MEKTUBAT – Yirmi Üçüncü Mektup (393-400)

393

Yirmi Üçüncü Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ عُمْرِكَ وَذَرَّاتِ وُجُودِكَ * 3

AZİZ, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim,

Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, [yer ve zaman farklılığı] sohbetlerine ve ünsiyetlerine [alışkanlık, âşinalık / dostluk] bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, [batı] biri mazide, biri müstakbelde, [gelecek] biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. Sizi her sabah yanımda tasavvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü—Allah [(mirasta) üçte bir] kabul etsin—size veriyorum. Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz. İnşaallah her vakit hissenizi alırsınız.

Sizin dünyaca bazı müşkülâtınız, senin hesabına beni bir parça müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Fakat madem dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır vardır; senin bedeline “Yâ Hû [ey Allah’ım] bu da geçer” kalbime geldi. لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ اْلاٰخِرَةِ 4 düşündüm.

اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ 5 okudum. 6 اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ dedim. Senin yerine

394

teselli buldum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir.1 İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın. Sözlerin neşrine mânilerin çoğalması sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin. İnşaallah, neşrettiğin miktar bir rahmete mazhar [erişme, nail olma] olduğu zaman, pek bereketli bir surette o nurlu çekirdekler, kesretli [çokluk] çiçekler açacaklar.

Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galip Sözler ve Mektuplar, ihtiyarsız, [irade dışı] def’î [bir anda, kısa zamanda] ve âni bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile, Eski Said gibi kuvve-i ilmiye [ilmî güç] ile düşünüp cevap versem, sönük düşer, noksan olur. Bir miktardır ki, tulûat-ı [doğma] kalbiye tevakkuf [durağan olma] etmiş, hafıza kamçısı kırılmış. Fakat cevapsız kalmamak için gayet muhtasar [kısa] birer cevap yazacağız.

BİRİNCİ SUALİNİZ: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit [şartlar] dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün [kabul şartları] içtimaı [bir araya gelme, toplanma] nisbetinde makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ziyadeleşir.

Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar [af dileme] ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur.

· Hem بِظَهْرِ الْغَيْبِ 2 yani gıyaben ona dua etmek,3

· Hem hadîste ve Kur’ân’da gelen me’sur [tesirli] dualarla dua etmek; meselâ,

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ لِى وَلَهُ فِى الدِّينِ وَالدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ * 4

رَبَّنَۤا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ * 5

gibi câmi dualarla dua etmek

395

· Hem hulûs [halis, paklık] ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek,

· Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

· Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

· Hem Cumada, hususan saat-i icabede, [duaların kabul edildiği saat]

· Hem şuhur-u selâsede, [üç aylar] hususan leyâli-i meşhurede,

· Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] dua etmek, kabule karîn [birşeyin beraberinde, eşiğinde olan] olması rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kaviyen [kuvvetle] me’muldür.1 [beklenilen, ümid edilen]

O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi [sonsuz âhiret hayatı] cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez,2 belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.

İKİNCİ SUALİNİZ: Sahabe-i Kiram Hazeratına [hazretler; saygıdeğer olanlar (saygı maksadıyla kullanılan bir ifadedir)] radıyallahu anh denildiğine binaen, başkalara da bu mânâda söylemek muvafık mıdır?

Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekremin bir şiârı [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmı gibi radıyallahu anh terkibi Sahabeye mahsus bir şiar [işaret, nişan] değil. Belki Sahabe gibi, veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] denilen velâyet-i kübrâda [en büyük velâyet] bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, [dört imam] Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada Sahabeye radıyallahu anh, Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] ve Tebe-i Tâbiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferahullah [Allah onu bağışlasın] ve evliyaya kuddise sirruhu denilir.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatlerin şahları, aktabları [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] mı efdaldir?

396

Elcevap: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Malik, Şâfiî, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ibni Hanbel şahların, aktabların [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] fevkindedirler. [üstünde] Fakat hususî faziletlerde Şâh-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, [esas, önder, direk, eksen] bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için, umum müçtehidîn, aktabdan [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, [dört imam] Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.

DÖRDÜNCÜ SUALİNİZ: اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ 1 de hikmet ve gaye nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismi mukteza[bir şeyin gereği] olarak, vücud-u eşyada, [eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vaz etmiş. Sabırsız adam, teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut [istek] damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise, müşkülâtın anahtarıdır ki, اَلْحَرِيصُ خَۤائِبٌ خَاسِر 2 * وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ 3 durub-u emsal [ata sözleri] hükmüne geçmiştir. Demek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve tevfiki, [başarı] sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:

Biri: Mâsiyetten [günah] kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvâdır; اِنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ 4 sırrına mazhar [erişme, nail olma] eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

  اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ 5 * وَاللهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ 6 şerefine mazhar [erişme, nail olma] ediyor.

397

Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun [içerme, içine alma] eder. Ve ef’âlini [fiiler, davranışlar] tenkit ve rahmetini ittiham [suçlama] ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekvâ [şikayet] suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekvâ [şikayet] Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın اِنَّمَۤا اَشْكُوا بَثِّى وَحُزْنِى اِلَى اللهِ 1 demesi gibi olmalı. Yani, musibeti Allah’a şekvâ [şikayet] etmeli; yoksa Allah’ı insanlara şekvâ [şikayet] eder gibi “Eyvah! Of!” deyip “Ben ne ettim ki bu başıma geldi?” diyerek âciz insanların rikkatini [acıma] tahrik etmek zarardır, mânâsızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete [Allah’ın sevgisini kazanma makamı] kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile [mükemmel kulluk vazifesi] cânibine [taraf, yön] sevk ediyor.

BEŞİNCİ SUALİNİZ: Sinn-i mükellefiyet [dinî emir ve yasaklarla sorumlu olma yaşı] on beş sene kabul ediliyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm nübüvvetten [peygamberlik] evvel nasıl ibadet ederdi?

Elcevap: Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın, Arabistan’da çok perdeler altında cereyan eden bakiye-i dini [dinden geriye kalan şeyler] ile. Fakat farziyet [farz olma] ve mecburiyet suretiyle değil, belki ihtiyarıyla ve mendubiyet [emir olmadığı halde, yapılması hayır ve sevap olan işler] suretiyle ibadet ederdi.2 Şu hakikat uzundur; şimdilik kısa kalsın.

ALTINCI SUALİNİZ: Sinn-i kemâl [olgunluk yaşı] itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin [peygamberlik] gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin [mutlulukla geçen ömür, Peygamberimizin altmış üç yıl olan saadetli ömrü] altmış üç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevap: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki:

Nübüvvet [peygamberlik] gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. [yükümlülük, sorumluluk] Melekât-ı akliye [aklî melekeler, [alışkanlık] yetenekler] ve istidâdât-ı kalbiyenin [kalpteki yetenekler] inkişafı [açığa çıkma] ve tekemmülü [mükemmelleşme] ile o ağır mükellefiyet [yükümlülük, sorumluluk] tahammül edilir. O tekemmülün [mükemmelleşme] zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin [duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik] galeyanlı hengâmı [ân, zaman] ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî [Allah tarafından olan] ve uhrevî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] olan

398

vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ittihamından [suçlama] çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde [âhirete ait ameller, işler, fiiller] çabuk o ittihamdan [suçlama] kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan [kötü düşünce] kurtulur, halâs [kurtulma] olur.

Amma ömr-ü saadetinin [mutlulukla geçen ömür, Peygamberimizin altmış üç yıl olan saadetli ömrü] altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Şer’an ehl-i iman, [Allah’a inanan] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya [en yüce mertebe] gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor.

YEDİNCİ SUALİNİZ:

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ * 1

hadîs midir? Bundan murad nedir?

Elcevap: Hadîs olarak işitmişim. Murad da şudur ki:

En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tâbi olur.

Senin levhanda gördüğün ikinci parçanın sahih sureti şudur ki: Ben başımın üstünde onu bir levha-i hikmet [faydalı bilgi tablosu] olarak tâlik [sonraya bırakma] etmişim. Her sabah ve akşam ona bakarım, dersimi alırım:

399

Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise herşey dosttur.

Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya [nebiler, peygamberler] ve melâike [melek] ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder.

Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur.

Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâ[gönül hoşnutluğu] bulur, rahmete gider.

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan [dünya sevgisi] kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.

Yedinci meselenize bir sekizinciyi ben ilâve ediyorum. Şöyle ki:

Bir iki gün evvel bir hâfız, Sûre-i Yusuf’tan bir aşir, [Kur’ân-ı Kerimden on âyetten oluşan bir bölüm] tâ تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى باِلصَّالِحِينَ 1 e kadar okudu. Birden âni bir nükte [derin anlamlı söz] kalbe geldi. Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yardım eden, küçük değildir. Öyle ise, “Şu küçük bir nüktedir; [derin anlamlı söz] şu izaha ve ehemmiyete değmez” denilmez. Elbette şu çeşit mesâilde [meseleler] en birinci talebe ve muhatap olan ve nüket-i Kur’âniyeyi [Kur’ân-ı Kerimdeki ince noktalar] takdir eden İbrahim Hulûsi, o nükteyi [derin anlamlı söz] işitmek ister. Öyle ise dinle:

En güzel bir kıssanın güzel bir nüktesidir. [derin anlamlı söz] Ahsenü’l-kasas [Kur’ân’daki kıssaların en hoş ve güzel olanı] olan kıssa-i Yusuf [Hz. Yusuf’un hikâyesi] aleyhisselâmın hâtimesini [son] haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ âyetinin ulvî ve lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] ve müjdeli ve i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] bir nüktesi [derin anlamlı söz] şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların âhirindeki zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus [hususan, özellikle] kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda [ân, zaman] mevtini [ölüm] ve firakını [ayrılık] haber vermek daha elîmdir; dinleyenlere eyvah dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i

400

Yusuf’un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır [Mısır Mâliye Bakanı] olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, [ân, zaman] Hazret-i Yusuf’un mevtini [ölüm] şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:

Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar [erişme, nail olma] olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar [erişme, nail olma] oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn [doğru görüşlü] bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar [erişme, nail olma] olsun.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bak ki, kıssa-i Yusuf‘un [Hz. Yusuf’un hikâyesi] hâtimesini [son] ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf [eseflenme, üzülme] değil, belki bir müjde ve bir sürur [mutluluk] ilâve ediyor. Hem irşad [doğru yol gösterme] ediyor ki:

Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.

Hem Hazret-i Yusuf’un âli [yüce] sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor:

Dünyanın en parlak ve en sürurlu [mutluluk] hâleti [durum] dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun [aşık] etmiyor; yine âhireti istiyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî