İLK DÖNEM ESERLERİ – Münâzarat (433-524)

433

Risale-i Nur Külliyatından

Münâzarat

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1911 (Rûmî: 1329)

İlk Baskı: 
Matbaa-i Ebüzziya, İstanbul 
1911

434
435

Azametli Bahtsız Bir Kıt’anın, [dünyanın kara paçalarından her biri] Şanlı Tali’siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi

Veyahut

BEDİÜZZAMAN’IN

MÜNÂZARAT’I

436

[Şarktaki aşiretlerin suallerine cevap olarak hazırlanıp H. 1329 (M. 1911)’de neşredilen bu eser, bilâhare Müellif [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman Said Nursî tarafından tekrar gözden geçirilerek neşredilmiştir.]

437

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 İfade-i Meram ve Uzunca Bir Mazeret

Yâ eyyühe’n-nâzır!

Hasenâtı seyyiatına, [günahlar] sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret [bağışlama] ve affa müstehaktırlar.

İşte, iki inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] beni iki telif-i [kaleme alma] müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet [yolculuk, göç] dahi, iki kitabı ilhâm [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] ettirdi. Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Araptır. Güya her bir eser Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürttür. Böyle acîbü’ş-şekil bir telif, [kaleme alma] telif [kaleme alma] kanununa muhâlefetle muâheze olunmamak gerektir.

Evet, benim hakkım sükût idi; zira âcizim. Bilirim, âsârım [eserler/asırlar] rağbete şâyân değildir. Fakat Sâdi’nin:

غَرْضْ نَقْشِيتْ كِه اَزْمَاباَزْمَانَنْدْكِه هَسْتِيرَانَمِى يَابَمْ بَقَايِى * 1

olan mâtemâlûd ve hikmetâmiz kelâmının verdiği himmet, [ciddi gayret] hem de benim gibi iktidarsızların mahcubiyetlerini izâle ile meydan-ı hamiyete çıkmaya cesâret vermek için nümûne-i imtisâl olmaya olan arzu, hem de eserin bizzat rağbete şâyân olmasa da, benim gibi me’mûl olmayan birisinden küçük bir eser dahi bir nevi antikalık rağbetine şâyân olmasına olan ümit, beni eser yazmaya cesâret vermişlerdir. Yoksa ben bilmez değilim ki, eserlerim bâzan hem hakikatşiken,

438

hem nazmşiken, [diziliş, tertip] hem üslûpşiken, hem hayalşiken, hem hisşiken, hem ifratâlûddur. Lâkin, ne yapayım, başka türlü de olamazdı. Zira, tam bir asrı bir seneye sıkıştıran ve yedinci asırdan on üçüncü asra kadar benim gibi kurûn-u vustâ adamlarının hayâlini yuvarlandırmakla; her bir asır bir his ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilhâm [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] eden Temmuz’un inkılâb-ı mes’ûdunun teşvikiyle; hem de bütün devâir ve tabakât-ı mütedâhile-i mütesâfileyi karıştıran ve istibdadın [baskı ve zulüm] tazyik-i mecnunânesiyle vücuda atılan ve doktorların tokatıyla ademden tımarhâne kapısıyla dışarıya fırlayan cinnet hâtırâtı olan eserimi tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edip, İki Mekteb-i Musibet Şehâdetnâmesi’ni ibrâza beni mecbur eden Mart ve Mayıs, meş’um [kötü] ve müthiş olan ihtilâl ve inkılâbının [değişim, devrim] verdiği heyecan ile; hem de gâyet mütenevvia ve muhtelife [çeşit çeşit] tabâyi[mizaçlar, tabiatlar] ve hissiyâtı tazammun [içerme, içine alma] eden ve şu iki reçeteyi vücuda getiren üssü’l-esâs-ı mesleğim elmas-misâl olan İslâmiyet hissinin sadefi [içinde inci bulunan kabuk] ve Kürtlükle memzûc olan milliyet fikrinin verdiği ders ile şöyle eserleri intâc etti. Demek, her bir eserim birkaç asrın fezlekesi [hülasa, öz] ve Kürt tâifelerinin tabiatlarının enmûzeci [örnek] ve gâyet muhtelife [çeşit çeşit] etvârımın [haller, tavırlar] nümûnesi olduğundan, hakikî intizamı onda aramak abestir.

Evet, edebin değil, belki edebiyatın kanununa karşı âsârımı [eserler/asırlar] muhâlefete sevk eden yedi esbabdır:

Evvelâ: Sabâvetimden [çocukluk] beri kâh [bazan] kuyu dibinde, kâh [bazan] minâre başında gibi fehmen istidatlarda [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bulunuyorum; kâh [bazan] gâyet dakîk [çok ince] bir hakikat dâvetsiz elime geliyor; kâh [bazan] gâyet tanışım, dostum olmuş bir hakikat ecnebî olup tanımıyorum. Hatta bir günde kâh [bazan] gâyet câhil, kâh [bazan] tecrübeli bir siyasî gibi işe karışmak isterim.

439

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] fecr-i sâdıkına kadar inşâ ve kitâbette tamamen hem ümmî, hem acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] idim. Her ne ki inşâ ettimse, üstâdımız olan meşrutiyetten [meclise dayalı yönetim şekli] öğrendim. Cinân[cennetler] cenânda yemişler kemâle ermemiş iken kopardım. Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayınız.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden [halkın ilgisi, sevgisi] neş’et [doğma] eden bir şöhret-i kâzibe, [yalancı şöhret] bana tahmîl ettiği vazife-i mühimme [önemli vazife] ile, aczden neş’et [doğma] eden atlamakla, nümâyişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım birşeye girişmeye mecbur oldum.

Râbian: [sâlisenin altmışta biri] Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriye, [gurur, övünme] mesleken bendeki tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] meşreben [hareket metodu açısından] bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümâyiş, şâş adama eserlerimde hakikatten fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet, enaniyet var; benim değil, milletimin enaniyetidir. Benlik var; benim değil, sınıfım olan melâik-i [melekler] medârisin izzetidir. [büyüklük, yücelik]

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; [Arap milletinden olmayan başka milletler] ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta “evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu” tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyen râzı olamıyorum. Zira, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş [korkma, çekinme] eder.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Tabiatımdaki ifrat [aşırılık] cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin [sahabeleri gören mü’minler] tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakikat çirkinleşiyor.

440

Sâbian: [sâdisenin altmışta biri] Şu “Saykâl-ı İslâmiyet” ve “Ekrad Reçetesi” olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşvünemâ [büyüyüp gelişme] vererek, kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem cesim bir şecere [ağaç] oldu, hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşînine fırlatıyordu. Onlar da, beni sahrâların yüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp, medine-i medeniyetin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid Dağının yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovasının meyvesidir, bir miktarı Beytüşşebap Deresinde, kırmızılanmış semeresidir. [meyve] İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa, mekân vahşi, ben seyyah, zihin müşevveş, [dağınık, karışık] vücut yarım hasta, yazmak acele olduğundan, elbette müşevveş [dağınık, karışık] olur.

Ey ehl-i insaf! [insaf sahibi kimseler] Mâzeretim bu. Kabul ederseniz, insafın şe’nidir; [belirleyici özellik] etmezseniz, emin olunuz, size minnet etmem, hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm.

Şu eserin nağamâtını [nağmeler, ezgiler] dinlemek için, bir Kürt cesedini giymek, bir vahşi hayâlini başına takmak gerektir. Yoksa ne istimâ [dinleme] helâl, ne semâ tatlı olur.

 Ebu Lâşey [leş]

Said

ba

441

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَالصَّلاَةُ عَلٰى سَيِّدِ الْعَالمَِينَ * 1

Emmâ ba’d, [“bundan sonra” anlamına gelen bu ibare, İslâmî eserlerde hamd ve salâvattan [namazlar, dualar] sonra asıl maksada geçilirken söylenir] ehl-i hamiyetin [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] nazarına arz ediyorum ki:

Vaktâ [ne vakit] Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ikinci yaşında, İstanbul’un temsil ettiği asırdan tarihvârî bir nazar ile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya inmekle, aşâir-i Ekradın içinde cevelân [akma, dolaşma] ile bahardan güze bir rıhlet-i [yolculuk, göç] sayfiye, güzden bahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i [yolculuk, göç] şitâiye [kış] ettim. Dağ ve sahrâyı bir medrese ederek meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] ders verdim. Birden bana göründü ki, meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] gâyet garip bir sûrette telâkki [anlama, kabul etme] etmişler. Her tarafın şüphe ve sualleri ağleb [çoğunlukla] bir dereden gelmiş gibi gördüm. İşte, teşhis-i maraz için miftâh-ı kelâmı onlara verdim.

Dedim: “Siz sual ediniz, ben de ona göre cevap vereyim.”

Onlar istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiler. Zira Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyet-perverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân[Millet Meclisi] ilmiyeyi andırıyor. İşte, tâmimen [genelleştirme, yayma] lilfâide, suallerini cevaplarımla musâfaha ettirerek şu kitabı yazdım; ta birbirine muâvenette [yardım] bulunsun. Hem de, görmediğim Ekrad ve emsâline, şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevap versin; hem de, lisânları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Şu kitap, tarafımdan cevap, onların cânibinden [taraf, yön] sual etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyaset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır.

Ey ehl-i hamiyet, [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrutiyetperver [meclise dayalı yönetim şekli] olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bazı memurun fiilen meşrutiyetperver [meclise dayalı yönetim şekli] olması müşküldür. Hâlbuki, akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir.

442

 İmdi, sual ve cevaba başlıyorum

Sual: Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi [büyük değişim] gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?

Cevap: Müjde getirdim.

Sual: Müjde ne demek? Bazılar bize “Sizin için fenalık var” diyorlar.

Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemî [bütün] kuvvetimle, yalnız Kürdistan’a değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslâmın, lâsiyyemâ [bilhassa, özellikle] Osmânîlerin, bâhusus [bilhassa, özellikle] Ekradın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini, hatta Bâşid başında görüyorum.

رَغْمًا عَلٰى اَنْفِ اَبى الْعَلاَءِ الْمَعَرِّى * 1

Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz!

Sual: Biz öyle işitmedik.

Cevap: Şeytanın arkadaşları çoktur…

Sual: Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve sualleri hallet.

Cevap: Elbette; fakat müşteri olmadan, istemeden malımı satmam.

Sual: “İstibdat nedir? Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dînimize zarar yok mu?” Daha başkası: “Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardîde edecekler.” Diğeri: “Gayr-i müslim, [Müslüman olmayan] nasıl asker olacak?” İlâ âhir…

Cevap: Yahu, şu gürültülü, karma karışık, sizin gibi intizamsız suallerinize nasıl cevap vereceğim?

Sual: Kâide-i suali sen göster?

Cevap: Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] kanunuyla sual ediniz. Yani içinizden bir iki zekî adamı intihap [seçmek] ediniz; ta size vekil olarak müşteri olup, sual etsin. Siz de dinleyiniz.

443

Onlar: Peki, peki…

Sual: İstibdat nedir; meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] nedir?

Cevap: İstibdat tahakkümdür, [baskı] muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, [Cebriye mezhebi] rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta [kötüye kullanma] gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine [aşağıların aşağısı] insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] zillet [alçaklık] ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı [farklılıklar, ihtilaflar] beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarını tevlid [doğurma] eden, istibdattır. [baskı, zulüm]

Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi [çocuk] olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş [dağınık, karışık] eden fırkaları tevlid [doğurma] etmiştir.

Sual: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrutiyeti bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, [fiiller, davranışlar] adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et [doğma] eden müşevveşiyetle [dağınık, karışık] hâl-i hazırdan [şimdiki zaman] fehmettiğiniz meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] tefsir etmeyeceğim. Belki hükûmetin hedef-i maksadı [asıl gaye, kastedilen hedef] olan meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrûâyı beyân edeceğim:

İşte, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli]

وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ 1* وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ * 2

âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, [Allah’ı tanıma, bilme] lisânı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

444

Evet, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın [kavimler] sebeb-i saadetidir; [mutluluk sebebi] siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, [yeter] siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye [ebedî ömür, ahiret hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus [ümitsiz] olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel [sarsılmaz] bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye [genel düşünce, kamuoyu] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid [cansız] olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâmı [Müslümanlar] bir aşîret gibi birbirine rapteder; [bağlama] siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zira meşveret [danışma] perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza [titreşim, sarsıntı] geldi. Zira, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakiki ve nisbî [göreceli] ve izâfîden mürekkeptir. [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] Başka millete benzemiyor.

Sual: İstibdadın çirkinliğine, meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] bu derece iyiliğine delilin nedir?

Cevap: Siz avam [halk] olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul [akıl erdirme] ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. [ikna edici] İşte, ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim.

İşte, biliniz:

Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var.

445

Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tâcizimi [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] istemeyen müdâhenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz; mîzansız [denge, ölçü] bir ilâcı istimâl [kullanma] eden, acaba şifâ mı bulur veyahut ölür?

Evet, مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا 1 sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar [erişme, nail olma] oldunuz. İşte her köye böyle ilâç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptelâ [bağımlı] olan emsâlinize hazım ilâcı hükmünde olan iâne [yardım] toplamak, yahut eşkiyâlık ve husumet derdiyle mültehap bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid [artırma, çoğaltma] eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhirihi, [sonuna kadar] acaba tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?

İşte mâhiyet-i istibdadın timsâli budur. Zira, sâbıkta, [önceki, geçmiş] Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisâne ve mütekeyyifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte hükûmetteki istibdada, [baskı ve zulüm] herşeydeki istibdadı [baskı ve zulüm] kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid [doğurma] eden ilmin istibdadı [baskı ve zulüm] dahi böyledir.

Ammâ, bizzarûre hükûmet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] hedef-i maksadı [asıl gaye, kastedilen hedef] olan meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşrûanın timsâlini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahânedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap [seçilmiş] adam, yanıma geliyor, reçetesini ibrâz ediyor ki; “Dâü’l-cehl ile baş ağrısı var” yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptidâ [başlangıç] onların lisânlarının zarfında, sonra da lisân-ı resmiyeye ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyânet var. Ben de, fünunu [fenler, bilimler] maarif-i İslâmiye ile mezc [karışma, bütünleşme] ederek bir mâcun yapıyorum,  

446

müderrislerin [medrese âlimi, hoca, profesör] ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde dâü’l-husumet ile ihtilâl sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak, ışıklandırarak, tiryâk-misâl adalet ve muhabbeti o nur ile mezc [karışma, bütünleşme] ettirerek, sulfato-misâl [kinin; sıtma ilâcı] bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahânesinde, bîçare etfâli helâktan halâs [kurtulma] eder. Hâ, hükûmet-i meşrutanın timsâl-i nûrânîsi

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ * 1

sırrınca, her bir büyük adam, bu düsturu [kâide, kural] nazara almak gerektir.

Sual: Derman, dermandır; neden zehir olsun?

Cevap: Bir derdin dermânı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman hadden geçse, dert getirir.

Sual: Ne diyorsun? اِسْتَحْسَنْتَ ذَا وَرَمٍ 2 Hâl-i hâzırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, [zayıflık, güçsüzlük] kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, târif ettiğin meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] daha bize selâm etmemiş; ta ki, biz de “Ehlen ve sehlen” [kolay] desek?

لاَ بَلِ اسْتَسْقَيْتُ اُسْكُوبًا وَاسْتَسْعَيْتُ يَعْبُوبًا وَاسْتَحْسَنْتُ حَوْرَۤاءَ وَمَدَحْتُ حُرِّيَّةً حُرَّةً حُورِيَّةً * 3

Cevap:

Fakat, sizin dîvâneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz dîvânelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehuran aşiretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl [her durumda, eninde [inilti] sonunda] vermeye mecbur olan emvâl-i emiriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] dahi müstebit [baskıcı, diktatör] eder.

447

Siz diyorsunuz: “Şimdiki hükûmet eskisi gibi zayıftır.”

Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen [yönelen] iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.’

Sual: Neden böyle bulanıktır, sâfî olmuyor?

Cevap: Yüz seneden beri harâba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misâl söyleyeceğim. Bir belâğbaşı, çok zaman taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] ve tesemmüm [zehirlenme] etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; âkıbet berrak olacaktır.

Sual: Tarif ettiğin meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ne miktarı bize gelmiş ve ne için bütün gelmiyor?

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husumet kurtlarından bîçare meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zira sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrutiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husumet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast geçecektir.

Ezcümle: Bazı cezâ-yı sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet [gasp, yağma] ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.

Sual: Biz me’yus [ümitsiz] olduk; daha ne vakit bize gelecektir?

Cevap: Yeis, [ümitsizlik] aczden gelir. Yeis, [ümitsizlik] mâni-i herkemâldir. Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ise, şiddet-i mevânia karşı şiddetle metânet etmektir. Hâlbuki şu zaman, mümteniât-ı [imkansız] âdiyeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk yeise [ümitsizlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] değildir. Ben, sizi tembellikten kurtarmak için, kabahatlerinizi gösteririm. Ona  

448

çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve faziletten demiryolunu yapınız! Ta ki, meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât [ilerlemeler] tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.

Sual: İnşaallah, tâliimiz varsa biz de göreceğiz. Bize tevekkül kâfi [yeterli] değil midir?

Cevap: Bîçare tâliinize siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları gibi olmayınız. Sizin atâlet [hareketsizlik] bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz, nizâm-ı [anlaşmazlık, çekişme] esbâbı reddettiğinden, kâinatı tanzîm eden meşîete [dileme, irade, istek] karşı temerrüd [inat etme] demektir. Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder. [bozma, yok sayma]

Sual: Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] âsârı [eserler/asırlar] hangisi, ötekisinin âsârı [eserler/asırlar] hangisidir?

Cevap: Ne kadar iyilik var, meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın [baskı ve zulüm] zulmetinden, yahut meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] nâmıyla yeni bir istibdadın [baskı ve zulüm] zulmündendir. Geri kaldı; ta tâziyeden sonra vedâ edip, pederini takip etsin. Fakat, emin olunuz, ziya galebe [üstün gelme] çalacaktır.

Sual: Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] pek çok i’zâm ediyorsun. Eskide rey-i vâhid idi, milletten sual yok idi; şimdi meşverettir, [danışma] milletten sual edilir. Millet, “Ne için?” der; ona, “Ne istersin?” denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar ilâveyi takıyorsun?

Cevap: Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun [içerme, içine alma] etmiş. Zira meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] hükûmete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] her vecihle [yön] uyandırır. Her nev’ide, her tâifede onun san’atına ait bir nevi meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] tevlid [doğurma] eder. Hatta ulemâda, medâriste, [kaynak, dayanak] talebede bir nev’i meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] intâc eder. Evet, her tâifeye ona mahsus bir meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] bir teceddüt [yenileme] ilhâm [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] olunuyor. İşte, şu arkasında şems-i saadeti [mutluluk güneşi] telvih eden ve temâyül [eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] ve incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve imtizâca yüz tutan lemeât-ı meşverettir ki, bana meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] hükûmetini bu kadar sevdirmiştir. Bence taklidin  

449

temelini atıp, ihtilâfâtı [farklılıklar, ihtilaflar] çıkarmakla, Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i diniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde [işin hakikati, aslı] mukayyed [kayıtlı] olan şeyde ıtlaktır.Haşiye [dipnot] 1 Meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] ilmiye hakkıyla teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etse, meyl-i taharri-i hakikatin imdâdıyla, fünun-u sâdıkanın muâvenetiyle, [yardım] insafın yardımıyla şu fırak-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen [kuvvetle] me’mûldür. Şu fırkalar, eğer, çendan [gerçi] bir hizip olarak görünmüyor, fakat efkârda [fikirler] tahallül [araya girme, içine karışma] ederek münteşiredir. [yaygın olan] Herkesin dimâğında onların meylettiği mesleğe meyelân [meyil, eğilim] bulunabilir. Hatta, eğer bir dimağ [akıl, beyin] büyütülse, maânî [mânâlar] tecsim [cisimlendirme, vücud verme] edilir ise, şu fırak sinematografvârîHaşiye [sinema makinesi] 2 o dimağda [akıl, beyin] temessül [belirme, görünme] ettiği görülecektir. Şu kıssa, uzundur, makamı değil; siz suallerinizi ediniz.

Sual: Şu meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bazıları da müstehak idi. Hem de, maddeten birşey görmeden yalnız meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] nâmını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?

Cevap: Mânen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılâhınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, [günah, suç, kabahat] rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet‘tir, [Allah’ı tanıma, bilme] kanun’dur, efkâr-ı âmme‘dir; [genel düşünce, kamuoyu] kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, [artma] kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri  

450

inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.

İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl [kullanma] ve hissiyâtı, efkâra [fikirler] tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir.

Sual: “Neden, şu inkılâb-ı hükûmet, herşeyde bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] getirdi?”

Cevap: اَلنَّاسُ عَلٰى سُلُوكِ مُلُوكِهِمْ 1 sırrınca, istibdat [baskı, zulüm] herkesin damarlarına sirâyet etmişti, çok nâm ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dâm [tuzak] ve plânlar istimâl [kullanma] ediyordu. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vâsıta edip, tahakküm [baskı] ediyor idi veyahut sehâvet-i milliyeyi sû-i istimâl [kötüye kullanma] ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak, tutmakla mükellef bildiğinden tahakküm [baskı] ve istibdat [baskı, zulüm] ediyordu.

Sual: Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdadına [baskı ve zulüm] yardım eden başka istibdatlar [baskı, zulüm] da varmış?

Cevap: Evet, cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar [baskı, zulüm] idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların [baskı, zulüm] pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir.

Sual: Beyler, ağalar, müteşeyyihler iki kısımdır; farkları nedir?

Cevap: İstibdat ile meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] kadar farkları vardır. Ben dahi meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve istibdadı [baskı ve zulüm] müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] olarak size göstermek istediğimden, şu iki kısmı timsâl olarak beyân ediyorum.

Sual: Nasıl?

Cevap: Eğer, büyük adam, istibdat [baskı, zulüm] ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan, tasannûen kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] istinâden, halkı isti’bâd ederek havf [korku] ve cebrin tazyiki ile tutup, insanı hayvanlığa indirmiş; daima o milletin şevkini kırar, neşelerini kaçırır. Eğer, bir nâmus olursa, yalnız o şahs-ı müstebitte  

451

görünür; denir ki, “Falan adam şöyle yaptı.” Eğer bir seyyie [günah] olursa, kabahat bîçare etbâa [halk, yönetilenler] taksim olunur. İşte şu mâhiyetteki büyük, hakikaten büyük değildir, küçüktür; milletini küçüklettiriyor. Zira, milletin her sa’yi [çalışma] suhre [zoraki, angarya iş gören] gibi işliyor, hatır için gibi yapıyor, iyilik etse de riyâ [gösteriş] karıştırıyor, müdâhene ve yalana alışıyor, daima aşağıya iniyor. Zira, sa’y-i insânînin buharı hükmünde olan şevk, müntafî oluyor. Ağaları ve büyükleri, omuzlarına biner, ta yalnız görünsün, onların etlerinden yer, ta büyüsün. O milletin gonca-misâl istidâdâtı üzerine o reis perde olup ziyayı göstermiyor. Belki, yalnız o neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur, inkişaf [açığa çıkma] eder, açılır. Eğer müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] istibdadı [baskı ve zulüm] görmek arzu ediyorsanız, işte size şu…

Sual: Aman, bu kadar istibdadın [baskı ve zulüm] fena bir zehiri varken, acîbdir ki, biz bu kadar kalmışız!

Cevap: Acîb değildir. İhtilâftan bâzan istifâde olunur. O pis istibdadın [baskı ve zulüm] taaddüdü [birden fazla olma] için, birbirinin kuvvetini bir derece kırar, tâdil ederdi; yoksa işiniz fena idi.

Sual: İkinci kısım nasıldır?

Cevap: Bir büyük adam, hakka isnad ile aklı istimâl [kullanma] edip muhabbetle milletini kendisine rabt, [bağlama] zîrdostânının omuzları üstüne çıkmaz, altına girer, yükseltir, şevklerini uyandırır, bir iyilik olursa mânen millete tevzî eder, herkese bir parça nâmus düşmekle şevki artırır, hak yerini bulmak için milletini ziya-i mârifete karşı tutar, gonca-misâl olan o milletin hissiyâtına zülâl-i muhabbet ve aklı gönderir, neşvünemâ [büyüyüp gelişme] verirse, سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 hadîs-i şerifte meşrutiyetli [meclise dayalı yönetim şekli] reise misâl-i müşahhas olur.

Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] gözle görmek istiyorsanız, işte şu aynaya bakınız.

Sual: Demek “büyük” o değil ki, kılıncı keskin olsun, milleti kendine fedâ etsin; belki odur ki, aklı keskin olsun, kalbi millet için fedâkâr olsun.

Cevap: Hâ, şimdi bir ışık buldunuz. Elbette bir doğru şeyhin müridleri, yahut eski âdil beylerin mensuplarıyla, müstebit [baskıcı, diktatör] bir ağa hizmetkârlarının cihet-i irtibatta [bağlantı yönü] farklarını bulursunuz.

452

Maatteessüf, [ne yazık ki] büyüklerdeki meziyet, sebeb-i tevâzu iken, vâsıta-i tahakküm oluyor; avamdaki zayıf bir damar, câlib-i şefkat iken, vesile-i esâret oluyor.

Sual: Şu pis istibdat [baskı, zulüm] ne vakitten beri başlamış, geliyor?

Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

Sual: Demek şu istibdat [baskı, zulüm] hayvaniyetten gelmedir?

Cevap: Evet… Müstebit [baskıcı, diktatör] bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, [güçlü, kuvvetli] zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur [kâide, kural] ve kavânîn-i esâsiyesindendir.

Sual: Sonra?

Cevap: Şeriat-ı Garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edip, istibdat [baskı, zulüm] bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın [baskı ve zulüm] kuvveti olan cehil [bilgisizlik] ve vahşet, cevânib-i âlemde zaynâb gibi Yezid’in istibdadına [baskı ve zulüm] kuvvet verdi.

Sual: Şimdiki meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] istibdat [baskı, zulüm] nerede? Onların harekâtı nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine [bir diğer şey] musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?

Cevap: Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esâsı, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas [elbise] giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat [baskı, zulüm] galebe [üstün gelme] ettiği vakit tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kâinatta gâlib-i [pahalı, kıymetli] mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ [tür] ve şuubât-ı heyet-i içtimâiyede meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] hükümfermâ [hüküm süren] olmuştur. Cidâl berdevam, [soğuk] harb ise sicaldir.

453

Sual: Bazı adam, “Şeriata muhâliftir” diyor?

Cevap: Ruh-u meşrutiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten [geçici] muhâlif düşsün. Hem de, her ne hâl ki, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] zamanında vücuda gelir! Meşrutiyetten [meclise dayalı yönetim şekli] neş’et [doğma] etmesi lâzım gelmez. Hem de, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi adam var ki, bütün ahvâli [haller] şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olan hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ile sû-i istimâlâtın [kötüye kullanma] ekser yolları münsed olur; istibdatta [baskı, zulüm] ise açıktır.

Sual: İtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükûmet iyi bir adamdır. Pislerin libâsını giymişti. Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak istiyorduk, olamadı. Zamana bıraktık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı veya tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, [iki şerden daha az zararlı olanı] bir adalet-i izâfiyedir. Fakat kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden fikr-i intikâmın tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, [geçici] bir nevî karanlık çöktü. Emin olunuz ki, çekilecektir.

Sual: Neden makine-i ahvâl güzelce işlemiyor?

Cevap: Zira tecrübe, hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ [bir araya gelme] edenler, vezâife [görevler] kifayet [yeterli olma] etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] de meyl-i tahrip meleke [alışkanlık] olmuş; tâmire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tâmir ise, eskisine bir derece meyil [arzu, istek] ile, istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] pek müsâit değildir. Demek, bize bir nesl-i cedîd lâzımdır.

Bunu da cidden söylüyorum: Eğer, meşveret [danışma] şeriattan bir parmak müfârakat ederse, eski hâl [çözüm] yüz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] ayrılmıştır.

454

Sual: Neden?

Cevap: Bir ince teli, rüzgâr her tarafa çevirebilir. Fakat içtimâ ve ittihat ile hâsıl olan hablü’l-metin [sağlam ip, çok kuvvetli ip (İslâm, Kur’ân)] ve urvetü’l-vüskâ değme şeylerle tezelzül etmez. İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir.

İşte, bakınız: Eski padişahların iradesini, Ermeni rüzgârı veya ecnebî havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı [şeriatın hükümleri, esasları] feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı; fakat, tamamı ileride. Üç yüz ârâ-i mütekâbile ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan [amaç, yarar] başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler. Hak ve maslahat [amaç, yarar] ise, şeriatta esastır. Fakat اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ 1 kâide-i şer’iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] etmiş parmak kesilir; ta el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf [durağan olma] etse, vermekten tevakkuf [durağan olma] edilmez; nasıl ki, edilmedi. Dünyada en acîb, en garibi, rûhunu iftiharla selâmet-i millete fedâ edenlerden, bâzan garazında menfaat-i cüz’iye-i gurûriyesinde buhl eder, vermiyor.

Demek, şeriatı isteyenler iki kısımdır: Biri, muvâzene ile zarûreti nazara alarak, müdakkikâne [dikkatli] meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] şeriata tatbik etmek istiyor. Diğeri de, muvâzenesiz, zâhirperestâne, çıkılmaz bir yola sapıyor.

Sual: Meclis-i Mebusanda Hıristiyanlar, Yahudiler vardır; onların reylerinin [fikir, düşünce] şeriatta ne kıymeti vardır?

455

Cevap: Evvelâ: Meşverette [danışma] hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir Haço ve Berham’ın reyi [fikir, düşünce] mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusandaki mesâlih-i siyasiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kâbilden olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Ammâ ahkâm [hükümler] ve hukuk ise, zaten tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete [danışma] ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkâm [hükümler] ve hukuku sû-i istimâl [kötüye kullanma] etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] gitmek olamaz; gidilse, intihardır.

Sual: “Adalettir” diyorsun. Neden tekâlif-i devlet, fukarâ üstünde hafifleşmedi?

Cevap: Bir fark vardır: Eskide vâridât zâyi olur giderdi, şimdi millet rakîbdir. [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] Demek, evvel suya ve şûristana [çorak yer] atılır idi, şimdi tarlaya atılıyor veya atılacaktır. İşte, bir nev’i hafiflik…

Sual: Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim [insan topluluğu] olduğumuzu göstermek nâsıldır? Zira hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.

Cevap: Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin [genel düşünce, kamuoyu] misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim [hizmetçi] ve hizmetkârdır. Öyle ise kendinizden teşekkî ediniz; her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız.

Size bir misâl söyleyeceğim:

Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürât [başkalaşım] olursa, her tarafa da sirâyet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o  

456

havuz pınarlara bakar ve onlara tâbîdir. Faraza, o havuz tamamen tagayyür [başkalaşım, değişme] ederse veyahut Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez. Eğer pınar, pınar olursa.

İşte, bakınız: İstibdadın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belâğbaşı idi; şikâyette hakkınız vardı. Şimdi ise hakikat itibariyle bilkuvve, [potansiyel olarak] İstanbul göldür, hükûmet havuzdur, Türk zaynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir veya bizde olmak gerektir.

Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı [baskı ve zulüm] görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz [mutluluk sebebi] olan meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] takviye için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve fazileti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; ta bir kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tembeldirler. Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.

Sual: Neden iyilik gelsin, fenâlık gelmesin? İkisi arkadaştır.

Cevap: Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, [ağır] yukarıya yuvarlanmaz (Cehâletle cezb [çekme] etmemek şartıyla). İyilik nurdur, yukarıya akseder.

Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere [subay] itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan,—herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan—envâr-ı İlâhînin lemeâtının [Lem’alar isimli eser] içtimalarından [bir araya gelme, toplanma] ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından [bileşim, karışım] hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz.

457

Evet, şu amûd-u nuranî,Haşiye dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab [çekim, çekicilik] ile imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edecektir. Fenn-i hikmette takarrur [karar bulma] etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus [bilhassa, özellikle] din-i hakk-ı [hak din] fıtrînin [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] sözü daha nâfiz, [derinlere işleyen; etkili] hükmü daha âlî, [yüce] tesiri daha şedittir. [çok şiddetli]

Elhasıl: [kısaca, özetle] Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misâl söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Hâlbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit [baskıcı, diktatör] kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] bilmekle nevm-i gafleti [gaflet uykusu] terk edip, hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir? Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.

Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini [gürültü, yüksek ses] bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf [eseflenme, üzülme] etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla [nağmeler, ahenkli ezgiler.] raksa getiren hakaikin [doğru gerçekler] esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.

Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i [içinde inci bulunan kabuk] kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın [balık] dimağ, [akıl, beyin] kalb ve femlerine vurarak,

458

aks-i sadâ[sesin yankılanması] onların lisânlarından çıkıp seyir ve seyelân [akış] ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi [İslâmiyetle ilgili kitaplar] bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semâvî [semâvî ses] ve ruhânîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten, sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini [gürültü, yüksek ses] ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

Elhasıl: [kısaca, özetle] İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf [korku] eden adamın, dinde hissesi, beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı [kaybetme] ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül [hayal etme] eder, korkar.

Sual: Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki, “Mehdi gelmek lâzımdır” der. Zira; dünya şeyhuhet [yaşlılık, ihtiyarlık] itibariyle müşevveşedir; [dağınık, karışık] İslâmiyet ağrazın [maksatlar, gayeler] teneffüsü ile mütezelziledir. [deprenen, sarsılan]

Cevap: Eğer Mehdi acele edip gelse, baş-göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya [hazırlanmış] ve mümehhed [düzenlenmiş, hazırlanmış] oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücudpezir olur. Rahmet-i İlâhî [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] şânındandır ki, şu milletin sefaleti, nihayetpezir olsun. Bununla beraber, kim dese, “Zaman bütün berbât oldu,” eskisine temayül [eğilim gösterme] gösterse, bilmediği halde İslâmiyetin muhalefetinden neş’et [doğma] eden eski seyyiatı, [günahlar] bazı ecnebîlerin zannı gibi İslâmiyete isnat etmektir.

Sual: Efkârı [fikirler] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] eden, hürriyet ve meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] takdir etmeyen kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti [danışma] inciten bir cemiyettir.

459

Benî beşerde [insanlar] ona intisap [bağlanma] eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar[zarar verme] nâsta gören, hem de muvazenesiz, [dengesiz, ölçüsüz] muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi [evvel, önce] olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul [akla aykırı] fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] birinci ihsanı [bağış] olan af ve istirahat-i umumiyeyi [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] fikr-i intikamına [intikam düşüncesi] yediremediğinden, herkesin âsâbına dokundurmakla, ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

Sual: Neden bunların umumuna fena diyorsun? Hâlbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar.

Cevap: Hiçbir müfsid [bozguncu] ben müfsidim [bozguncu] demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. [bozguncu] Veya bilmediğim halde ifsad [bozma] ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

Sual: Neden hüsn-ü zannımıza [güzel düşünce] sû-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül [alçalma] etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın.

Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı [güzel düşünce] kabul etmem. Zira bir müfside, [bozguncu] bir dessasa [hilebaz, aldatıcı] da hüsn-ü zan [güzel düşünce] edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız!

460

Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] taklit ederiz.

Cevap: Çendan [gerçi] câhilsiniz, fakat âkılsınız. [akıllı] Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle [zeki oluş] bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil… İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. [meyve] Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.

Size bir misâl daha söyleyeceğim:

Şu sahrâda bir nar görünür. Ben derim nurdur; nar olsa da, eski nardan kalma zayıf, yukarı tabakasıdır. Geliniz, etrafına halka tutup temâşâ edelim. İstifaza edip, ta tabaka-i nâriye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise, zaten istifade edeceğiz. Eğer onların dedikleri gibi nar olsa, karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: “Ateş-i sûzandır.” Eğer, nur olursa kalb ve gözlerini kör eder. Eğer nar dedikleri nur-u saadetHaşiye dünyanın hangi tarafına çıkmış ise, milyonlarla insanın tulum gibi kan suyu üzerine boşaltılmış ise söndürülmemiş. Hatta bu iki senedir mülkümüzde iki-üç defa söndürülmesine teşebbüs edildi. Fakat söndürmek isteyenler kendileri söndüler.

Sual: Sen dedin ateş değil; şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.

Cevap: Evet, nur, fenalara nardır.

Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.

Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir?

Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı [atomlar] günahkârlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, [bakış açısı] hükûmetin hasenâtı, seyyiatına [günahlar] tereccuhudur. [üstün gelme] Yoksa, seyyiesiz [günah] hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri

461

Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.

Sual: Belki onlar eski hali istiyorlar?

Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hâl [çözüm] muhal; [bâtıl, boş söz] ya yeni hâl [çözüm] veya izmihlâl[yıkılma, çökme]

Sual: Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hâl [çözüm] hiç olmayacak mıdır?

Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil [kabul etmeye müsait] midir?

Sual: Neden?

Cevap: Zira eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat [baskı, zulüm] o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın [baskı ve zulüm] kuvveti binden bire indi; tenebbüh [uyanış, yeşerme] ve iltihâb-ı ezhân birden bine çıktı.

Sual: İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikâb [yapma, işleme] ederdi?

Cevap: İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm [baskı] ve tehevvüs-ü nemrudâne vardı.

Sual: Şimdi çok hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] şeyler yapılıyor.

Cevap: Bence, muhâlif-i hakikat-i şeriat olan şeyler meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] dahi muhâliftir, ya günahlarıdır veya ilcâ-i zarûrettir. Farzediniz, şu siyaset muhâlif olsun, yine telâşa mahâl yoktur. Zira, Şeriat-ı Garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. O kısmın ihmâliyle, şeriat ihmâl olunmaz.

Evet, imtisâl [emre uyma, bağlanma] etmemek, inkâr etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i Osmâniyeye tâbî olan İslâmların on beş misli [benzer] İslâmlar, sırf siyaset-i ecânib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmette—ki; kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm; üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: [kâide, kural] Bu devletin dini, din-i İslâmdır; [İslâm dini] şu esası vikaye [koruma] etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir. [hayat için gerekli olan]

462

Sual: Demek hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?

Cevap: Hayhay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı—velev [asıl gaye, kastedilen hedef] gizli ve uzak olsa bile—uhuvvet-i imaniye sırrıyla üç yüz milyonu bir vücut eden ve nurânî olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira, nokta-i istinad [dayanak noktası] ve nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] yalnız odur. Yağmurun kataratı, [damlalar] nurun lemeatı [parıltılar] dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat sönmemek ve mahv olmamak için, Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak bize لاَتَتَفَرَّقُوا 1 ve لاَتَقْنَطُوا 2 ile ezel cânibinden [taraf, yön] nidâ ediyor. Evet, şeş [altı] cihetten nağme-i لاَتَقْنَطُوا eyler hurûş.

Evet, zarurat ve incizab [çekim, çekicilik] ve temayül [eğilim gösterme] ve tecarüb [tecrübeler, deneyimler] ve tecavüb [birbirine cevap verme] ve tevatür, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] o katarat [damlalar] ve lemeatı [parıltılar] musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ettirerek, ortalarındaki mesafeyi tayyedip bir havz-ı âb-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zira, kemâlin cemâli dindir. Hem, din saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, [yüce] vicdanın selâmetidir.Haşiye [dipnot]

Sual: Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilât onda birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acip, garip rüyalar görülür?

Cevap: Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda bile takip eden ve o sevda ile herşeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.

Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta âdetâ hürriyette insan her

463

ne sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

Cevap: Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan [boş söz, saçmalama] ediyorlar. Zira, nâzenin [ince, narin, duyarlı] hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. [baskı ve zulüm] Nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni [belirleyici özellik] odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.

عَلٰى اَنَّ كَمَالَ الْحُرِّيَّةِ اَنْ لاَ يَتَفَرْعَنَ وَاَنْ لاَ يَسْتَهْزِئَ بِحُرِّيَّةِ غَيْرِهِ اِنَّ الْمُرَادَ حَقٌّ لٰكِنَّ الْمُجَاهَدَةَ لَيْسَتْ فِى سَبِيلِهَا * 1

Haşiye [dipnot]

Sual: Bazı nâs, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl [ameller, işler] ve etvârı [haller, tavırlar] pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?

Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık [günahkâr] bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve mehareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nur-u kalb ve nur-u fikri cem [toplama, bir araya gelme] edenler vezaife [vazifeler, görevler] kifayet [yeterli olma] etmezler. Öyleyse, ya  

464

maharettir veya salâhattir. [dindarlıkta çok ileri olma hali] San’atta maharet ise müreccahtır. [tercih edilen] Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] Herşeyin bir râfızîsi [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] var. Hürriyetin râfızîsi [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] de süfehâdır.

Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet [adalet kanunu] ve tedipten [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] başka, hiç kimse kimseye tahakküm [baskı] etmesin. Herkesin hukuku mahfuz [korunmuş] kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun.

لاَيَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ 1 nehyinin [yasak] sırrına mazhar [erişme, nail olma] olsun.

Sual: Haşiye [dipnot] Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyleyse başkalar keyiflensin, bize ne?

Cevap: Evet, zaten o sevdâ-yı hürriyettir ki, sizi tahammül-sûz meşakkatlere mütehammil [tahammül eden, dayanan] kılmış. Ve medeniyetin muşa’şâ bu kadar mehasininden, [güzellikler] sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağnî [çok uzak ve arınmış] etmiştir. Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde [bulaşmış, karışmış] olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun mâşukası [aşık olunan, sevgili] ve cevher-i insaniyetin [insanlığın içinde gizli olan öz] küfvü o hürriyettir ki, saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle [Cennet elbisesi] mütezeyyine olan hürriyettir.

465

Sual: Ne diyorsun? Şu senâ ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir:

حُرِّيَّةٌ حَرِّيَّةٌ بِالنَّارِ لاَنَّهَا تَخْتَصُّ بِالْكُفَّارِ * 1

Cevap: O bîçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti [Allah’a kulluk] intaç [netice verme] eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve Kanun-u Esâsîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte, yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını [baskı ve zulüm] hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasînin [anayasa] müsemmâsız [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur? Hem de, yirmi senelik İslâmiyetin bir fedaisi de demiştir:

حُرِّيَّةٌ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ اِذْ انَّهَا خَاصِّيَّةُ اْلاِيمَانِ * 2 3

Sual: Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?

Cevap: Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata [kâinatın sultanı olan Allah] hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül [alçalma] ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm [baskı] ve istibdadı [baskı ve zulüm] altına girmeye o adamın izzet [büyüklük, yücelik] ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne [baskı] tezellül [alçalma] etmez. Bir bîçareye tahakküme [baskı] dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet[mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem]

Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm [baskı] etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.

Cevap: Velâyetin, [velilik] şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni [belirleyici özellik] tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyettir, [alçakgönüllülük]  

466

tekebbür [büyüklenme] ve tahakküm [baskı] değildir. Demek, tekebbür [büyüklenme] eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

Sual: Neden tekebbür [büyüklenme] küçüklük alâmetidir?

Cevap: Zira, her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temâşâ edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte, o mertebe eğer kamet-i istidadından [istidadın, yeteneklerin endamı, boyu] daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için tekebbür [büyüklenme] ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür [büyüklenme] edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı [hak edilen pay] daha bülend ise, tevazu [alçakgönüllülük] ile tekavvüs edip ona eğilecektir.

Sual: Pekâlâ, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Reyin [fikir, düşünce] nedir?

Cevap: Evvelâ: Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir. Bundan fazlası, sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Farz ediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun. Lâkin, yine biz ehl-i İslâm [Müslümanlar] zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] dahi on milyon yoktur. Hâlbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed [kayıtlı] olup, ecnebilerin istibdad-ı mânevîlerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı müslimlerin [Müslüman olmayan] hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı mânevîninHaşiye dâfiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebîlerin, bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdad-ı mânevînin râfiidir. Evet, Osmanlıların hürriyeti, koca Asya tali’inin keşşafıdır; [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] İslâmiyetin bahtının miftahıdır; [anahtar] ittihad-ı İslâm sûrunun temelidir.

Sual: Nedir o üç kayıt ki, istibdad-ı mânevî onunla âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] kayd [bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası] etmiştir?

467

Cevap: Meselâ, Rus hükûmetinin istibdadı, [baskı ve zulüm] bir kayıttır. Rus milletinin tahakkümü [baskı] de diğer bir kayıttır. Âdât-ı küfriye ve zâlimânelerinin tagallübü [baskı ve zorbalık yapma] de üçüncü bir kayıttır. İngiliz hükûmeti, gerçi zahiren müstebid [baskıcı, despot] değilse de, milleti mütehakkimedir. [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] Âdâtı dahi mütegallibedir. İşte size Hindistan bir burhan [delil] ve Mısır yarı burhandır. [delil] Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. [kayıtlı] Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin [Müslüman olmayan] ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nev’i hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük. Bence onlar eskiden beri hürdürler. Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Yine esir Ekrad ve Etrak idi. İşte o yalancı kaydı, üç veya on milyonun ayağında açıyoruz. Ta ki, üç kayıt ile mukayyed [kayıtlı] üç yüz milyon İslâmın hürriyetine meydan açılsın.Haşiye [dipnot] 1 Elbette âcilen ( عَاجِلاً ) üçü veren ve âcilen ﴾ اٰجِلاً ﴿ üç yüzünü kazanan, hasaret etmiyor.

وَسَيَاْخُذُ اْلاِسْلاَمُ بِيَمِينِهِ مِنَ الْحُجَّةِ سَيْفًا صَارِمًا جَزَّارًا مُهَنَّدًا وَبِشِمَالِهِ مِنَ الْحُرِّيَّةِ لِجَامَ فَرَسٍ عَرَبِىٍّ مُشْرِقِ اللَّوْنِ فَالِقًا بِفَأْسِهِ وَقَوْسِهِ رُؤُسَ اْلاِسْتِبْدَادِ الَّذِي بِهِ انْدَرَسَ بَسَاتِينُنَا * 1 Haşiye [dipnot] 2

468

Sual: Heyhât! Nasıl, hürriyetimiz umum âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hürriyetinin mukaddimesi [başlangıç] ve fecr-i sâdıkı olur?

Cevap: İki cihetle:

Birincisi: Bizde olan istibdat, [baskı, zulüm] Asya’nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim [karanlık] perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat [aşırılık] edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı [baskı ve zulüm] kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i [balık] umumî olan, doğru konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] efkârında [fikirler] öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acip ve terakkî-i [ilerleme] fikrî ve teyakkuz-u tam intaç [netice verme] etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] olan İslâmiyetin cevher-i nuranîsi tecellîye başladı. İslâmiyetin ihtizazını [deprenme, titreşim, lerze] ihbar etti ki, her bir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebât-ı [yazı için kullanılan sıvı] mütedahile-i [birbiri içinde] mütesaideden bir cüzdür. Sair eczalarla câzibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri [akraba ile bağlantı] vardır. Şu ihbar bir kavî [güçlü, kuvvetli] ümit verir ki, nokta-i istinad, [dayanak noktası] nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] gayet kavî [güçlü, kuvvetli] ve metindir. [sağlam] Şu ümit, yeisle [ümitsizlik] öldürülen kuvve-i mâneviyemizi [mânevî güç] ihyâ [diriltme, hayat verme] etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad [yardım dileme] ederek, umum âlem-i İslâm [İslâm âlemi] üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.Haşiye [dipnot]

469

عَلٰى رَغْمِ اَنْفِ اَبى الْيَأْسِ * 1

İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane-mahane tutarlardı. Milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı müteassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bâhusus [bilhassa, özellikle] medeniyet, hubb-u insaniyeti tevlid [doğurma] eder.

Sual: Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se [ümitsizlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?Haşiye

Cevap: Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i insaniyette [insan âlemi] galebe [üstün gelme] çalmaya başladığından, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil [rezillikler] ve ihtilâfatın [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] gubarını [toz] silkip, hakikî münevver [aydın] ve müttehid [aynı noktada birleşen] olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, [çok şiddetli] en kavî [güçlü, kuvvetli] ve en bâkî hayatı intaç [netice verme] eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye [mukaddes millet] sağ olsun; فَكُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ 2

Sual: Gayr-ı müslimlerle [Müslüman olmayan] nasıl müsavi [eşit] olacağız?

Cevap: Müsavat [eşitlik] ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ [fakir] birdir. Acaba bir şeriat, “karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden [azap, eziyet] men etse, nasıl benî Âdem‘in [Âdemoğlu, insan] hukukunu ihmâl eder? Kellâ[asla] Biz imtisal [bağlanma, boyun eğme]

470

etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz [övünç kaynağı] olan Selahaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, [karşılıklı görüşme, mahkeme duruşması, yargılama] sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.Haşiye [dipnot]

Sual: “Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi [eşit] olur?”

Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize [borç, sorumluluk] alamadık, bihakkın [gerçek anlamıyla] adalet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdadın [baskı ve zulüm] sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nev’i zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.

Sual: “Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”

Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat [baskı, zulüm] öldü. İstibdadın zevâliyle [batış, kayboluş] dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. [bağlı] Fakat mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi [milli izzet ve şeref] muhafaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.

Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür; Ermeniler birden sahîfe-i [cömert, eli açık] vücuttan silinsin, olabilir, yalnız size husumetin bir faydası olsun. Yoksa mutlaka husumet zarardır. Hâlbuki Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden, bizimle gelmiş  

471

büyük bir unsurun zevâli [batış, kayboluş] değil.. Belki küçük bir kavmin mahvı dahi دُونَهُ خَرْطُ الْقَتَادِ 1’dır. “Ömer Dilân” kabilesi bin senedir yine Ömer Dilân’dır. Hem de onlar uyanmışlar siz uykudasınız. Rüyâ görüyorsunuz. Hem de fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler, [güçlü, kuvvetli] siz ihtilâfla şimdilik boşsunuz. Hem de galebe [üstün gelme] etmek istiyorsanız; onlar, sizi mağlûb ettiği silâh ile, yani akıl ile, fikr-i milliyet ile, meyl-i terakki ile, temâyül[eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] adalet ile mağlûb edebilirsiniz. Bence şimdi kılınç vuran, o kılıncın aksi döner yetimlerine dokunur. Şimdi galebe [üstün gelme] kılınç ile değildir. Kılınç olmalı, lâkin aklın elinde… Hem de dostluğun sebebi vardır, zira komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar. Dünyaya yayıldılar. Terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] tohumlarını topladılar. Vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye [ilerleme] îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar.

İşte şu noktalara binâen onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden cehalet ağa ve oğlu zarûret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin [bozguncu] kumandası altında yapmışlar.

Sual: Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ediyor. Bir kere tecavüze başlıyorlar; bir kere “Hürriyet ve meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bizimdir, biz yaptık.” diyorlar, bizi meyûs ediyorlar.

Cevap: Zannediyorum, tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül [hayal etme] ettikleri tecavüze karşı bir teşeffî-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm [kuruntu] ettikleri tecavüze karşı bir nümayiş [gösteriş, göz boyama] gibidir. Eğer tamamıyla iman etseler ki tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet adalete kanaat etmezlerse, hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir. Hem de “Meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] biz istihsal [elde etme, ele geçirme] ettik” olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet; [meclise dayalı yönetim şekli] askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahife-i vücuda geldi. Öyle herzegûların arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizâdesi [amca çocuğu] olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra da yüzde

472

doksan bize ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettiler. Beşi geveze, birkaç tanesi de zevzeklik edip eski hülyalarından vazgeçmek istemiyorlar.

Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy [yasak] vardır.

لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰى اَوْلِيَۤاءَ 1 Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet [metnin mânâya olan işareti kesin olması, “Acaba metinden [sağlam] bu mânâ mı kastediliyor?” şeklinde bir şüphenin bulunmaması] olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm [genel] değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; [açıklayan, yorumlayan] kaydını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak [arzulu, aşırı istekli] üzerine olsa, me’haz[kaynak] iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, [yasak] Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet [Hristiyanlık] olan âyineleri hasebiyledir.

Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan [beğenme, güzel bulma] etmekle iktibas [alıntı] etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] bir haremin olsa elbette seveceksin!

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Zaman-ı Saadette [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] bir inkılâb-ı azîm-i [büyük değişim] dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı [zihinler] nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti [düşmanlık] o noktada toplayıp muhabbet ve adavet [düşmanlık] ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere [Müslüman olmayan] olan muhabbetten nifak [ayrılık, dağılma] kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı [zihinler] zapt ve bütün ukûlü [akıllar] meşgul eden nokta-i medeniyet,

473

terakki [ilerleme] ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed [kayıtlı] değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini [ilerleme] istihsan [beğenme, güzel bulma] ile iktibas [alıntı] etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin [dünya hayatındaki mutluluk] esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk, kat’iyen [kesinlikle] nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.

Sual: Bir kısım Jön Türk der: “Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar.” [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?

Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy [yasak] var. مَنْ اَذٰى ذِمِّيًّا…الخ 1

Saniyen: [ikinci olarak] Kâfirin iki mânâsı vardır:

Birisi ve en mütebadiri: Dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] etmeye hakkımız yoktur.

İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir [Allah’a inanmayan] demektir. Şu mânâ ile onlara ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mânânın tebâdüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.

Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.

Sual: Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bâhusus [bilhassa, özellikle] gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] de güya bir İslâm kızını almışlar, filân yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş. Olmuş, olmuş, olmuş, ilââhir…

Cevap: Evet, maatteessüf, [ne yazık ki] daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. [kolay] Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] şe’ni, [belirleyici özellik] bir seyyieyi [günah] sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

474

Meselâ, şu aşiretin her bir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül [hayal etme] edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile, tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] tevehhümüyle, [kuruntu] birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu [bir şeyden çıkma, olma] tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih [azarlama] etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda [içinde bulunulan yer ve zaman] müteferrik [ayrı ayrı] şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] envaıyla garâibin [hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler] makinesidir. Görünüyor ki, cerbeze-âlûd [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] bir âşıkın nazarında umum kâinat birbirine muhabbetle müncezip [cezbedilmiş, çekilmiş] ve rakkasâne hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla mâtem tutan bir validenin nazarında, umum kâinat hüzn-engizâne ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır. Bu makamda size bir temsil irad [sunma, söyleme] edeceğim. Meselâ, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh [ferahlama, rahatlama] etmek üzere gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve müzehher [çiçeklerle bezenmiş] bir bahçeye girse, nekaisten [eksiklikler, kusurlar] müberrâ [arınmış, temiz] olmak cinân[cennetler] Cennetin mahsûsâtından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak şu âlem-i kevn [varlık âlemi, kâinat] ü fesâdın mukteziyatından [bir şeyin gerekli neticeleri] olmakla, şu bahçenin müteferrik [ayrı ayrı] köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için, inhirâf-ı mizac sevki ve emriyle, yalnız o taaffünatı [bozulma, çürüme, kokuşma] taharrî [araştırma] ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya onda yalnız o var! Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü [genişleme, yayılma] ederek o bostanı bir selhâne ve mezbele [çöplük] sûretinde gösterdiğinden, midesi

475

bulanır ve istifrağ [kusma; içindekini dökme, boşaltma] eder, kemâl-i nefretle kaçar. Acaba beşerin lezzet-i hayatını [hayatın lezzeti] gussedâr eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat [amaç, yarar] rû-yi rıza gösterir mi?

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüyaHaşiye görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.

Sual: Ermeni fedâileri o kadar fenalık ettikleri halde, şimdi en mûteber onlar oldular. Zehirlerine tiryak [derman, ilaç] nazarıyla bakıldı.

Cevap: Zira, fenalıkları iyiliğe yardım etti. Eğer meylü’t-tahripten vazgeçerlerse, müfsitlikten [bozguncu] çıktılar deriz. Yoksa, maraz [hastalık] muzmer [gizli, saklı] olsa, daha muzırdır. [zararlı] Buhar, menfez bulmadıkça zelzele verir. Hayırdan bâzan şer tevellüd [doğma] ettiği gibi, şerden de bâzan hayır doğar. Çok şerîr var ki, şerleri ahyârın [hayırlı kimseler] maksadına hizmet ettiği için, ahyâr [hayırlı kimseler] sûretinde görünür ve şerri alkışlanır. Sen evini tâmir için tahrip eylediğin vakit, başkası sirkat için delerse, bir cihetten sana muâvenet [yardım] etmiş olur. Fakat, tâmirde ihtiyat[dikkat, tedbir] bulun!

Sual: Gayr-ı müslimin [Müslüman olmayan] askerliği nasıl caiz olur?

Cevap: Dört vecihle: [yön]

Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıp mı oldu?

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın, Arap müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i kitaptır. [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] Orduda toplu olmayıp müteferrik [ayrı ayrı] olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat[zarar] mütevehhimeye karşı set çeker.

Salisen: [üçüncü olarak] Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, [Müslüman olmayan] askerlikte istihdam [çalıştırma] olunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahittir.

476

Râbian: [sâlisenin altmışta biri] Neslen ve serveten tedennîmize [alçalma, gerileme] ve gayr-ı müslimlerin [Müslüman olmayan] terakkîsine [ilerleme] sebep, askerliğin bizde münhasır olması idi. Zira bundan kaç asır evvel şu devletin nüfus-u İslâmiyesi kırk milyondan fazla idi. Ve şimdilik, içimizdeki o gayr-ı müslimler, [Müslüman olmayan] o vakitte yalnız beş altı milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Hâlbuki biz yirmiye yuvarlandık, fakr bataklığına düştük; onlar, fakrın ayağı altından çıkıp servetin başına binerek, on milyona çıktılar. Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oğlun varsa, askerlik mülâhazasıyla [düşünme, akla getirme] evlenmezler. Şâyet evlenseler, memuriyet ilcâsıyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsül-ü hayatını zâyi edecektir. Delil istersen Van’a git; bir Ermeni kapısını, bir İslâm dergâhını [Allah’ın yüce katı] aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on sağlam delil gösterecek, İslâmın evi iki zayıf burhanı [delil] nazar-ı ibrete [ibret gözüyle bakış] arz edecektir.

Sual: Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakirdiler. Şimdi her yerde kaziye [hüküm, önerme] bilâkistir. Hikmeti nedir?

Cevap: İki sebebi biliyorum:

Birincisi: لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى 1 olan fermân-ı Rabbânîden müstefâd [anlaşılan mânâ] olan meyelân-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللهِ 2 olan fermân-ı Nebevîden müstefâd [anlaşılan mânâ] olan şevk-i kesb—bazı telkinat [telkinler] ile o meyelân [meyil, eğilim] kırıldı ve o şevk de söndü. Zira ilâ-yı kelimetullah şu zamada maddeten terakkiye [ilerleme] mütevakkıf [bağlı] olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاٰخِرَةِ 3 cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vüstâ ile kurûn-u uhrânın [son çağ, dünya hayatının kıyamete yakın son devresi] ilcaatını [mecburiyetler, zorlamalar] tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum [kınanmış] ve biri memduh olan tahsil ve kisbde [çalışma] olan

477

kanaatiyle, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, [uzak] hatta biri tembelliğin unvanı, diğeri hakikî ihlâsın sadefi [içinde inci bulunan kabuk] olan iki tevekkülü—ki, biri, meşietin [dilek, arzu] muktezâ[gereklilik] olan esbab [sebebler] arasındaki nizama karşı temerrüd [inat etme] hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki [bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası] bir tevekkül-ü tembelâne; diğeri, İslâmiyetin muktezâ[gereklilik] olan, netice itibarıyla gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamakla terettüp[birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] neticede mü’minâne tevekküldür. İkisini birbiriyle iltibas [karıştırma] eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ 1 hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vâizlerdir [nasihat veren] ki, o meyelânı [meyil, eğilim] kırdılar, o şevki de söndürdüler.

İkinci sebep: Biz, gayr-ı tabiî [doğal olmayan] ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret [bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi] maişetine [geçim] el atıp belâmızı bulduk.

Sual: Nasıl?

Cevap: Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, [canlı] san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî [doğal olmayan] ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. [bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi] Bence imâreti, [imar etme, kurma] ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nev’i cerrar ve aceze [güçsüzler, yaşlılar] ve seeledir—fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete [bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi] giren, yalnız hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet [geçim] ve menfaat için girse, bir nev’i çingenelik eder.Haşiye [dipnot] İşte, memuriyet filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer

478

öyle gitseydi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesâlih-i mürsele ise, İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer’iye olabilir.

Sual: Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?

Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira, meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev’i riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden [Müslüman olmayan] üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden [İslâm milleti] aktâr-ı âlemde [âlemin dört bir yanı] üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan, zarar etmez.

Sual: Şeriatın bazı ahkâmı, [hükümler] meselâ valilerin vazifelerine taallûku var.

Cevap: Bundan sonra bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, [yüce] hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme [genel düşünce, kamuoyu] olduğu için, onun nev’inden şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emînisi, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân[Millet Meclisi] ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] öteki şahs-ı mânevîye [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zira şahs-ı vâhid; şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kandıramaz ve tenvir [aydınlatma] edemez.

Sual: Eskiden beri işitiyoruz ki: “Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar.”

479

Cevap: İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı [telkinler] vermiştir. Bazı lâubâlilik dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir. Belki, milletin selâmetini temin etmektir. Fakat bazıları, dine lâyık olmayan bârid [soğuk] taassuba müfritâne [çok aşırıya kaçarak] ilişiyorlar. Demek, hürriyete ve meşrutiyete [meclise dayalı yönetim şekli] hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye [isimlendirme] ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini [hayat düğümü] teşkil eden, mason olmayan ekseri, İttihad ve Terakkidir. [ilerleme] Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih, Jön Türkler meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid müslimlerdir. Ve’l-hükmü li’l-ekser.

بِقَاعِدَةِ اَنَّ زَيْنَ عَيْنِ الرِّضَا حُسْنُ النَّظَرِ بِاللُّطْفِ وَالشَّفْقَةِ وَاَنَّ نُورَ الْفُؤَادِ بِالرِّفْقِ وَالرَّحْمَةِ وَلَقَدْ سَمٰى عَلَى الْحَقِّ بِاَقْدَامِ التَّوْفِيقِ وَسَعِدَ مَنِ اخْتَارَ اْلاِسْتِضَاءَ بِمِصْبَاحِ ﴿ اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بىِ ﴾ * 1

Haşiye [dipnot] Hüsn-ü zan [güzel düşünce] ediniz. Sû-i zan hem size, hem onlara zarar verir.

Sual: Neden sû-i zannımız onlara zarar versin?

Cevap: Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, [araştırma, inceleme] taklit ile İslâmiyetin zevâhirini [aldatıcı şan ve şeref] bilirler. Taklit ise, teşkikât [şüphede bırakma] ile yırtılır. O halde bazılarına—bâhusus dinde sathî, [sığ, yüzeysel] felsefe ile mütevaggıl olursa—dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde  

480

düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle “Herçi-bâd-âbâd” diyerek, meyûsâne, [ümitsizce] belki muannidâne [inat edercesine] İslâmiyete münâfi [aykırı] harekâta başlar. İşte, ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sebep oluyorsunuz. Fena adama iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.

Sual: Neden?

Cevap: Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] edildikçe, mahdut [sınırlanmış] ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü [genişleme, yayılma] eder. Ben 31 Mart hadisesinde şuna yakın bir hâl [çözüm] gördüm. Zira İslâmiyetin meşrutiyetperver [meclise dayalı yönetim şekli] ve hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedâileri cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti [yöneticiler, hükûmette olanlar] adalet namazında kıbleye irşad [doğru yol gösterme] ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] kuvvetiyle ilâ; ve meşrutiyeti, [meclise dayalı yönetim şekli] şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat[günahlar] sabıkayı muhalefet-i şeriat üzerine ilka [bırakma, kalbe bırakılma] etmek için bazı telkinatta [telkinler] ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler—hâşâ!—şeriatı, istibdada [baskı ve zulüm] müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah!

وَلَقَدْ قَعَدَتِ الْهِمَّةُ بِتِلْكَ النُّقْطَةِ وَلَمْ تَقْتَدِرْ عَلَى النُّهُوضِ. وَلَقَدْ شَوَّشَتْ طَنْطَنَةُ اْلاَغْرَاضِ صَدَۤاءَ مُوسِيقَةِ الْحُرِّيَّةِ. وَلَقَدْ تَقَلَّصَتِ الْمَشْرُوطِيَّةُ مُنْحَصِرَةً اِسْمًا عَلٰى قَلِيلِينَ

481

فَتَفَرَّقَتْ عَنْهَا حُمَاةُ ذِمَارِهَا 1

Haşiye [dipnot]

Sual: Neden dinsiz zannettiğimiz bazılarından bize zarar gelsin?

Cevap: Hayal perdesi üstünde size bir timsal [görüntü] manzarasını göstererek mazarratını [zarar] anlatacağım:

İşte, şu sahrâda gayet muhteşem bir bostan içinde bir kasır [köşk, saray] var. Kasrın [köşk, saray] bir köşesinde sizin Beytüşşebab Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahayyül [hayal etme] ediniz. Siz, dışarıda burudetin [soğukluk] tazyikiyle, karın tokadıyla, rüzgârın sillesiyle, [tokat] ihtiyaren [iradeyi kullanarak, isteyerek] veya ıztıraren saray içine girmeye mecbursunuz. Lâkin, kapıda bir-iki kör ve havuz içinde bazı çıplak adamları görmüş veya işitmişsiniz. Bundan tevehhüm [kuruntu] ediyorsunuz ki, o saray, körhâne veya çıplakhânedir. Siz girdiğinizde, onlar gibi olmak için taat [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] libasını [elbise] çıkarıyorsunuz; ve onların avretini görmemek için, akide [inanç] denilen hakikat gözünü kapatıyorsunuz. Hâlbuki, onlar muhteşem odalarda gözleri açık ve avretleri mestur olarak mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] meşveret [danışma] ve bazı köşelerdeki kör ve çıplakların setr [örtme] ve tedavisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu sûret-i vahşiyâne ve eblehânede [ahmak] avretin açık, gözün kapalı olarak içlerine girsen, acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi? Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın, akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh, [ahmak] en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır—lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…

Hem zaman-ı saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki, bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] başka bir dini, İslâmiyete tercih etmiş olsun

482

ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele… Taklit ise, ehemmiyetsizdir. Hâlbuki edyân-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] ile ve burhan-ı kat’î [kesin delil] ile daire-i İslâmiyete [İslâm dairesi] dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti [doğru] göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki, ehl-i İslâmın [Müslümanlar] temeddünü, hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ittibaları [tabi olma, uyma] nispetindedir. Başkaların temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenasip [birbirine uygun] tir. [ters orantılı]

Hem de hakikat bize bildiriyor ki, mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema, [bilhassa, özellikle] uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne [her taraftan hücum etme] karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşvünemâ [büyüyüp gelişme] verecek ve istimdatgâhı [medet isteme] olacak noktayı, yani din-i hak [hak din] olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste din-i hak[hak din] bulmak için bir meyl-i taharrî uyanmıştır. Demek istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl [maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü] vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda [kabiliyet] olan hakikat-i İslâmiyeti, [İslâm hakikatleri, gerçekleri] nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz? Hem de, umum kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] câmi, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini [yüce, yüksek hisler] besleyecek mevaddı muhît [her şeyi kuşatan] olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti, ne cür’etle mâtem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül [hayal etme] ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşâhedatına [görülen, seyredilen] tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

483

Sual: İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir [aşağılama] ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak.Haşiye [dipnot] 1

Cevap: Neden dünya herkese terakki [ilerleme] dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî [alçalma, gerileme] dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki [gelecek] insanlarla konuşacağım:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne [içecek servisi yapan, sunan kişi] Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed‘ler [çokça medhedilen, övülen] ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte[“doğru söyledin”] deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi [geçmiş] derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi [geçmiş] kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medreseminHaşiye 2 mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin [sözle] başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيئًا لَكُمْ 1 sadâsını işiteceksiniz.

وَلَوْ مِنَ الشَّاهِدِ عَلٰى طَيْفِ الضَّيْفِ 2 Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları [düşünceler] kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar, şu kitabınHaşiye 3 hakaikini [doğru gerçekler] hayal tevehhüm [kuruntu] etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili [meseleler] hakikat olarak sizde tahakkuk [gerçekleşme] edecektir.

484

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt [duyarsız] ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki, hakikat-i İslâmiyeyi [İslâm hakikatleri, gerçekleri] hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz [dalgalanma] edecek olan nesl-i cedid gelsin!

Sual: Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.

C –Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültühâne olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız [hayatın neticesi, gayesi] siz misiniz? Heyhât! Bizi akim [sonuçsuz, verimsiz] bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”

Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ [küçük] ve kübrâsı? [büyük] Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt [bağlama] eden rabıtamızın [bağ] hadd-i evsatı? [orta yol, istikametli [doğru] yol] Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!”Haşiye [dipnot] 1

İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] softaları!1 Manzara-i hayalHaşiye 2 üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.

485

Sual: Bu kadar tahkire [aşağılama] müstehak değiliz. Biz eslâfın [selefler, geçmiştekiler] ezyalini tutmakla beraber, ahlâfın [halefler, sonradan gelenler] teşebbüsatından dahi geri kalmamaya söz veriyoruz.

فَفَتَحْنَا السَّمْعَ لِكَلاَمِكَ فَمَرْحَبًا بِهِ * 1

Cevap: Nedamet [pişmanlık] ettiğinizden, vazifeniz olan suale avdet [geri dönme] edebilirsiniz.

Sual: Ulema-i eslâf istibdadın [baskı ve zulüm] fenalığından bahsetmişler mi?Haşiye 1

Cevap: Bin kere evet. Zira ağleb-i şuarâ kasidelerinde, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] çok müellifler [telif eden, kitap yazan] kitaplarının dibacelerinde [mukaddeme, önsöz] zamandan şikâyet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemişler. Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz ki: Bütün itirazat [itirazlar] okları, mazinin muzlim [karanlık] perdesine sarılan istibdadın [baskı ve zulüm] bağrına gider. Ve işiteceksiniz ki, bütün vâveylâlar [çığlık, feryad] istibdat [baskı, zulüm] pençesinin tesirinden gelir. Gerçi istibdat [baskı, zulüm] görünmüyordu ve ismi belli değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın [baskı ve zulüm] mânâsıyla tesemmüm [zehirlenme] ederdi. Ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryat koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünkü karanlıkta ve toplanmamış idi.

Vaktâ [ne vakit] ki o mânâ-yı istibdadı, def’i muhal [bâtıl, boş söz] bir belâ-yı semâvî zannettiler; zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmaya başladılar. Çünkü bir kaide-i mukarreredir: [kesin olarak kabul edilen kural] Birşey cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] dairesinden ve cüz’iyetten çıkıp külliyet dairesine girse, veyahut bihasebil’âde def’i muhal [bâtıl, boş söz] olsa, zamana isnat edilir ve kabahat dehre atılır. Taşlar feleğin kubbesine [yarım küre şeklinde olan çatı] vurulur. Eğer iyi temâşâ etsen göreceksin ki, feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis [ümitsizlik] olarak kalbde tahaccür [taşlaşma] eder.

اُنْظُرْ كَيْفَ اَطَالُوا فِيمَا لاَ يَلْزَم ُ وَكُلَّمَۤا اَضَۤائَتْ لَهُمُ السَّعَادَةُ اَثْنَوْا عَلٰى مَنْ سَادَهُمْ وَكُلَّمَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ شَتَمُوا الزَّمَانَ * 2 Haşiye [dipnot] 2

486

Sual: Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetinden Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?

Cevap:Haşiye Hayır, asla! Belki mânâsı şudur: Güya şikâyetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ettiğim hâl [çözüm] ise, hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] düsturu [kâide, kural] ile tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve inayet-i ezeliyenin pergârıyla [pergel] nakşolunan feleğin kanunu müsait ve meşîet-i ezeliyenin matbaasında tab [basma] olunan zamanın tabiatı muvafık ve mesâlih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlâhî [Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratması] razı değillerdir ki, şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlakın yed-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] şu ukûlümüzün [akıllar] hendesesiyle [geometri] ve tehevvüsümüzün iştahasıyla [şiddetli istek, arzu] istediğimiz semeratı [meyve] koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir dâire-i muhîta hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

Sual: Çok âlim ve şairler, zamanlarında büyük hâkimleri ifratla senâ etmişler. Hâlbuki o hâkimlerin çoğuna müstebid [baskıcı, despot] nazarıyla bakıyorsun? Demek iyi etmemişler.

Cevap: وَلَوْلاَ خِلاَلٌ سَنَّهَا الشِّعْرُ مَادَرٰى بُنَاةُ الْمَعَالِى كَيْفَ تُبْنٰى الْمَكَارِمُ1 kâidesince, onların niyetleri ümerâyı seyyiattan [günahlar] lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hile ile vazgeçirmek ve onlara hasenat arkasında müsabaka için garip bir bahşiş-i şairâneyi ortaya koymak… Lâkin o bahşiş koca bir milletin sırtından alındığından, istibdatkârâne [baskı, zulüm] hareket etmişlerdir. Demek çendan [gerçi] niyette iyi etmişler, lâkin amelde yanlış gitmişler.

487

Sual: Neden?

Cevap: Zira, kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve bazı teliflerinde [kaleme alma] büyük bir kavmin mehâsinini [güzellikler] mânen garat edip, bir müstebide [baskıcı, despot] verip ve ondan gösterdiklerinden şu noktadan bilmeyerek istibdadı [baskı ve zulüm] alkışlamışlar.

Sual: Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl, [ağzına kadar dolu] belki inbisat [genişleme, yayılma] edip şu derelerde dağ olarak tahaccür [taşlaşma] etmiş kalemiz olan bir şecaat [yiğitlik, cesaret] vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz [zeki oluş] var. Ve sinemizi mâlâmâl [ağzına kadar dolu] edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] edecek efradımız [bireyler] var.Haşiye [dipnot] 1 Neden böyle sefil ve müflis [iflas etmiş] ve zelil [aşağılanan] kaldık ki, hem yol üstünde de kaldık. Terakkiye [ilerleme] binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?Haşiye 2

اِنّ رِكْسَهُمْ يَغْلِبُ طَاهِرَنَا * 1

Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki rüesâya [reisler, başkanlar] tevbih [azarlama] ve ta’nifte [şiddetle azarlama] hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âli, [yüce] daha galîdir. [pahalı, kıymetli]

İşte o tedennînin [alçalma, gerileme] mühim bir sebebi: Bazı rüesâ [reisler, başkanlar] ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] veya velâyeti [velilik] dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat, sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın [baskı ve zulüm] seyyiatındandır. [günahlar]

488

Sual: Nasıl?

Cevap: Zira, her bir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini [genel yararlar] temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi [mânevî hazine] vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik-melik açtılar. Mâye-i bekàyı ve madde-i hayatı [hayat için lüzumlu olan madde] çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gadabiyesi [öfke duygusu] olan dâfia[def eden, uzaklaştıran] ve kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] olan cazibesi olmazsa, ölmüş olmuş olur ve hayy [diri, canlı] iken meyyittir. [ölü] Hem de, bir şimendiferin [tren] buhar kazanı delik-melik olsa, perişan ve hareketten muattal [boş, hareketsiz] kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de, bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipini kesip, parça parça ederler. Evet, حَقِيقَتْ كَتْمْ نَمِى كُنَمْ بَرٰاىِ دِلْ عَامِى چَنْدْ “Bazı avamın hâtırı için hakikatın hâtırını kırmayacağım.”

Sual: Şu makam, nihayet derecede tafsile değer bir makamdır. Mücmel [kısa, kısaca] ve müphem [belirsiz] bırakma.

Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet ve cehaletinizi istihdam [çalıştırma] ederek pis bir tarik [mânevî yol] ile ve müheyyâ [hazır] ettiği plânlarla, bir kısım büyükler cebir [Cebriye mezhebi] kuvvetiyle o menbaı [kaynak] ve o mâdeni delip, zülâl-i hayatı kumistan [kumluk, çöl] ve şûristan [çorak yer] sahrasına akıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar yeşillendi. Hatta onlar servet-i dünyadan tenfir [nefret ettirme] yolunda pençesini küçük bir sayd’a atan bîçarelerin hassas ve zayıf damarlarını tutarlardı. Ta pençeleri o sayddan açılsın, onlar o avı kaçırsınlar.

Evet, her milletin, o milletin menfaatı için bir miktar malı ile fedakârlık edip bir sehâveti [cömertlik] vardır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edildi. Başka  

489

milletin sehâvet-i milliyesi zeynâb gibi içine girer, milletin cevfinde [iç, karın] hazine tutar. Ulûm [ilimler] ve maarif, [bilgiler] altına su verir. Hem de zaman-ı sabıkta bir kısım büyükler namus-u milleti muhafaza eden cesaret-i milliyeyi sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edip, zemin-i ihtilâf olan kumistana [kumluk, çöl] atıp kaybettiler. Her biri o kuvvetin bir zarfını (tarafını) başkasının boynuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hatta beş yüz bin kahraman ile namus-u milleti muhafaza etmeye müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olan bir kuvvet-i azîmeyi mâbeynlerinde [ara] sarf edip ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] zemininde mahvettiklerinden, kendilerini terbiyeye müstahak ederlerdi. Eğer meşrutiyetten [meclise dayalı yönetim şekli] ve hürriyet-i şer’iyeden istifade edip, o delikleri kapatıp veya zeynâb sûretine çevirseniz, o kıymettar kuvveti harice sarf etmek için devletimizin eline verseniz, bahasına merhamet ve adalet ve medeniyeti kazanacaksınız.

Eğer isterseniz sizinle becayiş [karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş] olacağım. Ben sorayım siz cevap veriniz.

Cevap: فَاسْئَلْ وَلاَ تَجِدْ بِهِ خَبِيرًا 1

Sual: Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi?Haşiye

Cevap: Hayır, asla! Olmamış ve olamaz.

Sual: Neden onların bir fedaisini yandırıp parça parça ederlerdi, esrarını ve arkadaşını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmezdi. Hâlbuki sizin bir yiğitinize bir bıçak vurulsa, bütün esrarını kanıyla beraber fışkırtarak döker. Bu, şecaatçe [yiğitlik, cesaret] büyük bir tefavüttür. Sebebi nedir?

Cevap: Biz asıl sebebini teşhis edemiyoruz. Fakat biliriz ki, zerreyi dağ gibi eder ve arslanı tilkiye mağlûp ettirir bir nokta vardır.

Sual: Senin vazifeni kaldıramıyoruz. Vücudunu bildik, mahiyetini sen şerh et.

490

Cevap: Öyleyse dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti, [ciddi gayret] mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Hâlbuki, şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza [düşünme, akla getirme] eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetleHaşiye onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî [sığ, yüzeysel] ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin hârikulâde şecaate [yiğitlik, cesaret] istidadınız [kabiliyet] vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î [ferdî, küçük] bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf [hafife alma] eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâmın uhuvvetlerini [kardeşlik] ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, [ne yazık ki] güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî [sosyal, toplumsal] ahlâk-ı âliyemiz [yüksek ahlâk] yanımızda revaç [değer, kıymet] bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, [rezillikler] kendileri içinde çok revaç [değer, kıymet] bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve belki din-i hakkın [hak din] muktezâ[gereklilik] olan “Ben ölürsem devletim, milletim

491

ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler [Müslüman olmayan] çalmışlar? Çünkü onların bir fedâisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı mâneviyem [maddî olmayan hayat] vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın [şahıs merkezli olmalar, kişisel hukuklar, çıkarlar, anlayışlar; kişilik kavgaları] esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tûfan olsun” veyahut وَاِنْ مِتُّ عَطَشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ 1 olan kelime-i hamkâ ve seciye-i avra, himmetimizin [ciddi gayret] elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet [huy, karakter] ki, dinimizin muktezasıdır: [bir şeyin gereği] Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevî [âhiret mükâfatı, sevabı] bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem [maddî olmayan hayat] beni yaşattırır; âlem-i ulvîde [yüce âlem] beni mütelezziz [lezzet alan] eder.

وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا 2″ deyip, nurun ve hamiyetin [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.”

Sual: Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp namus-u İslâmiye-i milliyeyi muhafaza edeceğiz? Haşiye [dipnot]

Cevap: Fikr-i milliyetle, milletin cevfinde [iç, karın] havz-ı kevser gibi bir havz-ı mârifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri maarif [bilgiler] ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecrâları [akım yeri] fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] ile şûristana [çorak yer] dağılıp bazı seele ve acezeye [güçsüzler, yaşlılar] neşvünemâ [büyüyüp gelişme] verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecrâ [akım yeri] yapınız, mesâi-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemâlâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menbadır.

492

Sual: Nedir o çeşme?

Cevap: Zekât. Sizler Hanefî ve Şâfiîsiniz. [şifa verici]

Sual:

حَبَّذَا وَنِعْمَتْ اِنْ لَمْ تَذْهَبْ غَائِضَةً بَلْ فَاضَتْ اِلٰى تِلْكَ الْخَزِينَةِ * 1

Cevap: Haşiye [dipnot] 1

اِن فِيكُمْ ذَكَاوَةً اِنَّمَا تَتَزَاهَرُ بِالزَّكَاةِ * 2

Sual: Nasıl?

Cevap: Eğer, ezkiya zekâvetlerinin [zeki oluş] zekâtını ve ağniya, velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.

Sual: Daha başka?

Cevap: İanât-ı milliye-i İslâmiye denilen nüzur ve sadakât, zekâtın ammizâdeleridirler. [amca çocuğu] Asabiyetini [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] çekerler, hizmette yardım edecekler.

Sual: Neden çok âdât-ı müstemirremizi [yerleşmiş, devamlı yapılan alışkanlıklar] tezyif [alay etme, küçük düşürme] ediyorsun?Haşiye 2

Cevap: Her bir zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine [ölüm] ve neshine [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] hükmediyor. Mazarratlarının [zarar] menfaatlerine olan tereccuhu, [üstün gelme] idamına fetvâ veriyor.

Sual: Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

Sual: Daha?

Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?

Cevap: Sıdk, [doğruluk] ihlâs, sadâkat, sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] tesanüd. [dayanışma]

493

Sual: Yalnız…

Cevap: Evet…

Sual: Neden?

Cevap: Küfrün [inançsızlık, inkâr] mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. [doğruluk] Şu burhan [delil] kâfi [yeterli] değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın [doğruluk] ve tesanüdün [dayanışma] devamıyladır?

Sual: En evvel rüesâmız [reisler, başkanlar] ıslah olunmalı.

Cevap: Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda [akıl, beyin] hapsetmişler. Öyleyse, şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe’r-ruûs ve’r-ruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkini [sevk edilecek yer; hedef ve gayeye ulaştıran yollar] istihdam [çalıştırma] ile ücretinizi almışsınız. İşte hizmet vaktidir.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَاضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ * 1

Sual: Bir-iki senedir herkeste bir arzu-yu diyanet ve meyelân-ı hak uyanmıştır. Hattâ bizim Gevedan, Mamhuran hırsızları da Şeyh Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bir nasihatı ile sofî olmuşlar.

وَقَدْ قَطَعَ الطَّرِيقَ عَلَى الشَّقَاوَةِ هٰذَا الْمَيَلاَنُ * 2

Cevap: Reşâdet-penâh meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve şeyh-i Risale-i NurHaşiye sayesindedir.

Zira, meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] şer’iye taht-ı efkâra çıktı, hablü’l-metîn-i milliyeti ihtizaza getirdi, nuranî urvetü’l-vüska [kopmaz sağlam kulp] olan İslâmiyet ihtizaza geldi. Her bir müslim

494

anladı ki, başıboş değil. Menfaat-i müştereke ile ve hiss-i mücerred ile başkalarıyla bağlıdır. Umum İslâm bir aşiret gibi birbiriyle merbuttur. [bağlı] Nasıl bir aşiretten bir adam bir iyilik etse, umum aşiret bu namus ile iftihar eder, hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. Binlerle aynada görünen bir mum gibi, binler olur. O aşiretin rabıta-i hayatiyesine [hayat bağı] nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinayet işlese, bütün efrad-ı aşiret onunla bir derece müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] sayılır. Meselâ, şu mecliste olan adamlar birbiriyle bağlı olursa, birisi kendini çamura atsa, arkadaşlarını ya beraber düşürecek veya tahrik ile tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edecek. Binaenaleyh, şimdi bir günah bir’likte kalmaz, bine çıkar. Bir hayır

كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِى كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ * 1

hükmüne geçer.

İşte şu nüktedir [derin anlamlı söz] ki, ya fikren veya ruhen uyanmışlara, ağlamaya hâhiş vermiştir. Bir bahane ile ağlarlar, tevbekâr olurlar. Lâkin, minare başında olan akıl, kalîb-i kalb dibinde bulunan sebebini iyi göremiyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] İslâm uyandı ve uyanıyor.Haşiye [dipnot] 1 Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı [kabiliyet] almakta ve kesb [elde etme, kazanma] etmektedir. Lâkin, sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, [esas yaratılış gayesi] oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] milliyetine daha yakınsınız.

Sual: Haşiye [dipnot] 2 Misafirperverlik [misafir ağırlamayı seven] müstahsen [güzel görülen, beğenilen] bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de, ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men ediyorsun. Hâlbuki size iyilik etmek borcumuzdur. Ve

495

hakkınızdır. İşte şu âdetimiz, قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَشَرِبَ 1 neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif [alay etme, küçük düşürme] ediyorsun?

Cevap: Evvelâ: İlim azizdir, zelil [aşağılanan] etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] vardır ki, dünyaya tenezzül etmez ve san’at-ı ilmi medâr-ı maişet etmez. Talebe ise, cerrar ve seeleden ayrıdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Vazifelerinde ihmal ile kanaat gösteren ve maaşlarıyla kanaat etmeyen, harcırahları ellerini misafirlikten çektirmemiş olan bazı memurlara fiilen nasihat etmek isterim.

Salisen: [üçüncü olarak] Varidat[gelirler] zulmiyeleri kesilmiş olan bazı büyüklere, zulümât-ı zulme sapıp pek geniş açtığı masârıfın kapısının seddine yol gösteriyorum.

Rabian: [dördüncü olarak] Millet içinde seyahat edenler, acaba millet için mi, veyahut keyif için midir? Bir mizan [ölçü] göstermekle hile ve hamiyete [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] bir mihenk [ölçü] gösteriyorum.

Sual: Sen halkın ihsanına [bağış] mâni oluyorsun. Acaba bundan sehâvetin [cömertlik] tezyifi [alay etme, küçük düşürme] çıkmaz mı?

Cevap: İhsan, ihsandır. [bağış] Eğer nev’e olsa veya muhtaca ve fakire olsa, sehâvet o vakit tam sehâvettir. Eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun [içerme, içine alma] eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder, çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, [kısaca, özetle] millet bâkîdir, fert fâni…

اَلْمِلَّةُ بَاقِيَةٌ وَمَا اَمَدَّهَا؛ وَالْفَرْدُ فَانٍ وَمَا يَتَمَثَّلُهُ * 2

Sual:

مَا تَقُولُ فِى اْلاِحْسَانَاتِ الشَّخْصِيَّةِ فِى السَّلَفِ اُمَنَۤاءِ اْلاُمَّةِ وَرُشَدَۤائِهَا وَسُيُوفِ الدَّوْلَةِ وَصَلاَحِهَا تَجَلَّتِ الْعُبُوسِيَّةُ بِمَكارِمِهَا بِاِهْدَۤاءِ عَشَرَةِ دَناَنِيرَ لِشِعْرٍ لاَيُوَازِنُ شَعِيرَةً * 3

496

Cevap: Haşiye [dipnot]

فِيه مَا فِيهِ… مَعَ اَنَّهَا بِالنِّهَايَةِ قَدِ انْجَرَّتْ اِلَى النَّوْعِ وَالْمِلَّةِ ِلاَنَّ اللِّسَانَ الَّذِى خَدَمَهُ الشِّعْرُ خَيْطُ الْمِلِّيَّةِ مَعَ اَنَّ هٰذَا الزَّمَانَ هُوَ الَّذِى كَشَفَ عَنْ اِحْتِيَاجِ الْمِلِّيَّةِ وَفَتَحَ الْبَابَ لِهٰذَا الْمَقْصَدِ الْعَالِى * 1

Sual: Mütegallip [zorba] başlar, kendi kendilerine düştüler. Zulmün kapısı, onların yüzlerine yüzüne karşı kapatıldı. Düşenlere ayak vurulmaz. Sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanları bırak kendi haline; sekeratını [can çekişme/ölüm anı] tamam etsin.

Cevap: İsterim ki, meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve hürriyet-i şer’iyenin sünnetini onlara ezber ettireyim. Eğer ölmedilerse temessül [belirme, görünme] etsinler. Evet, yalnız istibdadın [baskı ve zulüm] kuvvetiyle terbiye olan başlar, bil’istihkak [hak etmek suretiyle] düştüler. Lâkin, içlerinde gayet hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] adamlar var; onlara teşekkür ederiz. Bazı mütekâsil var; onlardan şikâyet ederiz. Bazı mütehayyir, [hayrete düşen] mütereddit [kararsız, şüpheli] var; onları irşad [doğru yol gösterme] etmek isteriz. Bazı ölmüşler var; miraslarını muhafaza etmek isteriz. Ta yeni çıkmalar almasınlar.

نَعَمْ اَنَّ بَيْنَهُمْ حُمَاةً لِلْمِلِّيَّةِ فَنَشْكُرُهُمْ، وَمُتَكَاسِلِينَ فَنَشْكُوهُمْ، وَمُتَحَيِّرِينَ فَنُرْشِدُهُمْ، وَاَمْوَاتًا فَنُحَافِظُ عَلٰى مِيرَاثِهِمْ لِئَلاَّ يَاْخُذَهُ مَنْ… * 2

Sual: Ne demek?

Cevap: Korkuyorum; ehliyetsizlikle beraber, teşeyyuh veya necâbeti dâvâ edenler, aşâir içinde o rüesâlara [reisler, başkanlar] kardeşlik dâvâ ederek miraslarını alsınlar, iki başlı bir belâ kesilsinler. Zira sizdeki cehâlet-i avrâ ve itaat-i amyâ, ağaiyet ve

497

tahakküme [baskı] tenâsuh hükmünü verir. Güya ağaiyet sûretiyle ölse, efendilik kalıbıyla veyahut teşeyyuh cismiyle veya asilzâdelik şekliyle hayatlanacaktır. İşte, benim maksadım; o meylü’l-ağalık [ağalık meyli; ağalık taslama] ve meyl-i tahakküm ve meyl-i riyâseti öyle öldüreceğim, kıyâmete kadar haşrolmasın. [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması]

Sual: Sen eskiden umum mürşid şeyhlere muhabbet, hatta müteşeyyihlere de hüsn-ü zan [güzel düşünce] ederdin. Neden şimdi bid’aya [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

Cevap: Bazan adavet, [düşmanlık] şiddet-i muhabbetten gelir. Evet, nefsim için onları ne kadar severdim; nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

وَلَقَدِ انْتَقَشَ فِى سُوَيْدَۤاءِ قُلُوبِهِمِ الطَّاهِرَةِ الصِّبْغَةُ الرَّبَّانِيَّةُ وَفِى خَلَدِهِمْ ضِيَۤاءُ الْحَقِيقَةِ * 1

Haşiye [dipnot]

نَدِي مَانْ باَدَهَا خُورْدَنْدْ رَفْتَنْدْ تَهِى خُمْخَانْهَا كَرْدَنْدُورَفْتَنْدْ * 2

Lâkin, onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbun [kalbler] tenviri ve raptı, [bağlama] yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk, [mânevî yol alma] yani hamiyet-i İslâmiye ile tehattüm, yani İslâmiyet için hayatta zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve ravhı terk, yani ihlâs için terk-i menafi-i şahsî, yani, tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh, [ilgi] yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad[doğru yol gösterme]

498

فَتَأَسُّفًا قَدْ اَسَۤائُوا مُتَّكِئِينَ وَتَكَاسَلُوا فِى خِدْمَتِهِمْ فَحِينَئِذٍ اُرِيدُ تَحْوِيلَ هِمَمِهِمْ اِلٰى مَجْرٰيهَا الْحَقِيقِىِّ الْقَدِيمِ * 1

Sual: Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et.

Cevap: İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacerül-Esved’i, [taş, kaya] Kâbe-i Mükerremedir; ve dürret-i [inci] beyzâsı, Ravza-i Mutahharadır; [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Araptır; [yarımada] medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmâniyedir. Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak:

· Hayâ ve hamiyetten [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] neş’et [doğma] eden civanmerdâne humret;

· hürmet ve merhametten tevellüd [doğma] eden mâsumane tebessüm;

· fesâhat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve melâhattan hasıl olan ruhânî halâvet; [tatlılık]

· aşk-ı şebabîden, şevk-i bahârîden neş’et [doğma] eden semâvî neşe;

· hüzn-ü gurûbîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî [birşeyin aslına, içyüzüne âit] lezzet;

· hüsn-ü mücerredden, [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] cemâl-i mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet;Haşiye birbiriyle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edip, ondan çıkan levn-i [renk] nuranî ancak o şark ve  

499

garbın [batı] kab-ı kavseyni [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] olan kâbe-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs[yay] kuzahının elvan-ı seb’asının [yedi renk] lâcivert levninin [renk] timsali, [görüntü] belki şu levnin [renk] manzarası bir derece irae edilebilir. Lâkin ittihad, [birleşme] cehl [cahillik, bilgisizlik] ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr, mârifetin [Allah’ı tanıma, bilme] şuâ-ı elektrikiyle olur.

Sual: Neden eskiden sükût ettin?

Cevap:

ِلاَنَّ اْلاِسْتِبْدَادَ كَانَ مَانِعًا لِلاِتِّحَادِ فَكُنْتُ سَكَتُّ عَلٰى جَمْرِ الْغَضٰى * 1

Haşiye [dipnot] 1

Sual: Bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] düşen şeyhlere hücum hatardır. [tehlike] İçlerinde evliya bulunur.

اَلاَ تَخَافُ اَنْ تُصِيبَهُمْ بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحَ عَلٰى مَا فَعَلْتَ مِنَ النَّادِمِينَ * 2

Cevap:

اِنَّ الْمَوْلٰى جَلَّ جَلاَلُهُ قَدْ وَسَمَ بِقُدْرَتِهِ عَلٰى جِبَاهِهِمِ الرَّفِيعَةِ نَقْشَ الْحَقِيقَةِ وَمُرَادِى اَنْ اُرْشِدَ مَنْ طَاشَ فَهْمُهُ مِنْ ذٰلِكَ النَّقْشِ * 3

Haşiye [dipnot] 2

Evet, benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Ta ki onların sûretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil [indirme] etmesin.

Beni tehdit ile vazgeçiremezler. Azm-i kat’î ile, maksadımın yoluna tesadüf eden her bir mehâlike [helâk edici şeyler] gireceğim. Şu hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] ednâ [basit, aşağı] bir Ermeni,  

500

milleti için feda ettiği halde; ben ki, şu hayat ile alâkam pek zayıf; bâhusus [bilhassa, özellikle] yedi defadır şu hayat elimden uçacaktı, emaneten elimde bırakılmış; bunu vermekten minnet etmek hakkım değildir. O ruh, kafesten ağaca uçmak, akıl re’sten yeise [ümitsizlik] kaçmak istedikleri halde, ileride feda için ibka edildi. Bu hayat ile tehdit etmek hiçtir. Kaldı ki, hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] ile tehdit ediyorlar. Ondan da hiç minnet çekmem. Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik [icad eden, yeni bir şey meydana getiren] bir ruh olsun, onların bedduasıyla Cehennemde yansın; o teessüf [eseflenme, üzülme] ateşini içinden çıkarmakla vicdan, maksattan bir firdevs [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] tazammun [içerme, içine alma] ettiği gibi, hayal dahi emelden bir cenneti teşkil edecektir. Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın.

Sual: Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

Cevap: Daima onların demdemelerinin [gürültü, yüksek ses] mevzuu olan ihlâsı; hem de tekke [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] denilen mânevîleşmiş kışlalarda, tarikat denilen ruhânîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi [en büyük cihad] ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiârı [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] olan, zühdün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] mânâsı olan terk-i menâfi-i şahsiyeyi; hem de dâima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyet’in mayası olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam [çalıştırma] ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.

Sual: Nasıl olsunlar?

Cevap: Ya başlarımızdan kalksınlar, yahut inat, gıybet ve taraftarlığı mabeynlerinden [ara] kaldırsınlar. Zira, bir kısım dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve bid’at fırkalarının teşekkülüne [kendi kendine oluşma] bazı bid’atkâr müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.

Sual: Nasıl birbiriyle ittihad [birleşme] ve ittifak edecekler? Hâlbuki bazıları bazılarını

501

münkirdir. [Allah’a inanmayan] Onların düsturlarındandır [kâide, kural] ki, münkir [Allah’a inanmayan] ile muhabbet, belki ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] dahi haramdır. İnkâr meselesi mühimdir.

Cevap: Öyleyse size şöyle bir hitap etmek hakkımdır:

Ey divaneler! İşitmediniz mi, anlamamış mısınız ki, اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 bir namus-u İlâhîdir? Veya körleşmiş misiniz ki, görmüyor musunuz ki, لاَ يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حَتّٰى يُحِبَّ ِلاَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ 2 bir düstur-u Nebevîdir? Acaba şu sıdk [doğruluk] ve kizb [yalan] mabeyninde [ara] mütereddit [kararsız, şüpheli] olan inkâr meselesi, nasıl oldu şu iki esas-ı lâzım ve metine [sağlam] nâsih olabildi, bu inkâr meselesi doğru olsun? Allah’ın kelâmı değil ki, mensuh olmasın. İşte zaman onu nesheder. [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] Zararı faidesine galebesi, [üstün gelme] neshine [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] fetvâ verir. Mensuh ile amel câiz değildir.

Sual: Belki birbirleriyle adavetleri, [düşmanlık] birbirinden gördükleri nâmeşrû bazı ef’al [fiiller, davranışlar] içindir?

Cevap: Acaba ne cihetle, ne insafla, ne sûretle, Sübhan Dağı kadar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle hasıl olan muhabbet, şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşrû harekât vesilesinden mütehassıl olan adavete [düşmanlık] karşı hafif ve mağlûp olmuştur? Evet, muhabbeti iktiza [bir şeyin gereği] eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adaveti [düşmanlık] intaç [netice verme] eden esbab, [sebebler] bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adavete [düşmanlık] mağlûp ettiren adam, nazar-ı hakikatte [gerçek, doğru bakış] Cebel-i Uhudu bir çakıl taşından aşağı derecesine indirmek kadar ahmakâne hareket etmiştir. Adavetle [düşmanlık] muhabbet, ziya ile zulmet [karanlık] gibi, içtima [bir araya gelme, toplanma] edemez. Adavet [düşmanlık] galebe [üstün gelme] çalsa, muhabbet mümâşaata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Muhabbet galebe [üstün gelme] çalsa, adavet [düşmanlık]

502

terahhum [acıma, şefkat etme] ve acımaya inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Benim mezhebim, muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet; ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir. [düşmanlık]

Sual: Veli olan şeyhin, müddeî [iddia sahibi] olan müteşeyyih ile farkları nedir?

Cevap: Eğer hedef-i maksadı, [asıl gaye, kastedilen hedef] İslâmın ziya-yı kalb [kalp ışığı] ve nur-u fikriyle ittihad; [birleşme] ve mesleği muhabbet; ve şiârı [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] terk-i iltizâm-ı nefis; ve meşrebi [hareket tarzı, metod] mahviyet; [alçakgönüllülük] ve tarikati hamiyet-i İslâmiye olsa; kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin, eğer mesleği, tenkîs-i [noksan gösterme, değerini düşürme] gayr ile meziyetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam [gerektirme] eden hiss-i taraftarlık [taraftarlık duygusu] ve meyelân-ı gıybeti intaç [netice verme] eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf [bağlı] gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya tehevvüs-ü süflî bir içtihad-ı hatâ onu aldatmış; o da kendisini iyi zannedip büyük meşâyihe ve zevât-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır.

Sual: Sözlerin iyi, fakat dinleyen nerede? Mesleğin âli, [yüce] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenler aşağıdır.

Cevap:

اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ 1* مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ * 2

اَلْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰي وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى * 3

503

Sual: Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ulemasının ortalarındaki müthiş ihtilâfata [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ne dersin? Reyin [fikir, düşünce] nedir?

Cevap: Ben âlem-i İslâmiyete [İslâm âlemi] gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cumhur budur, fetvâ bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey-i ekseriyetin nazîresidir. [benzer] Rey-i cumhurdan mâadâ olan akval, eğer hakikat ve mağzdan [öz] hâli [boş] ve boş olmazsa, istidâdâtın reylerine [fikir, düşünce] bırakılır. Ta, her bir istidad, [kabiliyet] terbiyesine münasip gördüğünü intihap [seçmek] etsin. Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır:Haşiye

Birincisi: Şu istidadın [kabiliyet] meyelânı [meyil, eğilim] ile intihap [seçmek] olunan ve bir derece hakikati tazammun [içerme, içine alma] eden ve ekalliyette [azınlık] kalan “kavl“, [söz] nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] mukayyet [kayıt altında, bağlı] ve o istidad [kabiliyet] ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbâı [halk, yönetilenler] iltizam [kabul etme, taraftarlık] edip tâmim [genelleştirme, yayma] etti. Mukallidi [taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] edip, o kavlin [söz] hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, [çarpışma] müşâğabe, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve red, o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisânlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli [şefkatli] bir bulut, şems-i İslâmiyetin [İslâmiyet güneşi] tecellîsine bir hicap teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten [güneş ışığı] tefeyyüz [feyizlenme] etmesine istidât bahşeden rahmetli [şefkatli] bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men etmektedir.

İkincisi: Ekalliyette [azınlık] kalan “kavl“, [söz] eğer içindeki hakikat ve mağz, [öz] onu intihap [seçmek] eden istidatlardaki [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] heves ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve mûris aynaya ve mizacına galebe [üstün gelme] çalmazsa,

504

o “kavl[söz] bir hatar[tehlike] azîmde kalır. Zira, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] onunla insibağ edip onun muktezasına [bir şeyin gereği] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmek lâzımken; o, onu kendine çevirir ve telkih [aşılama] eder, kendi emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] eder. İşte şu noktada hüdâ [Allah] hevâya tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve mezhep dahi mizaçtan teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer, zehir döker.

Sual: Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâm, şu sergerdan [başı dönmüş] küre şehrinde bir intizamı daha bulamayacak mıdır?

Cevap: İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef [önce gelen, önceki, yerine geçilen] ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde [ara] bir encümen-i şûrâ teşkil edeceklerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane [içecek servisi yapan, sunan kişi] ve sitayişkârane [övme, medih] dinleyeceklerdir.

Sual: Haşiye [dipnot] Taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] ve esir ve köle gibi bazı mesâili, [meseleler] bazı ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında [bakış açısı] şeriata bazı evham ve şübehâtı [şüpheler, tereddütler] irad [sunma, söyleme] ediyorlar.

Cevap: Şimdilik mücmelen [kısa, kısaca] bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil [bağımsız] bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.

İşte, İslâmiyetin ahkâmı [hükümler] iki kısımdır:

Birisi: Şeriat ona müessestir, [kurulmuş] bu ise hüsn-ü hakikî [gerçek güzellik] ve hayr-ı mahzdır. [iyiliğin ta kendisi]

İkincisi: Şeriat muaddildir. [tadil eden, düzelten] Yani, gayet vahşi ve gaddar bir sûretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere [insanın yaratılışı, mizacı] tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye [gerçek güzellik] geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir sûrete ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] etmiştir.

505

Çünkü, tabiat-ı beşerde [insanın yaratılışı, mizacı] umumen hükümferma [hüküm süren] olan bir emri birden ref etmek, [kaldırmak] bir tabiat-ı beşeri [insanın yaratılışı, mizacı] birden kalb etmek [dönüştürme] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir; belki en vahşi sûretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek sûrete indirmiştir, tâdil etmiştir.

Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla muvâfakatla beraber; şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus [bilhassa, özellikle] taaddütte [birden fazla olma] öyle şerait koymuştur ki, ona müraat [gözetme, riayet etme] etmekle hiçbir mazarrata [zarar] müeddî olmaz. Bazı noktada şer olsa da, ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir.

Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olamaz.

Sual: Haşiye [dipnot] İnkılâptan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede mûteriz olduğun halde, hükûmete hücum edenlere dahi îtiraz ederdin. Hatta selâtin-i Osmâniyeyi ifratla senâ ederdin; hatta derdin: ‘Muhtemeldir, Abdülhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir.’ Sonra birden bütün kabahati ona attın. Neden hem îtiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılara karşı müdâfaa ederdin?

Cevap: İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad [doğru yol gösterme] eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktesit [iktisatlı, tutumlu] mesleği bana gösterdi. Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in “Rüyâ”sıyla1 uyandım. Lâkin, maatteessüf, [ne yazık ki]  

506

sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat [aşırılar; bir şeyin gereğinden daha çok, fazla olması gerektiğini savunanlar] ve ehl-i tefrite [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] rast geldim. Ehl-i ifratın [aşırılar; bir şeyin gereğinden daha çok, fazla olması gerektiğini savunanlar] bir kısmı, Araptan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etraki tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir [küfürle itham etmek] ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire [küfürle itham etmek] delil gösterdi, وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَۤا اَنْزَلَ اللهُ 1 ilâ âhir [sonuna kadar] hüccet [delil] ederdi. Bîçare bilmezdi ki:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ 2 bilmânâ مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ 3’dır. Acaba sabık [daha önceden geçen] istibdadı [baskı ve zulüm] hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan [gerçi] onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın [baskı ve zulüm] daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] eden şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma [Müslümanlar] insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd [sıyrılma] edip, tam tamına Avrupa’ya temessül [belirme, görünme] etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat [baskı, zulüm] kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil [geçici, yok olucu] oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hükûmete hücum edenlerin, bazıları “Haydo, Haydo” derlerdi. Bazıları “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi; ben “Haydar” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum, vesselâm…

507

Eyyühe’l-avam! Şimdi Allahaısmarladık, siz durunuz; havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ile konuşulacak bir dâvâm var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad-Terakkiye mason olmayan kısmına karşı bir mühim meselem var.

Ey tabaka-i havâss! Biz, avam [halk] ve ehl-i medrese, [medresede ilim tahsil edenler] sizden hakkımızı isteriz.

Sual: Ne istersin?

Cevap: Sözünüzü, fiiliniz tasdik etmek. Başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek. İşi birbirine atmamak. Üzerinize vâcip olan hizmetimizde tekâsül etmemek. Vasıtanızla zâyi olan mâfâtı telâfi etmek. Ahvâlimizi [haller] dinlemek, hâcetimizle [ihtiyaç] istişare [fikir alışverişi] etmek, bir parça keyfinizi terk etmek ve keyfimizi sormak istiyoruz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Vilâyât-ı şarkiye [doğu illeri] ve ulemâsının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki [ilerleme] mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.

Sual: Maksadını müphem [belirsiz] bırakma, ne istersin?

Cevap: Câmiü’l-Ezher‘in [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] kızkardeşi olan, “Medresetü’z-Zehra” namıyla dârülfünunu [üniversite] mutazammın [içinde bulundurma] pek âli [yüce] bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Bitlis’in iki cenahı [kanat] olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et [doğma] eder.

Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin?

Cevap: Ona bazı şerait ve varidat [gelirler] ve semerat [meyveler] vardır.

Sual: Şeraiti nedir?

Cevap: Sekizdir.

Birincisi: Medrese-nâm melûf [alışılmış] ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun [içerme, içine alma] ettiğinden, rağabatı [rağbetler, gösterilen ilgiler] uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye. [isimlendirme]

508

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris [medreselerde okutulan ilimler] ile mezc [karışma, bütünleşme] ve derc; [yerleştirme] ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.

Sual: Şu mezcde [karışma, bütünleşme] ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

Cevap: Dört kıyas-ı fâsitHaşiye ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs [kurtulma] etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâta[safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] izâle etmek[gidermek, ortadan kaldırmak]

Sual: Ne gibi?

Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. [modern ilimler] İkisinin imtizacıyla [bileşim, karışım] hakikat tecellî eder. O iki cenah [kanat] ile talebenin himmeti [ciddi gayret] pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ikincisinde hile, şüphe tevellüd [doğma] eder.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mûtemedi olan Ekrad ulemasını veya istinâs etmek için lisân-ı mahallîye aşina olanları müderris [medrese âlimi, hoca, profesör] olarak intihap [seçmek] etmektir.

Dördüncüsü: Ekradın istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ile istişare [fikir alışverişi] etmek, onların sabavet [çocukluk] ve besatetlerini [basitlik, sadelik] nazara almaktır. Zira çok libas [elbise] var; bir kamete [biçim ve boy] güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya cebirle, [Cebriye mezhebi] ya hevesatlarını okşamakla olur.

509

Beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl [işbölümü] kaidesini bitamamihâ tatbik etmek—tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç [harflerin ağızdaki çıkış yeri] olmakla beraber, her bir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

Altıncı şart: Bir mahreç [harflerin ağızdaki çıkış yeri] bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü [feyizlenme] temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-i [yüksek okullar (üniversiteler)] resmiyeye müsavi [eşit] tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç kılmak, akîm [neticesiz] bırakmamaktır.

Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni muvakkaten [geçici] şu dârülfünun [üniversite] dairesinde merkez kılmak, mezc [karışma, bütünleşme] etmektir. Ta ki, intizam ve tefeyyüz [feyizlenme] ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül [yer değiştirme] ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.

Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmek.

اِنَّ هٰذِهِ عَادَةٌ دَرَسَ عَلَيْهَا الدَّهْرُ وَدَرَبَ * 1

Sual: Varidatı [gelirler] nedir?

Cevap: Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve gayret.

Sual: Sonra?

Cevap: Şu medrese, çekirdek gibi bilkuvve [potansiyel olarak] bir şecere-i tûbâ[Cennetteki tûba ağacı] tazammun [içerme, içine alma] eyliyor. Eğer hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve gayretle yeşillense, tabiatıyla maddî hayatını cezb [çekme] ile sizin kuru kesenizden istiğna [ihtiyaç duymama] edecektir.

Sual: Ne cihetle?

Cevap: Çok cihetle.

Birincisi: Evkaf, hakkıyla intizama girse, şu havuza tevhid-i medâris tarikiyle bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

510

İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şâfiîyiz. [şifa verici] Bir zamandan sonra o Medresetü’z-Zehra İslâmiyete ve insâniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bilistihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus, [bilhassa, özellikle] zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, [meyve] tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl [akıllar] yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb [kalbler] yanında en ekmel [daha mükemmel] bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakât kısmen ona teveccüh [ilgi] edecektir.

Dördüncüsü: Mezkûr [adı geçen] tebâdül [yer değiştirme] için dârü’l-muallimîn ile imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ettiğinden, darü’l-muallimînin varidatı [gelirler] bir derece tevsi ile muvakkaten [geçici] ve âriyeten—eğer [ödünç olarak] mümkünse—verilse, bir zaman sonra istiğna [ihtiyaç duymama] edecek, o âriyeyi iade edecektir.

Sual: Bunun semeratı [meyve] nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?

Cevap: İcmali: Haşiye [dipnot] Kürt ve Türk ulemâsının istikbalini temin. Ve maarifi, [bilgiler] Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ve hürriyetin mehasinini [güzellikler] göstermek ve ondan istifade ettirmektir.

Sual: İzah etsen fena olmaz.

Cevap: Birincisi: Medârisin [kaynak, dayanak] tevhid ve ıslâhı…

511

İkincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat [hikayeler] ve İsrailiyat [İsrailoğullarına ait bilgiler] ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe’ni [belirleyici özellik] metanet, [gayret, kararlılık] sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] Yoksa cehilden, [bilgisizlik] adem-i muhakemeden neş’et [doğma] eden taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde [taklitçi] ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî [sığ, yüzeysel] şüphelerinde muannidane [inatçı] ısrar gösteriyorlar. Burhan [delil] ile temessük [sarılma] eden ulemânın şânı değildir.

Üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde Meşrutiyeti incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan [beğenme, güzel bulma] edilmezse istifade edilmez; o daha zararlıdır. Hasta tiryakı zehir-alûd zannetse, elbette istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmez.

Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medârise [kaynak, dayanak] sokmak için bir tarik [mânevî yol] ve ehl-i medresenin [medresede ilim tahsil edenler] nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira, mükerreren [defalarca] söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş’um [kötü] bir tevehhüm [kuruntu] şimdiye kadar set çekmiştir.

Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, [medresede ilim tahsil edenler] ehl-i mektep, [ilim ehli kimseler] ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. [barış yapma] Tâ, temayül [eğilim gösterme] ve tebadül-ü efkâriyle lâakal [en az] maksatta ittihad [birleşme] eylesinler. Teessüfle [eseflenme, üzülme] görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı [birleşme] tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de terakkiyi [ilerleme] tevkif etmiştir. Zira her biri mesleğine taassup, [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] başkasının mesleğine sathiyeti [bir şeyin üstü, dış yüzü] itibarıyla tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ve ifrat [aşırılık] ederek, biri diğerini tadlil, [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] öteki de berikini teçhil eyliyor.

512

Elhasıl: [kısaca, özetle] İslâmiyet hariçte temessül [belirme, görünme] etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, [toplanılan yer] biri diğerinin noksanını tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde [görüntü] arz-ı dîdar [kendini gösterme] edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlâhîyi [İlâhî köşk] haricen temsil edecektir.

Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa, ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet, [yöneticiler, hükûmette olanlar] size itaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi temin ediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün cemiyyet-i milliye vazifesini bilistihkak omuzunuza alan eski İttihad ve Terakki! [ilerleme] İyi ettiniz mezcettiniz. [karışma, bütünleşme] İyi etseniz iyi; ve illâ فَرُدُّوا اْلاَمَانَاتِ اِلٰۤى اَهْلِهَا 1

Haşiye [dipnot]

Sual: Ulemâya pek çok itab [azarlama] edilir, hatta…

Cevap: Büyük, hem pek büyük bir insafsızlık!

Sual: Neden?

Cevap: Ademin kabahatine vücut vermek kadar ahmaklıktır.

Sual: Ne demek?

Cevap: Bir zâtta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neş’et [doğma] eden kabahati ile ilmi mahkûm etmek ne derece eblehliktir. [ahmak] Öyle de,  

513

İslâmın kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] daima telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi [dinin hükümleri, esasları] iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye [İslâm milleti] mabeyninde [ara] en ziyade hürmet ve muhabbet ve merhamete müstehak olan bîçare ulemâyı, zamana yakışacak ulemanın adem-i vücudundan [var olmama, meydana gelmeme] neş’et [doğma] eden kabahati ve günahıyla mahkûm etmek ve o kabahat ve o günahı o bîçarelere haml [yüklenme] etmek ahmaklık değildir de ya nedir?

Evet, vücutlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ulemanın ademinden gelmiştir. Zira zekîler galiben [çoğunlukla] mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine [geçim] tenezzül etmediler. Medrese de—intizam ve tefeyyüz [feyizlenme] ve mahreç [harflerin ağızdaki çıkış yeri] bulunmadığından—zamana göre ulemayı yetiştiremedi. Sakınınız! Ulemaya buğzetmek [kin, nefret] bir hatardır. [tehlike] Haşiye [dipnot] 1

Sual: Niyeti hâlis olanlar azdır. Senin niyetin hâlis olsa muvaffak olacaksın. Niyetine bak.

Cevap: Lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] ve lâ fahr[gurur, övünme] Haşiye [dipnot] 2 İhlâs niyetini ihlâl eden ve anâsır-ı garaz olan nesep [soy, şecere] [ağaç] ve nesil ve tamah ve havf [korku] beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira, meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey [leş] olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin edeyim… Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harp [askerî mahkeme] dehşet ve tahvifiyle [korkutmak, sakındırmak] tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum.

514

Kaldı, ticaret-i uhrevî… Öyle bir ahd [söz, vaad] etmişim ki, re’sü’l-mâli de kaybetsem mesleğimden dönmeyeceğim. Şimdiden hasâret [zarar] ediyorum, çok günaha düşüyorum.

Birşey kaldı, o da şöhret-i kâzibedir. [yalancı şöhret] İşte ben ondan usandım, kaçıyorum. Zira uhdesinden gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.

Sual: Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan [güzel düşünce] ediyorsun?

Cevap: Mümkün olduğu derecede sû-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan [güzel düşünce] ederim. Eğer öyleyse zaten iyi; yoksa, ta öyle olsunlar, yol gösteriyorum.

Sual: İttihad ve Terakki [ilerleme] hakkında reyin [fikir, düşünce] nedir?

Cevap: Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyunlarındaki şiddete muterizim.Haşiye [itiraz eden] [dipnot] Lâkin onların iktisadî [tutumluluk] ve maarifî [bilgiler] olan—bâhusus şarkî vilâyetlerdeki—şubelerini bir derece istihsan [beğenme, güzel bulma] ve tebrik ederim.

ba

515

Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte, himmetiniz [ciddi gayret] şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis [ümitsizlik] rastgelir. Kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] kırar. Siz o düşmana karşı لاَ تَقْنَطُوا 1 kılıncını istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediniz.

Sonra müzahemetsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk istibdadı [baskı ve zulüm] hücuma başlar. Himmetin [ciddi gayret] başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰهِ 2 hakikatini o düşmana gönderiniz.

Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü [lâzım gelme, gerekme] atlamakla müşevveş [dağınık, karışık] eden aculiyet çıkar, himmetin [ciddi gayret] ayağını kaydırır. Siz, 3 اِصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا ‘yu siper ediniz.

Sonra da, medeni-i bittab olduğundan ebnâ-yı cinsinin [aynı cins ve türden gelenler] hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de, خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ 4 olan mücahid-i âlî-himmeti mübarezesine [karşı koyma] çıkarınız.

Sonra, başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, عَلَى اللهِ ﴿ لاَ غَيْرِهِ ﴾ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ 5 olan hısn-ı hasîni [çok sağlam kale] himmete [ciddi gayret] melce [sığınak] ediniz.

516

Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et [doğma] eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin [ciddi gayret] elini tutup oturtturur. Siz de, 1 لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ olan hakikat-i şâhikayı üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin [ciddi gayret] dâmenine [etek] yetişmesin.

Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin [ciddi gayret] yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de, اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 2 * وَلاَ تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ 3 olan kâr-aşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti [ciddi gayret] kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de, لَيْسَ لِلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعٰى 4 olan mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhara gönderiniz. Evet, “Size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y [çalışma] ve cidaldedir.” [mücadele]

اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ لَرَاحَةً اِنَّ اْلاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَالْجِدَالِ * 5 Haşiye [dipnot]

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp, beni tâcir zannedip derlerdi ki:

Sual: Sen tâcir misin?

Cevap: Evet, tâcirim, hem de kimyagerim.

517

Sual: Nasıl?

Cevap: İki madde var, mezc [karışma, bütünleşme] ettiriyorum. Bir tiryak-ı şâfi, bir elektrik-i muzî tevellüd [doğma] eder.

Sual: Nerede bulunur?

Cevap: Medeniyet ve fazilet çarşısında, cephesinde insan yazılan ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki, üstüne kalb yazılan siyah ve pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

Sual: İsimleri nedir?

Cevap: İman, muhabbet, sadâkat, hamiyet. [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti]

 Ceride-i Seyyare,
Ebu Lâşey,
İbnüzzaman,
Ehu’l-Acâib,
İbn-u [leş] Ammi’l-Garâib,
Bediüzzaman Said Nursî

ba

518

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

 Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra [bölüm] kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i [meclise dayalı yönetim şekli] meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebüzziya’da tab [basma] edilen, kırk bir sene evvel tab [basma] edilmiş, fakat maatteessüf [ne yazık ki] yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Saniyen: [ikinci olarak] O matbu eserin yüz beşinci sahifeden ta yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktin-de, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:

“Sen ifrat [aşırılık] ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir [aşağılama] ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakkî [ilerleme] dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî [alçalma, gerileme] dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki [gelecek] insanlarla konuşacağım:

519

Ey yüzden ta üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne [içecek servisi yapan, sunan kişi] benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] v.s. Size hitap ediyorum.

Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah [Allah dilerse] cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica [ümit] ederim ki, mâzi kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yani, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında [ümit] beyan ettiği gibi, Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kal’asının [kale] altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi [çok büyük mezar] hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kal’a[kale] mezartaşı olmuş. “Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal’anın [kale] başında bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir sûrette bina ediniz” demektir. Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin 147’nci sahifeden ta 157’nci sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve fâidelerine dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.

Bir fa’l-i hayırdır ki, yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın [baskı ve zulüm] kırılmasıyla, Maarif [bilgiler] Vekili Tevfik, [başarı] Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celâl, dahi mühim meseleler içinde Tevfik‘in [başarı] fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve rica[ümit] doğru çıkacağını gösteriyor.

Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.

BİRİNCİSİ: Eski Said bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah birşeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] perdesiyle o  

520

hakikate bakmış. Hakikatin sûreti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak. Hatta Hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için, “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek” diyordu. İşte, kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nurun zahiren, kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] dar cihetine bakmayarak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi sûretiyle, hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zât haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkıye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i [geçici, ölümlü hayat] dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] gibi olan hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata [herşeyi kuşatma] edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, [Allah dilerse] o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumların sümbüllenmesiyle [başak verme, netice verme] aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tâbirini sahih gösterecek.

İKİNCİ HAKİKAT: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, [yazım] İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] baştaki ifade-i meramında [maksadı ifade etme] ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren [defalarca] talebelerine diyordu ki: “Hem maddî, hem mânevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terkiyle inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ve mücerret [soyut] kalmamı gıpta edecekler” diyordu. Hatta Hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Câmiü’l-Ezher‘in [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (r.a.) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فِى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَالْمَدَنِيَّةِ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ ؟

Said cevaben demiş:

إِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاْلاَوْرُبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

521

Yani, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?”

O vakit Eski Said demiş: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak” Şeyh Bahît’e söylemiş.

O allâme [büyük âlim] zât demiş: “Ben de tasdik ediyorum.” Beraberinde gelen hocalara dedi: “Ben bununla münazara edip galebe [üstün gelme] edemem.”

Birinci tevellüdü [doğma] gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak…

İkinci tevellüd [doğma] de inşaallah [Allah dilerse] yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle, hem şarkta, hem garpta [batı] Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT: Hem Eski Said, hem Yeni Said, hem maddî, hem mânevî büyük bir hadise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye, hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Hâlbuki o his ile Nur meselesinin aksiyle gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu ikinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tâbir ediyor ki:

İkinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde, Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki mânevî zelzele hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] ve saadet-i bâkiyenin [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] zararına bir tahribat ve bir zelzele-i mâneviye-i İslâmiye mânen o ikinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] daha dehşetli olmasından, Eski Said’in o sehvini [yanlış, hata] tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını [doğru olan rüya] tam tâbir ediyor ve o hiss-i kablelvukuunu [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] gözlere gösteriyor. Ve o muteriz [itiraz eden] ehl-i velâyeti [velâyet makamında olanlar, velî kullar] zahiren haklı, fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zâtın itirazını tam reddediyor.

Said Nursî

ba

522

Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten [esas, öz] arz edeyim:

Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesâilin [meseleler] hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak herşeyi sizden öğrendiğim için, bu vesileyle hakikat sahasındaki malûmâtımı; hasbe’l-beşeriye fütur [usanç] hâsıl oluyorsa, şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’ân’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilâçlarınızla sıhhatimi, matbaha-i Kur’ân’dan intihap [seçmek] buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hasselerimin [duyu] kuvvetini; hayatın beş derecesini de tâlim, mevtin [ölüm] itibârî [özellik] bir keyfiyet olduğunu tefhim, [anlatma] idam-ı ebedînin [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] mutasavver [hayal edilen] olamayacağına kalbimi takvîm buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin herhalde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı [hayat süresi] nihayetsiz arttırmaya sebep olmuştur.

Risale-i Nur’la ihdâ buyurduğunuz dualar, zaten hergün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi [yeterli] gelmektedir. Kur’ân’ın nihâyetsiz füyuzâtından, [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz mânâları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak [arzulu, aşırı istekli] talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorsunuz ki, bu sûretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş olunuyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

 Hulûsi

ba

523

Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevâta, mütevekkilen alâllah, akşamla yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.

Sevgili Üstadım,

Evvelce arzettiğim veçhile, [yön] ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î [ferdî, küçük] bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î [ferdî, küçük] bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’ân’dan hakikat-i iman [iman gerçeği] ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç [çıkarma] ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hassaten istirham ediyorum.

İnşaallah, müstecap olan duanızla Allahü Zülcelâl, [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vasıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik [başarı] ve saadet-i bâkiyede [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] iki cihan serveri [reis, baş] Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek sûretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasıl ki, Kur’ân-ı Mübîn [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi] Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîmin nurlarından bugünün karma karışık sarhoş insanlarına emr-i Hak‘la [Allah’ın emri] hitap ediyorsunuz. Öyleyse, O Hakîm-i Rahim, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden, belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar, ikinci, üçüncü, hatta onuncu derecede mübelliğler, [tebliğ eden, bildiren] naşirler [yayınlayan] halk buyurur itikadındayım. [inanç]

 Hulûsi

524

Evet, İslâmiyet gibi bir âli [yüce] tarîkım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, [hareket tarzı, metod] Seyyidü’l-Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velâyete [velâyet mertebesi] erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.

Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle, “Tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hakkıyla edâ et; namazın nihayetindeki tesbihleri yap; ittibâ-ı sünnet [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] et; yedi kebâiri [büyük günahlar] işleme” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risaletü’n-Nur’la [elçilik, peygamberlik] verilen derslere, Kur’ân’dan istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle [başarı] can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hatâ etmedim, isabet ettim.

 Hulûsi

Gönül isterdi ki, o muazzam Sözler’e sönük yazılarımla biraz uzun cevap yazayım. Fakat buna muvaffak olamıyorum. Kabiliyetimin azlığı, istidadımın [kabiliyet] kısalığı, iktidarımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç maddî vazifelerin taht-ı tesirinde [tesiri altında] dimağım [akıl, beyin] meşgul ve adeta meşbû olduğundan, o mübarek cevherlerinize mukabil âdi boncuk bile ibraz edemeyeceğim.

Biliyorsunuz ki, çok ifadelerimde sizi taklit ettiğim birinci sebebi, merbutiyet-i [bağlı] hâlisânemin; ikinci sebebi, kudret-i kalemiyemin kifayetsizliğidir. [yeterli olma] Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Sözde misâli geçen fakir gibi, ben de derim: Ey sevgili Üstadım, gücüm yetişse, elimden gelse bütün o nurlu Sözler ayarında kelimelerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] cümlelerle size mâruzatta [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki, yok. Niyetime göre muamele buyurunuz.

 Hulûsi