MEKTUBAT – On İkinci Mektup (71-76)

71

On İkinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى رُفَقَۤائِكُمْ * 3

AZİZ kardeşlerim,

O gece benden sual ettiniz; ben cevabını vermedim. Çünkü, mesâil-i imaniyenin [imana dair meseleler] münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik, münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar [kısa] bir cevap yazıyorum. Tafsilini, Eczacı Efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözlerde bulursunuz. Yalnız, kader ve cüz-ü ihtiyarîye [insandaki çok az seçim gücü, irade] ait Yirmi Altıncı Söz hatırıma gelmemişti, size söylememiştim. Ona da bakınız; fakat gazete gibi okumayınız.

Eczacı Efendinin o Sözleri mütalâa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki: O çeşit meselelerdeki şüpheler, erkân-ı imaniyenin [iman esasları] zaafından [zayıflık, güçsüzlük] ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] tamamıyla ispat ederler.

BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benî Âdem‘in [Âdemoğlu, insan] Cehenneme idhali [dahil etme, içine alma] ne hikmete mebnidir?

Elcevap: Hikmeti, tavziftir. [görevlendirme] Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin [insanlığın mânevî ilerlemesi, yükselmesi] ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin [insandaki potansiyel kabiliyetler, yetenekler] inkişaf [açığa çıkma] ve inbisatları [genişleme, yayılma] ve mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia [kapsamlı ayna] olması, o vazifenin netâicindendir. [neticeler] Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye [insandaki potansiyel kabiliyetler, yetenekler] inkişaf [açığa çıkma] etmezdi.

72

Halbuki, yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] makam sahibi olan melâikeler [melekler] çoktur; o tarz ubûdiyet [Allah’a kulluk] için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] nihayetsiz makamâtı kat’ [aşma, yükselme] edecek olan insanın istidadına [kabiliyet] muvafık bir dâr-ı teklifi [imtihan yeri, dünya] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği için, melâikelerin [melekler] aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları [yaratılışın gereği] olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.

Demek, Hazret-i Âdem’in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet [hikmetin kendisi] ve mahz-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] olduğu gibi, küffârın da Cehenneme idhalleri [dahil etme, içine alma] haktır ve adalettir. Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi, çendan [gerçi] kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş; fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü, küfür, bütün kâinatı tahkirdir, [aşağılama] kıymetlerini tenzil [indirme] etmektir ve bütün masnuatın [san’at eseri] vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadetlerini tekziptir ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde cilveleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] tezyiftir. [alay etme, küçük düşürme] Onun için, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Sultanı olan Kahhâr-ı Zülcelâlin, [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet nihayetsiz azâbı ister.

İKİNCİ SUALİNİZ: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabîhin [kötü, çirkin] halkı kabîhtir. [kötü, çirkin]

Elcevap: Hâşâ, halk-ı şer, [kötülüğü yaratmak] şer değil; belki kesb-i şer, [kötülüğü işlemek] şerdir. Çünkü, halk ve icad bütün netâice [neticeler] bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] olduğu için, hususî netâice [neticeler] bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez, “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] ve kesbiyle [elde etme, kazanma] onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları, sû-i kesbiyle, [fiilin kötüye kullanılması, kötüyü kazanmak, elde etmek] sû-i istimaliyle [bir şeyi kötüye kullanma] ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünkü, ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış. Belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, [irâdenin kötüye kullanılması] yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

73

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] için şerr-i kalil [az kötülük] kabul edilir. Eğer şerr-i kalil [az kötülük] olmamak için, hayr-ı kesiri [büyük, çok hayır] intac [netice verme] eden bir şer, terk edilse, o vakit şerr-i kesir [çok kötülük] irtikâp [kötü iş işleme] edilmiş olur. Meselâ, cihada asker sevk etmekte, elbette bazı cüz’î [ferdî, küçük] ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] var ki, İslâm, küffârın istilâsından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil [az kötülük] için cihad terk edilse, o vakit hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] gittikten sonra, şerr-i kesir [çok kötülük] gelir. O ayn-ı zulümdür. [zulmün tâ kendisi] Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir [çok kötülük] olur.

İşte, kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin [belâ] ve şeytanların ve muzırların [zararlı] halk ve icadları şer ve çirkin değildir; çünkü çok netâic-i mühimme [önemli sonuçlar] için halk olunmuşlardır. Meselâ, melâikelere [melekler] şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları [ilerleme] yoktur; makamları sâbittir, tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez. Kezâ, hayvânâtın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. [eksik]

Âlem-i insaniyette [insan âlemi] ise, merâtib-i terakkiyat ve tedenniyat [alçalmalar, gerilemeler] , [yükselme ve alçalma dereceleri] nihayetsizdir; Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya [Allah dostları arasında sadakatte en ileri olanlar] ve enbiyaya [nebiler, peygamberler] kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki [ilerleme, yükselme mesafesi] var. İşte, kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, [alçak ruhlar] elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden [yüce ruhlar] temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatiyle [yaratılış] ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] ve ba’s-ı enbiya [peygamberlerin gönderilmesi] ile, bir meydan-ı imtihan [imtihan meydanı] ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki [insanlığın özü] elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki [yücelerin en yücesi] Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki [aşağıların aşağısı] Ebu Cehil‘in [bilgisizlik] ruhuyla bir seviyede kalacaktı.

Demek, şeyâtin [şeytanlar] ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için, icadları şer değil, çirkin değil. Belki, sû-i istimâlâttan [kötüye kullanma] ve kesb [elde etme, kazanma] denilen mübaşeret-i hususiyeden [özel temas, girişim] gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana [insanın bir fiili işlemesi, yapması] aittir; icad-ı İlâhiye ait değildir.

74

Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya [peygamberlerin gönderilmesi] ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre [inançsızlık, inkâr] gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü li’l-ekser[hüküm çoğunluğa göre verilir] kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer [kötülüğü yaratmak] şerdir; hattâ bi’set-i enbiya [peygamberlerin gönderilmesi] dahi rahmet değil denilebilir.

Elcevap: Kemiyetin, [çokluk] keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ, yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye [kimyasal işlem] görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye [hayat mücadelesi] mazhar [erişme, nail olma] olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye [hayat mücadelesi] maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki, “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu”? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan zarar etmez, şer olmaz.

Hem meselâ, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa, yirmisi yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki, “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak [kuşun, yavru çıkarmak üzere yumurtaların üzerine yatması] çirkin oldu, şer oldu”? Hayır, öyle değil, belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte, nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bi’set-i enbiya [peygamberlerin gönderilmesi] ile, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] ile, mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya [nebiler, peygamberler] ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] gibi âlem-i insaniyetin [insan âlemi] güneşleri, ayları ve yıldızları mukàbilinde, kemiyetçe [sayıca] kesretli, [çokluk] keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra [zararlı hayvanlar] nev’inden olan küffârı ve münafıkları kaybetti.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?

Elcevap: Hâşâ! Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet

75

san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yaptığı murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] bir libası [elbise] sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.

Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] göz, kulak, lisan gibi duygularla murassâ, [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] gayet san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi [çeşit çeşit] esmâsının nakışlarını [işleme] göstermek için seni hasta eder, müptelâ [bağımlı] eder, aç eder, tok eder, susuz eder, bu gibi ahvalde [durumlar] yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi [hayatın mahiyeti, esası, içyüzü] kuvvetleştirmek ve cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen, “Beni niçin bu mesâibe [musibetler, belâlar] müptelâ [bağımlı] ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.

Zaten sükûn ve sükûnet, atâlet, [hareketsizlik] yeknesaklık, [tekdüzelik, monotonluk] tevakkuf, [durağan olma] bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül [başkalaşma, değişme] vücuttur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bulur, beliyyat [belâlar, sıkıntılar] vasıtasıyla terakki [ilerleme] eder. Hayat, cilve-i esmâ [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] ile muhtelif harekâta mazhar [erişme, nail olma] olur, tasaffî [saflaşma, arınma] eder, kuvvet bulur, inkişaf [açığa çıkma] eder, inbisat [genişleme, yayılma] eder, kendi mukadderâtını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] yazmasına müteharrik [hareket eden] bir kalem olur, vazifesini ifa eder, ücret-i uhreviyeye [âhirette verilecek ücret] kesb-i istihkak [hak kazanma] eder.

İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar [kısa] cevapları bu kadardır. İzahları otuz üç adet Sözlerdedir.

Aziz kardeşim,

Sen bu mektubu Eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasip gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan Eczacıya selâm et, de ki:

Mezkûr [adı geçen] mesâil [meseleler] gibi dakik [derin ve ince] mesâil-i imaniyeyi, [imana dair meseleler] mizansız [ölçü] mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız [ölçü] mücadele olduğundan, tiryak [derman, ilaç] iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin [imana dair meseleler] itidal-i demle, [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] insafla, bir müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] suretinde bahsi caizdir.

76

Ve de ki: Eğer senin kalbine bu nevi mesâilde [meseleler] şüpheler gelirse ve Sözlerden de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız.

Hem Eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rüya için hatırıma şöyle bir mânâ geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok salih ve mübarek, belki velî insanlara faidesi dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, [ruhlar] onun vefatı hengâmında [ân, zaman] kuşlar suretinde, en yakın akrabası olan oğluna görünmüş; onun ruhuna şefaatkârâne [şefaat edercesine] bir hoşâmedî [“hoş geldin” deme] nev’inden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi.

O gece burada beraber bulunan bütün dostlara selâm ve dua ederim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî