] ve hitabındaki belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] fevkalâdedir. Gezinti esnasında rastladığı insanlar arasında her sınıf halk bulunduğu gibi, bilhassa dağlarda, kırlarda, ormanlarda ziraat ve ticaretle uğraşan halktan pek çoklarıyla görüşmüş ve sohbet etmiştir. Üstadın geniş, küllî hizmet-i Kur’âniyesinden [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] sarf-ı nazar, faraza bütün meşgalesi ve hizmeti eğer sohbetine ve görüştüğü insanlara olan ders ve irşadına [doğru yol gösterme] münhasır olsa dahi, yine emsalsiz denecek kadar büyük ve müessir bir hizmettir. Kendilerinin bu sahadaki hizmetleri çok muazzamdır. Barla’da bulunduğu müddetçe talebeliğine, kardeşliğe ve âhiret hemşireliğine kabul ettiği erkek ve kadınlar gibi, Emirdağı ve civar köylerde de pek çok âhiret hemşireleri, talebeleri ve kardeşleri vardı. Bilhassa mâsum çocuklarla alâkadarlığı pek ziyadedir.

Üstadın iffet ve istikametteki [doğru] hudutsuzluğu, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] sabittir ve inkârı gayr-ı kabildir. [imkânsız] Hayatı boyunca, hanımlarla konuşmaktan, nazarıyla dahi meşgul olmaktan şiddetle içtinap [çekinme, kaçınma] etmiştir. Bir mektubundan anlaşıldığı gibi, gençliğinde dahi iffet ve istikametin [doğru] zirve-i müntehasında olduğu, onu yakından tanıyan ve hayatına âşinâ olanların müşahedeleriyle sabittir.

Bütün ahali, Üstadın nümune-i imtisal [örnek alınacak model] iffet ve istikametini [doğru] görerek, kendisine uhrevî ve mânevî alâkadarlık gösterirlerdi. Üstad, âhiret hemşireliğine kabul ettiği hanımlara ve mânevî evlât ve talebeleri addettiği mâsum çocuklara çok dua

579

ederdi. Kadınların şefkat kahramanı olduğunu; bu zamanda, İslâm terbiyesi dairesinde hareket etmenin elzem olduğunu, yetişen mâsum evlâtlarının uhrevî hayatlarından mes’ul ve eğer dindar yetiştirebilirlerse hissedar bulunduklarını kendisinin çok hasta ve perişan olup dua etmelerini istediğini, ihtiyar hanımlara dua ettiğini, genç hanımlardan da namazını kılanlara dua edip âhiret hemşiresi kabul edeceğini kısaca söylerdi. Ve zaten fazla konuşmazdı. Mübarek taife-i nisa, Said Nursî’nin yüksek bir ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat olduğunu, kalblerinin safvetiyle [arılık, berraklık] hissederlerdi.

Üstadın mâsum çocuklarla sohbet ve muhaveresi [karşılıklı konuşma] ise çok ibretli ve saadetlidir. Emirdağı ve civarı köylerinde, yanına gelen mâsumlara büyükler gibi ehemmiyet verip, kalben onlara müteveccih [yönelen] olurdu. “Evlâtlarım, siz mâsumsunuz, daha günahınız yoktur. Ben çok hastayım, bana dua ediniz; sizin duanız makbuldür. Ben sizi mânevî evlâtlarım ve talebelerim olarak duama dahil ettim” derdi. O çocuklar, gözlerinden akan muhabbet nurlarıyla Üstadı selâmlarlar, Üstad, gafil büyüklerden ziyade onlara samimî ve ciddî selâm ederdi. Ve “Bunlar istikbalin Nur talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin [ilgi] sebebi ise: Mâsum ruhları hissediyor ki, Risale-i Nur, onların imdadına gelmiş. Ben de o Nurun bir tercümanı olmam hasebiyle, gayr-ı ihtiyarî bu fedakârane muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar” derdi

Üstad, yanına gelen gençlere de, daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibaha [uyanış] gelmişlerdir.

Yine kırlarda ve yollarda rastladığı memur ve işçilere, herbirisine münasip ders verir, namaz kılmalarının ehemmiyetini söyler ve o zaman dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi. Bilhassa bu nevi dersi, “Din, terakkiye [ilerleme] mânidir” diyenlerin fikirlerinin ancak birer hezeyan [boş söz, saçmalama] olduğunu gösterir. Bilâkis, hem o insan için, hem vatan ve millet için iman nuruna mazhar [erişme, nail olma] olmak, maddî-mânevî saadet ve terakkiyi [ilerleme] temin eder. Namazını kılıp istikametle [doğru] hareket ettiği takdirde dünyevî çalışma ve gayretinin âhiret hesabına geçip ebedî saadet ve nurları netice vermesi düşüncesi, ne kadar o vazifeyi iştiyakla [arzu, istek] severek

580

yapmayı temin edeceği mâlûmdur. İşte bu hakikati, bütün memurlar, san’atkârlar [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve esnaf [sınıflar] rehber ittihaz [edinme, kabullenme] etmeli. Ve bu ders, umuma telkin edilmelidir. Bu zikredilen bahis, deryadan bir katre [damla] nev’inden Üstadın saymakla bitmeyen millete menfaattar hizmetinden bir cüzdür. İslâmiyete irtica, mü’minlere mürteci diyenlere yazıklar olsun!Haşiye

ba

581

Üstadın, Emirdağı’ndaki ikameti sırasında onun ve talebelerinin yazdığı mektuplardan bir kısmı

Emirdağı’ndaki kardeşlerime,

Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki:

Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] mektuplarını ve kitaplarını ve esrarını hükûmet şiddetli taharriyatla [araştırma] elde etti. Dokuz ay, hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, birtek gün cezayı, birtek talebesine vermeyi mûcib bir madde—beş sandık kitaplarında ve evraklarında—bulunmadı ki, hem Ankara ehl-i vukufu, [bilirkişi] hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraatine karar verdiler.

Hem, bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dâvâ etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip, tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş; ve on senedir, hükümetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiçbir erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] ne sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eden yüz otuz telifatından, [kaleme alma] yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne âsâyişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş. Beş vilâyetin dikkatli zabıtaları ve taharri [araştırma] memurları ve mahkeme işiyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden üç vilâyetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular.

Eğer bu adamın dünya iştiha[arzu, istek] ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhatı [belirti] ve emâreleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında [zevk, keyif] hiçbir

582

emâre bulamadılar ki, muannid [inatçı] bir müddeiumumî, [iddia makamı, savcı] mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek mükerreren [defalarca] iddianamesinde “Yapabilir” demiş ve “Yapmış” dememiş. “Yapabilir” nerede, “Yapmış” nerede? Hattâ mahkemede Said ona demiş: “Herkes bir katli yapabilir; bu iddianızla herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor…”

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ya bu adam tam divanedir ki, bu derece dehşetli umûr-u dünyaya [dünya işleri] karşı lâkayt [duyarsız] kalıyor; veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlâsla çalışmak için, hiçbirşeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyleyse bunu tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ve tazyik etmek, vatan ve millete ve âsâyişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.

ba

583

Kendi kendime bir hasbihaldir

[Bu hasbihali Ankara makamatına işittirmeyi, ıslahtan sonra sizin tensibinize havale ederim.]

Hâkim, kendisi müddeî [iddia sahibi] olsa, elbette “Kimden kime şekvâ [şikayet] edeyim, ben dahi şaştım,” benim gibi biçarelere dedirtir. Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden men edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zaten ben, tam bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] yirmi seneden beri azap çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrit ve tarassutlarıyla [baskı ve gözetim altında tutma] sıkıntı vermek ise, gayretullaha dokunup, bir belâya vesile olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi, nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var… Hattâ tahmin ederim ki; benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilâkis ehemmiyet vermedi, beni me’yus [ümitsiz] etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.

Ben derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek, en ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünkü, yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektuplarımı üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tetkikten sonra beraatimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat, ecnebî menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraatimizi bozmak için, her tarafta, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksatları, benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdetâ “Niçin karışmıyorsun? Tâ karışsın, maksadımız yerine gelsin” diyorlar…

Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta [kuruntulandırmak, şüphelendirmek] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri bir iki desiselerini [hile, aldatma] beyan ediyorum.

584

Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. [çokluk] Ona temas eden, ona dost olur. Öyleyse, onu herşeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.

Ben de derim:

Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nur’undur. Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakikî sebep cezamıza bulmaması, bu dâvâya cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir şahittir.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine [sonsuz âhiret hayatı] tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız “Meyve Risalesi“yle [On Birinci Şuâ] gayet uslu ve mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] suretine girmeleri, hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya [iddia edilen şey] reddedilmez bir senettir, bir hüccettir. [delil]

Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli [kat kat] bir zulümdür ve bu millete gadirli [zulümlü] bir hıyanettir. Çünkü otuz-kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve tesellî ve kuvvet-i imaniye [iman gücü] menfaatini gördüğüne kat’î bir delili, bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risale-i Nur’a fevkalâde teveccüh [ilgi] ve rağbet göstermeleri, hattâ itiraf ederim, yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.

Ben işittim ki, benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur [kâide, kural] olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar [baskı, zulüm]

585

altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini [ilmin izzeti] muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir-iki cüz’î [ferdî, küçük] nümunesini beyan ediyorum.

Birisi: Mahkemece, Risale-i Nur’un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara’nın yedi makamatına ve Reisicumhura [Cumhurbaşkanı] müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] takdiriyle beraatimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yâdigâr ve hatıra olmak üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan “Meyve Risalesi[On Birinci Şuâ] ile “Müdafaanameyi”, hergün endişeler içinde, bunları da elimden almasınlar diye saklıyordum. Belki beni taharri [araştırma] edecekler telâşıyla, bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.

İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız birtek kelimesine ilişip, birtek harfle cevabını alan “İhtiyarlar Risalesi”ni, İstanbullu bir adam, burada, bir adamdan alıp İstanbul’a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak vilâyet zabıtasını şaşırtıp, “Kiminle görüşüyor, yanına kimler gidiyor?” diye beni sıkmaya başladılar. Her ne ise… Bunlar gibi çok acı nümuneler var. Fakat en mânâsızı budur ki: Beni konuşturmamak için, hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp, benden kaçırtmalarıdır.

586

Ben de derim:

On adamın benden çekinmeleri yerine, on binler, belki yüz binler Müslüman, Risale-i Nur’un dersine hiçbir mânie ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu memlekette, hem hariç âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] çok kuvvetli hakikatleri ve çok kıymetli fâideleri için tam bir revaç [değer, kıymet] ile intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’un binler nüshalarından herbiri, benim yerimde, benden mükemmel konuşuyor. Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.

Hem, madem mahkemece ispat edilmiş ki, yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emâre aksine zuhur etmediği halde, elbette benimle görüşenden tevehhüm [kuruntu] etmek pek mânâsızdır.

ba

587

“Kendi Kendime Hasbihal” namındaki parçaya lâhika olarak

Adliye Vekili ile ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hakimleriyle bir hasbihaldir

Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, [karşı koyma] belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, [öğrenci] elli sene sonra gelen nesl-i âtiye [gelecek nesil] gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan [tehlike] ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, o saadet ve selâmet [huzur] hizmeti bir mübareze [karşı koyma] olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.

Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli [huy, karakter] milletin nesl-i âtisi, [gelecek nesil] seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, [lekeli] belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin [gelecek nesil] eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan [alçalış, düşüş] kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin [öğrenci] ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve ebedî haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden [huy, karakter] çıkan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

588

Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi [İslâm terbiyesi] alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anât-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, [araştırma] yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen [kesinlikle] menettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, [öğrenci] bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, [karşı koyma] ne meşguliyet yok.

Madem hakikat budur; adliyelerin, değil beni ve onları ittiham [suçlama] etmek, belki Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakikî düşmanları Risale-i Nur’a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevk ediyorlar. Küçücük iki nümunesini beyan ediyorum.

Ezcümle: Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm-kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiyatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip, tâ Isparta’da tab’ [baskı basma] masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu yüzünden hem adliye, hem hükûmet bana sıkıntılar verip, hem vasıta olan adamı taharri [araştırma] etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu, hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.

İkinci nümune: Benim gibi garip, ihtiyar ve zaif ve beraat etmiş bir misafire, herkesi, hattâ hizmetçilerini resmen propaganda ile ondan ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak, bu vilâyetteki hükûmetin hamiyet-i milliyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak, “Kiminle görüşüyor ve yanına kim gidiyor?” diye herkese bir telâş vermek, hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acip hâlete [durum] elbette tenezzül etmemek gerektir. Her neyse.. Bu iki madde gibi, muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olanlara hayret veren çok maddeler var…

Efendiler! Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] izalesi [giderme] çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale [giderme] etmeye ve nesl-i âtiden [gelecek nesil] o belâya düşen

589

kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur’un bu kıymette olduğuna delil şudur ki:

Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli [çokluk] bulunan muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur’a karşı çıkmamış ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, [bilirkişi] yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mes’ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] olan Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] veren, “İşarât-ı Kur’âniye” ve “İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risale-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basmalarıdır.

Evet, adliyeler, hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle, Risale-i Nur’un yüz risalesi, yirmi senede yüz bin adamın saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber; on seneden beri, iki mahkeme ve merkez-i hükûmet ve birkaç vilâyetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mûcib-i ceza [cezayı gerektiren, ceza sebebi] bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur’un bu vatanda gayet küllî ve büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp, âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç biçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz’î [ferdî, küçük] ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak, adliyenin mâhiyetine ve adaletin hakikatine hiçbir cihetle yakışmaz diye size hatırlatıyoruz.

Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı İlâhînin [Allah’ın gazabı] celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan [bağış] eylesin. Âmin…

 Gayr-ı resmî, fakat tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

Said Nursî

ba

590

Bu istida, [dilekçe] üç makamata gönderilmiştir. Oradaki kardeşlerime bir me’haz [kaynak] olmak için gönderildi.

Yirmi seneden beri sabredip sükût eden bir mazlumun şekvâsını [şikayet] dinlemenizi istiyorum.

Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükûmetinde herbir hürriyetten men edilmekle beraber, düşmanlarım, benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti, ya beni tam himaye edip, garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin. Çünkü, resmen, perde altında her muhabereden men’im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren birtek çocuktan başka kimseyle beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] fırsat bulup, tam Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] beraatimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun [bilirkişi] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ettikleri kitaplarımı almayı beklerken, o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir-iki mahrem risalelerimi verdirip, sonra meslekçe benim aleyhimde bir-iki ehl-i vukufun [bilirkişi] eline geçirip, aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] bütün erkânlarına, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] belki dünyaya ilân ediyorum ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırr-ı hakikatiyle [gerçeğin sırrı, iç yüzü] ve i’câzının [mu’cize oluş] tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini [meyve] gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

591

İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf [bilirkişi] heyetinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden [kutsal vazife] başka, kasdî [bilerek, direkt] olarak dünyaya, idareye, âsâyişe dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve yüz otuz Risale-i Nur, meydanda, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir hüccettir. [delil] Evet, mahkemece dâvâ ettiğim ve benimle münasebettar [alâkalı, ilgili] bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi seneden beri müracaat etmeyen ve on seneden beri hükümetin erkânlarını—birkaçı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] müstesna olarak—bilmeyen ve dört seneden beri Dünya Harbinden ve hâdisâtından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu biçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki, ehl-i siyasetle [siyaset adamları, politikacılar] uğraşsın ve idareye ilişsin ve âsâyişin ihlâline meyli bulunsun? Eğer zerre miktar bulunsaydı, “Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?” diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edecekti.

En elîm cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise şudur ki: “Bir tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde, her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki beni hapse alsınlar, bu azaptan kurtulayım” diye bazı dostlarıma bir gizli mektup elden göndermiştim. Tâ, benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin [süsleme] edilmiş Risale-i Nur’dan, Denizli’de mahkemede bulunan kitaplarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf, [ne yazık ki] aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan [bilirkişi] birtek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp, hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.

Beni hapislere sokan muarızlarımın [itiraz eden, karşı gelen] bir bahaneleri de—o mahkemede ondan beraat kazandığım—”tarikatçılık”tır. Halbuki, Risale-i Nur’da daima dâvâ edip demişim: “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki, çıksın desin: “Bana tarikat dersi vermiş.” Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarikatlerin hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki, bir ders-i hakikattir [hakikat dersi] ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarikat dersi değildir.

592

Hürriyet-i vicdanı [vicdan hürriyeti] esas tutan hükûmet-i cumhuriyenin, [cumhuriyet hükûmeti] elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikate ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] galibâne felsefeye karşı ispat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa, o zaif hâdimin ellerini bağlayıp, binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle [yön] o cumhuriyetin düsturları [kâide, kural] müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvâ[şikayet] yazdım. Evet, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 derim.

ba

593

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirtlerini [öğrenci] mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın [kaçınma] en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkûreler [düşünce] sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve hizmet-i nuriye-i [Risale-i Nur Hizmeti] kudsiye, [kutsal, kusursuz ve yüce] kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-i İlâhîden [Allah rızası] başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında [ân, zaman] bu sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve tevfik-i İlâhiyeye [Allah’ın yardımı] dayanmaktır.

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de, Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir.” Çünkü وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 3 yani, “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz, cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlâhiyeye karşı, bu

594

zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 1 sırrıyla şedit [çok şiddetli] bir zulüm ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hatâsıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet [düşmanlık] eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir mâsumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz mâsumu birkaç câni için zararlara sokar.

Mesela, hatâlı bir adama müteallik, [alakalı, ilgili] biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet [düşmanlık] etmek, şefkatin esasına zıttır.

Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad, dinî de olsa, kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dahil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük [sahiplenme] edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o mâsumlar, İslâmiyet rabıtasıyla [bağ] dinsiz pederine değil, belki İslâmiyetle ve cemaat-i İslâmiye [İslâm toplumu] ile bağlıdır. Fakat, kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; [kurtuluşa erenler] fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o mâsumlar memlûk [köle, kul] ve esir olabilirler.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Miracınızı [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim’in, Re’fet Bey gibi müteallikatlarına [alakalı, ilgili] benim tarafımdan tâziye edip deyiniz ki: “O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususî ona dua ederiz.”

Said Nursî

ba

595

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Bir suâle mecburî cevabın tetimmesidir. [ek]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet [geçim derdi] meşgalesi hengâmı [ân, zaman] ve şuhûr-u selâsenin [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metanet [gayret, kararlılık] ve vazife-i nuriye-i [Risale-i Nur vazifesi] kudsiyede bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atâlet, [hareketsizlik] bir fütur [usanç] ve tevakkuf [durağan olma] başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki [yeryüzü] bütün muazzam mesâilden [meseleler] daha büyüktür. Onun için, dünyevî merak âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur [usanç] getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz [mânevî güç] kırılmasın.

Evet, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zalimâne olan düstur-u cidal [mücadele prensibi] dairesinde, gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] perestişkârlarına [aşırı derece sevme] gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] birer perde ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] saadet-i ebediyelerine [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.

596

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] muvakkat [geçici] hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile cidaldeyiz. [mücadele] Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?

Bu âyet لاَيَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ 1 ve usul-ü İslâmiyetin [İslâm’ın esasları, temelleri] ehemmiyetli bir düsturu [kâide, kural] olan اَلرَّاضِي بِالضَّرَرِ لاَيُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun [kâide, kural] mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde [tarafında] bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, [kâide, kural] bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.

Bu tetimmenin [ek] yazılmasının sebeplerinden birisi:

Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede [Risale-i Nur vazifesi] zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 2 bir düsturumuz [kâide, kural] vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur [kâide, kural] onlara merhamete liyakatini selb [ortadan kaldırma] ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.

(Beşinci Şuânın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)

Said Nursî

597

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hem bunu kat’iyen [kesinlikle] ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet [bulaşma] etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının bir dellâlıyım. [davetçi, ilan edici] Benim karma karışık vaziyetim ona sirayet [bulaşma] edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ehl-i imana [Allah’a inanan] gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene—fakat hakikat olmak şartıyla—minnettar oluyoruz, “Allah razı olsun” deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu—fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yardım etmemek kaydıyla—kabul edip minnettar oluyoruz.

ba

598

Aziz kardeşlerim,

Müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

“Onlar bana ait değil ve o kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’ân’ın mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] tereşşuhatı [belirti] ve lem’alarıdır [parıltı] ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şeklini alarak şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek için, ikrâmât-ı İlâhiye nev’indendir. İkramın, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen bu cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, “Niçin izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyorum?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçısı bulunmak lâzım gelirken, hem benimle lâakal [en az] yüzer kâtip ve yardımcı bulunmasına ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye [iman hizmeti] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] baktığı için hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] meşgalelerine ve fâidelerine tercih etmek ehl-i imana [Allah’a inanan] vâcip iken, kendimi misal alarak derim ki:

Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz bir biçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerden maddî bir hastalık nev’inden insanlar ile temas ve ihtilâttan [birbirine karışma] çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut [bağlı] görülen bazı dostları bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o mânilere karşı, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerinin [mânevî güç] takviyesine medar [kaynak, dayanak] ikrâmât-ı İlâhiyeyi

599

beyan ederek Risale-i Nur etrafında mânevî bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa—hâşâ—kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh [böbürlenme] etmek, hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.

İnşaallah, Risale-i Nur kendi kendini hem müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de mânen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

ba

Aziz kardeşlerim,

Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kablelvuku, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] acip bir tarzda, hem bende, hem bizim köyde, hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı mânevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek [meydana çıkarma, açığa vurma] isterdim. Şimdi Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerde çok Abdülmecid’leri ve çok Abdurrahman’ları verdiği için, size beyan ediyorum:

Ben, on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh [böbürlenme] suretinde bir hâletim [durum] vardı. İstemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime derdim: “Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane, [böbürlenme] hususan cesarette çok fazla gösterişin niçindir?” Bilmiyordum, hayret içindeydim. Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki: Risale-i Nur, kablelvuku kendini ihsas [hissettirme] ediyordu. Sen, âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile hissedip hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise, hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki, bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü [böbürlenme] çok severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanâne bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim.

600

Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O mâsum Nurslu insanlar, Nurs karyesi; [köy] Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile o nimet-i İlâhiyeye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] karşı teşekkürlerini temeddüh [böbürlenme] suretinde göstermişler…

…Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzâdem Abdülmecid ve Abdurrahman’lar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım.

Evet, ben, yirmi dört saat evvel hassasiyetimle ve âsâbımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi, aynen öyle de, ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel Risale-i Nur’daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile hissetmişiz demektir.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz, dualarını rica [ümit] ederiz.

Said Nursî

ba

Büyük Bir Makamda Bir Kumandan ve Ehemmiyetli Bir Zâtın, Ehemmiyetli Mektubuna Mecburi Bir Cevaptır

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bilmukabele, biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşaallah, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi büyük ihsanlara [bağış] mazhar [erişme, nail olma] eyleyecek diye bir işarettir.

Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, [bağış] bir vazife, imanı kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar [kaynak, dayanak]

601

şeylerden çekin. Tevazu, [alçakgönüllülük] mahviyet [alçakgönüllülük] ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] ileri geldiğinden, ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] daima kusurunu görmek ve nefsini ittiham [suçlama] etmek gerektir. Sizin gibi ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini [Allah’a kulluk] muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rüyalarının bir tabiri de, bu noktadan seni tebşir [müjdeleme] etmektir.

Risale-i Nur eczalarında tarikat hakikatine dair “Telvihat-ı Tis’a” namındaki risaleyi elde edip bakınız. Hem, zatınız gibi metin [sağlam] ve imanlı ve hakikatli zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünkü, bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata [her taraftan hücum etme] karşı mağlûp olmadı. En muannid [inatçı] düşmanlarına da serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beri büyük makamatlar ve adliyeler, tetkikat neticesinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.

Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlûp olmayarak, belki galebe [üstün gelme] ederek pek çok muannidleri [inatçı] imana getirmesi, pek çok hâdisâtın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye [Kur’ânın mânevî mu’cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu’cize olma] olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, ve hususî ve cüz’î [ferdî, küçük] ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] müsamaha suretinde ve te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye [din hizmeti] tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.

Madem sizde büyük bir himmet [ciddi gayret] ve kuvvetli bir iman var; tam bir ihlâs ve tam bir mahviyetle, [alçakgönüllülük] sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] Risale-i Nur’a şakirt [öğrenci] ol—tâ binler, belki yüz binler şakirtlerin [öğrenci] şirket-i mâneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz’îyetten [ferdî, küçük] çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.

Said Nursî

602

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Çok mübarek, çok kıymettar, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

Elhamdülillâh, bu sene Isparta’daki talebelerinizi dünyevî meşağil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki [Risale-i Nur Hizmeti] gayretlerimiz ciddî bir surette devam ediyor. Herbirimizin kalblerimizdeki Nura karşı incizap, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] sîmalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur.

Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimizle beraber sâfiyane istihdam [çalıştırma] edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] bedi’ [güzel, eşsiz] bir Üstada hem talebe, hem kâtip, hem muhatap, hem nâşir, [neşreden, yayan, yayınlayan] hem mücahid, hem halka nâsih, hem Hakka âbid [Allah’a ibadet eden, kul] olmak gibi cihandeğer [dünyalara değer] güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi, Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] fazlıyla kalbimize gelen bir ihsan [bağış] olduğunu tahattur [hatıra gelme] eden biz talebelerinizin kalblerini sürur [mutluluk] ve sevinç dolduruyor. Mâsum Nursluların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirâne [teşekkür ederek] bir tarzı, hal ve etvarımızda [tavırlar, davranışlar] okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senâlar olsun o Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ki, bizleri cehl-i mutlak [sonsuz bir cahillik] derelerinden, isyan ve küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] bataklıklarından lütuf ve keremiyle [cömertlik] çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir Nur’a talebe etmiştir.

Eğer sevgili Üstadımız “iktiran” tâbir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.

Evet, sevgili Üstadımız, biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur’a muhatap olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe, Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] merhametli tecellîlerini müşahede ediyoruz.

603

Kalb-i Üstad, parlak bir âyine, [ayna] bir mazhar, [erişme, nail olma] bir ma’kes; [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] lisan-ı Üstad; âlî [yüce] bir mübelliğ, [tebliğ eden, bildiren] bir muallim, bir mürşid; hâl-i Üstad, tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misâl oluyor. Tavâif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.

İşte, yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hali, bugün daha çok ıztıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir [hayrete düşen] duruyorlar. Şarkta Japonların mağlûp olmasıyla, dünyanın salâh [düzelme] u selâmete ve emn ü emâna kavuşması beklenirken, deccalane bir hareket şimalde [kuzey] kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlere gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Risale-i Nur, âlî [yüce] beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor.

İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hıristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı, [birleşme] yani İncil, Kur’ân ile ittihad [birleşme] ederek ve Kur’ân’a tâbi olması neticesi elde edilecek semâvî bir kuvvetle mağlûp edileceği iş’ar [işaret etme, belirtme] buyuruluyor ki, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın da vürûduna intizar [bekleme] etmek zamanının geldiğini mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile ihtar ediyor.

Mesmuata [duyulanlar, işitilenler] göre, bugünkü Amerika, aktâr-ı âleme [âlemin dört bir yanı] tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek sâlim bir din taharrisine [araştırma] memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muztarip, [çaresiz] perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.

Sevgili Üstadımız başımızda ve en âlî [yüce] hakikatleri taşıyan ve Kur’ân’ın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz had ve hududa alınmaz.

İşte bu hakikatlerin herbir cüz’ü saha-i faaliyete çıksa, her tarafta merakla,

604

zevkle kendini okutturuyor. Buna bariz deliller pek çok var. Hususuyla, inkâr-ı haşir mefkûresini [düşünce] mağlûp eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tab [basma] edildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek harikaları taşıyan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risaleleri; ve inkâr-ı ulûhiyet [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] mefkûresini [düşünce] zîr ü zeber [alt üst] eden Külliyat-ı Nur, Hüccetü’l-Bâliğa [delil] ve Meyve gibi eczaları meydanda…

İnşaallah, Kur’ân’ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûr’unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emânsız ateşini söndürüp, âb-ı hayat [hayat suyu] bahşeden şarâb-ı kevserini, [Cennetteki Kevser nehrinin sarhoş etmeyen leziz şarabı] bütün dünyaya emanlı iman vermekle içirecektir.

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 1

Talebeniz

 Hüsrev

ba

605

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin bayramlarınızı tekrar betekrar tebrik ediyoruz.

Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere, zekâvetinize [zeki oluş] itimaden, Risale-i Nur’da müteferrikan [ayrı ayrı] parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar [kısa] konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakikî ve hakikatli bir şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına [güzel düşünce] istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gayet ehemmiyetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifesini; ve hilâfet-i Nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilâfet-i mâneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ [bağımlı] şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle, veyahut onun ihtiyac-ı mânevî lisanıyla Kur’ân’dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına [kabiliyet] bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’ân‘da [Kur’ân dersi] arkadaşları olan hâlis ve metin [sağlam] ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından [kabiliyet] çok ziyade o Nurların zuhuruna medar [kaynak, dayanak] oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm [öne geçme, ileride olma] şerefi bulunabilir.

606

Salisen: [üçüncü olarak] Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] bir cihette tenvir [aydınlatma] edecek ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir dehânın Nurları olan bir vazife-i imaniye, [iman hakikatlerini yayma görevi] bîçare, zaif, mağlûp, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid [inatçı] hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.

Rabian: [dördüncü olarak] Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden [kişisel değer] çok ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmeleri, dersinden ve irşadından [doğru yol gösterme] istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar [güzel düşünce] bir derece kabul edilmiş, hilâf-ı vâkıadır [gerçeğe ters] diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti, bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları [güzel düşünce] kabul edilebilir; fakat Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat, başta zındıklar ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] hattâ sâfi-kalb [kalbi temiz] ehl-i diyanet, [dindar insanlar] şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde haksızlar, o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak; ve o Nurlara benim gibi bir bîçareyi mâden zannederek, bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o Nurları söndürmeye ve sâfi-kalblileri [kalbi temiz] de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Meselede bir hadise bu hakikati gösteriyor.

İkinci Mesele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle [yön] kanunsuz bir taarruza mâruz kaldım. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve keremiyle, [cömertlik] belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirtlerinin [öğrenci] haysiyet ve izzet [büyüklük, yücelik] ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan [bağış] eyledi. Yoksa,

607

bir plân neticesinde beni hiddete getirip, Risale-i Nur’un, bâhusus [bilhassa, özellikle] Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk [gerçekleşme] etti.

Sakın, sakın, hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telâş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz [şüphesiz] şüphesiz, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] perde altında bizi muhafaza etmekle عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 âyetine mazhar [erişme, nail olma] etsin.

Onların o plânları da yine akîm [neticesiz] kaldı. Fakat bu vilâyette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, Denizli Mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahaneyle beni alsınlar.

Said Nursî

ba

608

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, sebatkâr, [sebat eden] muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim,

Hem maddî, hem mânevî, hem nefsim, hem benimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden suâl ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, istiğna [ihtiyaç duymama] gösteriyorsun? Ve herkes müştak [arzulu, aşırı istekli] ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, [açığa çıkma, yayılma] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyorsun?”

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman [Allah’a inanan] öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın [Allah’a inanan] bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın [iman sahiplerinin avam tabakası] nazarında, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale [giderme] eylesin.

Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] istedikleri nurânî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla [güzel düşünce] verilen ve ihlâsınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler [delil] bulunduğu halde; sen, değil tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyetle, [alçakgönüllülük] belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

609

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayat-ı ebediyelerini [sonsuz âhiret hayatı] tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde [üstün gelme] ve enâniyet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet yapar. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye ittiham [suçlama] altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı [kıymet, değer] zedelenir. Şahsa, makama fâidesi bir ise, revaçsızlıkla [değer, kıymet] umuma zararı bindir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hakikat-i ihlâs, [ihlâs gerçeği] benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, [Risale-i Nur Hizmeti] gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet [çokluk] keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim [hizmetçi] olarak, hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] ile, herşeyin fevkinde [üstünde] hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad [doğru yol gösterme] etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.

Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde [üstünde] gördüklerinden, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler diye hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Hattâ bu defa bana, beş vecihle [yön] kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünkü, mesele şaşalandığı için, doğrudan doğruya avâm-ı nas [sıradan halk tabakası] bana makam

610

verip harika bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sayabilirler diye, dedim: “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir surette olmasın.”

Bu münasebetle birşeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm; belki lâhikaya girmiş. Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] maişet [geçim] cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış. Beş adam, aynen burada da tokat yediler.

Said Nursî

ba

 İstanbul’da Komünistler aleyhindeki hadiseyi gören Risale-i Nur talebelerinin mektubundan bir parça

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

لَهُ الْحَمْدُ وَالْمِنَّةُ 2 dün, Nurun mânevî bir fütuhatı, [fetihler, yayılmalar] bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] dünyaya, hususan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onların nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi [kitaplar] darmadağın edilerek, dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik” diye beddua edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. “Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hâsıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nurun fütuhatı [fetihler, yayılmalar] geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hâsıl oluyor. Hâzâ min fadli Rabbî

ba

611

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birkaç aydan beri aleyhime çevrilen desiseleri [hile, aldatma] meydana çıktı. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile o musibet, yirmiden bire indi.

Hâli [boş] zamanda camiye gidiyordum. Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için, mahfelde [kapalı bölme, oda] bir kulübecik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar verdim, daha gitmeyeceğim. O malûm zabit [subay] adam vasıta olup kulübeciği kaldırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki, “Daha camiye gitmeyeceksin.” Fakat habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp bir heyecan verdiler. Hiçbir ehemmiyeti yok, hiç de merak etmeyiniz. Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmeyeceğim. Halbuki—Risale-i Nur’un selâmet [huzur] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] halel [eksik, kusur] gelmemek şartıyla—her gün bin ihanet ve tâzipler [azap] de gelse, Allah’a şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi, buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktan beri beklediğimiz bu hadise de inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile hafif geçti.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Said Nursî

ba

612

Nur talebelerini Risale-i Nur’dan çekmek isteyenlerin desiselerini [hile, aldatma] beyan edip, öylelere ne şekilde cevap verilmesi hakkında Üstadın hülâsa[esas, öz] bir mektubu

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gayet ehemmiyetli bir meseleyi—bundan evvel size icmalen [kısaca, özet olarak] beyan ettiğim meseleyi—tekrar size söylememe kuvvetli, mânevî bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm [neticesiz] kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] menfaati olan eski plânlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü.

O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerimizi soğutmak, fütur [usanç] vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip yalanları ve desiseleri [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri [öğrenci] gibi, çelik ve demir gibi bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadakat ve metanet [gayret, kararlılık] lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] edip evham veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet tâkip ediyor” diye zaifleri vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ Risale-i Nur erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] karşı da, benim şahsımın kusurâtını, [kusurlar] çürüklüğünü gösterip, zahiren dindar ehl-i bid’adan [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] bazı şöhretli zatları gösterip, “Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve hocaları âlet edip istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânları da akîm [neticesiz] kalacak. Böyle heriflere dersiniz:

613

“Biz, Risale-i Nur’un şakirtleriyiz. [öğrenci] Said de, bizim gibi bir şakirttir. [öğrenci] Risale-i Nur’un menbaı, [kaynak] madeni, esası da Kur’ân’dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini [üstün gelme] en muannid [inatçı] düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de—el’iyâzü billâh—Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah [Allah dilerse] sarsmayacak” deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak, ve mübalâğalı [abartılı] propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat [dikkat, tedbir] etmek gerektir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Said Nursî

ba

Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] ve hamiyetini [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve uhuvvetini [kardeşlik] kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”

Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum âlem-i İslâma [İslâm âlemi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] edecek hakaiki [doğru gerçekler] cami olduğu, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] ve Gavs-ı Âzamın kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur.Fakat, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığı için, küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve âsâyişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.

Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları veya bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarları veya enaniyetli sofi meşreplileri, [hareket tarzı, metod] bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşaallah muvaffak olamazlar.

614

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı [kurtulma] olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat [basın, medya] ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu vatanı mânevî istilâsına mukabil Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini görebilir.

İkincisi: Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını [suçlama] izale [giderme] etmek için matbuat [basın, medya] lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.Haşiye [dipnot] 1

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kal’a [kale] olduğu gibi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] hal-i hazırdaki [içinde yaşanılan zaman dilimi] itiraz ve ittihamını [suçlama] izale [giderme] ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasîleri süratle Risale-i Nur’u tab [basma] ettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar.Haşiye [dipnot] 2

Said Nursî

ba

615

Birden İhtar Edildi Kaleme Almaya Mecbur Oldum

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Kardeşlerim,

Şimdi tam tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla, teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı—perde altında—soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber [alt üst] ediyor.

Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor, eski Said’den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur’un harika fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve şakirtlerinin [öğrenci] ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında ve ruhânî ve melâikeler [melekler] yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhânî ve melâikelerin [melekler] ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında mel’un olduğu gibi, binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar.

O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nur’un nüfuzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut [alçalış, düşüş] edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.

Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum, yakında—tevbe etmemek şartıyla—hiç çare-i halâs yok ki, ecel cellâdıyla sen, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ruhânîlerin nefret ve lânetini kazanacaksın. Tevbe etmemek şartıyla, benim intikamım, senden pek muzaaf [kat kat] bir sûrette alınıyor bildiğimden, hiddet değil, hattâ sana acıyorum!

616

Amma Risale-i Nur’un, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ve perestiş [aşırı derece sevme] ederler.

Amma şahsımın teessürü [üzülme, etkilenme] ise, kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum ki, bir iki dakika asabiyetle [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] bir teessüratıma [üzülme, etkilenme] mukabil, birden öyle bir tesellî buluyorum ki, bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o tesellîyi kıramaz. Çünkü, Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedî azaplar ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ihanetini gördükleri gibi, Risale-i Nur’la imanını kurtaran şakirtleri, [öğrenci] ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesikasını [belge] alıp, ebedî bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar [erişme, nail olma] olacaklarını, feylesofları susturan binler hüccetlerle [delil] beyan etmişiz.

Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh [ilgi] kazanmak ve şan ve şeref bulmak, kat’iyen [kesinlikle] aleyhindedir, kabul etmez. Onun için, yirmi senedir inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] tercih etmiş.

Eğer âsâyiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız, pek büyük bir hatâ ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirtlerinden, [öğrenci] mûcib-i ihtilâl ve medâr-ı mesuliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına, beraatimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, kat’iyen [kesinlikle] size beyan ediyorum ki, dinsizlik hesabına bizi ezen sizler, vatan ve millet, âsâyiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde [tarafında] ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; âsâyişi idame lehinde [tarafında] sabır ve tahammüle karar verdim.

Elbette dünya daimî olmadığı gibi, hâdisâtı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] ve azap neticeleri var. O zaman, fâidesiz yüz binler teessüf [eseflenme, üzülme] diyeceksiniz. Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz,

617

Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını [dayanak noktası] temin etmektir.

ba

 Afyon Emniyet Müdürüne derim ki:

Müdür Bey,

Dünyada, eski zamandan beri görülmemiş bu derece kanunsuz ve mânâsız ve maslahatsız [amaç, yarar] tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz? Bir misâli:

Camiye, hâlî [boş] zamanda, cemaat hayrına sahip olmak için, bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen “Kat’iyen [kesinlikle] camiye gitmeyeceksiniz” deyip, bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Haberim olmadan, camiin hâlî [boş] bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde, hem bana, hem umum halka mânâsız telâş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Soruyorum.

Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] bahane edip, “Bu menfî adama neden hürmet ediyorsunuz?” Ben de derim:

Bütün dostlarım biliyorlar ki, ben şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını [güzel düşünce] kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mesul eder ki, ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] bana ihanet ediliyor? Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bu teveccüh-ü âmme [halkın ilgisi, sevgisi] hakikat de olsa, vatana, millete fâidesi var, zararı olmaz.

Hem eğer bir parçasını ben de kabul etsem, bu ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk ve soğuk bir oda içerisinde, dehşetli bir haps-i münferitte, [tek başına hapis, hücre hapsi] zarurî hizmetlerimi

618

görmek için bir-iki insanın dostluğunu kabul etmekliğimde hangi fenalık var? Hangi kanun bunu men eder? Bir iki işçi çocuktan başkasını benimle temas ettirmemek hangi kanunladır? O işçi çocuklar her vakit bulunmadığı için, kendim işimi göremiyorum. Bu dehşetli vaziyeti, elbette bu memlekette inzibat [âsayiş, düzen] ve hükûmet ve idare adamları nazar-ı ehemmiyete almak [dikkate almak, önemsemek] borçlarıdır. Cidden alâkadar eder diye size beyan ediyorum.

 Emirdağı’nda bir tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

Said Nursî

ba

619

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Çok aziz, sıddık, bahtiyar kardeşlerim,

…Kızıl Rusya’dan çıkarak kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak [ayrılık, dağılma] ve şikak [ayrılık] ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür!” diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir belâ olan komünizm gibi azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur, müslümanların ve beşerin en büyük yegâne taassüngâhı ve en büyük melceidir. [sığınak]

Ey Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fânî metalarına gururlanıp taşanlar! Ve ey “dünyamıza zararı olur” korkususuyla, nur-u Kur’ân‘dan [Kur’ân nuru] kaçanlar! Küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ateşinin bizleri sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, en müstahkem, en kavî [güçlü, kuvvetli] ve yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimat olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine [kutsal daire] girmekle kurtulacaksınız. Ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] zannettiğiniz ölümü bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edeceksiniz. Ve işte o nurun mübarek tercümanının ve mübarek şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] أَجِرْنَا وَأَجِرْ وَالِدَيْنَا وَأَجِرْ طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَوَالِدَيْهِمْ مِنَ النَّارِ 2 ve emsâli dualarının kabulüyle ve şefaatiyle ve ve Risale-i Nuru devamlı okumakla, ben, dehşetli mânevî hastalıklardan nasıl kurtulmuşsam, sizler de o mübarek daire-i kudsiyeye [kutsal daire] dehalet [sığınma] ettiğinizde, dünyevî ve uhrevî dertlerden, ateşlerden kurtulacak ve evlât ve iyâlinizin [aile fertleri] bir nevi çobanı olmak hasebiyle, o sevgililerinizi de kurtaracaksınız. Ve nurlara çalışmakla, her birerleriniz maddî ve manevî felâh ve saadete nail olacaksınız! Böyle olan milyonlarla Nur Talebeleri bu hakikate şahittirler.

620

“Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan [bağış] ettiği ezelî lütfuna karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfunu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle maişeti [geçim] sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nurun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] keramat ve imdadını müşahede ediniz.

Dünya fânidir; binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir. [derece] Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır. [tarla] Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya [tarla] en mübarek ve nur’ânî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer,” atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.

Ey Nurcular! Din düşmanlarının hücumlarından kat’iyen [kesinlikle] sarsılmayınız, fütur [usanç] getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyen [kesinlikle] inanınız ki, Nur’un şefaati, Nur’un duası, Nur’un himmeti [ciddi gayret] sizleri kurtaracaktır!

Kardeşiniz

 Mustafa Osman

ba

621

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Geçen kışta bana karşı suikastlerin, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile ve duanız yardımıyla gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akîm [neticesiz] kalan plânı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise, bu yakında Reisicumhur [Cumhurbaşkanı] Afyon’da demiş: “Bu vilâyette dinî cihette bir karışıklık çıkacağını zannederdik.”

Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hadise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebî müdahelesi hesabına ve Müslümanlar ve vatandaşlar arasında, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tâzipleri, [azap] onlara dünyada tam zarardır. Âhirette Cehennem ve sakar [cehennemin bir ismi] ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer, ve âhirette, inşaallah [Allah dilerse] Cennet ve âb-ı kevseri [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] kazandırır. Demek bu gizli plânı Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] ve Reis hissetmiştiler ki, buralarda umum me’murlar, hattâ vali ve kaymakam ve zabıta benimle görüşmekten kaçıyor ve ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat, elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını, zerre kadar aklı bulunanlar anladılar.

Gariptir ki, en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve istihdam [çalıştırma] edildi. Nurcular, çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkat ve temkinde [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] bulunmaları lâzımdır. Çünkü, mânevî fırtınalar var; bazı dessas [hilebaz, aldatıcı] münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer, tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifna etsin.

Hem Selahaddin’in, Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal [kuzey] cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma [halk tabakası] müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] ve vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ve hurmet-i riba ile, burjuvaları

622

avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.

Her neyse, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.

Said Nursî

ba

Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ederken, bu fıkra [bölüm] onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de fâidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, [bölüm] başımın yanında asılı duruyor.

1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2. Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle [geçip gitme] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.

3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatâlarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna kefaret ediyor.

4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] çok tatlı neticeleri var.

عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir.

Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, [Allah’ın kanunu] senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.

5. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 2 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] düsturunu [kâide, kural] kendine rehber et. Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, [geçici] ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat [geçici] lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Said Nursî

ba

623

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, muhterem kardeşim,

Evvelâ zatınızın bir risale kadar câmi ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemâl-i merakla [merakın son derecesi] okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] rumuzlu [ince işaretler] işârâtıyla [işaretler] pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede [iman hakikatleri, esasları] hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.).

Ve قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا إِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى 2 âyetinin nassıyla, Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhâbîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakikî şakirtlerinde [öğrenci] olmamak lâzım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı [Allah’a inanan] şaşırtıp ve şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î [ferdî, küçük] teferruata dair medar-ı ihtilâf [anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi] münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem, ölmüş insanları zemmetmeye [ayıplama, kötüleme] hiç lüzumu yok. Onlar, dar-ı âhirete, [âhiret yurdu] mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i beytin mukteza[bir şeyin gereği] değildir ve lâzım da değildir diye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir (r.a.) ve Talha (r.a.) ve Âişe-i Sıddîka (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, “içtihad neticesi” deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.” derler.

624

Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] Râfızîlerin [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın en büyük allâmesi [büyük âlim] olan Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem [ayıplama] ve lânet ise, medih [övgü] ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte [Allah için yapılan iyi işler] dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…

İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Alevîlikle ittiham [suçlama] etmekle birbiri aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilen en tesirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar.

Şimdi Haremeyn-i Şerifeyne [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyimi’l-Cevzî’nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] meşreplerini [hareket tarzı, metod] kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı [açığa çıkarma, gösterme] lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine [öğrenci] darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek [ayıplama, kötüleme] ve tekfir [küfürle itham etmek] etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde [küfürle itham etmek] hükm-ü şer’î [şeriatın hükmü, kanunu] var. Zem [ayıplama] ve tekfir, [küfürle itham etmek] eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok.

625

Çünkü tekfire [küfürle itham etmek] ve zemme müstehak hadsizdirler. Fakat zemmetmemek, tekfir [küfürle itham etmek] etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î [şeriatın hükmü, kanunu] yok, hiç zararı da yok.

İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] başta Eimme-i Erbaa [dört imam] ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnetin, mezkûr [adı geçen] hakikate müstenid [dayanan] olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis [söz konusu] ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler.

Hem o harplerde, çok ehemmiyetli Sahabeler, nasılsa iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakikî Sahabelere, Talha (r.a.) ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hatâ varsa da tevbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri [durumlar] tetkik etmektense, şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyete dehşetli darbeleri vuran ve binler lânete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir hâlet, [durum] mü’min ve müdakkik [dikkatli] bir zatın vazife-i kudsiyesine [kutsal vazife] muvafık gelemez.

Hattâ Sabri ile küçücük münakaşanız, hem Risale-i Nur’a, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] intişarına [açığa çıkma, yayılma] ehemmiyetli bir zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve müteellim [acı çeken] oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri’nin oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] beklerken, bilâkis üç cihetle Nura zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş diye düşünürken, iki üç gün sonra haber aldım ki, Sabri, mânâsız ve lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim. “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalâhaya [barış yapma] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] et” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında [parıltı] denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, [Allah’a inanan] değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak  

626

etmek ve medar-ı ihtilâf [anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi] meseleleri nazara almamak, nizâ [anlaşmazlık, çekişme] etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hücum ediyor. Senin, hamiyet-i diniyen [dinin koruyuculuğu] ve tecrübe-i ilmiyen ve Nurlara karşı alâkan sebebiyle, senden rica [ümit] ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki, büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.

Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâsını affettirir. Sizin âlicenaplığınızdan, [yüksek ahlâk sahibi] o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.

Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi olarak, Hazret-i Ali’nin (r.a.) takip ettiği adalet-i hakikiye [gerçek adalet] ve azîmet-i şer’iyye ile beraber zâhidâne, [tam bir zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takva içinde olarak] müstağniyâne, [tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde] muktesidâne mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve “Habrü’l-Ümme” ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ 1 bir düstur-u esasiye-i [temel kanun, anayasa] şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا 2 diyerek o fitnelerin kapısını açmayı ve bahsetmeyi caiz görmüyorlar. Çünkü, itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha (r.a.) ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük

627

zatlara itiraza başlar, zem [ayıplama] ve adavet [düşmanlık] meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in [lânetleme] ve tadlile [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri [büyük âlim] demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; [günahkâr] fakat sekeratta [can çekişme/ölüm anı] imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, şahısların hakkında nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ve delil-i kat’î [kesin delil] bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَالْمُنَافِقِينَ 1 gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî’ye mukabele [karşılama; karşılık verme] etmişler.

Senin müdakkikane ve âlimâne mektubuna karşı uzun cevap yazmadığımın sebebi, hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

628

 Dahiliye Vekili ile hasbihalden bir parçadır

Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle [yön] kanunsuz bir gadre [zulüm, acımasızlık] ve tazyike hedef olmuşum. Şöyle ki:

· Hem şiddetli suikast eseri olarak zehirlenmeden hasta;

· Hem gayet zaif, yetmiş bir yaşında ihtiyar;

· Hem kimsesiz, acınacak bir gurbette;

· Hem palto ve fanilâ ve pabucunu satmakla maişetini [geçim] temin eden fakîrü’l-hal;

· Hem yirmi beş sene münzevî olmasından, binden ancak tam sadık bir adamla görüşebilen bir merdumgiriz, mütevahhiş;

· Hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] inceden inceye tetkikten sonra bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] beraatine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir mâsum;

· Hem eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlâd-ı vatan;

· Hem şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebî ifsadlarından [bozma] kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla [eserler/asırlar] bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyetperver; [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi, yirmi beş senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam;

Hem âhiretine ve ihlâsına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden [halkın ilgisi, sevgisi] kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından [güzel düşünce] ve medihlerinden [övgü] çekinen, beğenmeyen bu biçare Said’e, başta Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ zabıtasını musallat edip, hergün bir ay haps-i münferid [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] azâbını çektirmek ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde tek başıyla bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi]  

629

durmaya mecbur etmeğe, hangi maslahatınız [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] eder? Hangi kanun bu dehşetli gadre [zulüm, acımasızlık] müsaade eder diye, hukuk-u umumiyeyi [kamu hukuku] muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasıyla Dahiliye Vekiline [İçişleri Bakanı] beyan ediyorum.

 Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk]

ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen

Said Nursî

ba

Eski dahiliye vekili,şimdi [İçişleri Bakanı] parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey,

Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida [dilekçe] Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. Hem eski dahiliye vekili, [İçişleri Bakanı] hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rükn [esas, şart] ü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibarıyla size bir hakikati beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur:

Senin, kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi [İslâm birliği] muhafaza eden ve âlem-i beşeriyeti, [insanlık âlemi] küfr-ü mutlaktan [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri!

Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-i imana [iman hakikatleri, esasları] sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen [kesinlikle] haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle [delil] ispat ederim ki,

630

âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] muhabbet ve uhuvveti [kardeşlik] yerine, dehşetli bir nefret; ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; [düşmanlık] ve şimdi âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mahva çalışan küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kal’a[kale] ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden [kuzeydoğu] çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, [her açıdan inkârcılığa düşmek] istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun [namus sahibi] servetini serserilere ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak, ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, [karışma, bütünleşme] ittihad [birleşme] etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve îman bütünlüğüdür. Evet bu milletin hamiyetperverleri [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve milliyetperverleri, [milliyetçi, milletini seven] herşeyden evvel bu mümteziç, [birleşik, karışık] müttehid [aynı noktada birleşen] milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatleri, esasları] terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] yerine ikâme etmek ve düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] yapmakla o cereyanı durdurur inşaallah. [Allah dilerse]

İkinci cereyan: Eğer siz, hamiyetperver, [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] milliyetperver [milliyetçi, milletini seven] adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç dört şahsın inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcut haseneleri ve inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] iyiliklerini onlara verip ve mevcut dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç dört adamın üç dört seyyiesi [günah] üç dört milyon seyyie [günah] olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına [ruhlar] bir mânevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılâpçı [değişen] adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle [ciddi gayret] vücut bulan haseneleri o üç dört adama verilse, o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.

Salisen: [üçüncü olarak] Size karşı elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] var. Eğer bu muarızlarınız [itiraz eden, karşı gelen] hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] namına çıksaydı, birden sizi mağlûp ederdi.

631

Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalifi, fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfürû etse de, kalben bağlanmaz.

Hem, bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan [rüşvette sınırsızlık; her istenileni vermek] başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, [delil] çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize [zeki oluş] havale ediyorum.

Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] icbarıyla [zoraki, zorlama] yapılan tahribatları—hususan an’ane-i dîniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza [kusurlar] kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, [milliyetçi, milletini seven] hamiyetperver [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] namına müstehak olursunuz.

Rabian: [dördüncü olarak] Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için idam-ı ebedîdir, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] yüz bin cemiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edemez. Ve madem Kur’ân, o idam-ı ebedîyi, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ehl-i iman [Allah’a inanan] için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis dikkat eden feylesofları imana getiriyor ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ehl-i vukufunuz [bilirkişi] Risale-i Nur’u tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki hüccetlerine [delil] itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] olduğuna Türk milletinden, hususan mektep görmüş gençlerden yüz bin şahit gösterebilirim. Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok  

632

diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında, vatandaşların haline ağlayan bir biçareyi dinlemek lâzımdır.

Bu istida, [dilekçe] yirmi seneden beri hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında bir defa olarak beni tâzip [azap] eden Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] Hilmi’ye hitaben yazılmış, berâ-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Mânâsız, lüzumsuz dört beş defa bana sıkıntı verdiler. “Senin yazın böyle değil; kim sana böyle yazmış?” diye resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: “Böylelere müracaat edilmez; yirmi sene sükûtum haklı imiş!”

Ey Emirdağı hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbihali bir sene evvel yazmıştım. Fakat vemedim, sakladım. Şimdi, beş cihetle kanunsuz beni hususî ikametgâhımda bir hizmetçiden men ve müdahale etmeleri gibi dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum.

ba

633

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşim ve bu fâni dünyada hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve ciddî bir arkadaşım,

Evvelâ: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zâtınız ve bazı Erzurumlu zatların, benim bu işkenceli ve mazlumiyet hâletimde [durum] şefkatkârane ciddî alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnetdarım; âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin mâşaallah ve bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] derim.

Saniyen: [ikinci olarak] Mesleğime ve Risale-i Nur’dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hadiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma [hayat kanunu] da münâfi [aykırı] olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim.

Birincisi: Otuz sene evvel Dârü’l-Hikmet‘te [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâ iken, birgün, arkadaşımızdan ve Dârü’l-Hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsından Seyyid Sadeddin [asıl konu, esas mânâ] Paşa dedi ki:

“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi yani zındıkayı (dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”

Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez” dedim.

İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü [genişleme, yayılma] etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar. En son dehşetli plânları, sabık [daha önceden geçen] Dahiliye Vekilini [İçişleri Bakanı] ve Afyon’un sâbık [önceki, geçmiş] Vâlisini, Emirdağının sabık [daha önceden geçen] kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeleridir. Benim gibi zaif, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda yapmış ve herkesteki korku o dereceye varmış ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde,

634

inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete [sığınma] mecbur etmedi…

Üçüncüsü: İki sene, iki mahkeme, ellerinde tetkik edilen bütün Risale-i Nur eczalarında kanunca bir vesile bulamayıpHaşiye bizi ve Risale-i Nur’u beraat ettirdikten sonra, zındıka komitesi, münafık bazı memurları vesile ederek, merkez-i hükûmette resmî bir plân çevirip beni bütün bütün hilâf-ı kanun [kanun dışı] olarak bütün dostlarımdan ve talebelerimden tecrit ve sıhhat ve hayatım noktasında en fena bir yerde, beni nefyetmek [inkâr etmek] nâmı altında, haps-i münferid [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] mânâsında beni Emirdağına gönderdiler. Şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, iki maksatla bu muameleyi yapıyorlar.

Birisi: Eskiden beri ihaneti kabul etmediğimden, beni o surette hiddete getirip bir mesele çıkararak mahvıma yol açmaktı. Bundan birşey çıkaramadıkları için, zehirlendirmek vasıtasıyla mahvıma çalıştılar. Fakat inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile, Nur şakirtlerinin [öğrenci] duaları tiryak [derman, ilaç] gibi, panzehir gibi ve sabır ve tahammülüm tam bir ilâç gibi o plânı akîm [neticesiz] bıraktı, o maddî ve mânevî zehirin tehlikesini geçirdi. Gerçi hiçbir tarihte, hiçbir hükûmette bu tarzda işkenceli zulümler, kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde, damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu. Fakat birden kalbime ihtar edildi ki, bu zalimlere hiddet değil, acımalısın. Onların herbirisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten [geçici] verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve mânevî Cehennemlere mâruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı, “aklı varsa” dünyada da kaldıkça, geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. “Allah ıslah etsin!” dedim.

635

Hem bu azap ve işkenceler pek büyük sevap kazandırmakla beraber, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] yerine ve onların bedeline benimle meşgul olup yalnız beni tâzip [azap] etmeleri, Nurculara büyük bir fâide ve selâmetlerine hizmet olması cihetinde de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ve müthiş sıkıntılarım içinde bir sevinç hissediyorum.

Dördüncüsü: Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:

Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ [bağımlı] olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda “Mısır’da, Amerika’da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yâd edilecektiniz” diye yazıyorsunuz.

Aziz, dikkatli kardeşim,

Biz, insanların hürmet ve ihtiramından [hürmet etme, saygı gösterme] ve şahsımıza ait hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve ikram ve tahsinlerinden [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. [aykırı] Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz. Yalnız Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] lemeatı [parıltılar] olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını [kıymet, değer] ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir mânevî kerâmâtını [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekliyoruz.

636

Şahsıma ait ehemmiyetsiz ve cüz’î [ferdî, küçük] bir maddeyi haşiye [dipnot] olarak beyan ediyorum:

Madem Recep Bey ve Kara Kâzım seninle dost ve zannımca eski Said’le de münasebetleri var. Onlardan iyilik istemek değil, belki bana karşı selefleri [önce gelen, önceki, yerine geçilen] gibi mânâsız, lüzumsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakikaten buranın maddî ve manevî havasıyla imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı hem dışarıdan, hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazan bir günü, Denizli’de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulümle hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter! Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münafıkların plânları akîm [neticesiz] kalmasıyla kat’iyen [kesinlikle] tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiş ki, şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm [kuruntu] etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava [hava değişimi] için mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] bir iş’ar [işaret etme, belirtme] olsa, münasip olur. Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

ba

637

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

[Maddî ve mânevî bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.]

Deniliyor ki: “Neden Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvvetli hüsn-ü zanları [güzel düşünce] ve kat’î kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar [kaynak, dayanak] olan bir makamı ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim [hizmetçi] gösteriyorsun?”

Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri [delil] var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin [telif eden, kitap yazan] kabiliyetine bakıp, makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’î hüccetlerine [delil] dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor.

Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad [dayanak noktası] olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle [hile, aldatma] beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zaif ve yeni müştakları [arzulu, aşırı istekli] bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.

Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları [güzel düşünce] kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakikî, dinî makam ise, Mektubat’ta İkinci Mektubun âhirindeki kaideye göre, “Şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] eğer—hâşâ!—ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir. Kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.

638

Birşey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mâni var.

Birisi: Faraza velâyet [velilik] olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin [velilik] mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete [alçakgönüllülük] münafidir. [aykırı] Nübüvvetin [peygamberlik] vereseleri [varisler, mirasçılar] olan Sahabeler gibi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.

İkinci mâni: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î [ferdî, küçük] ve muvakkat [geçici] ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki [siyaset adamları, politikacılar] düşmanlarım, mezkûr [adı geçen] hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli [büyüklük, yücelik] Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güyâ Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbaından [kaynak] nurları alıyor.

Said Nursî

ba

639

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu şâşaalı baharın çiçeklerini temâşâ etmek için arabayla bir iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde [üstünde] bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârâne tesbihat edip, lisan-ı hal [beden dili] ile Sâni-i Zülcelâllerinin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını takdir edip alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] hissettiğimden, hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] müştak [arzulu, aşırı istekli] hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmeye ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeye iştiyak [arzu, istek] cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi.

Birden hissiyata da, damarlara da sirayet [bulaşma] eden iman nuru o îtiraza karşı gösterdi ki:

“Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve zînetlere maddî cihetinde mazhar [erişme, nail olma] olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün [güzellik] ve cemal ve rahmet ve hayatın mânevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakikî ve daimî ve mânevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka [arzu, istek] lâyıktır.” diye o kör hissiyatın ve dünyaperest nefsin itirazını tamamıyla izale [giderme] ve def etti.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ 2 dünyaperest nefsime de dedirtti.

Said Nursî

ba

640

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte, inşaallah [Allah dilerse] Nur’un şirket-i mâneviyesi [mânevî şirket, ortaklık] o kazanca mazhar [erişme, nail olma] olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar, Nurcular ihlâs ile birbirinin dualarına mânevî âmin demeli ki, birisi o sekseni kazansa, herbiri derecesine göre hissedar olur. En zayıf ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette mânevî yardım edersiniz…

Saniyen: [ikinci olarak] Nurların erkânlarından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bir iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasından müracaat etmeyip ve ilâçlarını da yemeyip çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret [danışma] etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerin içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikati izhara [açığa çıkarma, gösterme] mecbur oldum. Belki size de fâidesi var diye yazıyorum. Onlara dedim ki:

Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zaif bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin.

En zaif damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verildikçe, his, nefs, cisim galebe [üstün gelme] eder; “Zarurettir, mecburiyet var” der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit [baskıcı, diktatör] bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedakârane, ihlâsla hizmete zarar verir.

Hem gizli düşmanlarım da bu zaif damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tamah ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü insanın en zaif damarı olan “korku” cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.

Sonra insanın bir zaif damarı “derd-i maişet [geçim derdi] ve tamah” cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zaif damardan birşey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, onların mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti

641

yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen “Neyle yaşıyor?” diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.

Sonra en zaif bir damar-ı insânî olan “şan u şeref ve rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zaif damarımı tutmak için, emredilmiş ihanetler, tahkirler, [aşağılama] damara dokunduracak işkenceler yaptılar, hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen [kesinlikle] anladılar ki, onların perestiş [aşırı derece sevme] ettiği dünyanın şan u şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u cah [makam sevgisi] ve şan u şeref-i dünyeviyeye [dünyaya ait şeref] beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihetle divane biliyoruz.

Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zaif damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak [arzulu, aşırı istekli] olan “mânevî makam sahibi olmak ve velâyet [velilik] mertebelerinde terakki [ilerleme] etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe [üstün gelme] çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye, [iman hizmeti] şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve kemâlât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaif damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlûp oldular.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-i Leyle-i Kadri şefaatçi ederek rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz.

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

642

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bu son Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdadıyla; [baskı ve zulüm] ve merhametsiz tahribatıyla; ve bir düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle; [ümitsiz] ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın, [kabiliyet] mahiyet-i insaniyesinin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla; ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert, sağır olan tabiatın Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde [yeryüzü] pek çirkin, pek gaddârâne [acımasızca] hakikî sureti görünmesiyle; elbette, hiçbir şüphe yok ki, şimalde, [kuzey] garpte, [batı] Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] olan hayat-ı dünyeviyesi [dünya hayatı] böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede her asırda üç yüz elli milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikle imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyetle [kutsal, kusursuz ve yüce] bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için

643

hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla belki sarihan [açık] ve işareten on binler defa dâvâ edip, haber verip, sarsılmaz kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle [delil] hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ders vermesi, elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabule çalışan meşhur hatipleri ve din-i hak[hak din] arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi, rû-yi zeminin [yeryüzü] kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve hükûmetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz ve hiçbirşey bu mu’cize-i ekberin [en büyük mu’cize] yerini tutamaz.

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübrânın [büyük mu’cize] elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid [inatçı] düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir [aydınlatma] edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin [Kur’ân hazinesi] dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan ve ondan başka me’haz [kaynak] ve mercii olmayan bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalar ve gayet muannid [inatçı] zındıklara tam galebe [üstün gelme] çalmış ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında [çok büyük ve geniş daire] ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ‘daki [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle [delil] gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] göstermiş. Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı [öğrenim, eğitim] için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, [öğrenci] mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim, hem mârifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] hem ibadettir. Eski medreselerde beş on

644

seneye mukabil, inşaallah [Allah dilerse] Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok fâidesi bulunan bu Kur’ân lemeatlarına [parıltılar] ve dellâlı [davetçi, ilan edici] bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara kefaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.

Kardeşlerim,

Merak etmeyiniz ve Nurun fevkalâde perde altındaki fütuhatına [fetihler, yayılmalar] kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında bu derece tesirli intişarını [açığa çıkma, yayılma] tarih göstermiyor.

Hem tam serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti: Nurların fevkalâde kuvvetinden korkuyorlar. Belki sarsıntı verecek diye, tam takdir ve kabul etmekle beraber, şimdilik resmen intişarından [açığa çıkma, yayılma] telâş ettiklerini, Diyanet Reisi büyük reisle görüşmesinden haber alınmış. Eski gibi hücum yok; belki musalâha [barış yapma] istiyorlar. Fakat Nurlar lehinde [tarafında] kuvvetli cereyanlar, inşaallah [Allah dilerse] o telâşı, iştiyakla [arzu, istek] resmen neşrine çevirecek. Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] etmek için, Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damarıyla taraftar olmuyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Risale-i Nur, hacılarla hariç âlem-i İslâma [İslâm âlemi] yayılıyor, kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam’a el yazısı ile gönderdiğimiz Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] heyet-i ilmiye on beş gün tetkik etmiş, tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: “Biz bunu mecmualar halinde kısım kısım tab [basma] edelim, hem bunu birden tab [basma] etmeye çok para lâzım.”

Said Nursî

ba

645

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Size hem acip, hem elîm, hem lâtif [berrak, şirin, hoş] bir macera-yı hayatımı [hayat çizgisi] ve düşmanlarımın hem şenî, [çirkin] hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nura karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:

Tarih-i hayatımı [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] bilenlere malûmdur. Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hâle hayret ederek bana sordular: “Neden bakmıyorsun?”

Derdim: “İlmin izzetini [büyüklük, yücelik] muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”

Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kağıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, [özel gün] Köprüden tâ Kağıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâha ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Tâha ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler:

“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”

Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] olmasından, istemiyorum.”

Hem bütün tarih-i hayatımda [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını [bağış] almaktan çekindiğimi, benimle arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] ve siyasî bütün ezvakını [mânevî zevkler] ve  

646

merakını terk ettiğim ve idam [hiçlik, yokluk] gibi ehl-i garazın [kin ve düşmanlık güdenler] bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğim, yirmi sene işkenceli esaretimdeki, iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat’î göründü.

İşte, yetmiş beş sene devam eden bu düstur-u hayatım [hayat kanunu] varken, Risale-i Nur’un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle, şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makamı işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: “Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar.” Halbuki benim kapım gecede dışarıdan ve içeriden kilitli, sabaha kadar bir bekçi, o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki, ben, işâ [yatsı] namazından sonra, tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.

İşte böyle bir iftiraya bir sefih, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurcuları lekedar [lekeli] etmek için kurduğu plânıyla, bu yeni hadiseyi vesile edip şakirtlere [öğrenci] leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlâhiye, [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] o plânı da harika bir tarzda akîm [neticesiz] bıraktı.

Bu beyanla ben nefsimi tebrie [beraat ettirme] etmiyorum. Belki “Kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet-i imaniye, [iman hizmeti] o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş; ve o hizmetteki mânevî zevk ona kâfi [yeterli] geliyor” demek istiyorum ve Nurcuların ihtiyat [dikkat, tedbir] ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Makine işinde tecrübeli ve muktedir hususî kâtibi size gönderiyorum. Kendim zahmetle yazdığımdan, bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.

…………..

Rabian: [dördüncü olarak] Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının [fetihler, yayılmalar] müjdelerini hâvi [içeren, içine alan] parlak, güzel mektubunu aldım. Ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş’ler, Zehra’lar, Lütfiye’ler Ulviye‘ler, [yüce] gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulûsi’nin, hem Feyzi’nin mektuplarını leffen gönderiyoruz.

Said Nursî

ba

647

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve haccü’l-ekberde bulunan Nur şakirtleriyle [öğrenci] ve hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklâliyetini [bağımsızlık] kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye [İslâm devleti] şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, [İslâm devleti] Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye [İslâm devleti] ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu büyük bayramının mukaddemesini [evvel, önce] tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.

Saniyen: [ikinci olarak] İstanbul’da, Re’fet Beyin ve Mustafa Oruç’un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra darülfünuna [üniversite] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا * وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا 2 hatt-ı Kur’ân ile o mânidar Kur’ân âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’âniyeye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversite ileride bir Nur medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi, Denizli Nurcularından Ahmed‘lerin [çokça medhedilen, övülen] meşhur âlim ve akılca on dokuzuncu asrın en büyüğü ve içtimaî [sosyal, toplumsal] feylesofların en ilerisi Bismarck’ın eserinden aldıkları bir fıkrada, [bölüm] o yüksek Bismarck, eserinde diyor ki:

648

“Kur’ân’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli [benzer] ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.”

Ve Peygambere hitaben der:

“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Beşeriyet senin gibi mümtaz [seçkin] bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

 Bismarck

diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında [bölüm] tahrif ve nesh [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] olunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis [eksiltme, değerini indirme] ettiği için, o cümleler yazılmamalı; ben de işaret ettim.

O zât on dokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması; hem âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] istiklâliyetini [bağımsızlık] bir derece elde etmesi; ve ecnebî hükûmetlerin hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] araması; ve garp [batı] ve şimal-i [kuzey] garbîde Kur’ân lehinde [tarafında] büyük bir cereyan bulunması; hem Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Carlyle dahi aynen Bismarck gibi demiş: “Başka kitaplar, hiçbir cihette Kur’ân’a yetişemez. Hakikî söz odur, onu dinlemeliyiz” diye kat’î karar vermesi; ve Nurların da her tarafta fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve ileri gitmesi, büyük bir fa’l-i hayırdır ki, ecnebide çok Bismarck ve Mister Carlyle’lar çıkacaklar ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismarck’ın fıkrasını [bölüm] leffen gönderiyoruz.

ba

649

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir. Hattâ, benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, mübarek bir âlimin takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarıyla, salih ve büyük bir âlimi onun fikrine muhalif olmasından tekfir [küfürle itham etmek] derecesinde tahkir [aşağılama] edip kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz [aşkın] bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik karışsa, böyle acip hatâlara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 dedim, o zamandan beri siyaseti terk ettim.

O halimin neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki, yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve on sene Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmadım, bilmedim. Ve merak etmedim; ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nurdaki ihlâsa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka, istirahatim için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki, hapiste size yazdığım gibi, benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkence ile tâzip [azap] edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahit olunuz ki, ben, onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki üç senede dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.

Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyordum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin.

650

Nurun hakikî şakirtlerine [öğrenci] Nur kâfidir. Onlar da kanaat etsin, başka şereflere veya maddî, mânevî menfaatlere gözünü dikmesin.

Hem münakaşa, münazaa [ağız kavgası; çekişme] ve mesail-i dîniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın. Hattâ, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur’un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahesesi, aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbe geldi. Hattâ o Nurdan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi, neden böyle şiddetli hiddet ettim? Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatâsını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatâsını itiraf etti. İnşaallah o kefaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.

Dört beş aydan beri bir zât, bana buraya bir gazete gönderiyormuş. Ben yeniden haber aldım ki, bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nurdan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zât, bir mektup içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zâtın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu. Biz korktuk, sana söylemedik.”

Ben de dedim: “O zâta benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş. Hem hasta, hem hususî mektubu kardeşime de yazamadığımdan o zât gücenmesin.”

Oradaki umum dostlara, hususan Hafız Emin ve Hafız Fahreddin [gurur, övünme] gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz.

ba

651

Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un, Haremeyn-i Şerifeynce [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir alâmet şudur ki:

Denizli kahramanı Hafız Mustafa, İstanbul’dan aldığı Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Sirâcü’n-Nur‘u—ki [nur lâmbası] Hindistan ulemasına gönderilecekti—onları alıp, yolda bazı hacılara okutup, beraber Medine-i Münevverede Keşmirli gayet meşhur bir âlim ve Türkçeyi de güzel bilen zata teslim etmiş. O zat da çok takdir edip kat’î teminatla Hindistan ulemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvereye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini ve sair yerlere de gönderilen mecmualar selâmetle yetiştiğini Denizlili Hafız Mustafa’ya arkadaş olup ve yolda Nurları okuyarak giden hem genç, hem Nurcu iki Afyonlu hacı ve başka hacılar, bu müjdeli haberi bana getirdiler ve hariçte Risale-i Nur’un ehemmiyetli revacını [kıymet, değer] ve makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] müjdelediler.

Said Nursî

ba

652

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Siz hiç merak etmeyiniz….

Bu yirmi sene yüzer tecrübeyle inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi, bu yeni mânâsız ve bütün bütün kanunsuz, dehşetli, gaddarâne zulümden bizi kurtaracağına kat’î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek, binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlâhîye [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] ve sevaba mazhar [erişme, nail olma] olmakla beraber, pek çok biçare ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarına başka bir tarzda bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet hükmüne geçtiğini rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] pek kuvvetli ümit ediyoruz.

Bu hadisenin on vecihle [yön] kanunsuz olduğunu beyan ediyorum:

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun [bilirkişi] ve Ankara’nın yedi makamatının ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikle nazardan geçtiği halde, ittifakla, hiçbir muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraatine, hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşıyla birlikte beraat edildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Dersiniz ki; beraatden sonra üç buçuk sene Emirdağı’nda münzevî, garip, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgüyle kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmasa yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini [kaleme alma] de bırakıp daha telif [kaleme alma] etmeyen bir adama, dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak, yanına gelip Arabî evradından, [okunması âdet olan dualar] başındaki bir-iki levha-i imaniyeden başka taharrîciler [araştırma] birşey bulamadıkları halde bu eziyetin ne derece hilâf-ı kanun [kanun dışı] olduğunu, zerre kadar aklı bulunan anlar.

Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şahidin tasdikiyle, yedi sene ikinci Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] bilmeyen ve merak edip, sormayan—ki, şimdi on senedir aynı o halde bulunan—ve yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen

653

ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini kendine celb [çekme] etmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi (siyasî entrikacısı gibi), onun menzilini ve inzivagâhını [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] basıp, hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı ruhuna vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hale acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik, tarikatçılık olduğu, evham ve bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazıyla onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde cemiyetçilik, tarikatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nur’un bir küçücük parçası olan “Tesettür Risalesi“ni [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bahane ederek kanunen değil de, yalnız kanaat-i vicdaniye ile, yüz yirmi şakirt [öğrenci] içinde beş on şakirde [talebe, öğrenci] altı ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, [tevkif edilmiş, tutuklu] bir buçuk ay da hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi, yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçılık gibi birkaç bahaneyle, bütün yirmi senelik mektubat ve telifatlarını [kaleme alma] inceden inceye tetkikle beraber, Ankara’nın Ağır Ceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar, Ankara ve Denizli mahkemesinde nazar-ı tetkikte [araştırıp inceleyen bakış] kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetçilik ve tarikatçılık ve sair bahaneleri cihetinde beraat kararı verip, o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir siyasî adam tarzında onu ittiham [suçlama] etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut [alçalış, düşüş] etmeyen bilir.

Beşincisi: Bir adam ki, hakikî meslek ve meşreb [hareket tarzı, metod] ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği yirmi otuz senelik hayatında düstur [kâide, kural] kabul ettiği bir hâlin zıddıyla onu itham [suçlama] etmek nev’inden, kanunsuz ve keyfî bu tarruz hadisesinin mahiyeti şudur ki: Ben Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana

654

zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ beddua da edemiyorum. Hattâ, en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, [günahkâr] belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden [karşılama; karşılık verme] beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî ve mânevî darbe gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen, o zalim gaddara ilişmiyorum, bazan da helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat [şefkatin içinde gizli olan sır] içindir ki, idare ve âsâyişe kat’iyen [kesinlikle] ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilâyetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki, “Bu Nur şakirtleri [öğrenci] mânevî bir zabıtadır, idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirtlerin [öğrenci] de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesiyle tasdik ve teyid ettikleri halde, o biçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde birşey bulunmamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ Kur’ân’ı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun müsaade eder.

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dünyanın muvakkat [geçici] şan u şerefinin ve enaniyetli hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve şöhretperestliğin ne kadar zararlı ve ne kadar fâidesiz ve mânâsız olduğunu—hadsiz şükür olsun ki—Kur’ân’ın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] mücadele edip, mahviyetle [alçakgönüllülük] benliği bırakmak ve tasannu [yapmacık] ve riyakârlık yapmamak için, elden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve teveccüh-ü nâs [insanların alâkası, ilgisi] ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten, herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçması ve hem has kardeşlerinin, onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] reddedip, o halis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onların onun hakkında medihlerini [övgü] ve ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce]

655

kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip, bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] verip, kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden, onun hakkında ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip medhederek bir makam vermesi ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vâizin [nasihat veren] bazı sözleriyle, acaba hangi kanunla medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olur ki, o biçare ve hasta, çok ihtiyar, garip ve münzevînin odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharrî [araştırma] memurlarını sokmak, hem evradından [okunması âdet olan dualar] ve levhalarından başka bir bahanede bulmamak, acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada, dahilde, o kadar dahilî-haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut [sınırlanmış] birkaç arkadaşına bedel binler diplomatları kendisine tarafdar kazanmak için zemin hazırken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb [çekme] etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, arkadaşlarına yazıp, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhiretiyle meşgul olan bir biçarenin, âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor?

Bu vatana, millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde, üç mahkeme medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olacak, içinde hiçbir maddeyi bulmayan, millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakikî nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] uhuvvetini [kardeşlik] ve bu millete dostluğunu iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle üç ay tetkikten sonra tenkit etmeyerek tam kıymetini takdir edip, “kıymettar eser” diye  

656

Diyanet kütüphanesine [kitaplar] konulan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeye acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf, müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden [inkâr] sonra serbestiyet verildiği vakit, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek gurbeti, kimsesizliği tercih edip—tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ve siyasete temas etmesin—ve çok sevaplı olan camideki [cansız] cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek gibi bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle, yüz binler kıymettar Türk zatların tasdikiyle, bir dindar müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] Türkü, lâkayt [duyarsız] çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camie gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve âsârıyla [eserler/asırlar] İslâmiyetin uhuvvetine [kardeşlik] ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedid [şiddetli] düşmanına karşı menfî hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayarak, bedduayı dahi etmeyen bir adam hakkında, resmî lisanla ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için “O Kürttür, siz Türksünüz; o Şâfiîdir, [şifa verici] siz Hanefîsiniz” deyip halkları ürkütüp, ondan çekindirmeyi hangi maslahat, [amaç, yarar] hangi kanun müsaade eder?

Dokuzuncusu: Çok mühimdir, kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat [amaç, yarar] bulunmadığı halde sırf mânâsız evhamdan ve bir habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmaktan ibaret hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Buna da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ederek böylece on vecihle [yön] kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deriz.

Said Nursî

ba

657

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Nurun ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerremeye götürüp gayet büyük bir Hindli âlim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ali Şimşirî’ye teslim edip, hem Hintçe tercüme etmeye ve hem de Hind’e de göndermeye teminat alan Nur’un ehemmiyetli kahramanlarından kardeşimiz Hafız Mustafa’ya binler bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve mâşaallah ve es’adekâllah deriz. Medresetü’z-Zehra, Mekke-i Mükerremedeki o büyük zâtla muhabere etsin.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defaki hadisede, bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur:

Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle gece içinde Afyon Vâlisi, Emniyet Müdürüyle buraya gelip gecede menzilimi basmak istemişler. Müdde-i Umumî [savcı] muvafakat etmediğinden, sabaha kadar bekleyip, en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tayin edip, kilidimi kırıp füc’eten [ansızın, birdenbire] baskın vermeleri; hem aynı günHaşiye faytonla çıktığım vakit, burada emsali vuku bulmayan bir şekilde beş tayyare pek aşağıda uçup benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki üç defa dönmeleri, ikinci gün başka bir tarafa, çok görünmeyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken, aşağıda uçan beş tayyarenin birşey arıyor gibi döndüklerini gördük, anladık ki, bizi arıyorlar. Yine aynen evvelki gün gibi, o beş tayyare etrafımızda, kasaba üstünde gezip, odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki, bir habbe [dane, tohum] yüz kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapılmış. Burada böyle mânâsız, evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medresetü’z-Zehra’nın kahramanlarına buraya nisbeten bu üç senede on dereceden yalnız bir derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnettarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi bildirirsiniz.

Said Nursî

ba

658

 Heyet-i Vekileye ve milletvekilleri riyasetine

 cüz’î, fakat ehemmiyetli bir maruzatımdır [arz edilenler, takdim edilenler]

Otuz seneden beri hayat-ı siyasiyeden [siyaset hayatı] çekildiğim halde, bu sırada bir defaya mahsus olarak, vatanî ve millî ve âsâyişî bir meseleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Çok emârelerle kat’î kanaatimiz geldi ki, anarşilik hesabına bana ve bu Emirdağı kasabasına ve dolayısıyla bu vatana bir suikast var ki, bir habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir hadiseyi dağ gibi gösterip, sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip, anarşilik hesabına ve bir ecnebî plânıyla bize, yani biçare vatandaşlarımızı idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve şübehat-ı uhreviyeden kurtarmaya çalışan Nur şakirtlerine, [öğrenci] bütün bütün kanunsuz ve keyfî hücum edildi. Pek zahir bir garaz ile, evham yüzünden, baruta ateş atmak gibi, bu vatana ve âsâyişe beni bahane edip suikast edildi. Şöyle ki:

Üç mahkeme, yirmi senelik mektuplarımı ve kitaplarımı ve hallerimi inceden inceye tetkikten sonra bize ve kitaplarıma beraat verdiği halde; ve üç seneden beri telifatı [kaleme alma] terk ettiğim ve haftada ancak bir mektup yazabildiğim ve mecbur olmadan herbiri bir gün nöbetle zarurî hizmetimi yapan üç-dört terzi çırağından başka kimseyi kabul etmediğim halde; ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip bir hadise çıkarmak için, tahkir [aşağılama] ve ihanet kastıyla, kanunsuz ve garazla, beni taharri [araştırma] ile kapımın kilidini kırıp, Kur’ân’ımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen buradaki memurlara âmirâne demiş ki: “Said’i iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp, zorla başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirip öylece ifadeye getirmeliydiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz” diye, ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şek [şüphe] ve şüphe kalmadı ki, beni tahkir [aşağılama] ve ihanet edip, hiddete getirip, âsâyişi bozmak garazı tâkip ediliyor.

659

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatine ve onlardan belâların def’ine feda etmek için bana bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ihsan [bağış] eylemiş ki, ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat [hakaretler, aşağılamalar] ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin âsâyişine, hususan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…

İşte, sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emâresi şu ki: Benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zaif, tek başına bulunan bir adam için, on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon Müddeiumumîsi [savcı] benim için buraya gelmesi ve iki günde, herbir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması ve beş polis hafiyesinin [gizli çalışan, casus] burada bana tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edenlere ilâve edilip, ahvâlimi [haller] tecessüs [gizlice araştırma] etmek için gönderilmesi ve postahanelere, bana ait mektupların müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor ki, Şeyh Said ve Menemen Hadisesinin on misli [benzer] bir hadiseyi evhamla düşünmüşler, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] söylemişler ki, böyle bir vaziyet alıyorlar. Benim eski hayatımı zannedip, ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilâkis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir Sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi, bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar [hazırlama] ediyorlar.

Evet, eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı, on Menemen, on Şeyh Said Hadisesi gibi bir hadiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.

Hem, üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilâyetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mâzuriyetim ve inzivama [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir

660

ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren ahâli içinde başıma şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersinde kardeşâne alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamaya vesile olacaktı.

Zaten ecnebî parmağıyla, güya hakkımda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr [adı geçen] maksat için yapıldığına, çok emârelerle kat’î kanaatimiz geldi. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü âmmeden [halkın ilgisi, sevgisi] kaçmış ve şân u şeref ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebedîye [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum. Yâ Rabbî, [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım] onların imanını Risale-i Nur’la kurtar! İdam-ı ebedîden, sırr-ı Kur’ân‘la [Kur’ân’ın sırrı] terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum.

Said Nursî

ba

661

Bediüzzaman Said Nursî’nin ders ve irşadıyla [doğru yol gösterme] hakikate ulaşan ve Nur hizmetinde çok kıymettar ve yüksek hizmetleri sebkat eden kahraman ve halis bir talebenin, Üstadın mâhiyetini tarif eden ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir ifadesidir.

Bugünde, mele-i âlânın [en yüce mertebe] arzda medar-ı süruru, [sevinç ve neşe kaynağı]

Bugünde, sekene-i arzın [dünyalılar] mele-i âlâda [en yüce mertebe] medar-ı iftiharı, [övünç kaynağı]

Bugünde, Habibullahın [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] medar-ı nazarı, [bakışları üzerinde toplayan]

Bugünde, Müslümanlığın sertacı,

Bugünde, hak tariklerin şahı,

Bugünde, hakikatlerin imamı,

Hem bugünde mahbub-u Hüdâ,

Hem bugünde allâme-i asır.

Hem bugünde zulmetin nuru,

Hem bütün günlerde serdar[kumandan] hidayet,

Hem Molla Saidü’n-Nursî.

Hem Bediüzzaman el-Fahrüddevranî…

 Hüsrev

ba

662

Merhum Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur Hakkındaki Manzumesi [düzenli]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَۤا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ * 1

âyetinin veraset-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in varisliği] (a.s.m.) cihetinde, mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-Âlemînin [âlemlere rahmet olarak gönderilen] bir ayinesi ve hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bir hakikî tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir nümunesi olmasından, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) bir kısım evsafı, [vasıflar, nitelikler] mânâ-yı mecâzî ile cüz’î [ferdî, küçük] bir vârisine [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] verilebilir diye, bu parlak kasideye [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ilişmedim.

Yalnız hakikat-i Ahmediye (a.s.m.) âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.

Said Nursî

Huzur bulur bugün seninle âlem,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Sürur [mutluluk] bulur bugün seninle âdem,

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bu hasta gönüller çoktan perişan,

Varsa sende eğer Lokman’dan nişan,

Bir şifa sun, gel, ey mahbub-u zişan,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gelmez mi sonu bu uzun hicenin,

Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin?

Zâri arttı, sabrı bitti nicenin,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

663

Fahr-i Âlem, [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Arştan bu yere indi,

Şâh-ı Velâyet [velîlik makamının şâhı, başı] gelip Düldül’e bindi,

Zülfikar‘a [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] bugün, artık nur dendi,

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Dertlere dermansın, mahbub-u cansın,

Hem câmiü’l-esmâ ve’l-Kur’ân’sın,

Hem de nur-u Haktan bize ihsansın, [bağış]

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bu âlemde madde değil, bir özsün,

Her zerreden bakan bütün bir gözsün,

Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün,

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Çünkü sensin bu asırda Rahmeten li’l-Âleminin cilvesi,

Çünkü sensin şimdi Şefiü’l-Müznibînin vârisi. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

“Ağisnâ yâ Gıyâse’l-Müstağîsîn” [yardım nidâsı] bir duası,

Ey şule-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız,

Revaç [değer, kıymet] bulsun geçmez olan paramız,

Saç nurunu, aka dönsün karamız,

Ey ziya-yı rahmet-i [rahmet ışığı] âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Meylimiz yok yalancı bir dünyaya,

Son verdik biz bid’alara, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] riyaya,

Kapılmayız öyle kuru hülyaya,

Ey bir hakikat-ı rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

664

Yok bizde cemiyet kurma hülyası,

Yok başka bir yola gitme sevdası,

Olduk ancak nurun dertli şeydâsı,

Ey dertlilere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Geçmişiz hep medihlerden, [övgü] senâdan,

Yüz çevirdik servetlerden, gınâdan, [zenginlik]

Nur isteriz, geçmeden bu fenadan,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Âşıkların Arşa çıkan feryadı

Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı,

Allah için eyle bize imdadı,

Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gökler saldı belâ, yer verdi belâ,

Sarstı âfâkı bir acı vaveylâ, [feryat, figan]

Rahmet et âleme, ey nur-u Mevlâ!

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar,

Bu belâ ateşi âlemi yakar,

Ağlayan bu beşer hep sana bakar,

Ey nümune-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Çevrildi ateşle bu koca dünya,

Bir cehennem gibi kaynadı derya.

Yetiş imdada ey şâh-ı evliya!

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Zındıkaya, küfre [inançsızlık, inkâr] karşı saldırdın,

Gönüllerden kederleri kaldırdın,

Bizi nurun deryasına daldırdın,

Ey biçarelere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

665

Kaldıramaz sana asla kimse el,

Bağlıyoruz bizler sana candan bel,

Dünyalara sensin ümit ve emel,

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Sen ordu kurmazsın erle, uşakla,

Savaşmazsın öyle, topla, bıçakla,

Nurunla şu asrı tutup kucakla,

Ey şimdi rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bitsin de, bu korkunç tufan-ı şedid,

Açılsın yep yeni bir devr-i mes’ud,

On sekiz bin âlem eylesin hep îd,

Ey ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet, [karanlık]

Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet,

Boğacaksın onu nurunla elbet,

Ey bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kızıl ejder yuvamıza girmesin,

Zehirli eli yakamıza ermesin,

Karşı durup nurun fırsat vermesin,

Ey seyf-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kara duman üstümüzden dağılsın,

Kızıl alev sönüp âlem ayılsın,

Bu zaferin haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kadar anılsın,

Ey zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

O soydandır nice canlar yakanlar,

O soydandır evler barklar yıkanlar,

O soydandır sana kinle bakanlar.

Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

666

Mâsumların kanlarını içerler,

Ebu Cehl’i, Nemrutları geçerler,

Ölümlerden ölümleri seçerler,

Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Bir mikrop ki, ciğerleri dişliyor,

Kanımızla kendisini besliyor,

Temiz yurdu telvis edip pisliyor,

Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Gazilerin, fatihlerin konağı,

Seyyidlerin, serverlerin [reis, baş] otağı,

Bu vatandır, şehitlerin yatağı,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n Nur!

O şehidlerin ala dönmüş kefeni,

Miskler kokar, güle benzer bedeni.

Öper melekler de nurlu nâşını,

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Kur’ân diyor, ölmemiştir, diridir,

Herbirisi Hakkın arslan eridir,

Türbeleri yürekleri titretir,

Ey âyine-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Armağansın çünkü asîl millete,

Düşmeyelim birgün bile zillete, [alçaklık]

Götür bizi şanlı büyük devlete,

Ey misal-i rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

Eyleyeler nurun ile hep savlet, [saldırı]

Zaferlerle şanlar bulur bu millet,

Şarka, garba ziya salsın bu devlet,

Ey bizlere rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

667

Nurdan kanadın, hem sağlam kolun var,

Nurdan senin hakka giden yolun var.

Kabul et, bir kemter Feyzi kulun var,

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risaletü’n-Nur! [elçilik, peygamberlik]

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 1

Üstadım, Efendim Hazretleri,

وَمَۤا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ 2 âyetinin nurlarından, Nur’un sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica [ümit] eder, selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizden öperiz.

 Bîçare talebeniz

 Hasan Feyzi

(Rahmetullahî aleyhi ebeden dâimâ)

ba

668

 Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, Nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhikaya girsin.

Said Nursî

Güzel oku, her zerrede coşkun birer mânâ var,

Dert ehline bu mânâda canlar sunan eda var.

Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,

Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.

Derin, güzel düşünceyle incelersen bunu sen,

Zayıflamış ruhlar için dağlar gibi gıda var.

Hem dilersen tükenmeyen sermaye-i serveti,

Aç gözünü, Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var.

Beni tanı, yürü kulum, yürü diye bizlere,

Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var.

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden,

Müjde olsun, artık sana Cennet denen safa [zevk, keyif] var.

Uzaklara bakma, “Nurlara bak yürü”, âlem onun ayinesi.

Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var.

Bir güneştir her zerrede cilve [görünme, yansıma] yapıp parlayan,

Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var.

Eller açıp yürü, bugün kana kana Risale-i Nur’dan ışık al

Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var,

Hüner değil dostu düşman, yârı ağyar eylemek,

Yadı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var.

Hünerdir ki, yaprak atlas, toprak elmas olmalı.

Çünkü bir bak, ne yaprakta, ne toprakta beka var.

Kısa görüp denizleri, damlalara çevirme,

Hakikatte, her damlada gizli birer derya var.

669

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın,

Hem gökleri keşfedersin, sende ey Nur, böyle deha var.

Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol,

Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var.

Her zerrenin kâbesidir kalbi, yine kendine,

Dikkat eyle, herbirinde yine ancak hüda var.

Sakın, Feyzi, sen gözünü Hak yüzünden ayırma,

Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

 Denizli kahramanı merhum

 Hasan Feyzi

ba

670

(Mekteb-i fünunda ve ulum-u İslâmiyede gayet müdakkik [dikkatli] ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin bir şiiri)

 Hazretinize buradan ayrılık söylemiştim

Çekilip nur-u hidayet [doğru ve hak yolu gösterme nuru] yine zindan olacak,

Yine firkat, [ayrılık] yine hasret, yine hüsran olacak.

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,

Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak.

Yine göç var diye Mecnuna haber verme sakın!

Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak.

Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek,

Kapanıp kâbe-i irfan, yine viran olacak.

Haber aldım ki yarın yad olacakmış bize yâr,

Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak?

Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim?

İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.

O şifa-bahş olan envarını [nurlar] sen çeksen eğer,

Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak?

O temiz pak nefesin, âb-ı hayatı [hayat suyu] bu çölün,

Onu dûr etme [uzaklaştırma, kaçırma] ki her fert ona reyyan [fikir, düşünce] olacak.

Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer,

Küçücük zerre de olsa, meh-i tâbân olacak.

O lütufkâr, o keremkâr [lûtfeden, bağışlayan] eli öptükçe benim

Bu küçük kalb-i hazînim yine handan olacak.

Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,

Dahi nezrim bu ki canım sana kurban [yakın] olacak.

Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüdâ,

Bugün artık bu hakir bendede umman olacak,

671

Bu anasır, [unsurlar, elementler] yüzüne her ne kadar çekse hicab, [örtü, perde]

Yine haksın, buna şahit yine Kur’ân olacak.

Kab-ı Kavseynden [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] alıp dersimi bildim ki ayân,

O güzel nur-u bedi’, mânevî sultan olacak.

Sakınıp, Feyzi-i biçareye bahs açma bugün,

Yeni baştan yine şeyda, yine giryan [ağlayan] olacak.

 Biçare talebeniz

 Hasan Feyzi

ba

672