İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 29-33. Ayetlerin Tefsiri (325-360)

325

﴾ هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ 1 ﴿

Bu âyetin sabık [daha önceden geçen] âyetle cihet-i irtibatı: [bağlantı yönü]

Evvelki âyette küfür ile küfran, [iyilik bilmeme, nankörlük] delâil-i enfüsiye ile inkâr edilmiştir. Bu âyette, delâil-i âfâkiyeye işaret edilmiştir. Ve keza, evvelki âyette vücut ve hayat nimetlerine işaret edilmiş, bu âyette beka nimetine işaret edilmiştir. Ve keza, evvelki âyette, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna delil olmakla haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] bir mukaddeme [başlangıç] olduğuna işaret edilmiş; bu âyette ise, âhiretin tahkikiyle [araştırma, inceleme] şüphelerin izalesine [giderme] işaret edilmiştir.

Evet, sanki onlar diyorlar ki: “İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allah’ın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?”

Onlara cevaben Kur’ân-ı Kerim, bu âyetin işaretiyle diyor ki:

“İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti [itaat eden, emre uyan] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlûkat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlûkat için halk olunacaktı.

Ve keza, insanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, âlem-i dünya[dünya âlemi] kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir.”

Hülâsa: [esas, öz] İnsan mümtaz [seçkin] ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun için insan ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 2 cevherine bir sadef [içinde inci bulunan kabuk] olmuştur.

326

Bu âyetteki cümlelerin nüktelerine [derin anlamlı söz] geçiyoruz.

Ey arkadaş! Birinci cümlede جَمِيعًا 1, ikinci cümlede ثُمَّ 2, üçüncü cümlede سَبْعَ 3 kelimeleri için bir tahkikat [araştırma, inceleme] lâzımdır.4

C – O tahkikatı, altı nokta da izah edeceğiz.

Birinci nokta: Aşağıda beyan edildiği gibi, hayatın öyle bir hâsiyeti [özellik] vardır ki, hayat, cüz’ü küll, [bütün] cüz’îyi [ferdî, küçük] küllî, ferdi nev’, mukayyedi [kayıtlı] mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh, tek bir insan, “Dünya benim evimdir. Dünyadaki envâ [tür] benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem [karşılıklı görüşme, tanışma] ve münasebetim vardır” diyebilir.

İkinci nokta: Bilirsin ki, âlemde sabit bir nizam vardır, muhkem [değiştirilemez] bir irtibat vardır ve daimî düsturlar, [kâide, kural] esaslı kanunlar vardır. Bu itibarla, âlem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Herbir çarkın, herbir vidanın, herbir çivinin, makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faidelerinde bir tesiri olduğu gibi, ehl-i hayat için ve bilhassa beşer için de bir faidesi var.

327

Üçüncü nokta: Aşağıda işiteceğin gibi, istifadede müzahemet ve münakaşa yoktur. Nasıl ki Zeyd diyebilir ki, “Şems benim lâmbamdır, dünya benim evimdir.” Ömer de öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet, Zeyd, meselâ dünyada tek farz edilirse, istifadesi nasılsa, bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir-ne fazla olur ne noksan. Yalnız “gâreyn”e ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek ve saire şeylerde münakaşa olur.

Dördüncü nokta: Âlem için tek bir yüz, bir cihet değil, pek çok umumî ve muhtelif vecihler [yön] vardır. Ve faideleri temin eden kesretle [çokluk] umumî ve mütedahil, [birbiri içinde] yani birbiri içinde cihetler vardır. Ve istifade yollarının da envâen türlü türlü tarikleri vardır. Meselâ senin güzel bir bahçen vardır. O bahçe, bir cihetten senin istifadene tahsis edildiği gibi, diğer bir cihetten de halkı faidelendirir. Meselâ o bahçenin hüsnüne, [güzellik] güzelliğine her bakan bir zevk alır, bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] peyda eder; bunda bir mâni yoktur.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] insanın beş zahirî, beş bâtınî olmak üzere on tane hassası ve duygusu vardır. İnsan, bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın her bir cüz’ünden istifade edebilir; mâni yoktur.

Beşinci nokta: Bu âyetle diğer bazı âyetlerden anlaşılıyor ki, bu büyük dünya insan için yaratılmıştır. Ve yaratılışında, insanın istifadesi ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] olarak nazara alınmıştır. Halbuki arzdan pek büyük olan Zühal’in, meselâ beşeri faidelendiren, yalnız ziyneti ve zayıf bir ziyasıdır. Bu cüz’î [ferdî, küçük] faide için ne suretle beşer ona ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] olur?

Elcevap: Bir faideyi takip eden adam, bütün fikrini, hayalini o faideye hasreder ve ondan mâada birşeye bakmaz. Ve herşeye kendi hesabına bakar, kimseyi nazara almaz. Hattâ kendisini ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] zanneder. Binaenaleyh, bu gibi adama karşı makam-ı imtinanda söylenilen o gibi kelâmlarda mübalâğa yoktur. Evet, binlerce hikmetler için yaratılan Zühal’in herbir hikmetinde binlerce cihetler ve herbir cihetinde binlerce istifade edenler bulunduğu halde, “Hilkatinde [yaratılış] o adamın istifadesi, ille-i gaiyeden [asıl hedef, gerçek sebep] bir cüz olarak düşünülmüştür” denilirse ne mânii var? Çünkü ille-i gaiye, [asıl hedef, gerçek sebep] daima basit birşeyden ibaret değildir.

Altıncı nokta: İmam-ı Ali’nin

وَتَزْعُمُ اَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ وَفِيكَ اِنْطَوَى الْعَالَمُ اْلاَكْبَرُ * 1

328

emrettiği gibi, insan küçük bir cisim ise de, büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür. Öyleyse cüz’î [ferdî, küçük] istifadesi küllî olur; öyleyse abesiyet [anlamsızlık] yoktur.

İKİNCİ MESE’LE: ثُمَّ 1 hakkındadır.

Ey arkadaş! Bu âyet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delâlet eder ve وَاْلاَرْضُ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَا 2 âyeti de semâvâtın arzdan evvel halk edildiğine dâldir. Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا 3 âyeti ise ikisinin bir maddeden beraber halk edilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor.

Şeriatın nakliyatına [nakiller, bir bilgiyi Kur’ân-ı Kerim ve sünnet gibi kaynaklara dayanarak aktarma] nazaran, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecellî etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mâyi [sıvı] kılmıştır. Sonra mâyi [sıvı] kısmı da, tecellîsiyle tekâsüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi [yer küre, dünya] o köpükten halk etmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesîmîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bast etmekle [yayma, genişletme] yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil [içine alan, kapsayan] olan semavat, in’ikad [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] etmiş, vücuda gelmiştir.

Hikmet-i cedidenin [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] nazariyatı [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye [güneş sistemi] ile tâbir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş. Sonra bir nevi buhara inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiştir. Sonra o buhardan, mâyi-i [sıvı] nârî hasıl olmuştur. Sonra o mâyi-i [sıvı] nârî, burudetle [soğukluk] tasallûb etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat [gezegenler] olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, [başarı] şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:

“İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” mânâsında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا 4’nın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye [güneş sistemi] ile arz, dest-i

329

kudretin madde-i esîriyeden [kâinatı kapladığına inanılan ince ve lâtif madde] yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esîriye, [kâinatı kapladığına inanılan ince ve lâtif madde] mevcudata [var edilenler, varlıklar] nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın [var edilenler, varlıklar] aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ 1 âyeti, şu madde-i esîriyeye [kâinatı kapladığına inanılan ince ve lâtif madde] işarettir ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten sonra, cevâhir-i ferde [tek başına olan cevherler, atomlar] kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif [katı] kılmışır ve bu kesif [katı] kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.

İşte arzın, hepsinden evvel tekâsüf ve tasallûb etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat [hayatın kaynağı] olması itibarıyla, hilkat-i teşekkülü, semavattan evveldir. Fakat arzın bast edilmesiyle [genişletilme] nev-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati, [yaratılış] semavattan sonra başlarsa da, bidayette, mebde‘de [başlangıç] ikisi beraber imişler. Binâenalâhâzâ, o üç âyetin aralarında bulunan zahirî muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

İkinci bir cevap: Ey arkadaş! Kur’ân-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak, âlemin nizam ve intizamından bahisle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitaptır. Binaenaleyh, bunda iki makam vardır:

Birinci makam nimetleri, ihsanları, [bağış] merhametleri göstermekle delâil-i zâhiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.

İkinci makam azamet, izzet, [büyüklük, yücelik] kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir. ثُمَّ 2 mâbadinin, mâkablinden [önceki, öncesi] bir zaman sonra

330

vücuda geldiğine delâlet eder ki, buna “terâhi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halk edildiğine göre zâtîdir, aksi halde rütebî ve tefekkürîdir. [düşünme ve ibret alma şeklinde] Yani semavatın hilkati [yaratılış] birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati [yaratılış] ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani, evvelâ arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lâzımdır. Buna göre ثُمَّ 1 ile اِسْتَوٰى 2 arasında اِعْلَمُوا وَتَفَكَّرُوا 3 mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] Takdir-i kelâm ثُمَّ اعْلَمُوا وَتَفَكَّرُوا اَنَّهُ اِسْتَوٰى 4 ilâ âhir, [sonuna kadar] dir.

ÜÇÜNCÜ MES’ELE: سَبْعَ 5 kelimesi hakkındadır.

Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin [eski felsefe; Yunan felsefesi] hurafelerinden biridir. Onların o hurâfe-vâri fikirleri, efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] istilâ etmişti. Hattâ bazı müfessirler, [açıklayan, yorumlayan] bazı âyetlerin zahirini onların mezheplerine meylettirmişlerdir.

Hikmet-i cedide [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] ise, feza [uzay] denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallâk bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. [inanmış] Bunların mezhebinden semavatın inkârı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] kalmıştır.

Şeriat ise, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yedi tabakadan ibaret semavatı halk etmiş olduğuna hâkimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir. [inanmış]

Hadîs ise, semanın مَوْجٌ مَكْفُوفٌ 6’den ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, altı mukaddeme [başlangıç] ile tahkikatını [araştırma, inceleme] yapacağız.

331

Birinci mukaddeme: [evvel, önce] Şu geniş boşluğun esîr ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sâbittir.

İkinci mukaddeme: [evvel, önce] Ecrâm-ı ulviyenin [gök cisimleri] kanunlarını rapt [bağlama] eden ve ziya ve hararetin emsalini neşir ve nakleden feza[uzay] doldurmuş bir madde mevcuttur.

Üçüncü mukaddeme: [evvel, önce] Madde-i esîriyenin, [kâinatı kapladığına inanılan ince ve lâtif madde] yine esîr olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâtı [kendi kendine oluşma] ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülâtları [kendi kendine oluşma] gibi.

Dördüncü mukaddeme: [evvel, önce] Ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle [kendi kendine oluşma] ve in’ikada [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan [samanyolu] ile anılan tabaka-i esîriye, sabit yıldızların tabakasına muhalifdir. Bu da manzume-i şemsiyenin [güneş sistemi] tabakasına ve hâkezâ; yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.

Beşinci mukaddeme: [evvel, önce] Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vâki olursa, biribirine muhalif tabakalar husule [meydana gelme] gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule [meydana gelme] gelir. Müvellidülmâ [hidrojen] ile müvellidülhumuzanın [oksijen] imtizacından [bileşim, karışım] su, buz, buhar tevellüd [doğma] eder.

Altıncı mukaddeme: [evvel, önce] Şu müteaddit [bir çok] emarelerden anlaşıldı ki, semavat, müteaddittir. [bir çok] Şeriat Sahibi de yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza [bununla birlikte] yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üslûplarında kesret [çokluk] için kullanılır.

Arkadaş! Pek geniş bulunan Kur’ân-ı Kerimin hitaplarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat edilmekle, bir âmiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa [insan sınıfları] ve umum efkâr-ı âmmeye [genel düşünce, kamuoyu] olan müraatları, [gözetme, riayet etme] okşamaları fevkalâde hayrete, taaccübe [hayret etme, şaşkınlık] muciptir. [gerektirici]

Meselâ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 1 kelimesinden bazı insanlar havâ-i nesîmiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri

332

ihata [herşeyi kuşatma] eden nesîmî küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarât-ı seb’ayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye [güneş sistemi] içinde esîrin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye [güneş sistemi] ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] fehmetmiştir. Bir kısım da esîrin teşekkülâtı [kendi kendine oluşma] yedi tabakaya inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ettiğini fehmetmiştir.

Hülâsa: [esas, öz] Herbir kısım insanlar, istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre feyz-i Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] hisselerini almışlardır. Evet, Kur’ân-ı Kerim, bütün şu mefhumlara [anlam] şâmildir [içine alan] diyebiliriz.

Birinci cümle: ﴾ هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا 1 ﴿ Bu cümlenin beş vecihle [yön] mâkabliyle [önceki, öncesi] irtibatı vardır:

Birinci vecih: [yön] Evvelki âyet, vücut ve hayat nimetlerine işarettir. Bu âyet, beka ve bekanın esbab [sebebler] ve levazımatına [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] işarettir.

İkinci vecih: [yön] Kur’ân-ı Kerim, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki evvelki âyetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücûu ispat etti, sâmiin [dinleyen, işiten] zihnine şöyle bir sual geldi: “Şu zelil [aşağılanan] insanların bu yüksek mertebeye liyakatleri nereden gelmiştir?” Kur’ân-ı Kerim, bu cümle ile o suali şöylece cevaplandırmıştır: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine [boyun eğdirme] verilen insanın, elbette Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] yanında büyük bir mevkii vardır.”

Üçüncü vecih: [yön] Evvelki âyet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, sâmice [dinleyen, işiten] güya “Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?” diye vârit olan sual, bu âyetle, “Arz bütün müştemilâtiyle [içindekiler] istifadesi için yaratılan ve bütün envâ, [tür] itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. [yaratılış neticesi] Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır” diye cevaplandırılmıştır.

Dördüncü vecih: [yön] Evvelki âyet, kıyamette esbab [sebebler] ve vesaitin [araçlar, vasıtalar] ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu âyet ise, dünyada da insanın merci-i hakikîsi Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab [sebebler] ve vesaitin [araçlar, vasıtalar] arkasında, kudretin şuaı görünür; tesir Onundur, esbab [sebebler] ise perdedir.

333

Beşinci vecih: [yön] Evvelki âyet, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işarettir. Bu âyet de, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] insana verilmesini iktiza [bir şeyin gereği] eden ve sebep olan Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sebkat etmiş fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve in’âma [nimet verme] işarettir ki, kendisine arzın müştemilâtı [içindekiler] ihsan [bağış] edilmiş insanın, elbette saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] liyakatı vardır.

﴾ ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَۤاءِ 1 ﴿ Bunun mâkabliyle [önceki, öncesi] cihet-i irtibatı [bağlantı yönü] dörttür:

Birinci cihet: Arz ve sema, tev’em, yani ikizdirler; birbirinden ayrılmazlar. Zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi, bu cümlede de sema zikredilmiştir.

İkinci cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal [tamamlama] ve itmam [tamamlama] eden, ancak semavatın tanzimidir.

Üçüncü cihet: Evvelki âyet, ihsan [bağış] ve fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] delillerine işaret etmiştir. Bu âyet de, kudret ve azamete işaret ediyor.

Dördüncü cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir [boyun eğdirme] edildiğine işarettir.

﴾ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 2 ﴿ Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] irtibatı, üç çeşittir:

1. كُنْ 3 ile فَيَكُونُ 4 arasındaki irtibat gibidir. Nasıl ki memurun husulü [meydana gelme] كُنْ emrine bağlıdır; semavatın tesviyesi de, اِسْتَوٰى 5 ya bağlıdır.

2. Kudretin taallûkuyla iradenin taallûku arasındaki irtibat gibidir. Yani; اِسْتَوٰى iradenin taallûkuna, tesviye de kudretin taallûkuna benzer bir irtibattır.

3. Netice ile mukaddeme [başlangıç] arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın tesviyesi, mukaddemesi [başlangıç] olan اِسْتَوٰى ya terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder.

334

﴾ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ 1 ﴿ Bu cümle mâkabliyle [önceki, öncesi] iki vecihle [yön] merbuttur: [bağlı]

Birinci vecih: [yön] Bu cümledeki ilm-i küllî, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllînin vücuduna delildir.

İkinci vecih [yön] ise: Evvelki cümle kudret-i kâmileye, [mükemmel ve kusursuz kudret] bu cümle ise, küllî ve şumul[kapsam] ilme delâlet eder.

Cümlelerin nüktelerini [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

﴾ هُوَ الَّذِى 2 ﴿ ilâ âhir. [sonuna kadar] Bu cümle, mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlı değildir. Ancak, müste’nife olup, beş sual ile cevaplarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur.

هُوَ الَّذِى deki هُوَ 3 müptedadır. اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda [(gr.) isim cümlesinde özne] ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delâlet eder. Yani müştemilât[içindekiler] arziyenin halkı Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münhasır olduğu gibi, Hâlıkı da yalnız Cenâb-ı Haktır. [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Bu hasr, ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 4 cümlesinde اِلَيْهِ 5 nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilât[içindekiler] arziyenin halkı Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münhasırdır.

اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olmaktır. Burada mârife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malûm olduğuna işarettir. Yani, “Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müştemilât[içindekiler] arziyenin Hâlıkı olduğu malûm ve zahirdir.”

335

Menfaat için kullanılan لَكُمْ 1 ‘deki ل eşyanın hilkaten mübah, helâl, menfaatli olarak yaratılıp, bazı ârızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Meselâ ağyârın malı, ismet-i şeriye için haram olmuştur. İnsanın eti hürmet ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] için, zehir zarar için, lâşe [leş] eti necaset [pislik] için haram olmuşlardır.

Ve keza, herbir şeyde bir faide, bir menfaat olduğuna remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Ve keza beşer için herşeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Evet, hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun.

Ve keza, arzın karnında istikbal insanlarını intizar [bekleme] eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

لَكُمْ car ve mecrurunun مَافِى اْلاَرْضِ 2 üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evlâ olduğuna işarettir.

Umumu ifade eden مَا herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve teşvik içindir. فِى اْلاَرْضِ 3 ‘deki فِى ‘nin عَلٰى ‘ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrîsine [araştırma] insanları teşcî [cesaretlendirme] ettiğine işarettir.

Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemeyen anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve maddelerden, tekâlif-i hayatın [hayatla ilgili sorumluluklar ve yükümlülükler] zahmetlerinden müstakbelin [gelecek] insanlarını kurtaracak bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.

336

جَمِيعًا 1 arzdaki bazı eşyanın abes ve faidesiz olduklarına ait evhamı def etmek içindir.

﴾ ثُمَّ اسْتَوٰى 2 ﴿ ‘daki ثُمَّ 3 arzın hilkatiyle [yaratılış] semavatın tesviyesi arasındaki Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ef’al [fiiller, davranışlar] ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza, beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi arzın hilkatinden [yaratılış] rütbece uzak olduğuna delâlet eder.

İcâz ve ihtisar [kısaltma] için, اَرَادَ اَنْ يُسَوِّىَ 4 yerinde اِسْتَوٰى 5 denilmiştir. اِسْتَوٰى kelimesinin istimali, [çalıştırma, vazifelendirme] burada mecazdır. Yani, hedefe kastını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi, semavatın tesviyesini irade etmiştir.

﴾ اِلَى السَّمَۤاءِ 6 ﴿ Bu semadan maksat, semavatın maddesi olan buhardır.

﴾ فَسَوّٰيهُنَّ 7 ﴿ ‘deki ف tefrîi ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivâya bağlanması, فَيَكُونُ 8 ‘nün كُنْ 9 emrine veya kudretin taallûku iradenin taallûkuna veya kazânın [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] kadere olan terettüplerine [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] benziyor. Ve tâkibi ifade ettiğine göre, mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bazı fiilere imadır.

Takdir-i kelâm, نَوَّعَهَا وَنَظَّمَهَا وَدَبَّرَ اْلاَمْرَ بَيْنَهَا فَسَوّٰيهُنَّ ilâ âhir, [sonuna kadar] ‘den ibarettir.  

337

Yani, “Nevilere ayırdı, tanzim etti, aralarında lâzım gelen emirleri, tedbirleri yaptı, sonra yedi tabakaya tesviye etti.”

سَوّٰى Yani, “Muntazam, müstevi; envâı, [tür] eczaları mütesavi olarak yarattı.”

هُنَّ Bu zamirin cem’i, semavat olacak maddenin nevilere münkasım [kısımlara ayrılmış] olduğuna işarettir.

﴾ سَبْعَ 1 ﴿ tâbiri, semavat tabakalarının kesretine [çokluk] işarettir ve bu tabakaların teşekkülât-ı arziyenin edvar[devirler, asırlar] seb’asıyla [yedi] sıfât-ı seb’aya [yedi sıfat] münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğuna îmadır.

﴾ سَمٰوَاتٍ 2 ﴿ Bu semaların bir kısmı, seyyarat [gezegenler] balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; [tarla] bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan derâri yıldızlara bahçe ve bostandır.

﴾ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ 3 ﴿ Bu و atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyleyse, bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 4 “Öyleyse, bu büyük ecramın [büyük cisimler] Hâlıkı Odur.” وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ “Öyle ise o ecramdaki [büyük cisimler] san’atı tanzim, tahkim eden Odur.”

İlsakı ifade eden بِكُلِّ 5 kelimesindeki ب ilmin, malûmdan infikâk [ayrılma, ayrı düşme] ve infisalinin [görevinden ayrılma] mümkün olmadığına işarettir.

338

كُلِّ 1 tâmimi [genelleştirme, yayma] ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tâmimden [genelleştirme, yayma] hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla

مَا مِنْ عَامٍّ اِلاَّ وَقَدْ خُصَّ مِنْهُ الْبَعْضُ 2 olan kaide-i külliyeyi [genel kural] tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden [kapsam] hariç kalmıştır.

شَىْءٍ 3 Bu kelime vacip, mümkin, [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] mümtenie [imkansız] şâmildir. [içine alan]

عَلِيمٌ 4 Yani, zâtı ile ilim arasında zarurî, lüzumî sübut [bir şeyin var olması] vardır.

ba

339

﴾ وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰۤئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 1 ﴿

Yani, “Düşün o zamanı ki, Rabbin melâikeye [melekler] hitaben ‘Ben yerde bir halifeyi yaratacağım’ dedi. Melâike [melek] de ‘Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle Seni tesbih ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyoruz’ dediler. Rabbin de ‘Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum’ diye onlara cevap verdi.”

Arkadaş! Melâikenin [melekler] vücudunu tasdik ve kabul etmek, imanın rükünlerinden [esas, şart] biridir. Birkaç makamda bu rüknü [esas, şart] ispat ve izah edeceğiz.

Birinci makam: Arzın, ecram-ı ulviyeye [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] nisbeten pek küçük ve süflî [alçak] olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri [içecek servisi yapan, sunan kişi] olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder.

Evet, o burçlarda melâikenin [melekler] vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlûkatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki, nebatat, [bitkiler] balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki, pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar [ferahlama, rahatlama] bulunur. Fakat, o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından, o yüksek, müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] sarayları, sakinlerden boş, hâli [boş] olduğunu itikad [inanç] eder.

Melâikenin [melekler] vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüt, [tereddütsüz] o yüksek kasırların [köşk, saray] da hayat yeri ve onlarda da onlara münasip

340

sâkinler [içecek servisi yapan, sunan kişi] bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara [köşk, saray] mahsus ve münasip hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri [içecek servisi yapan, sunan kişi] pek uzak olduklarından, görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.

Binaenaleyh, arzın zevilhayatla [canlılar] dolu olmasından kat’iyetle anlaşılıyor ki, bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım [kısımlara ayrılmış] ve müştemil [içine alan, kapsayan] semavatta, şeriatın “melâike” [melekler] ile tesmiye [isimlendirme] ettiği zîhayatlar [canlı] mevcuttur.

İkinci makam: Bundan evvel ispat ve izah edildiği gibi, hayat, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keşşafıdır, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] belki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] neticesidir. Binaenaleyh, bu geniş fezanın [uzay] sâkinlerden [içecek servisi yapan, sunan kişi] ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâli [boş] olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ, [akıllılar, akıl sahipleri] akıl ve nakil ve manevî bir icmâ’ ve ittifakla melâikenin [melekler] mânâ ve hakikatlerine hükmetmişlerdir; fakat tâbirleri çeşit çeşittir. Meselâ, Meşşaiyyun, envâ-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] ile, İşrakiyyun ise ukûl [akıllar] ve erbabü’l-envâ [sahipler] ile, dinler dahi melekü’l-cibal, [dağlardan sorumlu olan görevli melek] melekü’l-bihar, [denizlerden sorumlu olan görevli melek] melekü’l-emtar [yağmurdan sorumlu olan görevli melek] gibi tâbirlerle tâbir etmişlerdir. Hattâ, akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melâikenin [melekler] mânâsını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sariye ile tâbir etmişlerdir.

S – Kâinatın irtibatını, hayatını temin için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi [yeterli] gelmez mi?

C – Senin dediğin o sâri [bulaşıcı] kanunlar, namuslar, itibarî ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] emirlerdir. Muayyen vücutları, müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların mâkesi [yansıma yeri] bulunan ve onların yularlarını ele alan melâike [melek] ile sabit olur.

341

Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid [cansız] âlem-i şehadete [görünen alem] vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan [birleşerek] hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha [ruhlar] münasip ve muvafık çok âlemlere müştemil [içine alan, kapsayan] olan âlem-i gayb, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] melâike [melek] ile dolu ve âlem-i şehadetin [görünen alem] hayatına mazhardır.

Hülâsa: [esas, öz] Melâikenin [melekler] mânâ-yı hakikati, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melâikenin [melekler] suretleri, eşkâlleri arasında, ukûl-u [akıllar] selimenin kabul ettiği vecihle, [yön] şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki, melekler mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] abddirler; emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım [kısımlara ayrılmış] ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve nuranî cisimlerdir.

Üçüncü makam: Arkadaş! Melâike [melek] meselesi öyle mes’elelerdendir ki, bir cüz’ün sübutuyla [bir şeyin var olması] küll [bütün] sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nevi tahakkuk [gerçekleşme] eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh, zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla melâikenin [melekler] vücuduna ve aralarında muhaverenin [karşılıklı konuşma] sübutuna [bir şeyin var olması] ve müşahedelerinin tahakkukuna [gerçekleşme] ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde, melâikenin [melekler] hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücutları hissedilmediği elbette muhaldir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] beşerin akaidine [iman esasları] karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılâpta [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike [melek] itikadının [inanç] bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebâdi-i zaruriyeden [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] tevellüd [doğma] etmemesi muhaldir. Herhalde beşerin bu umumî itikadı, [inanç] mebâdi-i zaruriyeden [zorunlu prensipler ve temel bilgiler] neş’et [doğma] eden ve müşahedat-ı vâkıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd [doğma] eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umumînin [çoğunluğun, genelin inancı] sebebi, kat’î bir surette manevî bir tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetini

342

veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin [melekler] müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat’î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike [melek] meselesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.

Hülâsa: [esas, öz] Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk [gerçekleşme] etse, bu nev’in vücudu tahakkuk [gerçekleşme] eder. Nev’in vücudu tahakkuk [gerçekleşme] etse, herhalde Şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.

Bu âyetin, sâbık [önceki, geçmiş] âyetle dört vecihle [yön] irtibatı vardır.

Birinci vecih: [yön] Bu âyetler, beşere verilen büyük nîmetleri tâdad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve arzın müştemilâtı [içindekiler] ona teshir [boyun eğdirme] edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de, beşerin arza hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.

İkinci vecih:1 [yön]

Üçüncü vecih: [yön] Evvelki âyetle, canlı mahlûkatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyetle de, o meskenlerin sâkinleri [içecek servisi yapan, sunan kişi] olan beşer ve melâikeye [melekler] işaret edilmiştir. Ve keza o âyet hilkatin [yaratılış] silsilesine, bu âyet ise zevi’l-ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.

Dördüncü vecih: [yön] Evvelki âyette hilkatten maksat beşer olduğu ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih [açık şekilde bildirme] edildiğinde sâmiin [dinleyen, işiten] zihnine geldi ki: “Bu kadar fesat, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibadet ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] için şu fesatçı beşerin vücuduna hikmetin iktiza[bir şeyin gereği] ve rızası var mıdır?” Sâmiin [dinleyen, işiten] bu vesvesesini def için şöyle bir işarette bulundu ki; Beşerin o şürur ve fesatları, onda vedia [emanet] bırakılan sırra mukabele [karşılama; karşılık verme]

343

edemez, affolur. Ve Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak, Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] ilmindeki bir hikmet içindir.

Cümlelerin arasındaki irtibata geldik.

﴾ وَاِذْ ﴿ Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ 1 cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi اِذْ diğer bir اِذْ ‘i iktiza [bir şeyin gereği] eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır:

اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً 2 ilâ âhir. [sonuna kadar] Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atıf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.

﴾ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً 3 ﴿ Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müşavere [istişare etme, danışma] yolunu öğretmekle beşerin hilâfetindeki hikmetin sırrını melâikeye [melekler] istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin [dinleyen, işiten] zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:

1. Melâike [melek] ne dediler?

2. Taaccüple hikmeti sordular.

3. Cinlere halife olmakla beraber, beşerde kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] ve şeheviye dahi ilâveten halk edilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesat yapacaklardır.

İşte Kur’ân-ı Kerim ﴾ قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ 4 ﴿ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melâikenin [melekler] sual-i taaccüp ve istifsarları bittikten sonra, sâmi, [dinleyen, işiten] Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] verilecek cevabı beklerken, Kur’ân-ı Kerim, ﴾ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 5 ﴿ cümlesiyle cevap vermiştir. Yani,

344

“Eşya ve ahkâm, [hükümler] sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebep olamaz. Benim, beşerin hilkati [yaratılış] hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hâtırası için, fesatlarını nazara almam.” ferman etmiştir.

Cümlelerin heyet ve nüktelerine [derin anlamlı söz] geldik:

﴾ وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ 1 ﴿ ilâ âhir. [sonuna kadar] Atfı ifade eden bu وَ münasebet-i atfiyenin iktizasına [bir şeyin gereği] binaen وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ cümlesine mâtufun-aleyh [ait olan] olmak üzere اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا 2 cümlesinin takdirine işarettir.

Ve keza اِذْ zaman-ı mâziyi [geçmiş zaman] ifade ettiği cihetle, sanki zihinleri, geçmiş zamanların silsilesine götürür veya o silsileyi bu zamana getirir, ihzar [hazırlama] eder ki, zihinler, o zamanlarda vukua gelmiş olan hadiseleri görsünler.

رَبُّكَ 3 Bu tâbir, melâikenin [melekler] aleyhine bir hüccet [delil] ve bir delildir. Yani, “Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki, fesatlarını izale [giderme] edesin. Demek, nev-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki, onların mefsedetlerini setrediyorsun.” [örtme]

لِلْمَلٰۤئِكَةِ 4 Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müşavere [istişare etme, danışma] şeklinde melâike [melek] ile yaptığı muhavere, [karşılıklı konuşma] melâikenin [melek] beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir.

345

Çünkü melâikenin [melekler] bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet [yazım] işlerini görüyor. Demek insanlarla alâkaları ziyade olduğundan, insanların ahvâline [haller] ehemmiyet veriyorlar.

اِنِّى 1 melâikenin, [melekler] اَتَجْعَلُ 2 ile yaptıkları istifhamdan [soru sorma] anlaşılan tereddütlerini reddetmekle, meselenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.

اِنِّى Burada ى mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] ile, وَاِذْ قُلْنَا 3 da mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] zamirinin zikirlerinden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] halk ve icad fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir. Bu nükteye [derin anlamlı söz] delâlet eden başka âyetler de vardır. Ezcümle,

اِنَّۤا اَنْزَلْنَۤا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَۤا اَرٰيكَ اللهُ * 4

âyet-i kerimesinde azamete delâlet eden نَا zamîr-i cem’î, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, بِمَۤا اَرٰيكَ اللهُ 5 de müfred [gr. tekil] hükmünde olan Lâfza-i Celâl, [“Allah” kelimesi] mânâları ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.

جَاعِلٌ 6 kelimesinin خَالِقٌ 7 kelimesine tercihen zikri: Melâikenin [melekler] medâr-ı şüphe ve mûcib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücut, hayr-ı mahzdır. [iyiliğin ta kendisi] Halk, Allah’ın fiilidir; Allah’ın fiili, lâyüs’eldir. Ancak melâikeyi [melekler] şüpheye dâvet eden ve istifsarlarına mûcip olan, جَعْل ‘dir. Yani, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beşeri, arzın tamirine tahsis etmesidir.

346

فِى اْلاَرْضِ 1 deki فِى nin عَلٰى ya tercihi; beşerin yer üstünde olduğu, عَلٰى kelimesinin mânâsına muvafık ve münasip iken, tercihan فِى ‘nin zikredilmesi, beşerin bir ruh gibi arzın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz [dağılıp yok olma] etmesiyle arzın yıkılmasına işarettir.

خَلِيفَةً 2 Bu tâbir, arzın, insanların hayatına elverişli şerâiti [şartlar] hâiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlûkun bulunmuş olduğuna ve o mahlûkun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. خَلِيفَةً tâbirinin bu mânâya delâleti, mukteza-yı hikmettir. [Allah’ın hikmetinin gereği] Amma meşhur olan mânâya nazaran, o idrakli mahlûk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele [değiş tokuş] edilmişlerdir.

﴾ قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ ﴿ 3 Bu cümle, müste’nifedir. Bu isti’naftan anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] melâike [melek] ile olan hitabı, sâmii [dinleyen, işiten] şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: “Acaba, melâikeler [melek] komşuluklarına gelecek insanları nasıl karşılayacaklardır? Hem onlarla beraber olmaya ve komşu olmaya rızaları var mıdır? Hem fikirleri nedir?”

Kur’ân-ı Kerim, اَتَجْعَلُ 4 cümlesiyle o suali cevaplandırmıştır.

S – قَالُۤوا اَتَجْعَلُ 5 ilâ âhir[sonuna kadar] cümlesi, اِذْ قَالَ 6 cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lâzımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?

347

C – Melâike [melek] arzın müekkelleri [görevli] bulundukları cihetle, arz, onların idaresinde olur. Bu itibarla, insanların arza halife kılınması hakkında melâikenin [melekler] fikirlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek lüzumu vardır. قَالَ – قَالُوا 1 tâbirleri, mukavele ve muhavere [karşılıklı konuşma] şeklinde müşavere [istişare etme, danışma] üslûbunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müşavereden [istişare etme, danışma] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Melâikenin [melekler] اَتَجْعَلُ 2 ile yaptıkları istifhamdan [soru sorma] maksat, جَعْل e itiraz, جَعْل i inkâr etmek değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fiillerine itiraz etmeye ismetleri mânidir. Ancak جَعْل in sebebi mahfî [gizli] olduğundan, taaccüple sebep ve hikmetini sormuşlardır. جَعْل tâbirinden anlaşılıyor ki, insanın ahvâli, [haller] vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır [bir şeyin gereği] ve ne de fıtratın icabıdır; ancak bir câilin ca’li iledir.

S – فِيهَا 3 Mesafe pek kısa olduğu halde, ikinci فِيهَا nin zikrine ne ihtiyaç vardır?

C – Birinci فِيهَا ile beşerin bir ruh gibi arza nüfuz etmesiyle arzı ihya [diriltme] etmesine; ikinci فِيهَا ise, beşerin fesadı dahi Azrail gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup arzı imatesine [öldürme, yok etme] işarettir. Demek beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç [netice verme] eden bir zehirdir.

مَنْ 4 Beşerden kinayedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] Kinayenin [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] tasrihe [açık şekilde bildirme] sebeb-i tercihi: Melâikenin [melekler] maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp, ancak kendilerine sakîl, [ağır] ağır gelen bir mahlûkun Allah’a isyan etmesine işarettir.

348

يُفْسِدُ 1 Fesadın “isyan”a bedel zikri, isyanlarının nizam-ı âlemin [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] fesadına sebep olacağına işarettir. Devam ile teceddüdü [yenileme] ifade eden muzâri sigasıyla fesadın zikredilmesi, melâikenin [melekler] asıl istemedikleri ve inkâr ettikleri, ancak isyanlarının devam ve istimrar [devam etme] ile vukua geleceğine ait olduğuna işarettir. Melâike, [melek] beşerin isyanlarının devam ve istimrarını, [devam etme] ya Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] i’lâmıyla bilmişlerdir veya Levh-i Mahfuza [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] bakıp ondan almışlardır veyahut insanlardaki kuvve-i gazabiye ve şeheviyeden anlamışlardır.

فِيهَا 2 Kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] ile arzda fesat hasıl olur; kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ve kıtale mahal olur. Halbuki arz, takvâ üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.

وَ ise, fesat ile sefk gibi iki rezileyi birbirlerine atf ve cem [toplama, bir araya gelme] eder. Çünkü fesat, sefk-i dimâya sebeptir.

يَسْفِكُونَ 3 ‘nin يَقْتُلُونَ 4 ye tercihen zikrinden anlaşılıyor ki, sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise, fesada daha münasiptir. Çünkü katlin ifade ettiği mânâ, katlin mübah kısmına da şâmildir: [içine alan] Cihadda veya bir cemaati kurtarmak için yapılan katller gibi ki, bu katl, fesada münasip olmaz.

اَلدِّمَۤاءَ 5 Sefk kelimesinin delâlet ettiği ırâka-i demdeki dem’i tekittir. [pekiştirme]

﴾ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ ﴿ 6 Beşerin ca’lindeki hikmeti soran

349

melâikeye, [melekler] sanki şöyle bir itiraz vârit olmuştur: “Beşerin Allah’a yapacağı ibadet ve takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] onun ca’line sebeb-i kâfi gelmez mi ki, ca’linin hikmetini soruyorsunuz?”

İşte vav-ı hâliye ile zikredilen وَنَحْنُ نُسَبِّحُ 1 cümlesi, güya o itirazı ref etmeye işarettir.

  نَحْنُ 2 Maâsiden mâsum melâikenin [melekler] cemaatlerinden kinâyedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme]

Cümlenin cümle-i ismiye [isim cümlesi] şeklinde zikredilmesi, tesbihin melâikeye [melekler] bir seciye [huy, karakter] olduğuna ve melâikenin [melekler] tesbihata mülâzım [teğmen] ve müdavim olduklarına işarettir.

نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ “Bizler, bütün ibadetlerin Sana mahsus olduğunu kâinata ilân ve Cenâb-ı Ulûhiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celâl ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olduğuna itikad [inanç] ediyoruz.”

وَنُقَدِّسُ لَكَ 3 Bu ل , ya sıladır, bir mânâyı ifade etmez veya ta’lil ve sebebiyet içindir.

Birinci ihtimale göre نُقَدِّسُكَ takdirinde olur. Yani, “Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tathir [temiz tutma, temizleme] ediyoruz” demektir.

İkinci ihtimale nazaran, نُقَدِّسُ ِلاَجْلِكَ takdirinde olur. Yani, “Biz, nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalblerimizi mâsivândan [Allah’ın dışındaki herşey] çeviriyoruz” demektir.

350

Bu وَ ise, iki rezileyi cem’ [bir araya gelme] ve birbirine atfeden يُفْسِدُ 1 ‘deki و ‘ın aksine ve inadına olarak, biri takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] diğeri tesbih, iki fazileti cem’ [bir araya gelme] ve birbirine atfediyor.

﴾ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 2﴿ Bu cümle, melâikenin [melekler] istifsarından sonra, “Acaba Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istifsarlarına nasıl cevap verdi ve taaccüplerini ne ile izale [giderme] etti? Ve beşerin onlara tercihindeki hikmet nedir?” diye sâmiin [dinleyen, işiten] kalbine gelen suale icmalî [kısaca, özet olarak] bir cevaptır; tafsili sonra gelecektir.

اِنِّىۤ اَعْلَمُ 3 ‘deki اِنَّ tahkiki [araştırma, inceleme] ifade etmekle tereddüt ve şüpheyi def etmek içindir. Bu ise, müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olmayan nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] hükümlerde olur. Halbuki burada Allah’ın, halkın bilmediklerini bilmesi müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ve bedihî [açık, aşikâr] bir hükümdür; hâşâ, melâikenin [melekler] bu hükümde tereddütleri yoktur. Binaenaleyh, burada bu اِنَّ Kur’ân-ı Kerimin îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] için ihtisaren [kısaca, özetleyerek] icmâl [özet] ettiği birkaç cümleye işarettir.

1. Beşerdeki maslahatlar [amaç, yarar] ve beşerin hayr-ı kesîre nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir; [az kötülük] şerr-i kalîl için hayr-ı kesîri terk etmek, hikmete muhalifdir.

2. Beşerin hilâfete olan sırr-ı liyâkati, melâikece [melekler] meçhul, Hâlıkça [her şeyi yaratan Allah] malûmdur.

3. Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melâikece [melekler] meçhuldür.

4. اِنَّ ‘nin ifade ettiği tahkik, [araştırma, inceleme] bazen sarih [açık] hükme değil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımnî bir hükme râci [ait] olur. Burada اِنَّ ‘nin tahkiki, [araştırma, inceleme] لاَ تَعْلَمُونَ

351

kaydından istifade edilen hükm-ü zımnîye [gizli, örtülü hüküm] râcidir. [ait] Yani, “Sizler, muhakkak bilmiyorsunuz.” Ve keza Allah’ın ilmi lâzım, beşerin vücudu melzumdur.

Bu cümlede ilm-i İlâhinin vücuduna delâlet eden اَعْلَمُ 1 den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çünkü اَعْلَمُ nün delâletine göre, ilm-i İlâhî [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ve tahakkuk [gerçekleşme] etmiştir. Öyleyse beşerin vücudu herhalde olacaktır.

Melâikeye [melekler] verilen o icmalî [kısaca, özet olarak] cevabın tahkiki [araştırma, inceleme] hakkında اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ 2 âyetinden şöyle bir izahat alınabilir ki: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ef’âli, [fiiler, davranışlar] hikmetlerden, maslahatlardan [amaç, yarar] hâli [boş] değildir. Öyleyse mevcudat, [var edilenler, varlıklar] halkın malûmatında münhasır değildir. Öyleyse melâikenin [melekler] adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna [var olmama, meydana gelmeme] delil olamaz.

Ve keza, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olarak melâikeyi [melekler] yaratmıştır, şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behâim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına [bir şeyin gereği] göre, hayır ve şerre kadir ve câmi olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki, beşerin şeheviye ve gadabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine [akıl duygusu] münkad [boyun eğen] ve mağlûp olursa, beşer, mücahedesinden [Allah yolunda cihad etme] dolayı melâikeye [melekler] tefevvuk [üstün gelme] eder. Aksi halde, hayvanattan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.

ba

352

﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ 1 ﴾

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün eşyanın isimlerini Âdem’e (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye [melekler] göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melâike, [melek] dediler ki: “Seni her nekaisden [eksiklikler, kusurlar] tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve bütün sıfât-ı kemâliye [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ihsan [bağış] edici Sensin.” Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dedi ki: “Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisan ile izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”

 Mukaddeme

Bu tâlim-i esmâ [Hz. Âdem’e Allah tarafından isimlerin öğretilmesi] meselesi, ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melâikenin [melekler] inkârlarına karşı mu’cizesi olup, melâikeyi [melekler] inkârdan ikrara icbar [zoraki, zorlama] etmiştir; yahut melâikenin, [melekler] hilâfetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilâfete liyakatini melâikeye [melekler] kabul ettirmek için izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği bir mu’cizedir.

Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübînde [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mevcut olduğunu tasrih [açık şekilde bildirme] eden وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 2 âyet-i kerimesinin hükmüne göre;

353

Kur’ân-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, [dış ve iç yapı ile ilgili olarak] nassen ve delâleten, remzen [ince işaret] ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın [nebiler, peygamberler] kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’ân-ı Kerimin işârâtından [işaretler] fehmettiğime göre,Haşiye mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.

Birincisi: Nübüvvetlerini [peygamberlik] halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye [maddî ilerlemeler] için lâzım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci [cesaretlendirme] etmektir. Sanki Kur’ân-ı Kerim, enbiyanın [nebiler, peygamberler] kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın [ilerleme] esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, [düşünce ve tecrübelerin birikimi] çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.

Evet, mâzi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mâzide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:

1. İlk saat ve sefine, [gemi] mu’cize eliyle beşere verilmiştir.

2. Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında [iç] beşerin telâhuk-u efkârıyla [düşünce ve tecrübelerin birikimi] meydana gelen binlerce fünun [fenler, bilimler] sayesinde, وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1 âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur.

354

3. Bütün san’atların medarı [kaynak, dayanak] olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla [ilerleme] nev-i insan, [insan türü, insanlık] وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ 1 âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.

4. Yine telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ 2 âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.

5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj âleti, اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 3 âyetiyle işaret edilen Hazret-i Mûsâ’nın (a.s.) asâsından ders almıştır.

6. Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile husule [meydana gelme] gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (a.s.) mu’cizesinin ilhamatındandır. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ]

Hakikaten şu mu’cizelerle bu terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bilâ-tereddüt, [tereddütsüz] o mu’cizeler bu terakkiyata [ilerleme] birer mikyas [ölçü] ve nümunelerdir diye hükmeder.

Ve keza, يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا 4 âyet-i kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete [soğukluk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me’hazdır. [kaynak]

7. لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ 5 âyet-i kerimesinin—bir kavle [söz] göre—işaret ettiği

355

gibi, Hazret-i Yusuf’un (a.s.), Kenan’da bulunan babasının timsâlini görür görmez Züleyha’dan geri çekilmesi ve kervanları Mısır’dan avdet [geri dönme] ettiğinde Hazret-i Yakub’un اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ 1 yani, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin [cinlerden bir tür] Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret eden أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ 2 âyet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdâta nümûne ve me’hazdırlar. [kaynak]

8. “Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik” mânâsında عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ 3 olan âyet-i kerime, beşerin keşfiyatından [keşifler] radyo, papağan, güvercin gibi âlât [aletler] ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdır. [kaynak]

Ve hâkezâ, beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu âyetin nazmında [diziliş, tertip] dahi emsâli gibi üç vecih [yön] vardır.

· Birinci vecih: [yön] Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:

1. İnsanın hilkati [yaratılış] hakkında melâikenin [melekler] itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu âyetle, avam [halk] ve havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ikna eden tafsilât[ayrıntılar] bir cevap verilmiştir.

2. Evvelki âyette, beşerin hilâfet meselesi tasrih [açık şekilde bildirme] edilmiştir. Bu âyette ise, nev-i beşerin melâikeye [melekler] karşı gösterdiği mu’cize ile, dâvâ-yı hilâfeti ispat edilmiştir.

3. Evvelki âyette, beşerin melâikeye [melekler] tereccuh [üstün gelme] etmesine işaret edilmiştir. Bu âyette, tereccuhunun [üstün gelme] illetine [asıl sebep] işaret edilmiştir.

4. Beşerin arzda hilâfet-i kübrâya [insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi] mazhar [erişme, nail olma] olmasına evvelki âyetle

356

delâlet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar [erişme, nail olma] bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve bâtın havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] etmiş bir kabiliyettedir.

· İkinci vecih: [yön] Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا 1 cümlesi, اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ 2 cümlesinin mazmununu [mânâ, kavram] tahkik [araştırma, inceleme] ve icmâlini [özet] tafsil ve ibhamını [gizli, belirsiz bırakma] tefsirdir.

Ve keza, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır. [bağlı]

Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca [bir şeyin gereği] şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet [aday] kıldı. Sonra vaktâ [ne vakit] ki Âdem’i melâikeye [melekler] tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilâfet istihkakında [hak edilen pay] ilm-i esmâ ile mümtaz [seçkin] kıldı; makamın iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, eşyayı melâikeye [melekler] arz ve onlardan muaraza[karşı gelme, karşı koyma] talep etti; sonra melâike [melek] aczlerini hissetmekle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmetini ikrar ettiler. Kur’ân-ı Kerim, buna işareten,

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * 3

dedikten sonra, قَالُوا evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları

357

istifsardan pişman olarak سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 1 dediler.

Sonra vaktâ [ne vakit] ki istidatlarının [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] adem-i camiiyetinden dolayı, melâikenin [melekler] aczi zahir oldu; makamın iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, Âdem’in iktidarının beyanı icap [gerekli kılma] etti ki, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] tamam olsun. Bunun için, قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ 2 hitabıyla Âdem’e ferman etti.

Sonra, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki mesele tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmâlînin bu tafsilâta [ayrıntılar] netice kılınması makamın iktizasından [bir şeyin gereği] olduğuna binaen,

قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ * 3

Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”

Şu mukavele ve mükâlemeden [karşılıklı konuşma] anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melâikeye [melekler] sirayet [bulaşma] etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.

· Üçüncü vecih: [yön] Cümlelerin heyet ve nükteleri: [derin anlamlı söz]

﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا4 ﴿ Yani, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mebâdisini [başlangıçlar, belirtiler] tazammun [içerme, içine alma] eden âli [yüce] bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa [tarla] olarak yüksek bir istidatla [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] halk etmiştir ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ihata [herşeyi kuşatma] eden ulvî bir vicdan ve ihata[herşeyi kuşatma] on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet

358

 sayesinde, bütün hakaik-i eşya[varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki وَ şu mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan üç cümleye işarettir.

عَلَّمَ 1 Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilâfete mihver [eksen] olduğuna işarettir.

Ve keza, esmânın tevkîfine, yani Şâri’ [kanun koyucu] tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. [ince işaret] Zaten esmâ ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebât-ı vaz’iye, bunu teyid ediyor.

Ve keza, mu’cizenin vasıtasız Allah’ın fiili olduğuna imadır. Fakat felâsifeye [filozoflar] göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.

اٰدَمُ hilâfeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye [isimlendirme] edilen küre-i arzın [yer küre, dünya] sahibi şahs-ı mâhuttur. İsminin tasrihi, [açık şekilde bildirme] teşrif [şeref verme] ve teşhiri içindir.

اَلْاَسْمَۤاءَ 2 isim ve sıfat ve hâsiyet [özellik] gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım [kısımlara ayrılmış] olan lügatlardır. [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil]

عَرَضَهُمْ 3 Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya [Allah’ın isimleri] rücûundan, ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail [inanmış] olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.

كُلَّهَا 4 Âdem’in melâikeden [melekler] cihet-i imtiyazı ve melâikenin [melekler] muarazadan [karşı gelme, karşı koyma] sebep

359

ve medâr-ı aczi, esmânın heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] olduğuna işarettir. Yoksa esmânın bir kısmını, belki kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] melekler de bilirler.

﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ 1

ثُمَّ 2 terâhî ve bu’d-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir. هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ Yani, “Âdem sizden daha kerim ve hilâfete daha müstahak ve lâyıktır.”

عَرَضَهُمْ Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envâı [tür] da bast edilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, [var edilenler, varlıklar] müdrik [idrak eden, kavrayan, anlayan] ve âlimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle [belirme, görünme] temellük [sahiplenme] eder.

  هُمْ 3müzekker ve âkıllar [akıllı] cemaatinden kinayedir. [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] Burada müzekkerin [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] müennese [Arapça’da dişiliği ifade eden kalıp] ve âkılın [akıllı] gayr-ı âkıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya ircâ [döndürme] edilmiştir. Bu itibarla, هُمْ kelimesinde bir mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] iki tağlib vardır. Bu mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ile o tağlibleri icbar [zoraki, zorlama] eden esbab, [sebebler] عَرَضَ 4kelimesinin işaret ettiği üslûptur. Çünkü melâikeye [melekler] envâ-ı eşyanın arzı, mânevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.

360

Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker [Arapça dilbilgisinde erkekliği ifade eden kalıp] ve âkil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.

عَلٰى arz edilenin levh-i a’lâda nakşedilen sûretler olduğuna işarettir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 1 Haşiye [dipnot]

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

ba

Allah’ın avn ü inayetiyle; [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ümidimin, iktidarımın fevkinde [üstünde] şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe [telif eden, kitap yazan] ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle [ciddi gayret] bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kur’ân‘daki [Kur’ân’ın nazmı, Kur’ân’ın mübarek kelime ve âyetlerinin tertip, diziliş ve düzeni] îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] olan i’câzı, [mu’cize oluş] kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti [ciddi gayret] yetişti, ikmâline [tamamlama, tam olarak yapma] muvaffak oldum.

 Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

 Abdülmecid