EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 80-99. Mektuplar (485-552)

485

Risale-i Nur’un da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nur’un bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

– 79 –

Üstadımız diyor ki:

Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf [açığa çıkma] ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu tehir o evhamları izale [giderme] eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına [işaret, nişan] muhalif şeylere baş eğmiyorlar.

– 80 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2

Üstadımız notalar [bildiri] hükmünde söyledi, biz de kaleme aldık.

Bu sene bu iki mahkemenin mâhiyetini beyan etmek lâzım geldi. Buradaki mahkeme ise:

Elli sene evvel Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] hakkında bir hadîse mânâ vermişim. Sonra mahkemeler bunu bir kumandana tecavüzdür diye medâr-ı bahs ettiler. Afyon Mahkemesi benim cezamın şiddetine bir sebep, o tecavüzü, o mânâyı göstermiş.

486

Halbuki, faraza yeni yazmışım ve o kumandan da sağdır farz edilsin. Dininde ve rejiminde mutaassıp İngilizin hükmü altında yüz milyon Müslüman, yüz senede İngiliz’in hem rejimini, hem dinini inkâr etmişlerken, kanunen adliyeleri onlara o ciheti medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] yapmadığı halde, hem şimdi eski parti liderleri faraza o kumandanın üçte biri de olsalar—belki onun gibi birer kumandan idiler—benim o kumandana hadis ile vurduğum tokatın yirmi mislini, [benzer] şimdiki cerideler [gazete] daha şiddetli olarak o liderlere, o eski kumandanlara vurmaktadırlar; medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] tutulmuyorlar, serbest oluyorlar. Halbuki, elli sene evvel bir hadisin taşını atmışım; yirmi sene sonra bir kumandan başını karşı tutmuş, başı kırılmış. Ölmüş gitmiş, alâkası hükûmetten ve dünyadan kesilmiş. Halbuki eski partinin liderleri meb’us iken veya memur iken, hükümetle alâkaları olduğu halde onlara gelen tecavüz, Risale-i Nur’un vurduğu tokatın on, belki yüz derece ziyade iken, serbest cerideler [gazete] intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor.

Amma kitaplar hakkında müsaderenin mâhiyeti: Risale-i Nur’un yüz otuz üç kitabından birtek kitabın bir iki sahifesi o tokatı bahsetmiş. Bunun, dolayısıyla yüz otuz kitabı müsadere etmek; bir adamın hatasıyla yüzotuz adamı cezalandırmak gibi bir acip gaddarâne zulüm olması ve şimdi kütüphanelerde, [kitaplar] kitapçılarda ve ellerde gezen ve hususan vatan ve din aleyhinde dinsizlerin, mülhidlerin, [dinsiz] zındıkların, komünistlerin kitapları, hattâ baştan aşağıya kadar İslâmiyet aleyhindeki Doktor Duzi’nin kitabı bazı ellerde gezmesi gösteriyor ki, Risale-i Nur’a karşı müsadere, yerden göğe kadar haksız bir zulümdür, bir gadirdir. [zulüm, acımasızlık]

Çünkü Risale-i Nur, ekser âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mühim merkezlerinde, bu yirmi sekiz senede bu vatanda ulemaların elinde gezdiği halde, hiçbir âlim, hiçbir feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] itiraz etmemiş. Mahkemeler ve siyasiyunlar yalnız bir tesettüre, diğeri de “Âhir zamanda bir kumandan başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] koyacak ve cebren giydirecek” gibi iki meseleye ilişmişler. Sonra da bu meseleler için, dört beş mahkeme, o meseleler dahi dâhil olduğu ve beraat verildiği halde, o bir iki sahife için yirmi bin sahifeyi mes’ul ve mahkûm etmek hükmünde Risale-i Nur’u müsadere etmek, aynı bu misale benziyor:

Bir adamın bir adama haksız değil, belki haklı taarruzu yüzünden ki, başkaları da onu medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] görmediği ve beş mahkeme de cinayet saymadığı halde, o mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçla yirmi bin adamı suçlu yapmak gibi, yirmi bin Nur sahifelerini

487

bir iki sahife yüzünden müsadere ve dört buçuk sene Afyon’da hapsetmek, o taarruzun yüz mislinden [benzer] daha ziyade bir hatâdır, bir cinayettir ve bu vatana da bir suikasttır.

Said Nursî

– 81 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükür ediyoruz ki, elli beş sene bir gaye-i hayalim [hayal edilen gaye] ve hayatımın bir neticesi olan Medresetü’z-Zehranın mânevî hakikatini siz, Medresetü’z-Zehra erkânları [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] tamamıyla gösteriyorsunuz.

Saniyen: [ikinci olarak] Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden [karşılıklı sohbet etme] mahrum kaldığımdan, benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’ân medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şâmiye ve zeyilleri [ilave, ek] gibi hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları, bu biçare kardeşiniz bedeline, müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil [vekalet verme] ediyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Bir küçük medrese-i Nuriyeyi [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kendi hanesinde tesis edip kahraman Tahirî gibi bir has, hâlis Nur nâşirini [neşreden, yayan, yayınlayan] daire-i Nuriyeye [Risale-i Nur dairesi] veren Tahirî’nin merhum pederinin vefatını, hem onun akrabasını, hem Isparta’yı, hem Nur dairesini tâziye ediyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Nurun hurufları [harfler] adedince ruhuna rahmet eylesin. Âmin.

Rabian: [dördüncü olarak] İnebolu, Zühretü’n-Nur’dan [çiçek] üç yüzü benim hesabıma tahsis etmiş. Ben de dedim: Yüz elli Isparta’ya ve yüz elli bana gelsin. Bana gelmiş; size

488

gelen ise, ileride bana vereceğiniz Mektubat mecmuasına mukabil ve size borcum varsa hesap edersiniz.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Irak tarafında, hususan Bağdat’taki Üstad-ı Âzamın türbedarına ve kardeşlerime selâmımı tebliğ ve hayatım müsaade ederse, bütün ruh u canımla o havaliye gitmek iştiyakımı [arzu, istek] bildirirsiniz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hasta Kardeşiniz

Said Nursî

– 82 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Aziz kardeşlerim,

 Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra [bölüm] kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebüzziya’da tab [basma] edilen, kırk bir sene evvel tab [basma] edilmiş, fakat maatteessüf [ne yazık ki] yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti,

489

İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Saniyen: [ikinci olarak] O matbu eserin yüz beşinci sahifeden tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:

“Sen ifrat [aşırılık] ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir [aşağılama] ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakkî [ilerleme] dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî [alçalma, gerileme] dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki [gelecek] insanlarla konuşacağım:

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne [içecek servisi yapan, sunan kişi] benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] v.s. Size hitap ediyorum.

Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah [Allah dilerse] cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica [ümit] ederim ki, mâzi kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında [ümit] beyan ettiği gibi, Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kal’asının [kale] altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi [çok büyük mezar] hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kal’a[kale] mezartaşı olmuş. “Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal’anın [kale] başında bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz” demektir. Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin 147’nci sahifeden tâ 157’nci

490

sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve fâidelerine dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.

Bir fa’l-i hayırdır ki, yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın [baskı ve zulüm] kırılmasıyla, Maarif [bilgiler] Vekili Tevfik, [başarı] Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celâl, dahi mühim meseleler içinde Tevfik‘in [başarı] fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve rica[ümit] doğru çıkacağını gösteriyor.

Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.

Birincisi: Eski Said bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah birşeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak. Hattâ Hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu. İşte, kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nurun zahiren, kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] dar cihetine bakmayarak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle, hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkıye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i [geçici, ölümlü hayat] dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] gibi olan hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata [herşeyi kuşatma] edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, [Allah dilerse] o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sümbüllenmesiyle [başak verme, netice verme] aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahih gösterecek.

491

İkinci hakikat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, [yazım] İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] baştaki ifade-i meramında [maksadı ifade etme] ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren [defalarca] talebelerine diyordu ki: “Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terkiyle inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ve mücerret [soyut] kalmamı gıpta edecekler” diyordu. Hattâ Hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Câmiü’l-Ezher‘in [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (r.a.) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فِى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَالْمَدَنِيَّةِ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ؟

Said cevaben demiş:

إِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاْلاَوْرُبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?”

O vakit Eski Said demiş: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak” Şeyh Bahid’e söylemiş.

O allâme [büyük âlim] zât demiş: “Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen hocalara dedi: “Ben bununla münazara edip galebe [üstün gelme] edemem.”

Birinci tevellüdü [doğma] gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak…

İkinci tevellüd [doğma] de inşaallah [Allah dilerse] yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle, hem şarkta, hem garpta [batı] Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

Üçüncü hakikat: Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem mânevî büyük bir hadise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye, hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile Nur meselesinin aksiyle gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu ikinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki:

492

İkinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] ve saadet-i bâkiyenin [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye mânen o ikinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] daha dehşetli olmasından, Eski Said’in o sehvini [yanlış, hata] tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını [doğru olan rüya] tam tâbir ediyor ve o hiss-i kablelvukuunu [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] gözlere gösteriyor. Ve o muteriz [itiraz eden] ehl-i velâyeti [velâyet makamında olanlar, velî kullar] zahiren haklı, fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zâtın itirazını tam reddediyor.

Said Nursî

– 83 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Evvelâ: Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını [esas, öz] sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da, umum kâinat mevcudatı [var edilenler, varlıklar] hesabına Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinde, Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] ve Netice-i Hilkat-i Âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] nev-i beşerin, belki umum zîhayat, [canlı] belki umum mahlûkat namına, selâm yerinde,

اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ * 4

493

demesi; ve içinde bir küllî mânâ bulunduğundan bütün ümmet hergün çok defa namazlarında zikretmesi ile; ve ehl-i iman [Allah’a inanan] içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu; ve bundan evvel Hüve [“O”, Allah] Nüktesinin [derin anlamlı söz] haşiyesinde, [dipnot] radyo vasıtasıyla hava unsurunun harika mu’cizât-ı kudreti [Allah’ın kudret mu’cizeleri] göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:

“Bir ehl-i iman, [Allah’a inanan] ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi [kalıcı, sürekli mülk] netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdetâ kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi, kendi hususî dünyası kadar bir mükâfat alacağı işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] anlaşılır” diye, Hüccetü’z-Zehra’nın [delil] ikinci makamında, ilm-i İlâhî [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] mebhasinde [bahis, kısım] اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ 1 ilâ âhire’nin [sonuna kadar] küllî mânâları ruhuma gelip, öylece teşehhüdde; [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] اَلتَّحِيَّاتُ 2 derken, [anlama, algılama] birden hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Herbir dil, milyarlar, hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince

اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ * 3

kelimelerini lisan-ı hal [beden dili] ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan “toprak” unsuru bir dil olarak, bütün zîhayatların [canlı] herbiri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü herbir avuç toprak ekser nebatata [bitki] saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde, herbir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince mânevî küçücük mikyasta [ölçü] fabrikalar herbir avuç toprakta bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız… Veyahut bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczasıyla ve zerratıyla [atomlar] bu

494

mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani, ezelden ebede kadar bütün zîhayatların [canlı] hayat hediyeleri Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hastır.

Sonra herkesin hususî dünyasındaki gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru olan “su” unsuru dahi, küllî bir lisan olarak bütün zerratıyla, [atomlar] hususan zîhayatların [canlı] menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini [mübarek kelime] lisan-ı hal [beden dili] ile kâinatta neşrediyor. Çünkü, suyun katrelerinin [damla] gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin [memelilerin yaratıldığı su] ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında [uyanış] ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine [yaratılıştan gelen görev] mazhar [erişme, nail olma] olmakta ve gayet acip ve güzel ve harika o küçücük mahlûkların [varlıklar] ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura [akıl ve şuur sahibi] tebrik ile “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dediren ve hadsiz “Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] mâşaallah” dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri, o su unsurunun herbir zerresinin binler Eflâtun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise, suyun zerratı [atomlar] adedince muhaldir. Öyleyse, bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizâta mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ ِللهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlûkat namına, Miraç [yükseliş] gecesinde, Netice-i Hilkat-i Âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, اَلْمُبَارَكَاتُ ِللهِ demiş. Yani, bütün bu medar-ı tebrik ve mâşaallah ve barekâllah [Allah ne mübarek yaratmış] dediren bütün hâletler [durum] ve san’atlar

495

Zat-ı Zülcelâlin kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ ‘ları Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] huzuru ile hediye ediyor.

Sonra, herkesin hususî dünyasındaki “hava” unsuru dahi bir hüve [“O”, Allah] kadar, herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar [erişme, nail olma] oldukları santrallık, âhize [alıcı] ve nâkılelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları [ümit] ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle [beden dili] dedikleri için, hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını [ifadeler, sözler] katrilyonlar, belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sânilerine, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] takdim ettiklerinden, onların namlarına o küllî mânâ ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani, “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar [ümit] ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] mahsustur.”

Çünkü Hüve [“O”, Allah] Nüktesinin [derin anlamlı söz] haşiyesinde [dipnot] denildiği gibi, ya, hüve [“O”, Allah] kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak herşeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal [bâtıl, boş söz] olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle, o zerrelerin herbiri, Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta, [ölçü] âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek zerrat-ı havaiye adedince salâvatları [namazlar, dualar] ifade eden, Mirac-ı Ahmedîde Aleyhissalâtü Vesselâm اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe [güzel ve hoş söz] söylendiği vakit, birden “nar” ile “nur” unsuru, yani hararetli ve hararetsiz maddî ve mânevî nur unsuru bir küllî dil olarak,

496

hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal [beden dili] ile, hadsiz dillerle اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor. Yani, bütün güzel sözler, güzel mânâlar, harika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i [Allah’ın isimleri] Hüsnânın [güzellik] cilveleri ve başta enbiyalar, [nebiler, peygamberler] evliyalar, asfiyalar [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] olarak bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanları ile kâinatın ve mahlûkatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarından neş’et [doğma] eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] tesbihler, tekbirler إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ 1 sırrı ile Arş-ı Âzam [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esmâ-i İlâhiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler; ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve mânevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla, Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] mahsustur diye, nar ve nur unsurunun bu küllî diliyle bu küllî ubudiyeti, [Allah’a kulluk] Mâbud-u Zülcelâle takdim etmek mânâsında olarak, Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâm, umum mahlûkat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş. Çünkü maddî ve mânevî nur unsuru, mazhar [erişme, nail olma] oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.

Evet, nur ve nar unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî [açık, aşikâr] ve zarurî bir surette o nümunelerle gösteriyor ki, bütün esbap [sebepler] yalnız bir perdedir.

497

Bütün icatlar ve tesirler Zât-ı Kadîr-i Zülcelâlindir. Çünkü, nur, aynen vücut ve hayat gibi, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] perdesiz, bizzat mübaşeretine [bir işe başlama, girişim, temas etme] lâyık olmasından, esbab-ı zahirî [görünürdeki sebepler] hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ehadiyeti [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] gösterir. Gayet cüz’î [ferdî, küçük] ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki, Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] haşiyeleriyle [dipnot] bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar nümunelerinden iki küçük nümunesinden:

Birisi: Mânevî nurun, ilim sûretinde beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, [ferdî, küçük] tırnak kadar kuvve-i hafızaya [bellek, hafıza duyusu] malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı [ifadeler, sözler] yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları, [ses] o tırnak kadar kuvve-i hafızanın [bellek, hafıza duyusu] sahifesinde, istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının [korunmuş] aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.

İşte bu tırnak kadar kuvve-i hafızanın, [bellek, hafıza duyusu] bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] gibi bir vüs’ati [genişlik] ve güneş gibi bir ihata[herşeyi kuşatma] nuru ve bir ziya-yı mânevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal [bâtıl, boş söz] muhal [bâtıl, boş söz] içinde ve imkânsız olduğundan, elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hafıza, Levh-i Mahfuz [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlakın, [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ilim ve hikmet ve kudretiyle, o Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir şehadet eder.

İkinci cüz’î [ferdî, küçük] ve küçücük bir nümunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acip vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerdeki zerreler ve maddeler camid, [cansız] şuursuz, hareketsiz oldukları halde, yalnız gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini, yarım saniyede dolduran bir nur vücuda

498

gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet [karanlık] kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil.

Ya o temas eden camid, [cansız] şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber, birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyunlar toplansalar, bunu bir sofestaîye [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] de kabul ettiremezler.Haşiye [dipnot]

Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyz alan ve Nure’n-Nur ve Hâlıka’n-Nur [her şeyi yaratan Allah] ve Müdebbire’n-Nur [idare eden, çekip çeviren] olan Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] ve Alîm-i Mutlakın [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] kudretiyle ve hikmetiyle olacak. İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler var.

İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri [iyi, güzel, hoş iş ve hareket] ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] nur unsuru diliyle kâinat

499

takdim ettiği gibi, netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem [âlemin yaratılış nedeni] olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi, namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] hesabına, Miraç [yükseliş] gecesinde o küllî mânâ ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrâti’l-enâm) [atomlar] bu dört kelimât-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra—Risâle-i Nur’da izah edildiği gibi—Cenâb-ı Hak اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ 1 demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve mânevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele [karşılama; karşılık verme] etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ 2 demekle, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip, bütün mahlûkatın meb’usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.

Ümmeti ise her namazda اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlâhîdeki [Allah’ın selâmı] emir ve fermana bir imtisaldir. [bağlanma, boyun eğme] Hem ona karşı biat etmektir. Ve hergün biatını, yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdit [yenileme] ve tazelemektir. Hem, risaletini [elçilik, peygamberlik] bir tebriktir. Hem, umum âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hergün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet, her insan, kendi vücudunun mahvolmasıyla müteellim [acı çeken] olduğu gibi, hanesinin harap olmasıyla da elem çekiyor. Ve vatanının bozulmasıyla gayet müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyor. Ahbabının firak [ayrılık] ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] ve âhirde tamamen

500

mahvolmasını düşünmesi, mânevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte, aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâmın Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinde gözüyle gördüğü saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjdesini ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] Cennetteki hayat-ı bakiyesinin beşaretini [müjde] ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden [geçip gitme] sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, [mutluluk] mânevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hergün çok defa اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ 1 dediği gibi, onun da getirdiği hediye-i mâneviyesiyle, hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına, hem mahlûkatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları [olgunluklar, faziletler, iyilikler] onun risaletiyle [elçilik, peygamberlik] tezahür etmesine mukabil, bütün mahlûkat mânen اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr [adı geçen] hakikatin lisanıyla derler.

Ve ümmet mabeyninde [ara] şeâir-i İslâmiyeden [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] olan birbirine اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuaı olmasındandır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî

501

– 84 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Seksen sene bir mânevî ömr-ü bâki [devamlı ömür] kazandıran şuhur-u selâsenizi [üç aylar] ve mübarek kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] gecelerinizi ve leyle-i Regaibinizi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] ve leyle-i Miracınızı [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve leyle-i Berâtınızı ve leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun mânevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] rica [ümit] ve hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] muvaffakiyetinizi [başarı] tebrik ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Tesemmüm [zehirlenme] vesilesiyle nisyan[unutkanlık] mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin [doğru gerçekler] keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat yine duanızı ruh u canımla rica [ümit] ediyorum.

Evet, şimdi Siracü’n-Nur [Nur Lambası; Risale i Nur] başındaki münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık [tekdüzelik, monotonluk] perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i tabiat [her şeyin tabiatın tesiriyle (yaratmasıyla) meydana geldiğine inananlar] ve felsefenin dinsiz kısmı bu âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] kanunlarının perdesi altında çok mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın kudret mu’cizeleri] görmeyip, dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] her şeydeki mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek, şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.

Meselâ, birtek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret [Allah’ın kudretinin yansıması] sahife-i havada [hava sayfası] istinsah [kopyasını çıkarma] ettiği gibi, إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ 3 âyetinin

502

remziyle [ince işaret] her kelime-i tayyibe, [güzel ve hoş söz] bütün küre-i havada [hava küresi, atmosfer] birden, âdetâ zamansız, kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] istinsah [kopyasını çıkarma] edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatlerin bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada [hava küresi, atmosfer] kudretin acip bir mu’cizesinin zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında saklandığı gibi; şimdi, radyo namı verdikleri ayn-ı hakikatle [hakkın ta kendisi] sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahi [sonsuz] bir kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] cilvesi, her zerre-i havâide hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.

Demek bütün esbab [sebebler] toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki [yaratılıştan gelen görev] cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet harika san’ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] “ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık” [değişmeyen, tekdüze, monoton] perdesiyle saklayıp, âdi bir isim takıp, muvakkat [geçici] kendilerini aldatıyorlar.

Meselâ, On Dördüncü Sözün Zeylinin [ek] hâşiyesinde [dipnot] denildiği gibi, pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] muhtelif taamları, yüz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] muhtelif kumaşları yapsa, bir adam o odun parçasını gösterip dese, “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın harika san’atlarını, hünerlerini hiçe indirse, ne derece bir hamakat [ahmaklık] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir hurafet ve hezeyan [boş söz, saçmalama] olduğu gibi; aynen öyle de, çam ve incir ağacı gibi binler harika san’atları tazammun [içerme, içine alma] eden bir mu’cize-i kudreti, [Allah’ın kudret mu’cizesi] nohut gibi iki çekirdeği gösterip “Bunlar bundan olmuş” demek; veya küre-i hava[hava küresi, atmosfer] bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun [içerme, içine alma] eden ve hadsiz şükürlerle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek lâzımken; ve beşerin saadet-i ebediyesindeki [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ihsanat-ı İlâhiyenin [Allah’ın lûtuf ve bağışları] bir muaccelHaşiye [peşin] nümunesi ve

503

hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] ihsan [bağış] edilen bir hediye-i Rahmâniyeye [sonsuz rahmet sahibi Allah’ın hediyesi] radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı [dalgalanma] namını vermekle, o yüz bin nimetlere küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] perdesini çekmek, aynen o misal gibi, maddiyunların ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hadsiz bir divanelikleridir ki, hadsiz bir cinayet olup, hadsiz bir azaba onları müstehak eder.

İşte, kardeşlerim, hakikaten bugün, Siracü’n-Nur’un [kandil, lamba] başındaki Münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hafızam [bellek, hafıza duyusu] tam söndüğü için, birden o münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] hakikatlerine karşı, güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi, birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] tam istifade edip okudum. Pek harika gördüm. Ve anladım ki, gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp, Siracü’n-Nur’un [kandil, lamba] âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki Münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] intişar [açığa çıkma, yayılma] etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehberdeki Hüve [“O”, Allah] Nüktesi [derin anlamlı söz] gibi bu Münâcât [Allah’a yalvarış, dua] da, Siracü’n-Nur’a [kandil, lamba] dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.

Salisen: [üçüncü olarak] Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd [dayanışma] vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz [iman hizmeti] noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları [fetihler, yayılmalar] oluyor.

Meselâ, Isparta’dan buraya, yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki, yalnız bu meselede ve yalnız Rehbere ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete [hizmetin sonucu] iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Duanıza muhtaç hasta kardeşiniz

Said Nursî

504

– 85 –

Nur Âleminin Bir Anahtarının bir hâşiyesi [dipnot]

Bu Nur Anahtarının radyo bahsine dair, iki üniversiteli ile, birgün hareket etmekte olan, hiçbir telle bağlı bulunmayan bir otomobilde bulunan radyo ile, uzakta bir mevlid-i şerif dinliyorduk. O iki Nurcu üniversitelilere dedim:

Nurda dahi, hayat, vücut gibi doğrudan doğruya kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] perdesiz tecellîsi bedahetle [ap açık bir şekilde] göründüğüne bir delil budur ki: Şimdi bu makinecikteki tırnak kadar bir hava, mânevî az bir nur, yalnız bu mevlidden [doğum] gelen kelimeleri dinler, söyler değil, belki binler, milyonlar kelimeleri aynı anda dinler, söyler ki, binler istasyondaki ayrı ayrı kelimeleri şimdiki işittiğimiz kelimeler gibi işitir ve işittirebilir, bize söyleyebilir. Demek en cüz’î, [ferdî, küçük] en küllî olur.

Hem o küçücük, parçacık hava, küre-i hava [hava küresi, atmosfer] kadar vazife görür. En küçük, en büyük küre-i hava [hava küresi, atmosfer] kadar büyür.

Eğer cilve-i kudret-i Ezeliyeye verilmezse, öyle acip bir hurafeli tezat olur ki, hiçbir hayale gelmez. Birşey zıddına inkılâbı [değişim, devrim] muhal [bâtıl, boş söz] olduğundan, böyle binler derece en cüz’î, [ferdî, küçük] zıddı olan en küllî olmak; en küçük, en büyük olmak; en câmid, [cansız] câhil, şuursuz, âciz en muktedir, en dirâyetli ve iradetli ve şuurlu olmak lâzım gelir ki, yüzer tezad [zıtlık] ve muhaller ve hurafeler içinde, emsali bulunmaz bir hurafedir. Demek, bilbedâhe [açık bir şekilde] kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir cilvesidir. Ve o cilveyi küre-i havada [hava küresi, atmosfer] umumen temsil eden bu gelen hadis-i şerifin meâli gösteriyor. Şöyle ki:

Bir melâike [melek] var. Kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dil var. Herbir dilde kırk bin tesbihat yapıyor. 64 trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, [hava küresi, atmosfer] bu melâike [melek] gibidir. Yani, bu melâikenin [melek] tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, [güzel ve hoş söz] hava sahifesinde yazılıyor.

Küre-i hava [hava küresi, atmosfer] diyor ki: “Bu hadis, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü, insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla [harfler] ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz [seçkin] sesleriyle söylenmek gösterir ki, küllî bir şuurla yapılan bu iş yalnız tek

505

bir zerrenin vazifesi, ne bana, yani küre-i havaya [hava küresi, atmosfer] ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] yok. Demek her yerde hâzır, nâzır ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cilvesiyle ve içinde ihata[herşeyi kuşatma] bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”

On Üçüncü Sözde hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ile hikmet-i felsefeyi [felsefe ilmi] muvazene [karşılaştırma/denge] bahsinde denilmiş olan meselenin meâli budur ki:

Felsefe-i insaniye, gayet harikulâde mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mu’cizât-ı rahmeti üstüne âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] perdesi çeker. O âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] altındaki vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] delillerini ve o harika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç [çıkma] etmiş hususî bazı cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] görür, ehemmiyet verir.

Meselâ, hilkat-ı insaniyedeki [insanın yaratılışı] kudret mu’cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor. Fakat, kaideden çıkmış iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp, istiğrab [garip görme] ve velvele-i hayretle nazar-ı dikkati celb [çekme] eder. Küllî, umumî mu’cizâtı âdet perdesinde saklar; cüz’î [ferdî, küçük] ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medâr-ı ibret [ibret kaynağı] yapar.

Hem meselâ, hayvandan, insandan yavruların pek harika, pek mu’cizatlı iaşelerini âdi görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi, taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar; şâşaa ile ilân etmişler.

Halbuki; en cüz’î [ferdî, küçük] bir yavruda, memedeki âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizât-ı rahmet ve ihsan [bağış] var. Felsefe-i beşeriye [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] görmüyor ki şükretsin, o Rahmânür-Rahîmi tanısın, şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] etsin.

506

İşte, hikmet-i Kur’âniye, [Kur’ân’ın hikmeti] o âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] perdesini yırtar. O küllî, umumî harika mu’cizeleri ve fevkalâde nimetleri beşere ders verir, Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete [Allah’a kulluk] sevk eder.

İşte, felsefe-i beşeriyenin [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] en acip, en antika hatâsından birisi de şudur ki: Cüz-ü ihtiyarîsi [insandaki çok az seçim gücü, irade] ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan “söylemeye” kâfi [yeterli] gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î [ferdî, küçük] kesb [elde etme, kazanma] ile, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun o kesbine [elde etme, kazanma] binaen o kelimatı [ifadeler, sözler] halk eder, havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icattan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir harika küllî mu’cizât-ı kudrete [Allah’ın kudret mu’cizeleri] “beşer icadı” namını vermek ne kadar büyük bir hatâ olduğunu, zerre kadar şuuru bulunan anlar.

İşte, bunun bir misali, yüz bin harikaları tazammun [içerme, içine alma] eden bir kanun-u İlâhîyi, [Allah’ın kanunu] beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, [keşifler] yani fiilî dualarına bir nevî kabul hükmünde bir ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile keşf olan radyo ile, beşer istifadesine vesile olan biçare, âciz-i mutlak [güçsüzlüğü sınırsız olan] bir insana, “Hah! Radyoyu filân keşşaf [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] da, beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar!”

Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu kâinatı, insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir; ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî [fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua] olan telâhuk-u efkârdan [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ileri gelen taharriyat [arama tarama] neticesinde ellerine ihsan [bağış] eder. Buna karşı şükretmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] nevinden, âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp, sonra o küllî bir şu-ur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın [bağış] neticesi olan o harikaları unutturup, yalnız ince bir perdesini gösterip, şuursuz tesadüfe, tabiata ve câmid [cansız] maddelere

507

havale edip, ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak [sonsuz bir cahillik] kapısını açmaktır. Öyleyse وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ * تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 1 düsturuyla, [kâide, kural] mahlûkata mânâ-yı harfiyle bakmak elzemdir ki, insan, insan olsun.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

– 86 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 3* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 4

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا 5* وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 6

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ bu günlerde Sûre-i Ankebût’ta,

مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللهِ اَوْلِيَۤاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اِتَّخَذَتْ بَيْتًا وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * 7

âyetini okurken birden şiddetli bir vehim geldi ki: “En zaif hane örümceğin hanesidir. Allah’a şerik yapanlar faraza bilseler, yani imana gelmeyen Kureyş rüesâları [reisler, başkanlar] eğer bilseler…” mânâsında olan bu âyetin belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] münasip bir vaziyet görülmedi.

Birden, aynı zamanda Zülfikar[Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Ahmediye’yi tashih için açtım. Birden şu satırlar nazarıma ilişti:

508

“Birinci hadise: Mânevî tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde bir şöhretle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekir-i Sıddîk ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun [sığınma, korunma] ettikleri Gar-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedâr gibi harika bir tarzda kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir.

“Hattâ rüesâ-yı [reisler, başkanlar] Kureyş’ten, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy ibni Halef, mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: ‘Mağaraya girelim.’

“O demiş: ‘Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Muhammed (a.s.m.) tevellüd [doğma] etmeden bu ağ yapılmış gibidir.’ “

Birden, bu âyet-i kerîmenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu’cize gördüm ki, benim vehmim yerine yüksek bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] bildim. Şöyle ki:

Sûre-i Ankebût Mekke’de nazil olduğu için, Kureyş’in imana gelmeyen reisleri Peygambere (a.s.m.) suikast edeceklerini ve o suikastın içinde en zaif ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] edip galebe [üstün gelme] edecek. Yani örümceğin hanesi olan ağ en zaif bir perde iken, o kuvvetli reisleri mağlûp edeceğini göstermekle âyet diyor ki:

“En zaif bir hayvana mağlûp olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu suikasta teşebbüs etmeyeceklerdi.”

İşte اَلْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ 1 âyetinde bir kelime ile bir mu’cize-i tarihiye gösterildiği gibiHaşiye Mekke’de nazil olan bu sûrenin de, bu لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ 2

509

âyetinde görülen remzle [ince işaret] Gar-ı Hira hadisesinde harika bir hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ve ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] neviden bir mu’cize-i Nebeviyeye [Peygamberimize ait mu’cize] işaretle bir lem’a-yı [parıltı] i’câz gösterip o sûreye “Ankebût” namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup, bu âyete gelen şüphe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrettim ki, Kur’ân’ın sûrelerinde ve âyetlerinde, hattâ cümlelerinde ve kelimelerinde de i’câz [mu’cize oluş] lem’aları [parıltı] olduğu gibi, harflerinde de vardır bildim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

– 87 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr kardeşlerim,

Evvelâ: وَالْفَجْرِ * وَلَيَالٍ عَشْرٍ 4 senasına mazhar [erişme, nail olma] o gecelerinizi ve bayramınızı ruh u canımla tebrik ederim. Ve şiddetli hastalığımın şifasına dualarınızı isterim.

510

Saniyen: [ikinci olarak] Nurların parlak fütuhatına [fetihler, yayılmalar] bir derece mümanaat fikriyle, gizli dinsizler bir kısım resmî memurları âlet ederek keyfî kanunlarla ilişiyorlar. Ve has Nurcuların az bir kısmına fütur [usanç] vermek için çalışıyorlar. Ezcümle, bu mübarek günlerde İstanbul’dan Rehber hakkında dinsizlik damarıyla yazılanHaşiye ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunu bana gönderdiler. Ben şiddetli ve semli hastalığım için, onlara cevap vermesini sizlere havale ediyorum.

On iki sene evvel yazılan ve aflar ve beraatlar gören ve beş mahkemenin eline geçip ilişilmeyen ve iade edilen ve on bin adama, hususan gençlere zararsız menfaat veren ve zeyilleriyle [ilave, ek] beraber büyük müdafaatımda bu vatana büyük fâidesi ispat edilen bu eser hakkında Medresetü’z-Zehra ve şubeleri o ehl-i vukufu [bilirkişi] susturmak ve kanun namına tam kanunsuzluk ettiklerini ve adliyede adalet hesabına dehşetli zulüm ettiklerini ve Rehber hakkında “Dini siyasete âlet etmek var” demelerine mukabil, o vukufsuz ehl-i vukuf [bilirkişi] siyaseti ve adlî vazifelerini dinsizliğe âlet etmek istediklerini delillerle göstermek vazifesini o Nurcu kardeşlere havale ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

– 88 –

 Ehl-i vukuf raporuna hafif bir itiraz tarzındahakikat-ı hali beyan etmektir

“Dinî hissiyatı siyasete âlet ediyorum” diye ittihamlarına [suçlama] karşı deriz:

Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad [şahid gösterme] ediyorum ki, değil dini siyasete âlet, belki siyasî olduğum zamanda dahi, bütün kuvvetimle siyasetleri dine âlet ve tâbi yapmaya çalıştığımı, bütün tarih-i hayatım [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] ve dostlarım şehadet ettikleri gibi, Hürriyetin başında, şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusunun dehşetli divan-ı harb-i örfîsinde, aynı günde on beş adam asıldığı bir zamanda,

511

Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve âzâları dediler ki: “Sen mürtecisin, şeriat istemişsin” sözlerine mukabil demiş:

“Şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın istibdadından [baskı ve zulüm] ibaret ve hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] hareket ise, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim” diyen bir adam, idama beş para ehemmiyet vermeyen ve dünyasını, herşeyini şeriata feda eden, hiç mümkün müdür ki, dini, şeriatı birşeye ve bir siyasete âlet yapsın. Buna ihtimal veren sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] olamaz.

Hem bir mâsumun hatırı, bu vatanda on zâlim gaddarlara siyaset yoluyla ilişmek büyük bir hatâ bilen, on zâlim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyen, hattâ beddua da etmeyen bir adam ve âsâyişe ilişmemek hayatına bir düstur [kâide, kural] yapan bir adamı, dini siyasete ve dolayısıyla âsâyişe dokunur mânâsında ittiham [suçlama] etmek, elbette dehşetli bir garazla ittiham [suçlama] eder. Yirmi sekiz senede emsalsiz ihanetler, işkenceler, azaplar verildiği halde, mahkemelerin tahkikatıyla, [araştırma, inceleme] yüz binler fedakâr dostları varken, altı vilâyetin ve altı mahkemenin tahkikatıyla [araştırma, inceleme] bir vukuat talebesinde bulunmayan bir adam âsâyişe, ya vatana, siyasete zararı var diyen, elbette yerden göğe kadar haksızdır.

Zannetmesinler ki, ben bu zâlimâne ittihamlara [suçlama] karşı kendimi mes’uliyetten veya mahkûmiyetten kurtarmak içindir. Sizi temin ediyorum ki, beni tam bilen dostlarım da tasdik ediyorlar ki, bu yirmi sekiz senede, ölüm hayattan ziyade bana fâideli ve kabir on defa bana hapisten ziyade medâr-ı rahat [rahatlama sebebi] ve hapis on defa bu çeşit serbestiyetten daha istirahatime fâideli olduğunu kat’iyen [kesinlikle] kanaatim var. Eğer bazı dostlarım mahzun olmasaydı, ben daimî hapiste kalacaktım.

Eğer şer’an intihar caiz olsaydı, elbette Rusun Başkumandanının ve İstanbul’u işgal eden İtilâfçıların Başkumandanlarının kendi idam [hiçlik, yokluk] etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette [başkanlık divanı, makamı] elli meb’usun huzurunda ilk Reisicumhurun [Cumhurbaşkanı] şiddetli hiddetine karşı tezellüle [alçalma] tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma

512

ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] ihanetleri ve iftiraları ve tazipleri [azap verme] ve ağır tâcizlerini [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.

Madem Rehberi bahane edip, böyle hiç hatıra ve hayale gelmeyen bir evhamla ittiham [suçlama] ediliyorum. Ben ve kardeşlerim Rehberin hakikatiyle, hem imanımızı, hem ahlâkımızı tehlikeden kurtardığımız için deriz ki:

Rehber on beş sene evvel telif [kaleme alma] edilmiş, üç defa tab [basma] ile binler nüshası ve el yazısıyla on binler nüshası bu vatanda iştiyakla [arzu, istek] okunmak suretinde intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde, yüz bin adam okuyucu hiç kimseden muvafık, muhalif, dindar, dinsizden hiçbirisi dememiş, “Ondan zarar gördük” veya “Vatan ve millete zararı var” işitmedik. Öyle bir zarar olsaydı, bu ehemmiyetli bir mesele olduğu için intişar [açığa çıkma, yayılma] edecekti. Halbuki bundan yüz bine yakın şahit gösteririz ki, “Biz ondan imanımızı kurtardık, seciye-i milliyemizi onunla düzelttik, istifade ettik” diye yüz bin şahit bu dâvâmıza lüzum olsa göstereceğiz.

Acaba bir adamın on hasenesi olsa, bir küçük yanlış nazara alınmadığı halde, böyle yüz bin hasene ve fâide sahibi bir eserin vehmî, [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] asılsız bir kusur tevehhümüyle [kuruntu] medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olabilir mi? Hiç, dünyada hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] temas eden hiçbir kanun böyle bir hâle suç diyebilir mi?

O eseri tetkik eden ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] ve diniyeye mâlik olmayan ehl-i vukufun [bilirkişi] suç unsuru diye gösterdikleri:

Birincisi: “Lâikliğe aykırıdır, dini siyasete âlet ediyor.”

Halbuki, müellifi otuz beş seneden beri siyaseti terk edip bir gazeteyi okumamış ve şakirtlerine [öğrenci] de “Siyasetle meşgul olmayınız” daima demesi, bu suç unsurunu tamamıyla keser.

İkincisi: “Dinî tedrisata [öğrenim, eğitim] taraftar olmak” bir suç gösterilmiş.

Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiçbir ehl-i iman [Allah’a inanan] bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki biçarelere teselli suretinde ders vermiş. Tedrisata [öğrenim, eğitim] taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise, o cümleyi de, bütün bütün mânâsız olduğunu gösterir. Hattâ hapisteki üç yüz adamın az bir zamanda Risale-i Nur’la ıslah olması, cinayetlerden tevbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] celb [çekme] etmiş. O memurlar bir kısmı demişler:

513

“On beş sene hapiste kalmasının fâidesi kadar, on beş hafta Risale-i Nur fâide vermiş.” Bunu hapisteki Rehberi yazana söylemişler.

Müellifi de demiş:

Yüz otuz kitaptan ibaret olan Risale-i Nur ve onun küçük bir parçası olan Rehberi, tamamıyla olmasa da okuyan adam, elbette on beş sene hapisteki cezadan, medresede ders okumak kadar istifade eder, ıslah-ı hal [kendi halini ıslah etme, düzeltme] eder, fenalıklardan tevbe eder. Acaba böyle bir temenni, bir teşvik ve beni hapse sokanlar da tasdik ettikleri halde suç olabilir mi?

Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] taraftarıdır” diye suç göstermiş.

Bu ise hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon’da, hem Afyon’un mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi, on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem mahkemeye, hem Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] bu cevabı vermişim:

“Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir düstur-u hayat[hayat kanunu] içtimaîsi [bir araya gelme, toplanma] ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına iktidaen [uyarak] ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdatlarımızın itikadlarına [inanç] ittibaen [tabi olma, uyma] tesettür hakkındaki bir âyet-i kerimeyi tefsir eden bir adamı ittiham [suçlama] eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa, bu ittihamı [suçlama] şiddetle reddeder ve o ittihama [suçlama] göre hüküm verilse nakz [bozma, yok sayma] ve reddedecek.”

Bu âyet-i kerimenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risale-i Nur kat’î ispat ettiği gibi, Sebilürreşad’ın 115. sayısındaki “Ehl-i iman [Allah’a inanan] âhiret hemşirelerime” ünvanı olan bir makalem ispat eder.

Dördüncüsü: “Şahsî nüfuz temin etmek” bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de “Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına konuşuyorum” demesi ve “Kalbe ihtar edildi,” “Hatırıma geldi,” “Kalbime geldi,” “Risale-i Nur hem mektep, hem medrese, hem tekke [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] fâidesini veriyormuş.” Ehl-i vukuf [bilirkişi] bu cümleyi medâr-ı ittiham etmiş.

514

Cevaben deriz: Bir adam kabir kapısında, seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve haps ve nefiy [inkâr] içinde bütün bütün dünyadan küsmüş. Otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz [karşılıksız] ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından, hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz [karşılıksız] birşey kabul etmemiş. Hürmetten, teveccüh-ü nastan kaçmak için, halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur [kâide, kural] yapmış. Ve bütün dostların medihlerini [övgü] kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] havale etmiş. Ve dermiş:

“Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risale-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tefsiridir, mânâsıdır.”

Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kabilinden[gibisinden, türünden] demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun [bilirkişi] verdiği mânâ ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, [melekler] tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] mazhar [erişme, nail olma] oldukları, ehl-i fen [bilim adamları] ve ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.

Beşincisi: “Müellif, [telif eden, kitap yazan] câzibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risale-i Nur’dan medet umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanidir.” [inanmış, tatmin olmuş] Ehl-i vukuf [bilirkişi] bu cümleyi de medâr-ı ittiham etmişler. “Yüz bin şahitle ispat edilen ve meydana gelen zahir bir hakikatı kanaat ettim” demesini medâr-ı suç yapmak ne derece mânâsız olduğunu, dikkat eden anlar.

Altıncısı: “Siyasiyun, içtimaiyun, [bir araya gelme, toplanma] ahlâkiyunların kulakları çınlasın!” demesini bir suç mevzuu göstermişler. Halbuki gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini, “Siyasiyun, ahlâkiyun da bunu terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] etsinler” mânâsında demiş: “Kulakları çınlasın!” Buna suç diyen, insaniyet itibarıyla çok suçlu olmak gerektir.

Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr [dinden çıkmak] bir şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mevcut olduğunu ve bu mânevî şahsın hayaline göründüğünü söylemekte, fakat

515

kim olduğunu bildirmemektedir.” Ehl-i vukuf [bilirkişi] medâr-ı ittiham etmişler. Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından, bu vukufsuz ehl-i vukuf [bilirkişi] hiç bilmemişler mi ki, mânâsız ilişiyorlar? Madem “mânevî” demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş, dünyada hiçbir mahkeme böyle mânevî bir adama, yani “Bir şeytana hakaret ettin” diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez bir hezeyan [boş söz, saçmalama] hükmündedir.

Sekizincisi: “Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] süzülen ve çıkan ve tevellüd [doğma] eden Risale-i Nur esaslarına dayandığı müellif [telif eden, kitap yazan] tarafından mükerreren [defalarca] ve musırrane beyan ve iddia edilmekte ve böylece propaganda dinî delillere, telkinlere istinad ettiğini söylemekle” suç unsuru gösterilmektedir.

Bunu, bütün Risale-i Nur’u okuyanların tasdikiyle, hususan meşhur Mısır, Şam, Bağdat, Pakistan ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] dairesinin uleması tasdikle, “Risale-i Nur doğrudan doğruya hakikî bir tefsir-i Kur’ânîdir [Kur’ân tefsiri] ve Kur’ân’ın malı ve lemaatıdır” dedikleri halde, bu cümleyi medâr-ı suç yapanlardan mahkeme-i kübrâ-yı haşirde [haşir meydanında kurulacak olan büyük mahkeme] bu hatâsının sebebi sorulacak.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

Hasta

Said Nursî

516

– 89 –

1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl-i vukufa [bilirkişi] cevaben verilen itiraznamedir. [itiraz dilekçesi, yazısı]

Birinci Ağır Ceza Mahkemesine,

Risale-i Nur eczalarından Gençlik Rehberi’nin tab’ı [baskı basma] ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] münasebetiyle müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin mahkemeye verildiğini ve Gençlik Rehberi’nin mahiyetini tetkik için, bilirkişi namıyla hakikatleri tamamen tahrif ederek dinsiz ve İslâmiyet düşmanları mahiyetinde mütalâa edip suç mevzuu çıkaran ehl-i vukufun [bilirkişi] raporunu okuduk.

130 parçadan müteşekkil [meydana gelen] iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatından bu Gençlik Rehberi bir cüz’ü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlere ruh ve canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî-mânevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu ispat edip bildiğimizden, Rehberin aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun [bilirkişi] vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilân ve ispat ediyoruz. Ve mahkeme heyetine arz ediyoruz ki:

Verilen ehl-i vukuf [bilirkişi] raporu, vatan ve milletin hayatına, tarihine, an’anesine, mukaddesatına, kanununa tamamen yabancı, hâlihazır kanunlara iftira eden, hükûmeti tahkir [aşağılama] eden, bin yıllık bu milletin tarihini tezyif [alay etme, küçük düşürme] ile bütün bir millet ecdadını tahkir [aşağılama] eden ve bugün bu vatanda yaşayan yirmi milyon kardeşlerimizin mâneviyatına taarruz eden bir suikastın örneğidir. Mahkeme-i adalet bunu nazar-ı itibara [dikkate alma] alması gayr-ı mümkündür. [imkansız]

İşte biz de, bilirkişi ismini alıp bu suikast vesikasını [belge] imza edenlere soruyoruz:

Bu millet, hâşâ, dinsiz midir? Bu millet yüzyıllar boyunca dinden ve imandan—hâşâ—mahrum bir vaziyette en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] millet midir? Bu millet ve bu milletin parlak tarihini altınla yaldızlayan bir ecdad, bütün hayatlarını dünyaya sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dağıtan küfür yolu üzerinde mi yürümüşler? İstanbul’u fetihle

517

dünya hayatında yeni bir devir açan, şarka garba Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] ilim ve fazilet saçan, Avrupa’ya hakikî medeniyeti ders veren ve İslâmî medeniyetin ziyasıyla beşeriyeti aydınlatan ve kos koca bir tarih, onların kahramanlığıyla dolu olan Yıldırım’lar, Fatih’ler, Selim‘ler [sağlam, doğru] ve Süleyman’lar ve onların mensup olduğu bir millet, yazdığının tamamen aksine olarak, mâneviyatı sönmüş, dinden haberi yok, İslâmiyeti neşreden başka millet, o kumandanlar başka bir milletin tarihinde, tarih yalan söylüyor, Türkler İslâmiyetin kahramanı olarak Kur’ân’ın bayraktarlığını bütün milletler üstünde bir şeref tacı olarak taşıdıkları yalandır, öyle mi?

Veyahut bu millet, hakikat-i İslâmiyeden [İslâm hakikatleri, gerçekleri] aldığı bir dersle kadınlarını ve kızlarını âdâb-ı Kur’âniye ziynetiyle ziynetlendirip kadınlığın haysiyet ve şerefini muhafaza ederek onların âdi ve kıymetsiz olmalarına mâni olduğu, yalan! Uzun asırlarda İslâm-Türk kahramanları namıyla mâruf [bilinen] olmuş ve ahlâk ve namusun, haysiyet ve şerefin kemâline yetişmiş bildiğimiz ve iftihar ettiğimiz ecdadımız, annelerimiz, bizim iftiharımızın aksine olarak emr-i Kur’ân’a ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmemişler, güzelliğin hakikatini terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] dairesinde âdab[usuller, yollar] Kur’âniye ziynetiyle ziynetlenmek değil, vücutlarını çıplak olarak teşhir etmekte bilmişler, öyle mi?

Ey ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve ey tarihiyle, mukaddesatıyla kahraman ve mübarek ecdadıyla iftihar eden nesl-i hâzır! Geliniz, görünüz. Tarihinizi ve İslâmiyetinizi tahkir [aşağılama] eden bir suikast vesikasını [belge] yazan ve imza edenlere, hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyetiniz namına ve kâinatı on dört asır ışıklandıran ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve İlâhî [Allah tarafından olan] düsturlarıyla [kâide, kural] bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevk eden Kur’ân’ınız namına ve o düstur-u Kur’ân’a ittibâ [tâbi olma, bağlanma] eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakikî mânâsını ve hakikî güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve tahkir [aşağılama] savuranlara teessüfünüzü, [eseflenme, üzülme] tekdirinizi [azarlama] ve reddinizi bildiriniz.

518

İşte o müfteriler, yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız, şimdi bütün münevverlerin [aydın] ve çok ediplerin ve terbiyecilerin vatan ve milletperverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi hâline gelmelerini temin eden, adalet ve âsâyiş lehinde [tarafında] en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin [muhterem, saygıdeğer yazar] mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyete karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte, kadınların bugünkü içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakikî ve daimî güzelliği içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatta yer alan süslenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] dairesinde âdâb-ı Kur’âniye ziynetidir. Bediüzzaman dinî tedrisat [öğrenim, eğitim] taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat [öğrenim, eğitim] sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını—ki, Denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir—söylemektedir. Bediüzzaman, câzibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nurun imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir.” [inanmış, tatmin olmuş]

İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf [bilirkişi] namında memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir!

İşte, ey adalet-i hakikiyenin [gerçek adalet] mümessilleri [temsilci] sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi [kamu hukuku] ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, ehl-i vukuf [bilirkişi] raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul

519

ediliyorsa, bu müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa, eğer öyleyse, o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medâr-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Kur’ân derslerine ve o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemâl-i şâşaa [çok gösterişli, son derece görkemli] ile dünyaya ilân eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, mâneviyatına savrulan tahkir [aşağılama] ve tezyifleri, [alay etme, küçük düşürme] indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, mânevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların, [bilirkişi] suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehberi neşreden talebeleri muahaze [cezalandırılma] olunabilir. Yoksa, adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve vicdan düsturuyla [kâide, kural] mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturunu [kâide, kural] en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla asla kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] değildir.

Eğer “Gençlik Rehberi’nin intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] dinî terbiyeyi ders veriyor; bu ise lâikliğe aykırıdır” diye ittiham [suçlama] olunuyorsa, o halde lâikliğin mânâsı nedir? Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz [edinme, kabullenme] edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu [kâide, kural] mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] ve fikir bahanesiyle neşreder de, fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] düsturuna [kâide, kural] istinaden bin yıldan beri İslâmiyetin serdarı [kumandan] olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ederek ve yine o milletin saâdeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkür gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, [imkansız]  

520

mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

Hakikat-i halde, [bir şeyin gerçek durumu] geçen mahkemelerin beraatler vererek tamamen iade ettikleri Risale-i Nur’un 130 parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup, onların dersleriyle sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi [faydalı] bir uzuv haline geldiklerini hayatlariyle ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler, o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

Hakikaten ne kadar acıdır ki, âsâyişin teminine, ahlâkın muhafazasına vesile olmuş, adliyeye ve zabıtaya binler fâidesi bulunmuş bir eser, bugün hakikatin tamamen aksine olarak suçlu gösterilip zararlı tevehhüm [kuruntu] edilmek isteniyor. Artık bu kadar bedihî [açık, aşikâr] bir zıddiyet karşısında insaf ve vicdan sahiplerinin vicdanlarına ve insaflarına havale edip Üstadımız hakkında o ehl-i vukufun [bilirkişi] “Dini siyasete âlet ediyor” demelerine mukabil biz de diyoruz: O ehl-i vukuf, [bilirkişi] adliyeyi dinsizliğe âlet ediyor.

Bilirkişi raporunda bir isnad da, “Müellif, [telif eden, kitap yazan] Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına konuşmaktadır.” “Kalbe ihtar edildi,” “Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] kalbe gelen bir mesele-i mühimme[önemli mesele] gibi bazı cümleleri ele alarak, bununla şahsî nüfuz temin etmek maksadının müellifte [telif eden, kitap yazan] bulunduğudur.

Bu kadar asılsız ve mânâsız bir isnad karşısında insan, o bilirkişi namını alanların bilirkişi mahiyetinden tamamen uzak olduklarına hükmedip, o cehaletleri ve o vukufsuzlukları karşısında hayrette kalıyor. Hiç olmazsa, ehl-i vukuf, [bilirkişi] hürmeten bu ciheti dikkatle mütalâa etseydiler, kendileri bu derece cehalet deresine atılmaktan belki bir derece kurtulurlardı. Bu asılsız isnada karşı evvelâ bütün Risale-i Nur eserleri ve mektupları ve Üstadımızın bütün hayatı en kat’î delildir ki, o aziz zât bütün gayretini, bütün hizmetini hak uğrunda ve yalnız hak için yapmış ve yalnız Hakkın hatırı için konuşmuş. O suretâ [biçim, görünüş itibariyle] ehl-i vukuf, [bilirkişi] Nur Külliyatından yalnız küçük bir cüz’ünü okumakla ve dinsizlikte taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] göstererek

521

illâ ki bir suç isnad edebilmek için bu iftirayı savurmuşlar. Halbuki, o aziz zât, Risale-i Nur dersini izah ederken diyor: “En büyük dersimiz, acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür.”

Hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] o aziz zât, büyük ve küllî hizmetleriyle, en câniyane işkencelere sabır ve tahammül ederek, mücahede-i mâneviyesinde [mânevi mücadele, cihad etme] devam edip küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bîaman hücumlarını, maddiyun ve tabiiyunun küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] mesleklerini Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakaik-i imaniyesinden [iman hakikatleri, esasları] aldığı Nur hakikatleriyle parçalayarak ve o Nurun 130 risalesinin yüz binler nüshalarını, imanî dersleriyle ona minnettar kalan yüz binler müştak [arzulu, aşırı istekli] talebeleriyle her tarafa neşreden; dinsizliğin, bilhassa komünistliğin bu vatandaki hücumuna mâni olan iman hakikatlerini en kat’î delil ve burhanlarla [delil] ispat ederek küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bâtıl mesleklerini Kur’ân’ın elmas kılıcı hükmündeki iman-ı billâh [Allah’a iman] ve vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiye hüccetleriyle [delil] parça parça eden; ve o Nur eserleri şimdi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] büyük merkezlerinde kemâl-i takdir ve istihsanla [beğenme, güzel bulma] neşredilen; ve geçen sene Türkiye’yi ziyarete gelen Pakistanlı bir vekil, kırk-elli üniversite talebesine,

“Kardeşlerim, ben âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] aradığımı Türkiye’de buldum. Bediüzzaman yalnız sizin değil; o bütün âlem-i İslâmındır. [İslâm âlemi] Ve yakın bir zamanda bütün İslâm âlemi onu anlayacaktır. Siz bu Nur eserlerine dikkatle bakın. Ben bunu doksan milyon İslâmlar içinde neşredeceğim. Benim âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında pek çok endişelerim ve Üstada pek çok soracaklarım vardı. Bir saat kadar yanında yalnız onu dinlemekle bütün endişelerim zâil [geçici, yok olucu] olup bütün suallerime cevap aldıktan sonra, şimdi Pakistan’a âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mukadderatı [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] hakkında büyük müjdelerle gidiyorum.

“Ben Türk ve İslâm tarihini tetkik ettim. Evet, çok kahramanlar, çok İslâm fedaileri ve çok vatanperverler gelmişler. Hepsi büyük fedakârlık ve kahramanlıkla

522

millete, vatana hizmet etmişler. Fakat o hizmetlerinin neticesinde lâyık oldukları mükâfat onlara verilmiş. Herbirisi birer mükâfata mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar. Fakat bugün Üstad, yirmi küsur seneden beri bu milletin saadet-i dünyeviyesi [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyesi için, târife imkân olmayan zulüm ve işkenceler içerisinde işte bu eserleri telif [kaleme alma] ve neşrederek, bu millet içerisinde, din aleyhindeki cereyanların intişarına [açığa çıkma, yayılma] mâni olan Bediüzzaman’ın evinde bugün bir lâmbası bile yok. İşte o herşeyi terk ederek yalnız ve yalnız dine hizmet için çalışmıştır. Elbette âlem-i İslâm [İslâm âlemi] yakında böyle bir zâtı eserleriyle tanıyacaktır” diye Ali Ekber Şah gibi bir İslâm âlimi ve mütefekkirinin [düşünen] takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olan; ve şimdi Demokrat milletvekillerinden bazıları, “Bediüzzaman’ın Nur risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuyan, ders alan ve o eserleri neşreden Nur talebeleri bu hizmetleriyle bu memlekette komünistliğin yayılmasına sed oldular. Madem hükûmetimiz komünizmin aleyhindedir. Öyleyse, Nurculara o hizmetlerinden dolayı minnettardır” diye milletvekillerince dahi hizmeti takdir edilen; ve serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] bütün Risale-i Nur eczaları her bir nüshası, binler kelime ve cümleleriyle o zâtın mahiyetine, hizmetine, yirmi beş yıllık faaliyetine ve neşriyatının küllî fâidelerine şehadet ve işaret ettikleri bir zât; evet, işte o acz ve fakr dersini kendisine meslek edinen ve talebelerine ders veren bir zât, hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] yukarıda bir derece arz ettiğimiz o küllî hizmetlerinin neticesinde talebelerinin ve bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] en büyük medh ü senâlarına, hürmet ve muhabbetlerine en lâyık, en elyak [daha layık] ve kabul etmesi hakkı iken, bilâkis o aziz zât, kendisini ziyarete gelenlere ve Risale-i Nur eserlerini okuyup o eserleri ilim ve iman hakikatleri dersinde, asrın bütün ilim ve ispatları üstünde görerek hayran kalanların en samimî hürmet ve senâlarından mütemadiyen kaçınmış ve müteaddit [bir çok] mektuplarında, “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede [Kur’ân dersi] bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatler en evvel bana ihsan [bağış] edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum” diye kendisine yapılan

523

medihleri [övgü] ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını [hayatın gayesi] yalnız hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatleri o hizmeti uğrunda feda etmiş.

Ve işte bütün hayatı bilâ istisna bu feragate ve bu hakikate şehadet eden bir zâta, en haksızların dahi yapamayacakları bir isnadı bu ehl-i vukuf [bilirkişi] isimli kimseler yapmışlar. Hattâ “Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme[önemli mesele] diye Rehberdeki çok mühim bir hakikate nazar etmeyerek, bu “ihtar” kelimesinden de şahsî nüfuz temin ettiğine bir delil göstermişler. Halbuki, bu ihtar kelimesi, o yüksek hakikatlerin ehemmiyetine öyle bir şümulü [kapsam] var ki, ancak o hakikati okumak lâzımdır. İşte, o parça, ikinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] sonunda nev-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli meyusiyetleriyle [ümitsiz] dehşetli vicdan azaplarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın [kabiliyet] dehşetli yaralanmasını ve Kur’ân’ın elmas kılıcı altında gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] parçalandığını ve bu sebeple dünya hayatının geçici ve muvakkat [geçici] olmasından, beşeriyet, hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] arayacağını ve ebedî hayatı ve dâimî saadeti ancak Kur’ân’ın müjde verdiğini ispat ile pek parlak izahtan sonra diyor:

“Elbette, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hak[hak din] arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin [yeryüzü] geniş kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve büyük hükûmetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin [en büyük mu’cize] yerini tutamaz.”

524

Ey muhterem hâkimler,

Yalnız son cümlesini nümune olarak size arz ettiğimiz bu ehemmiyetli fıkranın [bölüm] başında yazılan ihtar kelimesi bir suça mesned [dayanak] olabilir mi? Bu yazı şahsî bir nüfuz temini için mi yazılmış? Yoksa nev-i beşerin Kur’ân hakikatlerini aramaya başladığını beyan ile istikbalde Kur’ân’ın beşeriyete hâkim olacağını mı haber veriyor ve ispat ediyor? Bu hususu yüksek takdirinize havale ediyoruz.

Evet, Risale-i Nur müellifi, [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Kur’ân’ın dersinden aldığı ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan bu ihtarları beyan etmesi, beyan ve ispat ettiği derslerin ve mevzuların hakkaniyetine bir hüccet [delil] içindir. Evet, ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve hakikat olduğunu dikkatle bakanlar görebilirler. Ve bir derya-yı iman [iman deryası] ve bir hazine-i tevhid [tevhid hazinesi] ve bir umman-ı hikmet [hikmet ve ilim deryası, denizi] halinde coşan bir harikanın, istikbalin nesillerinde ve milyonlar kalb ve gönüllerde nasıl kemâl-i şâşaa [çok gösterişli, son derece görkemli] ile yaşayacağını ve alkışlanacağını hissedebilirler. Ve Türk milletinin bin yıllık kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mefahir-i [övünülecek şeyler] milliyesine mümasil, yine Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlerine sarılarak yine Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle istikbalin kıt’alarında [dünyanın kara paçalarından her biri] hâkim-i mânevî olacağını hissedebilirler.

Bu çok yüksek ve çok ehemmiyeli hakikatleri tam anlayabilmek için, Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da, Câmiü’l-Emevîde, içinde yüz ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] bulunan on bin kişilik bir cemaate hitaben irad [sunma, söyleme] buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zât, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle, medeniyetin seyyiatı [günahlar] hasenesine galip gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini [güzellikler] galebe [üstün gelme] ederek şems-i İslâmiyetin [İslâmiyet güneşi] büyük milletler ve kıt’alar [dünyanın kara paçalarından her biri] üzerinde hâkim olacağını beyan ve ispat ederek haber veriyor.

Mâdem o ehl-i vukuf [bilirkişi] ismini alanlar, “kalbe ihtar edilen bir mesele” cümlesinde hakikate nüfuz edemeyerek yanlış mânâ çıkarmışlar. 1327’den, tâ 1371 senesinden

525

sonraki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mukadderatına [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatler dahi, bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mânâ verdikleri bu “ihtar” kelimesinin hakikatini ve geniş mânâsını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden, Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. Ve yalnız burada, eserde ispat edilen meselelerin âhirinde zikredilen birkaç cümleyi yazarak takdim ediyoruz:

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet-i dünyeviyesi, [dünya hayatındaki mutluluk] bâhusus [bilhassa, özellikle] Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi [ilerleme] ve onların uyanması ve intibahı [uyanış] ile olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa [açığa çıkma] başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ben dünyaya işittirecek bir derecede kanaat-i kat’iyemle [kesin düşünce] derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak istikbal, ecnebîlere müşevveş [dağınık, karışık] bir mâzi düşmüş.”

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] kemalâtını [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ef’âlimizle [fiiler, davranışlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın [yer küre, dünya] bazı kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve devletleri de İslâmiyete dehalet [sığınma] edecekler.”

“Ey bu Câmiü’l-Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir [düşünen] ve akıl sahibi ve kendini münevver [aydın] telâkki [anlama, kabul etme] edenler! Hâsıl-ı kelâm, biz Kur’ân şakirtleri [öğrenci] olan Müslümanlar, burhana [delil] tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tâbileri gibi ruhbanı [rahipler, papazlar] taklit için burhanı [delil] bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”

“Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve medeniyetin

526

mehasini [güzellikler] o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] meyelânını [meyil, eğilim] ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş. İnşaallah yarım asır sonra onları darma dağın edecek.”

“İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] (Mister Carlyle ve Bismarck gibi) mahsûlât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.”

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına (inkisafına) ve beşeri tenvir [aydınlatma] etmesine mümânaat [engel olma] eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânaat [engel olma] edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. ’71’de fecr-i sadıkı [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] başladı veya başlayacak.”

“Ey Câmi-i Emevîde kardeşlerim! Ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiindeki ihvanlarım! [kardeş] Baştan buraya kadar olan mukaddemeler [evvel, önce] netice vermiyor mu ki: İstikbalin kıt’alarında [dünyanın kara paçalarından her biri] hakikî ve mânevî hâkim ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş ve tahrifattan ve hurafattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki, Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.”

Muhterem heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu]

Risale-i Nur müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] aleyhindeki bütün iftiralara ve isnadlara karşı hukukî en kat’î cevap olarak üç mahkemenin ve üç ehl-i vukufların [bilirkişi] tetkikten sonra eserleri iade etmeleridir.

Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve 130 parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zâlim, mürted [dinden çıkan] ve münafıklara karşı mecbur olduğu, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Hayatını yakından tanıyan

527

biz Nur şakirtleri [öğrenci] ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlâsa bir delil saymaktayız.

Bu itibarla onu bazı iftiralarla çürütmek isteyen, vatan ve milletin saadeti lehindeki [tarafında] hizmetlerinin aleyhindeki gizli, zâlim düşmanlarının plânlarını âdilâne kararınızla mahvedeceğinizi ve müfterilerin yanlış isnadlarını yüzlerine çarpacağınızı adalet ve vicdanınızdan bekler, hürmetlerimizi takdim ederiz.

 Eskişehir Nur talebelerinden

 Yaşar, Osman Toprak, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Osman,
Ceylân, Şükrü, Bayram, Sungur, Hüsnü [güzellik]

– 90 –

 Heyet-i Sıhhiyeye,

On beş sene evvel Rehberin başında yazıldığı gibi, bazı gençler kendilerinin hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] ve uhreviyesini muhafaza için yanıma geldiler. Ben de onlara lillâh için o Rehber dersini verdim.

O risale, bir iki HAŞİYE müstesna, hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesinde, hem Ankara’nın ağır ceza ve Temyiz Mahkemesinin [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] iki sene ellerinde kalması neticesinde beraat kazanması ve tamamen Risale-i Nur Külliyatı, Rehber de içinde olduğu halde iade edilmesi ve bir nüshası Ankara Emniyet Müdürünün eline geçmesi ile, Rehberin başında yazıldığı gibi, birtek kelimesine ilişmesiyle âhirinde gelen cümleyi okuyunca hakikati anlaması ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] mâni olmaması, hem binlerce nüsha intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde hiçbir yerde bir zarar, bir itiraz görülmemesi, hattâ Mersin’in Tarsus kazasında birkaç Nur kitaplarını müsadere ederek Gençlik Rehberi de içinde olduğu halde Ankara’ya gönderilip tetkik ettirildikten sonra, vilâyetin emriyle tamamen serbesttir diye resmî vesika [belge] vermeleri ve İstanbul’da tab [basma] edildiği zamanda kanunen beş altı makama gönderildiği ve ellerinde beş altı ay kaldığı halde ilişmemeleri, Rehberin ehemmiyetini ve kanunen dahi serbest olduğunu ispat ediyor.

528

Sonra binden fazla gençler Ankara ve sair vilâyetlerin mekteplerinde ondan vatan, millet, ahlâk cihetinde istifade ettikleri ve hiç kimse zarar görmediği halde, birden, hiçbir medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olmayan bir iki kelimeye yanlış mânâ vermek, meselâ “Gençlik Rehberi” namını vermekle bir suç mevzuu yapmışlar.

Biri de müellifi tab [basma] etmemiş, kendi biçare hasta yatağında iken, gençler tab [basma] ettikleri halde, şahsî nüfuz temini için yazılmış diye suç mevzuu yapıp, tab [basma] edene değil de, müellifini [telif eden, kitap yazan] ağır cezaya vermek, hem zorla oraya celb [çekme] etmek, halbuki on beş sene evvel yazılmış ve af kanunu ve mürur-u zamanı, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] hem beraati görmüş, öyleyse bütün bütün kanunsuz olarak bir garaza binaen müellifine [telif eden, kitap yazan] bu kadar musırrane ilişiyorlar.

Ben de diyorum ki: On vecihle [yön] kanunsuz, bu kadar musırrane hastalığım zamanda iktidarım harici beni mahkemeye vermenin sebebi, Rehberin vatana, millete, âsâyişe pek büyük fâidesi olduğu için, anarşilik ve dinsizlik hesabına ilişiyorlar diye ihtimal veriyorum.

Şimdi bu kanun namına garazkârane kanunsuzluk hesabına beni cebren, zorla İstanbul’a Mahkemeye sevk etmekte, benim çok ihtiyarlık, zafiyetim ve zehirli şiddetli hastalığım kat’iyen [kesinlikle] tıbben, fennen mazeret-i kat’î olduğu gibi, dört defa o noktadan rapor alıp onlara gönderdiğimiz halde, yine ısrarla beni zorlamakta olduklarından, pek şiddetli ruhuma dokunmuş. Daha benim mahkeme ve idare huzurunda konuşmak iktidarım haricindedir. Konuşsam da vatan, millet ve âsâyişe zarar vermek fikriyle çalışan ve beni hilâf-ı kanun [kanun dışı] muhakeme edenlerin yüzüne vurmaya mecbur olacağım. Daha bu kadar zulme tahammül edemeyeceğim. Bu ise ehemmiyetli başka bir nevi hastalıktır. Hem vatana bu mânevî hastalık zarar vermek ihtimali var.

Şimdi heyet-i sıhhiyeden ricam, [ümit] beni tanıyanlar ve benimle yakından alâkadar olanlar ve hizmet edenler biliyorlar ki, gizli düşmanlarım müteaddit [bir çok] defadır beni zehirliyorlar. Tegaddî edemiyorum. Hattâ hizmetçimle beş dakikadan fazla konuşamıyorum.

Hem başımda şiddetli ve devamlı nezle ve bir gözüm o nezleden ağrıyor ve akıyor. Müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] ve şiddetli sancı ile hastayım.

529

Hem yirmi sekiz sene gurbette kaldığımdan ve başkalarının muavenetini [yardım] kabul etmediğimden, pek zarurette yaşadığım için zafiyet fazladır. Hattâ zorla merdivenden çıkıyorum. Zaruret-i kat’î olmazsa beş dakika konuşamıyorum, yoruluyorum.

Ben sabık [daha önceden geçen] mahkemelerde hem Risale-i Nur, hem Risale-i Nur talebeleri için tahammül ediyordum. Ve tam hakikati izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiyordum. Bir derece zulümlerine tahammül edip haksızlıklarını yüzlerine vurmuyordum. Tâ mâsumlara, âsâyişe zarar gelmesin diye sabır ve her nevi zulüm ve işkencelere tahammül ediyordum.

Şimdi ise Risale-i Nur’a âlem-i İslâm [İslâm âlemi] sahip çıktı. Nur talebeleri de benim müsamahama ve düşmanlarıma ilişmemekliğime ve zulümlerine sükût etmeme ihtiyaçları kalmadı. Onun için benim damarıma pek şiddetli dokunulduğunda, irade ve ihtiyarım haricinde karşıma çıkan gizli düşmanlarımın bana zararlarına vesile olan, beni cezalandırmaya çalışanlara hakikati çıplak olarak böyle söyleyeceğim. (Sükût… Şimdi izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmeyecek.)

Madem hakikat böyledir. Heyet-i sıhhiye benim hem maddî, hem mânevî, hem sinir, hem kalb, hem nezleli baş hastalıklarım, hem kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] ve sancı ve mahkemelerde konuşma iktidarsızlığı ve hem madem resmen vekillerim oradadırlar, hem tab [basma] edenler de oradadırlar; istinabe suretiyle ifademin alınması için fennî ve tehlikeli hastalığı var şeklinde rapor verilmesini rica [ümit] ederim.

 Emirdağında

Said Nursî

– 91 –

Aziz ve mübarek müşfik Üstadım,

Bu arîzamı Nurla alâkadar ve hac refiklerimdem [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Karakoçanlı Hacı Sabri kardeşimle takdim ediyorum.

Evvelâ: Mübarek ellerinizi kemal-i ihtiramla takbil eder, bu âciz ve pürtaksir kardeşiniz ve talebenizi müstecap ve mübarek duanızda dahil buyurmanızı istirham eylerim.

530

Saniyen: [ikinci olarak] Hacı Sabri kardeşinizi ve diğer yeni alâkadarları da dualarınıza dahil buyurmanızı rica [ümit] ederim.

Salisen: [üçüncü olarak] Kardeşim Hüsrev gerek zât-ı âlilerinin, gerekse diğer kardeşlerinin mektuplarını emirlerinize atfen göndermekte devam ettiği için, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] vaziyetten haberdar bulunuyoruz.

Rabian: [dördüncü olarak] Gerek Hüsrev kardeşimin ve gerek Ceylân’ın gönderdikleri eserleri kardeşlere verdim ve parasını kendilerine gönderdim. Urfa’dan biraz daha istedim. Gelince inşaallah [Allah dilerse] onları da talebelere vereceğim. Eserlerden bir takımını Hacı Sabri almıştır.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Reisicumhurun [Cumhurbaşkanı] nutkundan [konuşma] gelen müjdeli istihracın [çıkarma] tahakkuk [gerçekleşme] etmesini eltâf-ı İlâhiyeden [Allah’ın lütufları, ikramları] niyaz ederiz.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Nur’un neşri ve fütuhatı [fetihler, yayılmalar] için Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] Rabbimiz muvaffak buyurduğu nisbette istihdamımız [çalıştırma] lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] devam ediyor.

Akşamları Nurlu cemaatten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] fakirhanemize gelen cemaate tedrisat-ı [öğrenim, eğitim] Nuriyede devam olunuyor.

Malatya seyahatimde oradaki alâkadarların çalışma tarzlarını söyledim. Büyük Doğucuların bu fakiri kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine, “Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül [kendi kendine oluşma] müdür?” diye sordum. “Evet” dedikleri için, “Sizin yalnız imanî ve Kur’ânî mesâildeki [meseleler] müşkillerinizi [zor] ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımıyla halle çalışırım. Benim mesleğim, ihtiyar ve şuurum taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmeden Risale-i Nur dairesinde istihdamdan [çalıştırma] ibarettir. İman ve Kur’ân meselelerinize hemfikrinizim. Fakat siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] edemem” meâlinde cevap verdim. Yalnız bu zümreden Nurlarla alâkadar olanlar var. Onların el ele vererek, hem eserleri okumalarını ve anlayamadıkları yerleri sormalarını, Kur’ânî hattı öğrenmeye gayret etmelerini rica [ümit] ettim. Malatya, Urfa, Antep’tekileri eserleri edinmeye ve alâkalarını arttırmaya âcizâne yazılarımla teşvik etmekteyim. Şimdilik mesâil-i Nuriyem [Risale-i Nur meseleleri] böyledir.

531

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nihayetsiz hamd ve şükür olsun ki, hesapsız kusurlarımla beraber bu Kur’ânî ve imanî hizmette istihdama [çalıştırma] lâyık görmüştür. Elbette, mübarek ve müşfik Üstadımın duaları bereketiyle zümre-i Nuriyenin âciz bir ferdi olmakta devam ve öylece Livaü’l-Hamd Aleyhissalâtü Vesselâm tahtında toplananlardan olurum.

Tekrar tekrar mübarek ellerinizi kemâl-i tâzimle takbil eyler, alâkadar kardeşlerimin de selâm, dua ve ihtiramlarını [hürmet etme, saygı gösterme] arzederim. Muhitinizdeki maddeten ve mânen yakın bütün arkadaşlara arz ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] eylerim. Erhamürrahimîn olan Rabbimizden daimî niyazım, aziz, muhterem ve müşfik Üstadımdan ebediyen razı olsun ve bütün maksadını hasıl eylesin. Âmin.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 El-hubbu fillâh muhibb-i muhlisiniz

 Hulûsi

– 92 –

Çok sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri,

Evvelâ: Hem mübarek leyâli-i aşerenizi, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bayramınızı ruh u canımla tebrik eder, arz-ı hürmetlerimle [hürmet etme, saygı sunma] Nur neşreden ellerinizden öper, kusuratımın [kusurlar] affını istirham ederim.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu günahkâr âdi, âciz, kusurlu, liyakatsiz, miskin, tembel talebenizi Risale-i Nur’un hakaik-i kudsiye-i [mukaddes hakikatler, gerçekler] imaniye ve Kur’âniyesine ve sevgili Üstadın terbiye-i mâneviye ve maddiyesine [maddeyle bağlantılı] mazhar [erişme, nail olma] buyuran Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükrediyorum. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 2

532

Sevgili Üstadım,

Terbiye-i mâneviyenizin âsârını [eserler/asırlar] her vakit bize ihsas [hissettirme] eden Rabb-ı Rahîmime ne kadar şükretsem yine azdır. Tahdîs-i nimet olmak üzere şunu da arz etmek isterim ki, hastalığımdan müştekî değilim. Çünkü, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] nur-u aynım ve sürur-u ruhum ve gıda-i kalbim olan Risale-i Nur’un hakikatlerini bilfiil ve bittecrübe [deneme yoluyla] ders almama sebep oldu.

Hem hakikaten ömrü kırkıncı sene-i devriyesinde müthiş bir tarzdaki maddî ve mânevî hastalıklarıma herbir ricasında [ümit] ruha ve kalbe binler nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] ve ziya-yı teselliyi serpen İhtiyarlar Risalesi; hem herbir devasında bînihaye şifa-yı mânevî bulunan Hastalar Risalesi; hem on bir kelime-i kudsiye-yi [kutsal cümle] tevhidiyenin pek harika ve emsalsiz bir tarzda tılsımlarını keşfeden ve her bir cümlesinden nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] fışkıran Yirminci Mektup; hem hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] en son ve en müşkül [zorluk] ve en derin ve bütün feylesofları, hattâ hükema-i İslâmiyeyi [büyük İslâm filozofları] dahi hayrette bırakan çok mühim muammaları halleden Yirmi Dördüncü Mektup; hem kalbin bütün mânevî yaralarına kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tiryak [derman, ilaç] olan On Yedinci Söz ve emsali risaleler pek harika bir tarzda imdadıma yetişti ve tedaviye başladı. Ve bana şöyle bir kanaat-i kat’iyye verdi ki: Güya Risale-i Nur, ezcümle mezkûr [adı geçen] risaleleri hem ben, hem hastalık münasebetiyle yanıma gelenler ders alsınlar diye, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından hastalandırılmışım. Evet, sanki sevgili, müşfik Üstadımız İhtiyarlar Risalesini gençlere, Hastalar Risalesini sıhhatte olanlara yazmış.

Salisen: [üçüncü olarak] Orada bulunan ve sevgili Üstadımızın kıymettar hizmetinde bulunan muhterem arkadaşlarımıza, hem birer birer selâm, hem bayramlarını tebrik ederim. Sevgili Üstadımızın ellerinden, kardeşlerimizin gözlerinden öperim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Çok kusurlu ve hasta talebeniz

 Mehmed Feyzi

533

– 93 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla [harfler] bana yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi itiraz gibi yanlış mânâ verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Meşrebimiz [hareket tarzı, metod] münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim.

Birinci esas: Risale-i Nur’un üstadı ve me’hazı [kaynak] ve Said’in de çok zamandan beri bir virdi [devamlı yapılan zikir] olan bazı âyetler, bir Hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] suretinde bir kısım talebelerin arzularıyla kaleme alınmış. Sonra da tab [basma] edilmiş. Ve dört beş mahkemenin de gösterdiği ehl-i vukuf [bilirkişi] ulemaları ve hattâ Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] dairesi ve İstanbul’un fetva dairesindeki tetkik-i kütüb-ü diniye heyetinden hiçbir âlim ve ehl-i vukuf [bilirkişi] ulemaları itiraz etmemişler. Belki takdir edip tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmişler. Çünkü başta Sahabeler ve matbu Mecmuatü’l-Ahzab’da bulunan Hazret-i Üsame Radıyallahu Anh hizb-i Kur’ânîsi [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] ki, herbir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir. Ve aynı kitapta ve Mecmuatü’l-Ahzabın aynı cildinde İmam-ı Gazâlî’nin (r.a.) bir hizb-i Kur’ânîsi [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] ve çok ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] kendi meşreplerine [hareket tarzı, metod] muvafık bazı sûreleri ve âyetleri bir hizb-i mahsus-u Kur’ânî yaptıkları meydandadır.

On sene evvel şehîden vefat eden Merhum Hafız Ali gibi Nurun kahramanlarından benim hususî virdimi [devamlı yapılan zikir] ve Risale-i Nur’un üstadları ve menbaları olan mühim âyetleri cem [toplama, bir araya gelme] etmek istediler. Sonra onlara gönderdim. Onlar da tab [basma] ettirdiler. Çünkü, herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya vakit bulamıyor. Fakat böyle bir Hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] eline geçse her vakit istifade edebilir fikriyle, hem sevapları çok ziyade olan âyetler ve sûreler, içinde yazılmış. Zaten

534

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir mu’cizesi şudur ki, ehl-i hakikatten [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve kemâlâttan [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] herbir meslek sahibi, meşrebine [hareket tarzı, metod] muvafık, Kur’ân’da bir Kur’ân’ını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur’ân’da binler Kur’ân var. Bu mu’cizenin sırrı şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil, belki pek çok âyetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Herbir âyet, binler âyetlere bakar birer yüzü ve gözü var.

Bu vaziyet-i Kur’âniye çok hakaike [doğru gerçekler] medardırlar. [kaynak, dayanak] Ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] herbir kısmı kendi mesleğine göre o küllî Kur’ân içinde bir mahsus hizbleri var.

İşte Risale-i Nur’un Hizb-i Kur’ânîsi [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] de o neviden birisidir. Bunu böyle neşretmek için evliyadan olan merhum Hafız Ali bunun tab’ını [baskı basma] acele etmek istedi. Çünkü, tamam-ı Kur’ân’ın Risale-i Nur’un keşfiyatıyla [keşifler] hattında bir nevi mu’cize-i tevafukıyye bulunmasından, onu tab [basma] edip bastırmak için bu Hizb-i Kur’ânîyi [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] bir mukaddemesi, [evvel, önce] bir müjdecisi olarak bastırdılar.

Evet, şimdiki Hüsrev’in kalemiyle yazılan ve pek harika olan ve tevafuk cihetinde mu’cizatlı olan Kur’ân’ımızın on beş seneden beri tab’ına [baskı basma] çalışıyoruz. Ve fakat ekser Nurcular fakirü’l-hal olduğundan ve fotoğrafla tab’ı [baskı basma] lâzım geldiğinden ve yirmi beş bin banknot masraf lâzım olmasından, Hizb-i Kur’ânımız mukaddeme [başlangıç] olarak, daha evvel bu mu’cizeli Kur’ân’ımızın bir müjdecisi olarak tab [basma] edildi. İşte bu mu’cizeli Kur’ân’ımızı, hem Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] tetkik etmiş, çok beğenmiş; hem İstanbul’daki fetva dairesindeki tetkik-i mesâhif uleması gayet güzel görmüş. Gayet güzelce tetkik edip musahhah olarak bize iade etmiş. İnşaallah yakında bu Kur’ân’ımız basılarak bir hediye-i Nuriye olarak âlem-i İslâma [İslâm âlemi] neşredilecektir.

535

O kendini bildirmeyen zatın şüphe ettiği,

İkinci mesele: Pek çok Nurcuların haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarıyla [güzel düşünce] benden zannettiği medâr-ı iftihar sıfatları, yüz defa onların hatırlarını kırıp reddetmişim. Fakat yirmi sekiz sene siyasetçiler Risale-i Nur’un sırf imanî ve uhrevî mesleğini şimdiki medenîleşmek fikirlerine müsait görmediklerinden, yirmi sekiz senedir hapislerle, mahkemelerle, tarassutlarla, [baskı ve gözetim altında tutma] asılsız isnatlarla Nurcuları ürkütmekle ve beni çürütmek cihetiyle Risale-i Nur’u neşrettirmemek için emsalsiz bir vaziyete düşmüştüm. Yarım ümmî ve ittiham [suçlama] altında ve Nur şakirtlerini [öğrenci] bütün bütün kaçırmamak için, bana karşı medhi, şahsımdan reddedip medhiniz Nurlara ait olabilir. Ve gördüğünüz meziyetler benim değil, Risale-i Nur’undur. O da Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin [inkârcılığı yaymaya çalışan kişilerden oluşan manevî kişilik] tecavüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı mağlûp olmak kabildir. Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] olması kaviyyen [kuvvetle] muhtemel olduğundan, o sıfatlar-hâşâ-benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanıyla [bağış] o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlâhî [Allah’ın var etmesi] ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.

Kendini bildirmeyen zatın,

Üçüncü şüphesi: Büyük Cihad’ın ve Sebilürreşad’ın neşrettiği gibi, ben ilân etmişim ki, dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siyasetine, belki kemâlât-ı mâneviyeye ve makamat-ı âliyeye [yüce makamlar] âlet edemediğim gibi, herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye [âhiret hayatındaki mutluluk] ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbirşeye âlet etmemek bu zamanda

536

Nurun hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlâs[ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki, Sıddık-ı Ekber [Hz. Peygambere bağlılıkta en ileride olan] (r.a.) dediği olan, “Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin” diye söylediği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, “İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim” demişim. Zaten ibadet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rızâ-yı İlâhî [Allah’ın rızası] ve emr-i Rabbanî için yapılır.

Yine Hizb-i Kur’ân’ımızın bahsine döneriz:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame Radıyallahü Anh, bir gün “hamd”e ait, bir gün “istiğfar“a [af dileme] ait âyetler, bir gün “tesbih”e ait, bir gün “tevekkül”e, bir gün de “selâm” lâfzına, [ifade, kelime] bir gün de “tevhid” ve “Lâ ilâhe illâ Hû”ya ait, bir gün de “Rab” kelimesine ait bütün Kur’ân’dan müteferrik [ayrı ayrı] sûrelerden bir hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] çıkarmış, kendine bir vird [devamlı yapılan zikir] eylemiş. Demek böyle hizblere izn-i Peygamberî (Aleyhissalâtü Vesselâm) var.

Hem bizim Hizb-i Kur’ân’ımız iman hakikatlerine dair âyetleri, hususan sûreler başlarındaki âyetleri cem [toplama, bir araya gelme] ettiğinden, başlarında بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ yazılmış. Bu hizb, tamam-ı Kur’ân’ı okumaya büyük bir şevk verir, noksaniyet vermez. Hem yirmi günde okunacak arzu edilen bazı imanî âyetler bir iki günde bu hizipte okunduğundan, bir zaman bütün sûrelerin başında bir kısım âyetleriyle beraber, Risale-i Nur’un esasları olan bazı âyât-ı imaniyeyi kendime vird [devamlı yapılan zikir] eylemiştim. Sonra bir hizb suretine girdi.

O meçhul zât, izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] firavuncuklara karşı muhafazamı bir enaniyet tevehhüm [kuruntu] etmiş. Nur talebelerinin hakkımda hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] bütün bütün

537

kırmadığımı bir benlik tahayyül [hayal etme] etmiş. Ve iman hakikatlerine dair beyanatıma talebelerin tam itimat ve kanaatlerini temin etmek fikriyle ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve bazı âyâtın kat’î kanaat ettiğim bine yakın emarat [belirtiler, izler] ve işaretlerinin izharına [açığa çıkarma, gösterme] mecbur olduğum için bir kısmını has kardeşlerime beyan etmemi bir nevi hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] zannetmiş.

Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] vaziyetimizde tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyet [alçakgönüllülük] göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, [alçakgönüllülük] tezellül [alçalma] hükmünde bir ahlâk-ı rezile [kötü ahlâk] olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] göstermek, acaba hiçbir vecihle [yön] hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enaniyet olur mu ki, o zât öyle tevehhüm [kuruntu] etmiş.

Hem Risale-i Nur’a muhtaç ve imanını kuvvetlendirmek ve kurtarmak için Nurları arayanlara karşı—ki, onda üçü veya dördü şahsıma bakmayıp Nurdaki kat’î hüccetlerle [delil] iktifa [yetinme] ettiği gibi, beş altı tane hüccetlerin [delil] kıymetini bilmediği için benim şahsıma bakar—”Acaba bizi kandırdı mı, yoksa hakikat mı söylüyor?” diye şahsıma karşı hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamaya mecbur olduğumdan, şahsımın gizli fenalıklarına perde çekmek bir enaniyet olur mu?

وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى إِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى * 1

âyet-i kerimesinin sırrıyla nefs-i emmareme [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler [cinlerden bir tür] hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında, müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı biçareyi Nurun ilâçlarından mahrum etmektir. Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimad etmeyerek, yalnız hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ve onun tefsiri olan hakaik-i imaniyedeki [iman hakikatleri, esasları] kuvvete

538

istinaden dünyaya ilân ediyorum ki, bütün dinsizler toplansalar, ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum. Ve başımı eğmiyorum. Ve izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] kırmıyorum. Eğer bu bir benlik ise, o hiçbir cihetle bana ait değil ve benlik olamaz, salâbet-i imaniye [iman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık] olur.

Zaten ben nasıl tabiatı, icad itibarıyla inkâr ediyorum. Ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da, tabiat gibi inkâr ediyorum. Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimî bir ihtiyaç ile cüz’î [ferdî, küçük] kesbi, [elde etme, kazanma] bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kabul eder, keşfiyat [keşifler] namındaki beşere lâzım olan harikaları ihsan [bağış] eder diye kat’î delillerle ilm-i usulü’d-dinin [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] uleması, kader ve cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] bahsinde ispat ettikleri gibi; ben de aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde kat’î kanaatle, feyz-i Kur’ânî [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] ile, Risale-i Nur’un hüccetleriyle [delil] evvelâ kendi nefsimde, sonra herkesteki benlik ve iktidarın icad ve ihsan [bağış] ve tevfik-i İlâhînin [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] yalnız bir perdesi olduklarını kat’î bildiğim için, Nurlara ve kardeşlerime ilân etmişim ki, ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî dua etmek neticesinde, Cenâb-ı Erhamürrahimîn, Risale-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan [bağış] etmiş. Nurun mektubatındaki bütün medâr-ı medih fıkralar [bölüm] o nuranî ağaca aittir. Benim hissem, kat’iyen, [kesinlikle] hiçbir cihette fahir [övünme] olamaz. Belki, yalnız ve yalnız şükürdür. Öyleyse kâinat adedince eşşükrü lillâh, [ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah’adır] elhamdü lillâh…

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

539

– 94 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Çok emarelerle ve bazı hadiselerle kat’iyen [kesinlikle] tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, Nurun has talebelerinden bazılarının bir zaif damarını bulup hizmet-i Nuriyeden [Risale-i Nur Hizmeti] vazgeçirmek veya zaifleştirmek için Nurun ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok plânları var. Medâr-ı ibret [ibret kaynağı] bir iki nümuneyi beyan ediyoruz:

Birinci nümunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreple [hareket tarzı, metod] meşgul edip hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] karşı zaifleştirmek için, bazı şahıslar ispritizma [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] denilen, ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi, hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi, eski zamanda “kâhinlik” denilen, şimdi de “medyumluk” [gelecekten haber veren kimse] namı verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar.

Halbuki, bu mesele felsefeden ve ecnebîden geldiği için, ehl-i imana [Allah’a inanan] çok zararları olabilir. Ve çok su-i istimalâta [kötüye kullanma] menşe olmakla beraber, içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas [ölçü] olmadığından, ervah-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesileyle, hem onunla meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünkü, mâneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri] ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habîse [kötü ruhlar] iken, kendilerini ervah-ı tayyibe zannettirip, belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip, İslâmiyetin esasatına [esaslar] muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir [değiştirme] edip, safdilleri [saf kalbli, kolay aldanan] tam aldatabilirler.

540

Meselâ, nasıl ki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, [görüntü] kendi namına eğer konuşsa ve dese, “Benim ziyam dünyayı istilâ ediyor. Benim hararetim herşeyi ısıtıyor. Ve küre-i arzdan [yer küre, dünya] bir milyon defadan daha büyüğüm” dese, ne derece hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olduğu anlaşılır.

Aynen bu misal gibi, bir peygamber, güneş gibi hakikî makamında iken, o ispritizmanın [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] veyahut medyumluğun [gelecekten haber veren kimse] cam parçası hükmündeki istidadına [kabiliyet] göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa, yüz derece muhalif olur. İspritizmanın veya medyumluğun [gelecekten haber veren kimse] o mazhardaki cüz’î [ferdî, küçük] cilvesi, vahyin mazharı olan o mânevî güneşin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünkü, esfel-i sâfilîndeki [aşağıların aşağısı] bir cam parçası, mânen alâ-yı illiyyînde olan o mânevî güneşin hakikatini yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir. Ancak onun makamına karîb [yakın] olmak için, Celâleddîn-i Süyûtî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile terakki [ilerleme] ederek o mânevî güneşin sohbetine mazhar [erişme, nail olma] olunur. Fakat böyle terakki, [ilerleme] Risale-i Nur’un ispat ettiği gibi, peygamberin velâyetiyle [velilik] bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] derecesinde olur. Fakat nübüvvet [peygamberlik] hakikati velâyetten [velilik] ne derece yüksek ise, ispritizma [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar [erişme, nail olma] olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakikî peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden, yeni ahkâm-ı şer’iyeye [dinî hükümler] medâr-ı ahkâm olamaz.

Evet, dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah [ruhları çağırma] da, hem hilâf-ı hakikat, [gerçeğe aykırı] hem hilâf-ı edep [edebe aykırı] bir harekettir. Çünkü a’lâ-yı illiyyînde ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] makamlarda olanları esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdetâ bir padişahı kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve edep ve hürmet ve istifade odur ki, Celâleddîn-i Süyûtî, Celâleddîn-i Rûmî ve İmam-ı Rabbânî gibi zatların seyr ü sülûk [mânevî yol alma] -u [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ruhanîleri gibi seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile yükselerek o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zatlara yanaşmak ve istifade etmektir.

541

Rüya-yı sadıkada [doğru olan rüya] ervâh-ı habîse [kötü ruhlar] ve şeytan, peygamber suretinde temessül [belirme, görünme] edemez. Fakat celb-i ervahta, [ruhları çağırma] ervah-ı habîse, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp, Sünnet-i Seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye [dinî hükümler] muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve Sünnet-i Seniyeye muhalif ise, tam delildir ki, o konuşan ervâh-ı tayyibe [temiz ve iyi ruhlar] değildir. Mü’min ve müslüman cinnî de değildir. Ervah-ı habîsedir; bu şekilde taklit ediyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Şimdi Nur talebeleri böyle meselelerde derse muhtaç değildirler. Risale-i Nur herşeyin hakikatini beyan etmiş, başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmayanların aynı muhaberede, ahkâm-ı şeriat [şeriatın hükümleri, esasları] ve Sünnet-i Seniye esasatına [esaslar] muhalif telkinatı [telkinler] dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hatâ olur.

BİR İHTAR: Bu mektuptaki ruhlarla muhabere meselesine karşı edilen şiddetli tenkit, ecnebîden, fen ve felsefeden ve manyetizma [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] ve ispritizmadan [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] gelen ve mânevî bir şekli giyen bir meşrebe karşıdır. Yoksa İslâmiyetten ve tasavvuf ve ehl-i tarikattan [tarikata mensup olanlar] gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve nâehillerin [bir şey hakkında ehil olmayan] girmesiyle bir derece su-i istimal [kötüye kullanma] edilen ve pek az olan bir kısım sofuların sofîliğine karşı değildir. Gerçi onlarda da bir cihette bazılara zarar olabilir. Fakat öteki gibi hiçbir cihette aldatıcı değil ve İslâmiyete hiçbir cihette zarar niyeti yok. Hem o ecnebîden gelen meşrep [hareket tarzı, metod] ise, hem tarikat ve hem İslâmiyet aleyhinde olduğu gibi, o sofuların mesleğini de sukut [alçalış, düşüş] ettirmeye çalışıyor, ve âdileştiriyor. Ehl-i tasavvufun [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] zaif ve tam sünneti yerine getirmeyen kısmı dikkat etsinler, kendilerini onlara benzetmesinler.

Said Nursî

542

– 95 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Mahkeme Reisine,

Pek çok uzun ve mazlumâne macera-yı hayatıma [hayat çizgisi] dair şu gayet kısa ifademi dinlemenizi rica [ümit] ediyorum. Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerin, tarassutların, [baskı ve gözetim altında tutma] hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden,

Birincisi: Beni “Rejimin aleyhindedir” diye ittiham [suçlama] etmişler. Buna cevaben deriz ki:

Her hükûmette muhalifler bulunur. Âsâyişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz. Çünkü dininde en mutaassıp ve cebbar [zorba] bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] rejimlerini Kur’ân ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasranîler, bu milletin dinine ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz [itiraz eden] oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir.

Hem Hazret-i Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında bir âdi Hıristiyanla mahkemede beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki o âdi Hıristiyan, Müslümanların hem mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif iken, o mahkemede onun hali nazara alınmaması gösteriyor ki, mahkeme hiçbir cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki, Halife-i Rû-yi Zemin, âdi bir kâfirle muhakeme olmuşlar.

İşte, ben de yüzer âyât-ı Kur’âniyeye [Kur’ân ayetleri] istinaden Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak mânâsında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında

543

dindarlar hakkında eşedd-i zulme [zulmün en şiddetlisi] âlet olabilen muvakkat [geçici] bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.

İkincisi: Âsâyişi bozmak, emniyeti ihlâl etmek ihtimali bahanesiyle otuz sene cezayı bana çektirdiler. Buna cevaben deriz ki:

Mahkemenin tahkikatıyla [araştırma, inceleme] hem beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri bulunduğu halde, hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zâlimâne ihanetlere mâruz olduğumuz halde, Nurcularla alâkadar olan altı vilâyet, altı mahkeme hiçbir vukuatını kaydedememeleri, gösterememeleri ispat ediyor ki, Nurcular âsâyişin muhafızlarıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Âsâyişi muhafaza ediyorlar. Ve üç vilâyetin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler.

Üçüncüsü: “Dini siyasete âlet yapmak istiyor” diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad’ın 116. sayısındaki “Hakikat Konuşuyor” namındaki makalem buna kat’î bir cevaptır. O makalenin kısaca hülâsa[esas, öz] şudur:

Elcevap: Bütün dünyasını, hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini dine feda etmeye bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş mahkeme bu meseleye dair kat’î delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında, hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam hakkında “dini siyasete âlet yapıyor” diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber, o adam hakkında güya âsâyişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki o adamın Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:

Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir [zulüm, acımasızlık] olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] ve hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’ânî [Kur’ân dersi] itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.

544

Bu üç dört madde ile bizi ittiham [suçlama] edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki, onlar ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorlar veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü, bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa, mürted [dinden çıkan] ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini [huy, karakter] canavar hayvanların seciyesine [huy, karakter] çevirir. Âhir zamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’ân işaret ediyor.

Said Nursî

– 96 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Evvelâ: Kur’ân’ın nakş-ı hurufundaki bir nevi mu’cizesini gözlere dahi gösterecek bir tarzda yazdırılan ve bu zamanda izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilen mu’cizeli ve yaldızlı Kur’ân’ımız evvelce tab [basma] için Almanya’ya gönderilmiş ve İstanbul’da da gayret edilmişse de üç renk üzerine tab [basma] edilmesi fazla bir masrafa ihtiyaç göstermesi gibi mânilerden geri kalmıştı. Bu defa matbaa işlerinde fazla ilerlemiş olan İtalya’ya nümune için bir cüz’ü gönderildi. İstanbul’da mümkün olursa tab’ı [baskı basma] için tekrar teşebbüse geçildi. Ve şimdilik bir renk mürekkeple [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] aynı tevafuku muhafaza ile tab [basma] edilmesine başka yerde başlanacak. Ondan sonra inşaallah [Allah dilerse] tam yaldızlı olarak ve üç renkle Mısır ve Almanya veya İtalya gibi bir yerde tab [basma] edilecek.

Saniyen: [ikinci olarak] Kur’ân’ın Arabî bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Şerifi olan ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] büyüklüğünde ve altınla yazılmaya lâyık bir mecmua dahi inşaallah [Allah dilerse] teksir [çoğalma] edilecek. Bu çok harika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve herbir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet îcazkâr [az sözle çok mânâlar anlatma] olan ve kırk

545

sene evvel telif [kaleme alma] edilen bu eserleri, o zamanın hakikî ve meşhur ve büyük ulema ve meşayihi de tam takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmişler. Ve o risalelerden birtek risale hakkında “Bu bir katre [damla] değil, bir bahirdir” [açık, berrak] diyerek fevkalâdeliğini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle beraber tam anlamaktan da âciz olduklarını idrak etmişler. Risale-i Nur’un bu gayet mühim iki işini müjde ederiz. Muvaffak olunması için dualarınızı bekleriz. Umumunuza pek çok selâm eder, muvaffakıyetler dileriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşleriniz

 Ceylân, Zübeyir

– 97 –

 [Bu mektup Samsun’da münteşir [yaygın olan] Büyük Cihad gazetesinde intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiştir. Müfterilerin tahrikâtıyla Samsun’da muhakeme açılmasına sebep olmuştur. Muhakeme beraatle neticelenmiştir.]

Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] halâskârı, [kurtulma] ehl-i imanın [Allah’a inanan] sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine,

Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine, bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini, senelerce evvel ilân ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’ân’ın malıdır; Kur’ân’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’ân’a bağlıdır; Kur’ân ise Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın?” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvî hizmetinizin İlâhî [Allah tarafından olan] ve Kur’ânî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraat kararının âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve bâhusus [bilhassa, özellikle] bu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] saadetlerinin

546

başlangıcı olması itibarıyla, başta, bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle [inkâr karanlığı] tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] etmiş insanlığa hâdi ihsan [bağış] olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı [Allah’a inanan] kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi [hakimler heyeti, kurulu] sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:

Uzun senelerden beri terakki [ilerleme] ve teâlîsi [yükselme, yücelme] için çalıştığınız ve uğrunda fedâ-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalblerine sürurlar [mutluluk] getirerek fevkalâde inkişafı, [açığa çıkma] hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâ ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu güneş gibi ispat ediyor.

Yirmi beş, otuz seneden beri bütün mânilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz [gayret, kararlılık] ve Kur’ân’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu kadar hizmet ve mücahedeleriniz, [Allah yolunda cihad etme] istikbalin nesillerine ve İslâmın kahraman mücahidlerine bir nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] ve imtisal [bağlanma, boyun eğme] oluyor. Kur’ân güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları [parıltı] olan Nur şuâlarıyla cehil [bilgisizlik] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karanlıklarını izale [giderme] ederek, milyonlar kalbleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı [Allah’a inanan] kendinize minnettar ettiniz. Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup, ondan fışkıran bir şecere-i âliye [yüksek, yüce ağaç] her tarafı kaplayacak ve o Nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ilelebed ve daha parlak ve daha şâşaalı idame edecekler.

Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle, bu asrın bir hidayet serdarısınız. [kumandan]

Kur’ân-ı Kerîmin on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki aziz dellâlı [davetçi, ilan edici] ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı nur-u Kur’ân‘la [Kur’ân nuru] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden büyük fedakârı

547

ve Risale-i Nur’u yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] tesis eden muhteşem kahraman sevgili Üstadımız,

Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet [huzur] ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizde ehl-i imana [Allah’a inanan] zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıt’alara [dünyanın kara paçalarından her biri] şâmil [içine alan] hâkimiyet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hâkimiyeti] nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] öperiz.

Ankara Üniversitesi

Nur talebeleri

– 98 –

Kalbe ihtar edilen içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatımıza ait bir hakikat

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.

İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları [günahlar] da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin [Allah’a kulluk] noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir

548

kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin [gazete] neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar. Halbuki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi [anayasa] olan, hadis-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 yani, “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.” Demokratlık, hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine [anayasa] dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc [karışma, bütünleşme] olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak [karışma, katılma] etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] parçalamak için içimize bu frenk illetini [asıl sebep] aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedar bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] bu fikre iştiyak [arzu, istek] gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin [İslâm terbiyesi] za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin [çağdaş eğitim] galebesiyle [üstün gelme] ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hâkimiyeti] aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi [anayasa] olan bu âyet-i kerime, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰي 2 dır. Yani, “Birisinin günahıyla başkası muahaze [cezalandırılma] ve mes’ul olmaz.”

Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını [bireyler] öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyetin bir kanun-u esasîsidir. [anayasa]  

549

Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] büyük bir tehlikedir.

Mâdem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına [dayanak noktası] mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-i istinad [dayanak noktası] olan hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] nokta-i istinad [dayanak noktası] yapmaya mecbursunuz. Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.

Hâşiye: [dipnot] Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri [kötüye kullanma] neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi [tek çare] kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] çok hüsn-ü tesir [güzel etki] yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hüsn-ü teveccühünü [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır [zararlı] cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

Ve bu hakikate yakinen şahid olup tasdik eden Risale-i Nur talebeleri:

 Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza,

 Sadık, Halim, Raşid, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hüsrev,

 Sungur, Tahirî, Nuri ve saire

550

Haşiye: [dipnot] Üstad diyor ki: Bu içtimaî, [sosyal, toplumsal] siyasî mesele mücmel [kısa, kısaca] olarak ihtar edildi. Ve tabiratta [tabirler, ifadeler] lüzumsuz, zararlı kelimeleri siz tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edebilirsiniz. Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere, su-i tesir yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.

– 99 –

 [Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî, Samsun’da münteşir [yaygın olan] Büyük Cihad gazetesinde neşrolup orada muhakemesi görülen bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkeme beraatle nihayet bulmuştur.]

Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.

Birisi, bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:

Böyle beş vecihle [yön] kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle [yön] İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzlukla ittiham [suçlama] edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde [haşir meydanında kurulacak olan büyük mahkeme] bunun cezasını çekeceklerdir.

Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen Frenk serpuşunu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymiyorsun” diye ittiham [suçlama] etmeye dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde [adaletli mahkeme] yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler [asker] ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat [amaç, yarar] bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—bereyi [elbise] giyenler de mes’ul olmazlar

551

denildiği halde, hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf-ı kanun [kanun dışı] en çirkin birşeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.

Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin? Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Yahudi ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا اَطِيعُوا اللهَ وَاَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ * 1

âyeti ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün [Allah’ın elçisi] itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] teklif etmek on vecihle [yön] değil, yüz vecihle [yön] kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunları kırmaktır.

Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, Sünnet-i Seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen [kesinlikle] şek [şüphe] ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar mebuslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikaste karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.

Hâşiye: [dipnot] Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği]

552

muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam [hiçlik, yokluk] tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat [basın, medya] lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın gerçeği] fedakâr hizmetkârına maslahatsız, [amaç, yarar] kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; [kesinlikle] yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının [hayat hikayesi] şehadetiyle, feda edecek…

Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm[zulmün en şiddetlisi] nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemesinin hikmeti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir [aşağılama] edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: “Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye [İslâm milleti] hesabına feda edeceğim.”

Said Nursî