LEM’ALAR – On Altıncı Lem’a (183-199)

183

On Altıncı Lem’a [parıltı]

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

AZİZ, sıddık kardeşlerim Hoca Sabri, Hafız Ali, Mes’ud, Mustafa’lar, Hüsrev, Re’fet, Bekir Bey, Rüştü, Lütfi’ler, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Şeyh Mustafa ve saire.

Sizlere, meraklı ve medar-ı sual [soru sebebi] olmuş dört küçük meseleyi, malûmat kabilinden [gibisinden, türünden] muhtasar [kısa] bir surette beyan etmekliğe, kalbimde bir hatıra hissettim.

BİRİNCİSİ

Kardeşlerimizden Çaprazzade Abdullah Efendi gibi bazı adamlar, ehl-i keşiften [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] rivayeten, bu geçen Ramazan’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, [tasa ve sıkıntıdan kurtulma] bir fütuhat [fetihler, yayılmalar] olacağını haber verdikleri halde, zuhur etmedi. Böyle ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve keşif neden hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] haber veriyorlar? Benden sordular. Ben de, birden, sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kabilinden [gibisinden, türünden] olarak verdiğim cevabın muhtasarı [kısa] şudur:

Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki, “Bazan belâ nâzil oluyor; gelirken karşısına

184

sadaka çıkar, geri çevirir.”1 Şu hadisin sırrı gösteriyor ki, mukadderat, [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] bazı şerâitle [şartlar] vukua gelirken geri kalır. Demek, ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğu mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] mutlak olmadığını, belki bazı şerâitle [şartlar] mukayyet [kayıt altında, bağlı] bulunduğunu ve o şerâitin [şartlar] vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallâk [mânevî kader levhasında yazılı olan ve gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı olan ecel] gibi, Levh-i Ezelînin [olmuş ve olacak her şeyin üzerinde yazılı olduğu ezeli levha] bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbatta [bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren mânevî levha, yaz boz tahtası] mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olarak yazılmıştır.2 Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye [olmuş ve olacak her şeyin üzerinde yazılı olduğu ezeli levha] kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor.

İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban [yakın] Bayramında ve daha başka vakitlerde, istihraca binaen veya keşfiyat [keşifler] nev’inden verilen haberler, muallâk oldukları şerâiti [şartlar] bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzip etmiyorlar. Çünkü mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş.

Evet, Ramazan-ı Şerifte bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ref’ine [kaldırma] Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim [önemli bir sebep, gerekçe] idi. Maalesef camilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec [tasa ve sıkıntıdan kurtulma] gelmedi. Nasıl ki, sabık [daha önceden geçen] hadisin sırrıyla, sadaka belâyı ref’ [kaldırma] eder; ekseriyetin hâlis duası dahi ferec-i umumîyi [genel ferahlık, sıkıntıdan kurtulma] cezb [çekme] eder. Kuvve-i cazibe [çekim gücü] vücuda gelmediğinden, fütuhat [fetihler, yayılmalar] da verilmedi.

İKİNCİ MERAKLI SUAL

Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye [siyasî durum] karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavî [güçlü, kuvvetli] bir ihtimalle ferec [tasa ve sıkıntıdan kurtulma] verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden

185

ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] lehinde [tarafında] olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı [kısa] şudur ki:

Bu zamanda ehl-i İslâmın [Müslümanlar] en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi [tek çare] nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe [üstün gelme] çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka [ayrılık, dağılma] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Hem nur, hem topuz-ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.

Amma maddî cihadın mukteza[bir şeyin gereği] ise, o vazife şimdilik bizde değildir. Evet, ehline göre kâfirin veya mürtedin [dinden çıkan] tecavüzatına [tecavüzler, saldırılar] sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi [yeterli] gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.

ÜÇÜNCÜ MERAKLI SUAL

Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakikî nokta-i istinadı [dayanak noktası] ve kuvve-i mâneviyesinin [mânevî güç] menbaı [kaynak] olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] etmekle şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bir derece ihyâsına [diriltme, hayat verme] ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bir derece def’ine medar [kaynak, dayanak] olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin hükûmetleri lehinde [tarafında] taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] tarafgirliktir.

Elcevap: Biz ferec [tasa ve sıkıntıdan kurtulma] ve ferah ve sürur [mutluluk] ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] isteriz—fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize

186

lâzım değil. Zaten o mütemerrid [inatçı] ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana [Allah’a inanan] musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.

Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’âniyeyi [mukaddes Kur’ân hizmeti] bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızamla, [en güzel şekilde hoşnut olma] böyle kıymettar kardeşlerimin herbirisini askerlikten kurtarmak için, bedel-i nakdiye [parasal değer] bin lira kadar da olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’âniye-i Nuriyeyi [Kur’ân’a dayalı Risâle-i Nur hizmeti] bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zararımızı hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu iki sene askerliği, belki bin lira kadar mânevî faydasını kaybettirdi.

Her neyse… Kadîr-i Külli Şey, [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar [ışıklı] güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale [giderme] edip hakaik-i şeriatı [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız [sıkıntısız] verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.

DÖRDÜNCÜ MERAKLI SUAL

Diyorlar ki: “Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir. Nura karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilmez ve nurdan kaçılmaz ve nurun izharından [açığa çıkarma, gösterme] zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı [dikkat, tedbir] tavsiye ediyorsunuz, çok nurlu risaleleri halklara gösterilmesini men ediyorsunuz?”

Bu suale karşı cevabın muhtasar [kısa] meâli şudur ki:

Başlardaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tamah veyahut havf [korku] cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için, kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki, ihtiyat [dikkat, tedbir]

187

etsinler, nâehillerin [bir şey hakkında ehil olmayan] eline hakikatleri vermesinler.1 Hem ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] evhâmını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar.Haşiye [dipnot]

ba

 Hâtime

Bugün Re’fet Beyin bir mektubunu aldım. Lihye-i Şerife hakkındaki suali münasebetiyle diyorum ki:

Hadisçe sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Lihye-i Saadetinden [Peygamber Efendimize ait saç ve sakal] düşen saçların taneleri mahduttur. [sınırlanmış] Otuz kırk tane veya elli altmış tane gibi az bir miktarda iken, binler yerde Lihye-i Saadetin [Peygamber Efendimize ait saç ve sakal] saçları bulunması, beni bir zaman çok düşündürdü. O vakit hatırıma gelmiş ki, Lihye-i Saadet, [Peygamber Efendimize ait saç ve sakal] yalnız Lihye-i Şerifin saçlarından ibaret değil. Belki re’s-i mübarekinin tıraş oldukça hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler,2 o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saçları muhafaza etmişler. Onlar, binlerdir; şimdiki mevcuda müsâvi [eşit] gelebilirler.

Yine o vakit hatırıma geldi ki: Acaba her camide bulunan, sened-i sahih ile bu saç Hazret-i Risaletin [Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] saçı olduğu sabit midir ki, ona karşı ziyaret makbul olabilsin?

188

Birden hatıra geldi ki, o saçların ziyareti vesiledir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma karşı salâvat [namazlar, dualar] getirmeye sebep ve bir hürmet ve muhabbete medardır.1 [kaynak, dayanak] Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar. Onun için, eğer bir saç hakikî olarak Lihye-i Saadetten [Peygamber Efendimize ait saç ve sakal] olmazsa, madem zâhir hale göre öyle telâkki [anlama, kabul etme] edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe [ilgi] ve salâvata [namazlar, dualar] vesile oluyor; kat’î senetle o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter. Çünkü telâkkiyât-ı âmme [genel kabul gören anlayışlar] ve kabul-ü ümmet, [bütün Müslümanların kabul etmesi] bir nevi hüccet [delil] hükmüne geçer.

Bazı ehl-i takvâ, [takvâ sahipleri] böyle işlerde, ya takvâ veya ihtiyat [dikkat, tedbir] veya azîmet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] da deseler, bid’a-i hasene [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra ortaya çıkan, fakat Kur’ân ve Sünnete aykırı olmayan şey] nev’inde dahildir. Çünkü vesile-i salâvattır. [Hz. Muhammed’e (a.s.m.) salat ve selâm gönderme sebebi]

Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mesele ihvanlar [kardeş] beyninde [arasında] medar-ı münakaşa [tartışma sebebi] olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, inşikaka [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] suretinde, nizâsız [anlaşmazlık, çekişme] mübahaseye [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] alışsınlar.

ba

189

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık Senirkentli kardeşlerim İbrahim, Şükrü, Hafız Bekir, Hafız Hüseyin, Hafız Recep Efendiler,

Hafız Tevfik [başarı] ile gönderdiğiniz üç meseleye mülhidler [dinsiz] eskiden beri ilişiyorlar.

BİRİNCİSİ:

حَتّٰۤى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ * 4

Âyetin ifade ettiği zâhir mânâsına göre, “Güneşin hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurup [batış] ettiğini görmüş” diyor.

İKİNCİSİ: Sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] nerededir?

ÜÇÜNCÜSÜ: Âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) geleceğine5 ve Deccalı öldüreceğine dairdir.

Bu suallerin cevapları uzundur. Yalnız muhtasar [kısa] bir işaretle deriz ki:

Âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] üslûb-u Arabiye üzerine ve zâhir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor. İşte, تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ yani, güneşin, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbînin [Atlas Okyanusu] sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurup [batış] ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani, zâhir nazarda, Bahr-i Muhit-i Garbînin [Atlas Okyanusu] sevâhilinde, yazın şiddet-i hararetiyle [sıcaklığın şiddeti] etrafındaki bataklık hararetlenmiş,  

190

tebahhur [buharlaşma] ettiği bir zamanda, o buhar arkasında büyük bir çeşme havza[civar, bölge] suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhitin bir kısmında, güneşin zâhirî gurubunu [batış] görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında, yeni açılmış ateşli gözünde, semâvâtın gözü olan güneşin gizlendiğini görmüş.

Evet, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] belâgat-i ifadesi [anlatma ve ifade etmedeki belâgat] bu cümle ile çok mesâili [meseleler] ders veriyor. Evvelâ, Zülkarneyn’in mağrip [akşam/batı] tarafına seyahati, şiddet-i hararet [sıcaklığın şiddeti] zamanında ve bataklık tarafına ve güneşin gurup [batış] âvânına [anlar, vakitler] ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika’nın tamam-ı istilâ[her tarafının işgal edilmesi] gibi çok ibretli meselelere işaret eder.

Malûmdur ki, görünen hareket-i şems [güneşin hareketi] zâhirîdir ve küre-i arzın [yer küre, dünya] mahfî [gizli] hareketine delildir, onu haber veriyor. Hakikat-i gurup [gerçek batış] murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan, büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arapça hem çeşme, hem güneş, hem göz mânâsında olan ayn [aslı, kendisi] kelimesi, esrar-ı belâgatçe [belâgatın sırları] gayet mânidar ve münasiptir.Haşiye [dipnot] Zülkarneyn’in nazarında uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi, Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gelen ve ecrâm-ı semâviyeye [gök cisimleri] kumanda eden semâvî hitab-ı Kur’ânî, [Kur’ânda yer alan hitap, Allah’ın hitabı] bir misafirhane-i Rahmâniyede [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya] sirac [kandil, lamba] vazifesini gören musahhar [boyun eğdirilmiş] güneşi Bahr-i Muhit-i Garbî [Atlas Okyanusu] gibi bir çeşme-i Rabbânîde [her şeyin Rabbi olan Allah’ın çeşmesi] gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine [yüce] yakışıyor ve mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] üslûbuyla denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir; ve semâvî gözlere [göklerdeki melekler ve ruhânîlerin bakışları] öyle görünür.

191

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bahr-i Muhit-i Garbîye [Atlas Okyanusu] “çamurlu bir çeşme” tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur’ân’ın nazarı ise herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his [duygu yanılması] nev’indeki nazarına göre bakamaz. Belki Kur’ân semâvâta bakarak geldiğinden, küre-i arzı [yer küre, dünya] kâh [bazan] bir meydan, kâh [bazan] bir saray, bazan bir beşik, bazan bir sayfa gibi gördüğünden, sisli, buharlı, koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbîyi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.

İKİNCİ SUALİNİZ: Sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] nerededir? Ye’cüc, Me’cüc kimlerdir?1

Elcevap: Eskiden bu meseleye dair bir risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri [dinsiz] onunla mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] olmuşlardı. Şimdilik hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hafızam [bellek, hafıza duyusu] tatil-i eşgal [boş durma, işlere son verme] etmiş, yardım etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında bir nebze bu meseleden bahsedilmiş. Onun için, bu meselenin yalnız iki üç nüktesine [derin anlamlı söz] gayet muhtasar [kısa] bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] beyanına göre, hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından, Zülyezen gibi zü kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan, bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki,2 Hazret-i İbrahim’in zamanında bulunmuş3 ve Hazret-i Hızır’dan ders almış.4 İskender-i Rumî ise, Milâttan takriben [yaklaştırma] üç yüz sene evvel gelmiş, Aristo’dan ders almış.5

Tarih-i beşerî, [insanlık tarihi] muntazam surette üç bin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs [eksik] ve kısa tarih nazarı, Hazret-i İbrahim’in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya hurafevâri, ya münkirâne, [inkâr edercesine] ya gayet muhtasar [kısa] gidiyor.

192

Bu Yemenî Zülkarneyn, [Yemenli Zülkarneyn] tefsirlerde eskiden beri İskender namıyla iştiharının1 [arzu, istek] sebebi, ya o Zülkarneyn’in bir ismi İskender’dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender’dir. Veyahut, âyât-ı Kur’âniyenin zikrettiği hâdisât-ı cüz’iyeler, [küçük ve ferdî olaylar] küllî hâdisâtın uçları olduğu cihetle, Zülkarneyn olan İskender-i Kebirin nübüvvetkârâne [Peygamber gibi] irşâdâtıyla [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] akvâm-ı zâlime [zalim kavimler] [insan topluluğu] ile milel-i mazlume [mazlum milletler] ortasında hâil [engel] ve gaddarların garetlerine mâni olacak meşhur Sedd-i Çin’in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî misilli [benzer] müteaddit [bir çok] cihangirler ve kuvvetli padişahlar maddî cihetinde, ve mânevî âlem-i insaniyetin [insan âlemi] padişahları olan bir kısım enbiya [nebiler, peygamberler] ve bazı aktab [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] dahi mânevî ve irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] cihetinde, o Zülkarneyn’in arkasında gidip, iktidâ [tabi olma, uyma] edip, mazlumları zalimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri,Haşiye sonra dağlar başlarında kaleleri kurmuşlar. Ya bizzat maddî kuvvetleriyle veyahut irşad [doğru yol gösterme] ve tedbirleriyle tesis etmişler. Sonra, şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kaleleri, tâ son çare olan kırk ikilik topları ve kale-i seyyar [gezici kale] gibi diritnavtları [düşman saldırılarına engel olmak için yapılan hareketli kale] yapmışlar. Hattâ rû-yi zeminin [yeryüzü] en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çin’i, Kur’ân lisanıyla Ye’cüc ve Me’cücün ve tabir-i diğerle [başka bir deyiş, başka bir ifâde] tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti [insanlık âlemi] kaç defa zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] eden ve Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba [doğudan batıya] kadar harap eden akvâm-ı vahşiye [vahşi kavimler] [insan topluluğu] ve garetkâr [çapulcu, yağmacı] milletlerin Hint ve Çin’deki akvâm-ı mazlumeye [zulme uğrayan kavimler] [insan topluluğu] tecavüzlerini durdurmak için, o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o akvâm-ı vahşiyenin [vahşi kavimler] [insan topluluğu] kesretle [çokluk] hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas Dağlarında, Derbent cihetinde yine

193

çapulcu, garetgîr akvâm-ı Tatariyenin hücumunu durdurmak için, Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının himmetiyle [ciddi gayret] sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] umum nev-i beşerle konuştuğu için, zâhiren bir hadise-i cüz’iyeyi [ferdî, belirli bir bölgeye ait olay] zikredip, umum o hadiseye benzer hâdisâtı ihtar ederek konuşuyor. İşte bu nokta-i nazardandır [bakış açısı] ki, Sedde ve Ye’cüc ve Me’cüce dair rivayetler ve akvâl-i [sözler] müfessirîn [müfessirler, tefsirciler, Kur’ân’ı açıklayıp yorumlayan âlim kimseler] ayrı ayrı gidiyor.

Hem Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] münâsebât-ı kelâmiye cihetinde, bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münâsebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte, Seddin harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur’ân’ın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki münâsebât-ı kelâmiye cihetinde iki nükte [derin anlamlı söz] içindir:

Yani, bu sed nasıl harap olacak, öyle de dünya harap olacaktır. Hem nasıl ki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve İlâhî [Allah tarafından olan] sedler olan dağlar metindir, [sağlam] ancak kıyametin kopmasıyla harap olurlar. Öyle de, bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harap olmasıyla hâk ile yeksân [yerle bir etme] olabilir, inkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da çoğu sağlam kalır demektir. Evet, Sedd-i Zülkarneyn‘in [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî [Çin Seddi] binler sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sayfasında yazılan mücessem, [cisimleşmiş] mütehaccir, mânidar, tarih-i kadimden uzun bir satır olarak okunuyor.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Hazret-i İsâ aleyhisselâmın Deccalı öldürmesi, hem Birinci Mektup ve hem On Beşinci Mektupta gayet muhtasar [kısa] ve size kâfi [yeterli] bir cevap vardır.

ba

194

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰۤى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri ve Hafız Ali,

Mugayyebât-ı Hamseye4 [beş bilinmeyen şey] dair Sûre-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualiniz gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf, [ne yazık ki] şimdiki hâlet-i ruhiyem [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ve ahvâl-i maddiyem [maddi haller, sağlık durumu] o cevaba müsait değildir. Yalnız, sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel [kısa, kısaca] işaret edeceğiz.

Şu sualinizin meâli gösteriyor ki, ehl-i ilhad [dinsizler] tarafından tenkit suretinde, Mugayyebât-ı Hamseden [beş bilinmeyen şey] yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı mâderdeki [ana rahmi] cenînin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasathanelerde [büyük dürbün] bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü [inme vakti] keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor. Hem röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki [ana rahmi] cenînin müzekker, [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] müennes [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] olduğu anlaşılıyor. Demek Mugayyebât-ı Hamseye [beş bilinmeyen şey] ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] kàbildir.”

Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü [inme vakti] bir kaideye merbut [bağlı] olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i İlâhiye [Allah’ın bizzat Kendi dileği] ile bağlı ve hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] hususî iradeye tâbi olduğunun bir sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki:

Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet nur, vücut, hayat, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye [Allah’ın bizzat Kendi dileği] bakar. Sair masnuatta [san’at eseri] zâhirî esbab [sebebler] kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid [düzenli olarak devam eden] kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete [dilek, arzu]

195

hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] o işte cereyan etmiyor.

Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. [rahmetin tâ kendisi] Elbette vesâit [vasıtalar] perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık [tekdüzelik, monotonluk] dahi meşiet-i hassa-i İlâhiyeyi [Allah’ın bizzat Kendi dileği] setretmeyecek. [örtme] Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete [Allah’a kulluk] ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica [ümit] kapısı kapanırdı.

Güneşin tulûunda [doğma] ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid [düzenli olarak devam eden] bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica [ümit] ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü [inme vakti] tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] bir nimet-i hassa telâkki [anlama, kabul etme] edip hakikî şükrediyorlar. İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] yağmurun vakt-i nüzulünü [inme vakti] Mugayyebât-ı Hamseye [beş bilinmeyen şey] idhal [dahil etme, içine alma] ediyor.

Rasathanelerdeki [büyük dürbün] âletle bir yağmurun mukaddemâtını [evvel, önce] hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete [görünen alem] takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına [evvel, önce] ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] suretinde bilmektir. Nasıl en hafî [gizli] umur-u gaybiye [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] bir nev’iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu [yakınlar, yakınlaşmış kimseler] bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, [evvel, önce] mebâdileri [başlangıçlar, belirtiler] var. O mebâdiler, [başlangıçlar, belirtiler] rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaipten

196

çıkıp daha şehadete girmeyen umura [emirler] vusule [kavuşma, erişme] bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete [görünen alem] ayak basmayan ve meşiet-i hassa [sadece Allah’a ait olan dileme] ile rahmet-i hassadan [Allah’ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati] çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü [inme vakti] bilmek, ilm-i Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve herşeyi bilen ve kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan Allah’ın ilmi] mahsustur.

Kaldı ikinci mesele: Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki [ana rahmi] çocuğun erkek ve dişisini bilmekle وَيَعْلَمُ مَا فِى اْلاَرْحَامِ 1 âyetinin meâl-i gaybîsine [gayba ait anlam, gizlilik anlamı] münâfi [aykırı] olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret [erkeklik] ve ünûset [dişilik] keyfiyetine değil, belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi [özel yetenek] ve istikbalde kesb [elde etme, kazanma] edeceği vaziyetine medar [kaynak, dayanak] olan mukadderât-ı hayatiyesinin [kader kalemiyle yazılmış hayat programları] mebâdileri, [başlangıçlar, belirtiler] hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet [Allah’ın hiç birşeye muhtaç olmadığını, fakat herşeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür] muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûba [gayb âlemini ve herşeyi bilen ve kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan Allah’ın ilmi] mahsustur.2 Yüz bin röntgen-misal [röntgen gibi] fikr-i beşerî [insanlara ait düşünce] birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye [insanlığı oluşturan fertler] karşı birer alâmet-i farika[ayırt edici işaret] bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden [yüzün görünüşü, yüz hatları] yüz defa daha harika olan, istidadındaki [kabiliyet] sima-yı mânevîyi [manevî görünüş] keşfedebilsin!

Başta dedik ki: Vücut ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlerdir ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için, o câmi hakikat-i hayatiye, [hayatın içinde gizli olan gerçek] bütün incelikleriyle ve dekaikiyle [incelikler] irade-i hassaya [özel irade, Allah’ın özel iradesi] ve rahmet-i hassaya [Allah’ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati] ve meşiet-i hassaya [sadece Allah’a ait olan dileme] bakmalarının bir sırrı şudur ki:

Hayat, bütün cihazatıyla ve cihâtıyla [cihetler, yönler] şükür ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ve tesbihin menşe ve medarı [kaynak, dayanak] olduğundandır ki, irade-i hassaya [özel irade, Allah’ın özel iradesi] hicap olan yeknesaklık [tekdüzelik, monotonluk] ve kaidelik [kural olma özelliği] ve rahmet-i hassaya [Allah’ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati] perde olan vesâit-i zâhiriye konulmamıştır. Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahm-ı mâderdeki [ana rahmi] çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde [görünen ve görünmeyen yüz] iki cilvesi var:

197

Birisi: Vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve samediyetini [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde [temel organlar] ve cihazat-ı insaniyenin [insana ait cihazlar, duygular] envâında [tür] sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyor. O cenîn bu lisanla bağırıyor ki: “Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasat-ı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] dahi Odur. Ve hem bütün zîhayatın [canlı] sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Odur.”

İşte, rahm-ı mâderdeki [ana rahmi] cenînin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada [düzenli olma, intizamlı] ve nev’ine tâbi olduğu için malûmdur, bilinebilir, âlem-i şehadettir. [görünen alem] Âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] girmiş bir daldır ve bir dildir.

İkinci cihet: Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ihtiyarını, iradesini ve meşietini [dilek, arzu] ve rahmet-i hassasını [Allah’ın yarattığı varlıklara karşı gösterdiği özel şefkati] ve hiçbir kayıt altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan gaybü’l-gaybdan geliyor. İlm-i Ezelîden başkası, kablelvücut bunu göremiyor ve ihata [herşeyi kuşatma] edemiyor. Rahm-ı mâderde [ana rahmi] iken bu simanın binde bir cihazatı, görünmekle bilinmiyor!

Elhasıl: [kısaca, özetle] Cenînin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdâniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyenin [Allah’ın iradesi, dilemesi] hücceti [delil] vardır. Eğer Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak etse, Mugayyebât-ı Hamseye [beş bilinmeyen şey] dair bazı nükteler [derin anlamlı söz] yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla vaktim ve halim müsaade etmedi; hâtime [son] veriyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Said Nursî

ba

198

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰۤى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey,

Mektubunda Letâif-i Aşereyi [insandaki on duygu] sual ediyorsun. Şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-i Nakşî [Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan, gizli zikre dayanan tarikat] muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] Letâif-i Aşereye [insandaki on duygu] dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın ince sırlarını keşfedip ortaya çıkarmak] olduğundan, mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] mesâili [meseleler] nakil değildir. Gücenme, tafsilat veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki; Letâif-i Aşere; [insandaki on duygu] İmam-ı Rabbanî: kalp, [sahte para] ruh, sır, hafî, [gizli] ahfâ, [çok gizli] insanda anâsır-ı erbaanın [dört temel unsur; toprak, hava, su, ateş] herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye [insanda bulunan lâtif duygulardan birisi] tâbir ederek seyr-i sülûkta [mânevî makamlarda ruh ile yapılan seyir ve seyahat] her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı [ilerleme] ve ahvâlinden [haller] icmâlen [özet] bahsetmiştir.

Ben kendimce görüyorum ki, insanın mâhiyet-i câmiasında [çok geniş kapsamlı yapı] ve istidad-ı hayatiyesinde [hayat kabiliyeti] çok letâif [duygular] var, onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ [filozof, felsefeci] ve ulemâ-yı zâhirî dahi, o Letâif-i Aşerenin [insandaki on duygu] pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, [görünen beş duyu organı] havass-ı hamse-i bâtına [kalbe bağlı beş duyu] diye o Letâif-i Aşereyi [insandaki on duygu] başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hattâ avam [halk] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] beyninde [arasında] taaruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, [insandaki on duygu] ehl-i tarikın [tarikata mensup olanlar] letâif-i aşeresiyle [insandaki on duygu] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Meselâ, vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] kuvve-i şeheviye, [şehvet duygusu] kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] gibi letâifi; [duygular] kalp, [sahte para] ruh ve sırra ilâve edilse Letâif-i Aşereyi [insandaki on duygu] başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] şâika [insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] ve hiss-i kablel’l-vuku gibi çok letâif [duygular] var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa, çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

199

Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] ile mânâ-yı harfînin [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın [hakikat ilmi] Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] kâfi [yeterli] beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik [dikkatli] bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebeî, [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün.

فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 1 dersin. Âyine [ayna] şişesi tebeî, [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] dolayısıyla nazarın ilişir.

İşte birinci sûrette âyine [ayna] şişesi mânâ-yı ismîdir. [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] Re’fet mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] oluyor. İkinci surette âyine [ayna] şişesi mânâ-yı harfîdir, [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir. [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] Yâni دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فى ِنَفْسِهِ 2 olan târif-i isme bir cihette dahildir. Ve âyine [ayna] ise دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى غَيْرِهِ 3 olan harfin târifine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olur. Kâinat nazar-ı Kur’ânî ile bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] huruftur, [harfler] mânâ-yı harfiyle başkasının mânâsını ifade ediyorlar. Yâni, esmâsını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mânâ-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. Her ne ise… Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hatta Fihriste’nin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhassa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezâi, [layık] Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hânende mübarek mâsumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 4

Kardeşiniz Said Nursî