MEKTUBAT – Birinci Mektup (24-34)

24

Risale-i Nur Külliyatından

MEKTUBAT

Bediüzzaman Said Nursî

25

Birinci Mektup

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

Dört sualin muhtasar [kısa] cevabıdır.

BİRİNCİ SUAL: Hazret-i Hızır aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise, niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat [hayat mertebeleri] beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci tabaka-i hayat: [hayat tabakası] Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir. [kayıt altında, bağlı]

İkinci tabaka-i hayat: [hayat tabakası] Hazret-i Hızır ve İlyas aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] daimî mukayyet [kayıt altında, bağlı] değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde, ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı [hayat tabakası] tenvir [aydınlatma] ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velâyette [velîlik makamları] bir makam vardır ki, “makam-ı Hızır[Hz. Hızır’ın (a.s.) makamı] tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazan o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır [Hızır’ın kendisi] telâkki [anlama, kabul etme] olunur.

Üçüncü tabaka-i hayat: [hayat tabakası] Hazret-i İdris ve İsâ aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır [hayat tabakası] ki, beşeriyet levazımatından [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] tecerrüdle, [sıyrılma] melek hayatı gibi bir hayata

26

girerek nuranî bir letâfet [hoşluk, gözellik] kesb [elde etme, kazanma] eder. Âdetâ beden-i misalî [görüntüden ibaret beden] letâfetinde [hoşluk, gözellik] ve cesed-i necmî [parlayan bir yıldız gibi akıp giden; nurâni ceset] nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle [dünyaya ait cisim, beden] semâvâtta bulunurlar. “Âhirzamanda Hazret-i İsâ aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) ile amel edecek”1 meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki:

Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] verdiği cereyan-ı küfrîye [küfür ve inançsızlık akımı] ve inkâr-ı ulûhiyete [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] karşı, İsevîlik dini tasaffi [saflaşma, arınma] ederek ve hurafattan tecerrüd [sıyrılma] edip İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] vahy-i semâvî [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] fikrini öldürecek.

Dördüncü tabaka-i hayat: [hayat tabakası] Şüheda [şehitler] hayatıdır. Nass-ı Kur’ân‘la, [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] şühedanın, [şehitler] ehl-i kuburun [kabirdekiler] fevkinde [üstünde] bir tabaka-i hayatları [hayat tabakası] vardır. Evet, şüheda, [şehitler] hayat-ı dünyevîlerini [dünya hayatı] tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kereminden, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] onlara hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] onlara ihsan [bağış] eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle [tam ve mükemmel mutluluk] mütelezziz [lezzet alan] oluyorlar, ölümdeki firak [ayrılık] acılığını hissetmiyorlar.2 Ehl-i kuburun [kabirdekiler] çendan [gerçi] ruhları bâkidir; fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın [şehitler] lezzetine yetişmez.

Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî

27

saadete mazhar [erişme, nail olma] olur. İşte, âlem-i berzahtaki [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] emvat [ölüler] ve şühedanın [şehitler] hayat-ı berzahiyeden [kabir hayatı] istifadeleri öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla [olaylar] ve rivayatla, [rivayetler, nakledilen şeyler] şühedanın [şehitler] bu tarz-ı hayata [hayat tarzı] mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir. Hattâ, Seyyidü’ş-Şüheda [şehitlerin seyyidi, efendisi] olan Hazret-i Hamza radıyallahü anh, mükerrer vakıatla, [olaylar] kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, [olaylar] bu tabaka-i hayat [hayat tabakası] tenvir [aydınlatma] ve ispat edilmiş. Hattâ, ben kendim, Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini [ölünün toprağa defnedildiği yer, kabir yeri] bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] tahte’l-arz [yeraltı] bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda [şehitler] tabaka-i hayatında [hayat tabakası] gördüm. O beni ölmüş biliyormuş; benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor. Fakat Rus’un istilâsından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î [ferdî, küçük] rüya, bazı şerâit [şartlar] ve emâratla, [belirtiler, işaretler] geçen hakikate bana şuhud [görme] derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci tabaka-i hayat: [hayat tabakası] Ehl-i kuburun [kabirdekiler] hayat-ı ruhanîleridir. [ruhânî hayat, ruhen yaşanan hayat] Evet, mevt, [ölüm] tebdil-i mekândır, [mekân değişikliği] ıtlak-ı ruhtur, [ruhun serbest bırakılması] vazifeden terhistir; idam [hiçlik, yokluk] ve adem [hiçlik, yokluk] ve fenâ değildir. Hadsiz vakıatla [olaylar] ervâh-ı evliyanın [velilerin ruhları] temessülleri [belirme, görünme] ve ehl-i keşfe [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] tezahürleri ve sair ehl-i kuburun [kabirdekiler] yakazaten [uyanıklık hali] ve menâmen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delâil, [deliller] o tabaka-i hayatı [hayat tabakası] tenvir [aydınlatma] ve ispat eder. Zaten bekà-i ruha [ruhun devamlılığı] dair Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] bu tabaka-i hayatı [hayat tabakası] delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile ispat etmiştir.

İKİNCİ SUAL: Furkan-ı Hakîmde, [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً 1 gibi âyetlerde,

28

Mevt [ölüm] dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir” diye ifham [(he ile) anlatma] ediliyor. Halbuki, zâhiren mevt [ölüm] inhilâldir, [bozulma, dağılma] ademdir, tefessühtür, [bozulma] hayatın sönmesidir, hâdimü’l-lezzâttır. [lezzetleri yok eden] Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?

Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, [ölüm] vazife-i hayattan [hayat görevi] bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, [mekân değişikliği] bir tahvil-i vücuttur, [vücudun başka hâle girmesi, değişmesi] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bir davettir, bir mebde‘dir, [başlangıç] bir hayat-ı bâkiyenin [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mukaddimesidir. [başlangıç] Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat [hayat tabakası] olan hayat-ı nebâtiyenin [bitkilerin hayatı] mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san’at [san’at eseri] olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, [bozulma] çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye [kimyasal işlem] ve mizan[ölçü] bir imtizâcât-ı unsuriye [elementlerin kaynaşması, kimyevî birleşme] ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden [atomların teşekkülü, oluşması] ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; [hayatın başlangıcı] belki ayn-ı hayatı [hayatın kendisi] hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.

Hem zîhayat [canlı] meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede [insanın midesi] ölümleri, hayat-ı insaniyeye [insan hayatı] çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt [ölüm] onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.

İşte, en ednâ [basit, aşağı] tabaka-i hayat [hayat tabakası] olan hayat-ı nebâtiyenin [bitkilerin hayatı] mevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın [hayat tabakası] en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin [insan hayatı] başına gelen mevt, [ölüm] elbette, yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] elbette bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] sünbülü [başak] verecektir.

Amma mevt [ölüm] nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan [vecihler, yönler] dört vechine [cihet, yön, taraf] işaret ederiz.

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan [hayat görevi] ve tekâlif-i hayatiyeden [hayatla ilgili sorumluluklar ve yükümlülükler] âzâd edip,

29

yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] bir visal [kavuşma] kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, [karışık, gürültülü] zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs’atli, [geniş] sürurlu, [mutluluk] ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin [sonsuz sevgili olan Allah] daire-i rahmetine [rahmet dairesi] girmektir.

Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi [hayat için gerekli şartlar] ağırlaştıran birçok esbab [sebebler] vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde [üstünde] nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle [perişan ve yoksul bir hal, yaşayış] senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, [azap, ceza (nimetin zıddı)] mevt [ölüm] ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi [şiddetler; sıkıntılı ve zahmetli durumlar] içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü: Nevm, [uyku] nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin [uyku] büyük kardeşi olan mevt [ölüm] dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ [bağımlı] olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. [rahmetin ve nimetin ta kendisi] Amma ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için, müteaddit [bir çok] Sözlerde kat’î ispat edildiği gibi, mevt [ölüm] dahi hayat gibi nikmet [azap, ceza (nimetin zıddı)] içinde nikmet, [azap, ceza (nimetin zıddı)] azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.

ÜÇÜNCÜ SUAL: Cehennem nerededir?

Elcevap: قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1* لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 2 Cehennemin yeri, bazı rivâyatla, “tahte’l-arz[yeraltı] denilmiştir.3 Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi, küre-i arz, [yer küre, dünya] hareket-i seneviyesiyle, [senelik hareket] ileride mecma-ı haşir [haşirde toplanma yeri] olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın [yer küre, dünya] seyahat ettiği mesafe-i azîmede [büyük mesafe] pek çok mahlûkat var ki,

30

nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, [ay] nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, [varlıklar] gözümüzün önünde olup göremiyoruz.

Cehennem ikidir. Biri suğrâ, [küçük] biri kübrâdır. [büyük] İleride, suğrâ [küçük] kübrâya [büyük] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ, [Küçük Cehennem] yerin altında, yani merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i tabakatü’l-arzca malûmdur ki, ekseriya her otuz üç metre hafriyatta, bir derece-i hararet [sıcaklık derecesi] tezayüd [artma] eder. Demek, merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, [dünyanın yarıçapı] altı bin küsûr kilometre olduğundan, iki yüz bin derece-i harareti [sıcaklık derecesi] câmi, yani iki yüz defa ateş-i dünyevîden [dünya ateşi] şedit [çok şiddetli] ve rivayet-i hadîse muvafık bir ateş bulunuyor.1

Şu Cehennem-i Suğrâ, [Küçük Cehennem] Cehennem-i Kübrâya [Büyük Cehennem] ait çok vezâifi, [görevler] dünyada ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. Âlem-i âhirette, [âhiret âlemi] küre-i arz [yer küre, dünya] nasıl ki sekenesini [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] medar-ı senevîsindeki [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] meydan-ı haşre [haşir meydanı] döker. Öyle de, içindeki Cehennem-i Suğrâ[Küçük Cehennem] dahi Cehennem-i Kübrâya [Büyük Cehennem] emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile teslim eder. Ehl-i İtizâlin [ehl-i sünnet dışı Mu’tezile mezhebine mensup olan kimseler] bazı imamları “Cehennem sonradan halk edilecektir” demeleri, halihazırda tamamıyla inbisat [genişleme, yayılma] etmediğinden ve sekenelerine [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] tam münasip bir tarzda inkişaf [açığa çıkma] etmediğinden galattır ve gabâvettir. [ahmaklık, zekâ geriliği]

Hem perde-i gayb [gayb perdesi] içindeki âlem-i âhirete [âhiret âlemi] ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 2 Âhiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] işârâtıyla, [işaretler] âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Yazın şiddet-i hararetine [sıcaklığın şiddeti] مِنْ فَيْحِ جَهَنَّمَ 3 denilmiştir.

31

Demek, bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:

Arzın medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, [Büyük Cehennem] yerin merkezindeki Cehennem-i Suğra[Küçük Cehennem] güya tevkil [vekalet verme] ederek bazı vezâifini [görevler] gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] mülkü pek çok geniştir; hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] nereyi göstermişse Cehennem-i Kübrâ [Büyük Cehennem] oraya yerleşir. Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1’a malik bir Hakîm-i Zülkemâl, [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] gözümüzün önünde, kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve intizamla kameri [ay] arza bağlamış; azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve intizamla arzı güneşe raptetmiş; [bağlama] ve güneşi, seyyârâtıyla [gezegenler] beraber, arzın sür’at-i seneviyesine [dünyanın yıllık hızı] yakın bir sür’atle ve haşmet-i rububiyetiyle, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] bir ihtimale göre şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş; ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] nuranî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ve azamet-i kudretini [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] göstermiş bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kemâl-i hikmetinden [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve azamet-i kudretinden [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve saltanat-ı rububiyetinden [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâ[Büyük Cehennem] elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş’âl [tutuşturma] etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur [nur âlemi] olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahpes [hapis yeri] yapsın.

Hem bir Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] ki, dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette, o Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, küre-i arzın [yer küre, dünya] kalbindeki Cehennem-i Suğrâ [Küçük Cehennem] çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâ[Büyük Cehennem] saklasın.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehâsındadır. [bir şeyin en uç noktası]

32

Hem şu silsile-i kâinatın [kâinat halkası, varlıklar zinciri] iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, [alçak] sakîli [ağır] aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır.

Hem şu seyl-i şuûnâtın [olayların, iş ve fiillerin akışı] ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin [yeryüzünün mânevî ürünleri] iki mahzenidir. [depo] Mahzenin [depo] mekânı ise, mahsulâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir.

Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin [akıp giden varlıklar] iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin [sel, akıntı] durduğu ve tecemmu [bir araya gelip toplanma] ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı [pislik, kof, süprüntü] esfelde, [aşağı ve alçak yer] tayyibâtı [iyi ve güzel şeyler] ve sâfiyâtı [saf ve temiz şeyler] âlâdadır.

Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi ve kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] ve Kahhâr-ı Zülcelâl [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] nerede isterse tecellîgâhını açar.

Amma Cennet ve Cehennemin vücutları ise, Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] gayet kat’î bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin [depo] mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecellîgâhın, rahmet ve kahrın vücutları kadar kat’î ve yakîndir.

DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbuplara [sevgili] olan aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] dahi bir aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval [geçip gitme] ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup [sevgili] arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret [âhiretin tarlası] olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil [geçici, yok olucu] ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas [karıştırma] etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler]

33

ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet [koruyucu el] onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir [aydınlatma] için şu temsile bak:

Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi [aynası] bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî. Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini [rengârenk, süslü, parlak] değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir [değiştirme] edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda [hükümler] ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a’mâlimize [iş ve davranışların yazıldığı sahife] geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, [geçici, yok olucu] fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine [ayna] olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye [Allah’ın güzel isimlerinin nakışları] döner, ondan cilve-i esmâya [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] intikal eder.

Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat [geçici] bir fidanlığı olduğunu derk [anlama, algılama] edip, ona karşı şedit [çok şiddetli] hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi [meyve] ve sümbülü olan uhrevî fevâidine [faydalar] çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Yoksa, نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini [batış, kayboluş] düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını

34

aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut [ölümsüz] farz ederek dünyaya saplansa, şedit [çok şiddetli] hissiyatla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne [ümitsiz] bir rikkat [acıma] tevellüt [doğma] eder. Bütün zîhayatlara [canlı] acır, hattâ güzel ve zevâle [batış, kayboluş] maruz bütün mahlûkata bir rikkat [acıma] ve bir firkat [ayrılık] hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak [tam bir ümitsizlik] içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit [çok şiddetli] şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak [derman, ilaç] bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların [canlı] mevt [ölüm] ve zevâlinde [batış, kayboluş] bir Zât-ı Bâkînin [kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekâ veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Zât; Allah] bâki esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları [ruhların aynası] bâki görür; şefkati bir sürura [mutluluk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Hem zeval [geçip gitme] ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh [kusur ve çirkinlikten uzak güzellik] ve hüsn-ü mukaddes [kutsal ve kusursuz güzellik] ihsas [hissettirme] eden bir nakış [işleme] ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve san’at ve tezyin [süsleme] ve ihsan [bağış] ve tenvir-i daimîyi [daimî, sürekli aydınlık, aydınlatma] görür. O zeval [geçip gitme] ve fenâyı, tezyid-i hüsün [güzelliğin ziyadeleşmesi, artması] ve tecdid-i lezzet [lezzeti yenileme, tazeleme] ve teşhir-i san’at [san’atın sergilenmesi] için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî