SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Sikke-i Gaybiye Hakkında (14-41)

14

Risale-i Nur Külliyatından

SİKKE-İ TASDÎK-I GAYBÎ

Bediüzzaman Said Nursî

15

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu Sikke-i Gaybiye‘yi [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] mahrem tutardık; yalnız has kardeşlerime mahsustu. Ben vefat ettikten sonra neşredilsin demiştim. Fakat zabıta geldi, adliye hesabına onu sakladığımız yerden çıkardılar. İki sene ellerinde kaldı. Üç mahkeme tetkikinden sonra iade edildi. Bize muhalif gayet nâmahremler [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] dahi beraber okudular. Bize çok yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] insanlar gördüler. Bu iki defadır Isparta adliyesinin eline başka risalelerle beraber girmiş, hiçbir itiraz edilmeden geri verilmiş.

Madem umumun nazarına istemediğimiz halde gösterilmiş ve madem Risale-i Nur’un ehemmiyetini ispat edip şakirtlerini [öğrenci] şevke getiriyor, kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] ziyadeleştiriyor; elbette Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] neşrine karar vermelerine iştirak ederim.

Said

ba

16

Risale-i Nur’dan parlak fıkralar [bölüm] vebir kısım güzel mektuplar

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُۤ أَبَدًا دَۤائِمًا * 3

 Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme [önemli mesele]

Evvelâ: Leyle-i Kadîrde [Kadir Gecesi] kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bu son Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdadıyla [baskı ve zulüm] ve merhametsiz tahribatıyla ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle [ümitsiz] ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın [kabiliyet] ve mahiyet-i insaniyesinin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ebedperest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin rû-yi zeminde [yeryüzü] pek çirkin, pek gaddârâne [acımasızca] hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiçbir şüphe yok ki: Şimalde, [kuzey] garpta, [batı] Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] mâşuk-u mecazîsi [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] olan hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bütün kuvvetiyle arayacak.

17

Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan [açık] ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle [delil] hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ders vermesi; elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hak[hak din] arayan çok ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin [yeryüzü] kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve hükûmetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin [en büyük mu’cize] yerini tutamaz.

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Risale-i Nur, o mu’cize-i kübrânın [büyük mu’cize] elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid [inatçı] düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir [aydınlatma] edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin [Kur’ân hazinesi] dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan ve ondan başka me’haz [kaynak] ve mercii olmayan ve bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid [inatçı] zındıklara tam galebe [üstün gelme] çalmış. Ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert, kuvvetli kal’a[kale] olan tabiatı, Tabiat Risalesi [Yirmi Üçüncü Lem’a] ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında [çok büyük ve geniş daire] ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ‘daki [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle [delil] gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] göstermiş.

Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki; şimdi resmen izin verilen din tedrisatı [öğrenim, eğitim] için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirtleri, [öğrenci] mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] açmak

18

lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için, hem ilim,Haşiye hem mârifet, [Allah’ı tanıma, bilme] hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşaallah [Allah dilerse] Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok fâidesi bulunan bu Kur’ân lemeatlarına [parıltılar] ve dellâlı [davetçi, ilan edici] bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara kefaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu Ramazan-ı Şerifte, Kur’ân’ı zevk ve şevk ile okumak benim çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalık, maddî ve mânevî sıkıntılar, yorgunluk ve meşgalelerin tesiriyle telâş ettim. Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle mu’cizatlı yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hafız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Hizbü’l-Ekber-i Kur’âniyeyi birbiri arkasından okumaya başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o yorgunlukları hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’âniyeyi [Kur’ân dersi] onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kast u azmettim ki, mümkün olduğu derecede aynı Hizbü’l-Ekber-i Kur’âniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’ân’ımızı tab [basma] edeceğiz, inşaallah[Allah dilerse]

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

19

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1*وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, [öğrenci] Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] müştemilâtıyla, [içindekiler] o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Halidî’nin sarih [açık] ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta’nın meşhur ehl-i kalb [kalb ehli] âlimlerinden Topal Şükrü’nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas [karıştırma] içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said’e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb [kalb ehli] çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:

Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] neşir ve ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zâtlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zâtın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

20

O zâtın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad [inanç] ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zâtın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi [İslâm halifeliği] ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma [İslâm dini] hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünya[dünyada yaşayanlar] ve ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası: [karıştırma] Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık [öncü] eden Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas [karıştırma] da Risale-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] de evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut [alçalış, düşüş] edebilir şahsiyetlere bina edilmez.

Elhasıl: [kısaca, özetle] O gelecek zâtın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü’minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i [şüphesizlik; kesinlik] bürhaniye dahi, kazâyâ-yı [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] makbûledeki zann-ı galibe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder; daha muannid [inatçı] dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve

21

mütemerrid [inatçı] zındıkaya tam galebesi, [üstün gelme] mütehayyir [hayrete düşen] ehl-i imanda [Allah’a inanan] görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki “Müceddiddir, [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] onun pişdarıdır” [öncü] denilebilir.

Umum kardeşlerimize binler selâm.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

22

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1*وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَائِمًا * 3

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr, vefadar kardeşlerim,

Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] Risale-i Nur’a ait kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve işaret-i gaybiyeleri [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] inkâr edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] hissedar zannedip itiraz ederek, “Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı; keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmez” diye hafif bir tenkide mukàbil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’ân’ın mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] tereşşuhatı [belirti] ve lem’alarıdır [parıltı] ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şeklini alarak, şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek için, ikramât-ı İlâhiye [Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar] nev’indendir. İkram ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükürdür, câizdir. Hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen bu cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, “Niçin izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum? Ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyorum? Ve niçin birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum; ekser mektuplar o keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde [iman hizmeti] bu zamanda binler tahribatçılara mukàbil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal [en az] yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye [iman hizmeti] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] baktığı için hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana [Allah’a inanan] vâcip iken, kendimi misal alarak derim ki:

23

Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garip, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev’inde insanlar ile temas ve ihtilâttan [birbirine karışma] çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde, bütün o mânilere karşı Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerinin [mânevî güç] takviyesine medar [kaynak, dayanak] ikramât-ı İlâhiyeyi [Allah tarafından gelen ikramlar, ihsan ve lütuflar] beyan ederek Risale-i Nur etrafında mânevî bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa—hâşâ—kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh [böbürlenme] etmek ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır. İnşaallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de mânen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

Umum kardeşlerimin ve hemşirelerimin, hâssaten [özellikle] duaları makbul ve mübarek mâsumlar taifesi ve muhterem ihtiyarlar cemaatinden her birerlerine binler selâm ve dua ederek Ramazan-ı Şeriflerini tebrik ederiz, dualarını rica [ümit] ederiz.

Hasta kardeşiniz

Said Nursî

ba

24

Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basan ve gaybî işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır.

Aynı meseleye bu birinci risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, remizler, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] îmalar, emâreler aynı meseleye, aynı dâvâya ittifakla bakmaları sarahat [açıklık] derecesindedir. Vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali’nin Radiyallahu Anh, üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’dan haber vermiş.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalıydı. Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi, kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yazamaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki: Bu benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve tefsiridir dedim, onlar sustular; demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu; fakat bu kadar hadsiz muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] ve çok kuvvetli ve kesretli [çokluk] düşmanlar karşısında az ve zaif olan bizlere kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve gaybî imdat ve teşci [cesaretlendirme] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] verip sukutuma [alçalış, düşüş] sebep olsa da, ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâlet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim. Binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennete girmeleri için, Cehennemi kabul ederim.

Said Nursî

ba

25

 İşârât-ı Kur’âniye ve üç keramet-i Aleviye ve keramet-i Gavsiye hakkındaki bir tenbih ve ihtardır.

Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa, muannid [inatçı] bir nâmahremin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî [sığ, yüzeysel] ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itirazla ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden, bu mecmua, Risale-i Nur’un has talebelerine, belki ehass-ı havassa [en seçkin şahsiyetler] mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına [açığa çıkma, yayılma] müsaade olmasıyla beraber, şimdi mezkûr [adı geçen] hâdisenin sebebiyle herkese değil, belki ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara ve haslardan bir kaç şakirdin [talebe, öğrenci] tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık. Şimdi ise, iki sene iki mahkeme tetkikten sonra bize iade edilmesinden neşrine mecbur olduk.

İkinci nokta: Bu risale baştan aşağıya kadar birtek neticeye bakıyor. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle birtek dâvâya bu derece kesretli [çokluk] ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve imalar onu göstermesi ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] değil, belki aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] belki hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde o dâvâyı ispat eder.

Üçüncü nokta: Bu risaleyi mütalâa eden zâtlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem keramet-i Gavsiyenin âhirinde, Şamlı Hafız Tevfik‘in [başarı] fıkrasından [bölüm] başlayıp âhire kadar mütalâadan sonra ve baştaki mukaddemeyi [evvel, önce] okuduktan sonra Haşiye [dipnot] istediği parçayı okusun.

Said Nursî

ba

26

 Şamlı Hafız Tevfik‘in [başarı] Fıkra[bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Mukaddime [başlangıç]

Malûm olsun ki, Zübdetü’r-Resâil [en seçkin kısım, öz, tereyağı] Umdetü’l-Vesâil namında, kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlânâ Şeyh Hâlid’in (kuddise sirruhu) mektubat ve resâil-i şerifelerinden muktebes nasâyih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi, on üç sene mukaddem, [evvel, önce] Bursa’da Hoca Hasan Efendiden almıştım. Nasılsa mütalâasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde, kitaplarımın içerisinde birşey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlânâ Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbânî’den sonra, tarik-i Nakşînin [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] en mühim kahramanıdır. Hem tarik-i Hâlidiye-i Nakşiyenin pîridir.” [önder] Risaleyi mütalâa ederken, Hazret-i Mevlânâ’nın tercüme-i halinde şu fıkra[bölüm] gördüm:

Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, Müstedrek’inde ve Ebu Davud, Kitab-ı Sünen’inde; Beyhakî, Şuab-ı İman’da tahriç buyurdukları,

اِنَّ اللهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِأَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا * 3

yani, “Her yüz senede Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir müceddid-i din gönderiyor” hadîs-i şerifine mazhar [erişme, nail olma] ve mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ve mazhar-ı tâm olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn (Kuddise sirruhu), ilâ âhir[sonuna kadar] Sonra tarihçe-i hayatında [hayat hikayesi]

27

gördüm ki, tevellüdü, [doğma] 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı [başkent] olan Cihanâbâd’a dahil olmuş. Tarik-i Nakşî [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] silsilesine girip müceddidiyete [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] başlamış.

Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini celb [çekme] ettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Hazret-i Mevlânâ’nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) mensuptur.

Sonra gördüm ki, tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî [doğal yetenek, kàbiliyet] ve kabiliyet-i harika ile, sinni yirmiye bâliğ [erişen, ulaşan] olmadan evvel a’lem-i ulemâ-i asr ve allâme-i vakit olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i [öğrenim, eğitim] ulûm [ilimler] ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.

Birincisi: Hazret-i Mevlânâ 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, Arabî 1293’te.1 Tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi hitam [son, sonuç] bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlânâ’nın tecdid-i din mücahedesine [Allah yolunda cihad etme] başlangıcı ve mukaddemesi, [evvel, önce] Hindistan’ın payitahtına [başkent] 1224’te girmiş. Üstad ise, aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı Saltanatının payitahtına [başkent] girmiş, mücahede-i mâneviyesine [mânevi mücadele, cihad etme] hazırlanmış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, [siyaset adamları, politikacılar] Hazret-i Mevlânâ’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm [kuruntu] ederek diyar-ı Şam’a nakl ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstad ise, aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] vehmine dokunmuş. Ondan korkarak Burdur, Isparta, Kastamonu, Afyon vilâyetlerinde (sekizer sene) yirmi beş sene ikamet ettirilmiş.

28

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ, yaşı yirmiye bâliğ [erişen, ulaşan] olmadan evvel allâme-i zaman [yaşadığı zamanın allâmesi, büyük âlimi] hükmünde, fuhûl-u ulemânın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstad ise, tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] görenlere ve bilenlere malûmdur ki, on dört yaşında icâzet alıp a’lem-i ulemâ-i zamana karşı muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] girişmiş, on dört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeleri tedris [öğrenim, eğitim] etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlânâ, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet noktasında, meşreben [hareket metodu açısından] Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn’in arkasında gidip, Hazret-i Mevlânâ (k.s.) gibi, Risale-i Nur eczâlarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyâsına [diriltme, hayat verme] çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tam yüz sene fasılayla Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesirâtı, Hazret-i Mevlânâ’nın (k.s.) tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor.Haşiye [dipnot]

Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur’ân’a ait olup medh ü senâ, Kur’ân’ın esrârına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlânâ’nın birkaç farkı var:

Birincisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi [hareket tarzı, metod] ve Şâzelî [kural dışı] mesleği onda daha ziyade hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ (k.s.) Hindistan’dan tarik-i Nakşîyi [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî’nin (k.s.) ba’del-memat hayatında olduğu gibi

29

tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ’nın (k.s.) mânen tasarrufu, câ-yı kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend (k.s.) ile İmam-ı Rabbânî’nin (k.s.) ruhaniyetleri [ruh özelliği] Bağdat’a gelip Şâh-ı Geylânî’nin ziyaretine giderek rica [ümit] etmişler ki, “Mevlânâ Hâlid (k.s.) senin evlâdındır, kabul et.” Şâh-ı Geylânî (k.s.), onların iltimaslarını [istirham, rica] [ümit] kabul ederek Mevlânâ Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid (k.s.) birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] vâki ve meşhud [görünen] olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. (Üstadımın sözü burada tamam oldu.)

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ’nın şahsiyeti ise, kutbü’l-irşad, merciü’l-hâs ve’l-âmm olmuştur.

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ, zü’ecnihadır. Fakat, zamanın muktezasıyla—sünnet-i [bir şeyin gereği] seniyeye çok kuvvet vermekle beraber ilm-i tarikatı esas tutmak cihetiyle—tarikatı daha ziyade tutmuş. O noktada sarf-ı himmet [ciddî gayret gösterme] etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezâsıyla [gereklilik] ilm-i hakikati [hakikat ilmi] ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] cihetini iltizam [kabul etme, taraftarlık] ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Baştaki hadis-i şerifin “Her yüz sene başında dîni tecdid [yenileme] edecek bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] gönderiyor” va’d-i İlâhisine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki—nass-ı hadisle—Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] hükmündedir.

Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, [asker] fakat müşir [mareşal] hizmetini

30

görüyorum. Yani kıymet bende değil. Belki Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Risale-i Nur eczâları bir müşiriyet-i [mareşal] mâneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını senâ etmiyorum.

 Şamlı Hafız Tevfik [başarı]

ba

 Re’fet Bey ve Hüsrev ve Rüştü gibi Risale-i Nur şakirtlerinin—Risale-i [öğrenci] Nur bereketine işaret eden—buldukları bir tevâfuk-u lâtiftir.

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafukat-ı acibe:

Risale-i Nur’un mazhar [erişme, nail olma] olduğu inâyâtın [inâyetler, yardımlar] külliyetinde mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilâyeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini [telif eden, kitap yazan] sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuf ve keremiyle [cömertlik] muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza [feyizlenme] etti.

Vaktâ [ne vakit] ki, Üstadımızın Barla gibi lâtif [berrak, şirin, hoş] ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] Isparta’ya müteveccih [yönelen] oldu. Evhama düşen bazı zâlim ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] teşebbüskârâne harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak Üstadımız Isparta’ya getirildi.

Fakat Üstadımızın teşrif [şeref verme] ettiği zaman yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba’ı kesilmiş, ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.

Risale-i Nur’un en ziyade intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği mahal Isparta vilâyeti olduğu için, Risale-i Nur hakkındaki inâyât-ı Rabbaniyeyi pek yakından temâşâ eden Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] olan bizler, acib bir vâkıaya daha şahit olduk.

31

Bu hâdise ise: Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] Isparta’ya teşrifini müteakip, bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli [çokluk] yağması olmuştur. Pek harika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş; nebatata [bitki] yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letâfet [hoşluk, gözellik] kesbetmiş; [elde etme, kazanma] ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden halkın yüzleri, Risale-i Nur’un nâil olduğu inâyetten [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat [genişleme, yayılma] etmişti. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetiyle, [mükemmel bir şefkat ve merhamet] bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letâfetli, [güzel, hoş] en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etti. Güya Risale-i Nur, yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî [“hoş geldin” deme] etmek ve mahzun olan kalbine tesellî vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek; ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak [ayrılık] hüznünü hatırlatmamak için, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] öyle bereketli bir yağmur ihsan [bağış] etti ki, bir misli [benzer] doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih, Üstadımızın tarih-i velâdetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli [çokluk] yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:

Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü ve dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane [etkileme, tesiri altında bırakma] su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Beyden, değirmenleri çeviren suyu göstererek “Isparta’nın suyu bu kadar mıdır?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur” dedi.

Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir.

32

Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillâhilhamd! [Allah’a hamd olsun] Bu kerem-i İlâhî [Allah’ın ikramı] neticesi olarak Üstadımız diyor ki: “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım birşey varsa, o da, her yerde olduğu gibi, Barla’da bulunan ciddî dost ve talebelerimdir.”

 Mustafa, Lütfi, Rüştü, Hüsrev, Bekir Bey, Re’fet

(Rahmetullahi aleyhim ecmaîn)

ba

Risale-i Nur bereketine ait yağmur hâdisesini te’yid eden Muhacir Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Süleyman, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey ve Şem’î’nin (r.h.) bir fıkrasıdır. [bölüm]

 Isparta’daki kardeşlerin fıkrasındaki [bölüm] dâvâyı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.

Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin harika bir surette yağan yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususi baktığına, kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesinin, hususî bir şekilde hizmet-i Kur’ân [Kur’ân hizmeti] ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men edildiği hengâmda [ân, zaman] kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnızca Karaca Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki:

“Kur’ân’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyleyse, madem Kur’ân’ın itabı var. Yâsin Sûresini şefaatçi yapıp Kur’ân’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.”

33

Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendi (r.h.) bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız, daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Efendiye söyledi ki: “Yâsin’ler tılsımı açtı; yağmur gelecek.”

Aynı gecede, evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul olan Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hâdise kat’iyen [kesinlikle] delalet ediyor ki, o yağmur, hizmet-i Kur’ân’la münasebettardır. [alâkalı, ilgili] O rahmet-i âmme [her şeyi kaplayan rahmet] içinde bir hususiyet var ki, Sûre-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi [yeterli] miktarda yağdı.

İkinci suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına [kaynak] yakın Üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’ân’ı şefaatçi yaptı. Birden, o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında, dua eden her ele yedi-sekiz damla düşmesi gösteriyor ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlâhiyedir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mânen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra sûre-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim de öyle olmuştur.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dâvâ ettikleri hususiyeti, şu iki kuvvetli delille tasdik ediyoruz.

 Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey,
Muhacir Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Süleyman

(Rahmetullahi aleyhim ecmaîn)

ba

34

 Sadakatte meşhur olan Barlalı Süleyman’ın vazife-i sadakatini tamamıyla yapan Isparta Süleyman’ı Rüştü’nün bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz Üstadım,

Kardeşlerimin Yirmi Yedinci Mektuba giren fıkralarını, [bölüm] kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan [bakış açısı] kendi fıkralarımdır [bölüm] diye başka fıkra [bölüm] yazmaya lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] temas eden bazı hadiseler benimle de münasebettar [alâkalı, ilgili] olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki, onlar münasebetiyle, benim de bir hususî fıkram [bölüm] kardeşlerimin hususî fıkraları [bölüm] içine girsin diye, o hadiselerden bazı lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ve bazı rüya-yı sadıka[doğru olan rüya] ve birkaç hadiseyi yazıyorum.

Bu rüyalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rüya-yı sadıkadır. [doğru olan rüya] Çünkü, hadisçe sabittir ki, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm görülen rüyada, şeytan o rüyaya karışamıyor. Bu rüya-yı sadıkadan [doğru olan rüya] herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet [delil] olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:

Birincisi: Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, camide Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık Radıyallahü Anha emrediyor: “Çık, hutbe oku.” Ebu Bekri’s-Sıddık koşarak minberin [câmide hutbe okunan yer] en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatlerin izahatı Yirmi Dokuzuncu Sözdedir.” [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır]

İkincisi: Risale-i Nur’un şakirtlerinden [öğrenci] Osman Nuri diyor ki: Rüyamda, Şemâil-i Şerife muvafık, gayet nuranî bir surette Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın bir yaveri geliyor. Kapılar birden bire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşirlerinin [yayınlayan] Üstadı olan zât içeriye girdi. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, Üstadımıza şefkatkârâne [şefkat dolu] bir iltifat göstererek, dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.

35

Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] köşkünü tahsis eden Şükrü Efendidir. Rüyada ona diyorlar ki, “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı çok nuranî ve sürurlu [mutluluk] bir halde bulup ziyaret etmiş.

Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Nazmi’dir. [diziliş, tertip] Rüyasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] imansız ölmezler; kabre imanla girerler.”

Bu rüyalar Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile münasebettar [alâkalı, ilgili] olmak cihetiyle, o rüyalar zamanında Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] Risalesi münasebetiyle lâtif [berrak, şirin, hoş] ve küçük bir iki tevafukun letâifini [duygular] zikredeceğim. Şöyle ki:

Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle [yön] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] görülen mu’cizat-ı Ahmediyeye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] dair On Dokuzuncu Mektubun tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) mazhar [erişme, nail olma] yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini mâsumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde, kendine verildi; çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.

O saatten on dakika evvel, hem On Dokuzuncu Mektup, hem Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. On Dokuzuncu Mektubun yüz elli sahifesi içinde birtek sahifede kuru direğin ağlamasından bahis var. Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesinde altı yüz satırdan birtek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitaplarda birden birtek sözü söylediklerini ben işittim. O da kuru direğin ağlaması idi. Herbiri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayretle dedim, “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık, Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] tashihi aynı kelimeye geldiği gibi, On Dokuzuncu Mektubun tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şüphemiz kalmadı ki, yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin [tashih eden, yanlışları düzelten] aynı kelimede ittifakları, o mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] bahsinin bir kerametinin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir şuâıdır.

Yine Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın mektubuyla münasebettar [alâkalı, ilgili] üçüncü bir tevafuk: Milas’tan gelen ve oraya gönderilen kitapların listesini bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek benden isteyecekti. Fakat istememişti. O gece kalkar o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret

36

eder. Bu, saklandığı yerden çıkıp, nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor, “Ben getirmedim, haberim yok” dedim. Zaten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mânâ var. Biz düşündük, aynı gün Milas’tan listeye göre kitap istemeye bir hak kazanmak için, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Mısır azizi Mukavkıs’a yazdığı mektup, eski Mısırlılara ait kitaplar içinde bulunarak İstanbul’a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hadisesine tevafuk etti. Bunda şüphemiz kalmadı ki, saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-u Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.

İşte o günlerde Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm rüyada Risale-i Nur’la münasebettar [alâkalı, ilgili] görülmesi ve mektup da aynı vakitte gelmesi, o günlerde telif [kaleme alma] edilen hastalara ait yirmi beş deva-yı mâneviyeyi beyan eden Yirmi Beşinci Lem’a [parıltı] ve iktisada [tutumluluk] ait On Dokuzuncu Lem’a [parıltı] ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmi altı rica[ümit] beyan eden Yirmi Altıncı Lem’anın [parıltı] telif [kaleme alma] zamanlarına tevafuk etmesi şüphe bırakmıyor ki, bu üç risale, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] mazhar [erişme, nail olma] olmuş.

Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk [gerçekleşme] eden hadiselerden birisi de şudur ki; Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle:

Şükrü Efendi hem kendi köşkünü, hem merhum kardeşi Nuri Efendinin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve telifine [kaleme alma] verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl [bitişik] büyük bir haliçe [ince dokunmuş küçük halı] binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendinin evine sirayet [bulaşma] etmedi. Hattâ yanan haliçe [ince dokunmuş küçük halı] binasının müştemilâtından [içindekiler] olup, haliçe [ince dokunmuş küçük halı] binası ile Şükrü Efendinin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şüpheleri kalmadı ki, Şükrü Efendi Risale-i Nur’un telifine [kaleme alma] bu iki köşkü verdiği için, onun bereketiyle, harika bir surette, hem kendi hanesi, hem merhum kardeşinin hanesi o müthiş yangından kurtuldu.

Hem Risale-i Nur yazın nasıl ki büyük bir yağmur ve rahmete sebep olduğu delillerle beyan edilip Gavs-ı Geylânî’nin (k.s.) kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dair risalede kaydedilen hâdise Risale-i Nur’un bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, [faaliyet merkezi] Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmişti. Bağlarda soğuk ve fırtına şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i

37

Nur’un dersi tatil olmamak ve naşiri [yayınlayan] de dayanabilmek için, bir eser-i rahmet [rahmet eseri] olarak bu senenin kışı gayet mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] geçti. Evet, herkes biliyor ki, şimdiye kadar böyle mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni Mart on iki, eski Şubat yirmi yedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, nevruz [ilkbaharın başlangıcı] günü gibi açıktır, güzeldir. Nasıl ki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile görmüştük; öyle de, bu kış ortasında Risale-i Nur’un bereketi yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.

Hem Risale-i Nur eczasından İktisat Risalesi’nin telifine [kaleme alma] çok yakın bir zamanda, Üstadımın maişetindeki [geçim] iktisadı [tutumluluk] ifrat [aşırılık] derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki, Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün Ramazan’da yediği gıdayı hesap ettik; bir tek fırıncala ekmeği, yarım okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki, yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya iştahı [şiddetli istek, arzu] olmadığı için yemiyordu. Bu hal, Ramazan’dan sonra ona yazdırılacak olan İktisat Risalesinin bereketine ve mübarekiyetine [bereketlilik, hayırlı olma] ve kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir işaret idi.

Ve bir de Risale-i Nur’un takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Isparta’nın mühim bir âliminin, takriben [yaklaştırma] otuz-kırk sene evvel yazdığı istikbale dair kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] fıkraları, [bölüm] Risale-i Nur’a tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nur’u gösteriyor. Şöyle ki:

Allah rahmet etsin ve kabri pürnur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb [kalb ehli] ve Isparta’nın bir medar-ı fahri [övünç kaynağı] olan zâtın kerametkârâne [keramet göstererek] buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zât bu dalâletli [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zamanımızdan bahsettiği gibi, bir fıkra[bölüm] da Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] bahsediyor gibi görünüyor. Çünkü bu şiirinde diyor:

“Aferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza.”

Yani, bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi ve iki satır sonra yine diyor:

38

Sûk-i [çarşı ve pazar] asr içre bütün dâd ü sitâd, küfr [inançsızlık, inkâr] ü dalâl; [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık]

Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”

Yani, o asrın çarşısında alışveriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâmın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:

“Şükr ya bilmezem esrar-ı gayıbdan amma,

Ya ileri, ya geri, takrib [yaklaştırma] ederim üç otuza.”

Kendi tefsir ediyor. Yani, otuz üçe şiddetli kafiyesine [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] müraat [gözetme, riayet etme] için, otuz üç yerine “üç otuz” demiştir. Hem Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] işaret ettiği fıkrasıyla, [bölüm] “dinsizlik düsturları, [kâide, kural] kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının [bölüm] ortasında şöyle diyor:

“Eriş ey avn-ı şeriat Haşiye [dipnot] 1 eriş ey muhyiddin!

Elem-i rîşHaşiye 2 cefasından erişti o öze.”

Şimdi benim kanaatım geliyor ki, bu zât, otuz üç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey muhyid-din yetiş!” diyor. Yâni vefatından takriben [yaklaştırma] otuz üç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] duasını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.

Talebeniz ve hizmetkârınız

 Süleyman Rüştü

ba

39

Risale-i Nur’un müsadere hadisesi münasebetiyle Isparta Süleyman’ı Rüştü’nün, evvelki fıkrasına [bölüm] zeyil [ilave, ek] olarak yazdığı bir fıkrasıdır. [bölüm]

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] merkezi olan Şükrü Efendinin köşkünün komşusu seksen yaşında muhterem Alil Osman Çavuş namında bir zât, Risale-i Nur naşirlerine [yayınlayan] hücum zamanından bir gün sonra rüyasında görüyor ki: Güneş ile kamer, [ay] beraber olarak köşkün içine girip parlıyorlar.

Diğer bir rüyada Keçeci Mustafa Efendinin hafîdi Bekir yine hadise-i elîmeden bir-iki gün sonra görüyor ki, güneş kıble tarafından çıkıyor. Şuââtı [ışınlar, parıltılar] içinde güneş yüzünde Risale-i Nur naşirinin [yayınlayan] sureti temessül [belirme, görünme] edip, aynen güneşin kursunda görünüyor.

Hem mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir kadın, yine hadiseden sonra görüyor ki, semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rüyada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yani, tabirce Risale-i Nur, Kur’ân’ın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’ân’ın semavî ve ilhamî [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bir tefsiridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli [çokluk] bir rahmettir.

Hadisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] herbiri bir cesedin âzâları gibi, bir cihette o cesede gelen müessir bir arızayı bütün âzânın hissetmesi nev’inden, bu hadiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, [talebe, öğrenci] vukuundan bir-iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur naşirlerinin [yayınlayan] üstadını vefat etmiş görüyorlar ki, vefat ise tabirce Risale-i Nur’un tatilini haber veriyor. Dördüncüsü Fâzıl [faziletli, değerli] Bey görüyor ki, hadiseden birgün evvel rafta kitapları karıştırır, bazı kitapları düşürür. Üstad bana hiddet ediyor, ben de diyorum: “Re’fet düşürdü.” Birden haneye polisler doluyorlar, herşeyi alıyorlar.

Hem bundan yedi buçuk ay evvel Risale-i Nur naşirlerine [yayınlayan] gelen elîm polishaneye çağırma meselesinde Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] dört tanesi (aynı hadiseyi bir ikisi, yani Rüştü ile Lütfü aynen görüyorlar, ikisi de az bir tabirle) aynı hadiseyi görmeleri ve bu defaki hadiseyi, yine dört tane şakirtler [öğrenci] aynen görmesi gösteriyor ki, Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] bir cesedin âzaları gibidirler ki, Risale-i Nur’a gelen hadiseyi, bir cesedin âzâları gibi hissediyorlar.

40

Hem Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Bekir’e o musibet gününden birgün evvel biri demiş: “Üstadın seni çağırıyor.” Bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile ikinci gün Üstadının başına gelen ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ile hafif geçen müthiş musibeti, düşmanların plânları derecesinde büyük, ağır hissetmiş tarzında, ağlayarak gayet korkaklık ve halecan ile koşup geldi. O halecan ve ağlamasına hiç sebeb-i zâhirî [görünürdeki sebep] yokken, yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu. Demek Risale-i Nur’a gelen musibet, şakirtlerini [öğrenci] kerametkârâne [keramet göstererek] ikaz ediyordu.

Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten dönerken—Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla—birdenbire sebepsiz ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] karşı şiddete başlamış. Yirmi beş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfî’de kendi idam [hiçlik, yokluk] kararını beklerken, sebepsiz, kalbsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğu koğuşa tahkir [aşağılama] için geldikleri zaman gayet acip bir surette söylediği o hale mahsus meşhur bir şetmi [çirkin söz, kötü düşünce] üç defa zâlim ve garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] karşı sarf ediyor, “Benden ne istiyorsunuz?” diye bağırarak tekrar ediyor, sonra susuyor. Aynı dakikada zabıta köşkü basmak için yedi-sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk ediyor.

Medar-ı ibret [ibret kaynağı] bir hâdise: Risale-i Nur naşirlerinin [yayınlayan] tazyiki yüzünden âmirlerinin yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur naşirlerine [yayınlayan] ilişenlerin aksi maksadıyla tokat yediklerinin yüz hadiseden bir hadisesi şudur ki:

Sebepsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur naşirlerine [yayınlayan] bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki mahvetmek için sureten [görünüş itibarıyla] kendini dost gösterip gayet hâinâne bir riyakârlıkla dairemize sokulup, birtakım yalanlarla âmirlerini iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip Risale-i Nur naşirlerine [yayınlayan] müthiş darbe gelmesine vesile olan bir adam, teveccüh [ilgi] ve makam kazanmak değil, bilâkis öyle bir tokat yedi ki, dünyada kaldıkça, vicdanı varsa vicdan azabı çektirecek. Hem o kolay vazifesinden müşkil [zor] bir vazifeye tahvil [değişme, dönüşme] ettiler ve hem de ona yalancı nazarıyla baktılar. Ve hem nefret-i âmmeyi [umumun, genelin nefreti] kazandı. Ve hem taharrî [araştırma] hadisesinden iki gün sonra bir ihtiyar adamı hanesinden çıkarıp yolda getirirken o ihtiyar zât füc’eten [ansızın, birdenbire] vefat edip hem mes’uliyet-i maddiyeye ve mâneviyeye mâruz kalmıştır.

41

Evet, Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve mânevî cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.

Hem o musibet hadisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rüyada görüyor ki: Isparta’nın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birden bire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur naşiri, [yayınlayan] elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor.Haşiye [dipnot] O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nur’u tâtil [Allah’ı inkâr etme] ve mânen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı [yer küre, dünya] titretecek derecede bir hatâ ile Risale-i Nur’un eczalarını evrak-ı muzırra nev’inden taharrî [araştırma] edip, toplayıp merkez-i hükûmete, ta Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] gönderir. Hiçbir daire kanunca mucib-i muaheze ve mes’uliyet birşey Risale-i Nur’da bulamadığından, o mânevî zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur, dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi yine o rüya işaret ediyor ki, bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, [kurtarıcı] bir münci suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 (Yıldırım) Süleyman Rüştü