MEKTUBAT – Dokuzuncu Mektup (59-63)

59

Dokuzuncu Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Yine o hâlis talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır.

SANİYEN: Neşr-i envâr-ı Kur’âniyedeki [Kur’ân’ın nurlarının yayılması] muvaffakiyetin [başarı] ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlâhîdir, [Allah’ın ikramı, bağışı] belki bir keramet-i Kur’âniyedir, [Kur’ân’ın kerameti] bir inâyet-i Rabbâniyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Sizi tebrik ediyorum. Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ikram ve inâyetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izharı, [açığa çıkarma, gösterme] zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı [açığa çıkarma, gösterme] ise, bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma] Eğer kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar [erişme, nail olma] olursa, o halde eğer nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bâki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] olabilir. Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar [erişme, nail olma] olursa: Meselâ, birisinin kalbinde bir sual var. İntâk-ı bilhak nev’inden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafîzim vardır” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız [tehlike] bir keramettir; [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ihfâsına [gizleme] mükellef değil. Fakat fahr [gurur, övünme] için, kasten izharına [açığa çıkarma, gösterme] çalışmamalı. Çünkü, onda zâhiren insanın kisbinin [çalışma] bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir.

60

Amma ikram ise, o, kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] selâmetli olan ikinci nev’inden daha selâmetli, bence daha âlidir. İzharı, tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma] Kisbin [çalışma] medhali yoktur; nefsi onu kendine isnad etmez.

İşte, kardeşim, hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bahusus [hususan, özellikle] Kur’ân hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsânât-ı İlâhiye [Allah’ın ihsanları, bağışları] bir ikramdır; izharı, [açığa çıkarma, gösterme] tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma] Onun için sana karşı, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] nev’inden, ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyâtı [başarılar] yazıyorum. Biliyordum ki, sende fahr [gurur, övünme] değil, şükür damarını tahrik ediyor.

SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî [askerî misafirhane] telâkki [anlama, kabul etme] etsin ve öyle de iz’an [kesin şekilde inanma] etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki [anlama, kabul etme] ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâ[Allah’tan gelen herşeye razı olanların mertebesi] çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet [doğru] ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye [âhirete ait işler] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit [çok şiddetli] hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi [âhirete ait işler] kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye [dünyaya ait işler] tevcih [yöneltme] etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara [sevgili] müteveccih [yönelen] olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, [sevgili] o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal [gelecek endişesi] hissi herkeste var. Şiddetli bir

61

surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh [ilgi] eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten [geçici] onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar [kaynak, dayanak] olan câh, [makam, mevki] o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh [makam, mevki] olan merâtib-i mâneviyeye [mânevî mertebeler] ve derecât-ı kurbiyeye [Allah’a yakınlık dereceleri] ve zâd-ı âhirete [âhiret azığı] ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya [Allah için yapılan iyi işler] teveccüh [ilgi] eder. Fena haslet [huy, karakter] olan hırs-ı mecazî [gelip geçici olan şeylere gösterilen hırs] ise, âli [yüce] bir haslet [huy, karakter] olan hırs-ı hakikîye [Allah rızası ve âhiret için gösterilen ve gerçek hedefine yönelen hırs] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, [geçici, yok olucu] fâni umurlara [emirler] karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. [aykırı] O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye [gelip geçici işler] vermeyip, âli [yüce] ve bâki olan hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] ve esâsât-ı İslâmiyeye [İslâm dininin esasları] ve hidemât-ı uhreviyeye [âhirete yönelik hizmetler, görevler] sarf eder. O haslet-i rezile [kötü huy] olan inad-ı mecazî, [gerçek hedefine yöneltilmeyen gereksiz ve faydasız inat] güzel ve âli [yüce] bir haslet [huy, karakter] olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata [kalıcı olma, sabit kalma] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, [mânevî donanım] eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye [kötü ahlâk] ve israfat [israflar, savurganlıklar] ve abesiyete [anlamsızlık] medar [kaynak, dayanak] olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna [emirler] ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye [övgüye değer huylar] menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] medar [kaynak, dayanak] olur.

62

İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adâvet [düşmanlık] etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak [güç yetirilmez] bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını [akım yeri] değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında [güç yetirebilecek alan] bir emr-i teklif [görev emri] olur.

RABİAN: Ulema-i İslâm [İslâm âlimleri] ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. [bahis sebebi, söz konusu] Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

İslâmiyet iltizamdır; [kabul etme, taraftarlık] iman iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tabir-i diğerle, [başka bir deyiş, başka bir ifâde] İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; [boyun eğme] iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.

Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hükümleri] şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla [kabul etme, taraftarlık] İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hükümleri] tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmiyorlar; “gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] bir mü’min” tabirine mazhar [erişme, nail olma] oluyorlar.

Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat [kurtuluş sebebi] olabilir mi?

Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat [kurtuluş nedeni] olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat [kurtuluş sebebi] olamaz. Felillâhi’l-hamdü ve’l-minnetü [“hamd ve minnet sadece Allah’a aittir”] Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] feyziyle, Risale-i Nur mizanları, [ölçü] din-i İslâmın [İslâm dini] ve hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kàbil [gibi] değil. Hem iman ve İslâmın delil ve burhanlarını [delil] o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] kaldığı halde iman eder.

Evet, Sözler, tûbâ-i Cennetin [Cennetteki tûbâ ağacı] meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin [dünya ve ahiret mutluluğu] mehâsini [güzellikler] gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve

63

iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat [varlıklar zinciri] gibi kuvvetli ve zerrat [atomlar] gibi kesretli [çokluk] iman ve İslâmın burhanlarını [delil] göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an [kesin şekilde inanma] ve kuvvet-i iman [iman gücü] verirler. Hattâ, bazı defa Evrâd-ı Şâh-ı Nakşibendîde [büyük İslâm mutasavvıfı [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin okuduğu virdler, [devamlı yapılan zikir] dualar] şehadet getirdiğim vakit, عَلٰى ذٰلِكَ نَحْيٰى وَعَلَيْهِ نَمُوتُ وَعَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا 1 dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَصَدَّقْنَا * 2

dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvvet-i iman [iman gücü] hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] herbirisinin aksini aklen muhal [bâtıl, boş söz] telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. Ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nihayetsiz ebleh [ahmak] ve divane görüyorum.

Senin valideynine [anne ve baba] pek çok selâm ve arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için, onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden Sözleri işitenlere umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî