SÖZLER – On Birinci Söz (177-190)

177

On Birinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا * وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا * وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا * وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا * وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا * وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا * وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا .. الخ * 1

EY KARDEŞ! Eğer hikmet-i âlemin [âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] tılsımını ve hilkat-i insanın [insanın yaratılışı] muammasını ve hakikat-i salâtın [namazın hakikati] rümuzunu [ince işaretler] bir parça fehmetmek [anlamak] istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, [cevherler] elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sanayi-i garibede [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye [şaşırtıcı fen ve ilimler] marifeti, [Allah’ı bilme ve tanıma] ihata[herşeyi kuşatma] varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya [güzel san’atlar, estetik bilimleri] ilim ve ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] varmış.

İşte her cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] dahi istedi ki, bir meşher [sergi] açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında [bakışlar, dikkatler] saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin [Allah’ı bilme ve tanıma] garibelerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech [cihet, yön, taraf] ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla [inceliklere nüfuz eden bakış] görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla [başkasının bakışı] baksın.

178

Bu hikmete binaen, cesîm [büyük] ve geniş ve muhteşem bir kasrı [köşk, saray] yapmaya başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla [süslenmiş] süslendirip, kendi dest-i san’atının [san’at eli] en lâtif, [berrak, şirin, hoş] en güzel eserleriyle ziynetlendirip, fünun-u hikmetinin [felsefeye dayalı bilimler] en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun [ilimler] âsâr-ı mucizekârâneleriyle [mu’cize eserleri] donatarak tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ettikten sonra, herbir taam [gıda, yiyecek] ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini cami’ [kapsamlı] sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehâvetkârâne [cömertçe] ve san’atperverâne bir ziyafet-i amme [genel ziyafet] ihzar [hazırlama] etti ki, güya herbir sofra yüz sanayi-i lâtifenin [güzel, ince san’atlar] eserleriyle vücut bulmuş gibi, kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra, aktâr-ı memleketindeki [memleketin dört bir yanı] ahali ve raiyetini [halk] seyre ve tenezzühe [ferahlama, rahatlama] ve ziyafete davet etti.

Sonra, bir yaver-i ekremine [çok değerli, yüksek rütbeli memur] sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının [içindekiler] mânâlarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki, sarayın sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sarayın müştemilâtıyla [içindekiler] ahaliye tarif etsin; ve sarayın nakışlarının [işleme] rümuzlarını [ince işaretler] bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki [içyüz] manzum [düzenli] murassâlar [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve mevzun [ölçülü] nukuş [işlemeler] nedir, ve ne vech [cihet, yön, taraf] ile saray sahibinin kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hünerlerine delâlet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin; ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] dairesinde teşrifat [kabul töreni, protokol] merasimini tarif etsin.

İşte, o muarrif [tanıtıcı, tarif edici] üstadın herbir dairede birer avenesi [yardımcı] bulunuyor. Kendisi, en büyük dairede, şakirtleri [öğrenci] içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın [köşk, saray] meliki [hükümdar] olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla [açığa çıkarma, gösterme] ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız.

“Hem şu tezyinatla [süslemeler] kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan [beğenme, güzel bulma] ile kendinizi ona sevdiriniz.

179

“Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.

“Hem şu görünen in’âm [nimet verme] ve ikramlarla size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz.

“Hem şu kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] âsârıyla [eserler/asırlar] mânevî cemâlini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeye ve teveccühünü [ilgi] kazanmaya iştiyakınızı [arzu, istek] gösteriniz.

“Hem bütün şu gördüğünüz masnuat [sanat eseri] ve müzeyyenat [süslemeler] üstünde birer mahsus sikke, [mühür] birer hususî hâtem, [mühür] birer taklit edilmez turra [mühür, nişan] koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti [el yapımı] olduğunu ve kendisi tek ve yektâ, [eşsiz] istiklâl ve infirad [tek başına olma] sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yektâ [eşsiz] ve misilsiz, [benzer] nazirsiz, [benzersiz] bîhemtâ [eşsiz, benzersiz] tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasip sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu: Kendini tanımış ve aklı başında ve kalbi yerinde oldukları için, o sarayın içindeki acaiplere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki, beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir? İçinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif [tanıtıcı, tarif edici] üstadın beyan ettiği nutkunu [konuşma] işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen [yönelen] gittiler ve dediler:

Esselâmü aleyke yâ eyyühe’l-üstad! [sana selâm olsun, ey üstad] Hakkan, [gerçekten] şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık ve müdakkik [dikkatli] bir muarrifi [tanıtıcı, tarif edici] lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.”

Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] dairesinde amel ettiler.

Onların şu edepli muamele ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden, onları has ve yüksek ve tavsif [bir sıfatla niteleme] edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan [bağış] etti. Hem öyle bir cevvâd-ı melike [çok cömert hükümdar] lâyık ve öyle mutî [emre uyan] ahaliye şayeste [layık] ve öyle edepli

180

misafirlere münasip ve öyle yüksek bir kasra [köşk, saray] şayan [layık, yaraşır] bir surette ikram etti. Daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler. Bütün o mehâsinden [güzellikler] gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] ve şakirtlerinin [öğrenci] ikazâtından [uyarılar] kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar [hazırlama] edilen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. Sâni-i Zîşânın [şanı yüce san’atkâr] düsturlarına [kâide, kural] karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o hâkim-i zîşan, [şanı yüce hükümdar] bu kasrı [köşk, saray] şu mezkûr [adı geçen] maksatlar için bina etmiştir. Şu maksatların husulü [meydana gelme] ise iki şeye mütevakkıftır: [bağlı]

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu [konuşma] işittiğimiz üstadın vücududur. Çünkü, o bulunmazsa, bütün maksatlar beyhude olur. Çünkü, anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir.

Demek, vücud-u üstad, [öğretmenin varlığı] vücud-u kasrın [köşkün, sarayın varlığı] dâisidir. Ve ahalinin istimâı, [dinleme] kasrın [köşk, saray] bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, [şanı yüce hükümdar] şu kasrı [köşk, saray] bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr [köşk, saray] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tahvil [değişme, dönüşme] edilecek.

Ey arkadaş, hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör.

İşte o saray şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir [aydınlatma] edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba [doğudan batıya] gûnâgûn [türlü türlü, renk renk] çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür. O melik [hükümdar] ise, ezel-ebed sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan bir Zât-ı Mukaddestir [her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah] ki, yedi kat semâvât ve arz [gökler ve yer] ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o Zâtı takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma]  

181

edip tesbih ediyorlar. Hem öyle bir Melik-i Kadîr [sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyin sahibi olan Allah] ki, semâvât ve arzı [gökler ve yer] altı günde yaratarak, Arş-ı Rububiyetinde [Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer] durup, gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp kâinat sahifesinde âyâtını yazan ve güneş, ay, yıldızlar emrine musahhar, [boyun eğdirilmiş] zîhaşmet [haşmetli, görkemli, heybetli] ve zîkudret [kudretli, güçlü, kuvvetli] sahibidir.

O sarayın menzilleri ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarzla tezyin [süsleme] ve tanzim edilmiştir. İşte, o sarayda gördüğün sanayi-i garibe [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] ise, şu âlemde görünen kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] mucizeleridir. Ve o sarayda gördüğün taamlar ise, şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlâhiyenin semerât-ı harikalarına [harika meyveler] işarettir. Ve oradaki ocak ve matbah [mutfak] ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. [yeryüzü] Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatte esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] cilvelerine misaldir. Ve temsilde gördüğümüz nakışlar [işleme] ve o nakışların [işleme] remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat [sanat eseri] ve mevzun [ölçülü] nukuş-u kalem-i kudrettir [Allah’ın kudret kaleminin işlemeleri] ki, Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] esmâsına delâlet ederler. Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Avânesi [yardımcılar] ise, enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmdır. Ve şakirtleri [öğrenci] ise evliya ve asfiyadır. [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde melâike [melek] aleyhimüsselâma işarettir. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. Ve o iki fırka ise: Burada birisi ehl-i imandır [Allah’a inanan] ki, kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] âyâtının müfessiri [açıklayan, yorumlayan] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şakirtleridir. [öğrenci] Diğer güruh ise, ehl-i küfür [inançsızlar] ve tuğyandır [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ki, nefis ve şeytana tabi olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] tanıyan, hayvan gibi, belki daha aşağı, sağır, dilsiz, dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] güruhudur.1

182

Birinci kafile olan süedâ [seyyidler, efendiler] ve ebrar [iyi insanlar] ise, zülcenâheyn [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] olan Üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubûdiyet [Allah’a kulluk] noktasında Rabbini tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eder ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâhında [Allah’ın yüce katı] ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; [Allah’ın elçisi] risalet [elçilik, peygamberlik] noktasında Rabbinin ahkâmını [hükümler] Kur’ân vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaat, o Resulü [Allah’ın elçisi] dinleyip Kur’ân’a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan namaz ile, birçok makamat-ı âliye [yüce makamlar] içinde çok lâtif [berrak, şirin, hoş] vazifelerle telebbüs [giyinme] etmiş gördüler. Evet, namazın mütenevvi [çeşit çeşit] ezkâr [zikirler] ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi, [görevler] makamatı mufassalan [ayrıntılı olarak] gördüler. Şöyle ki:

Evvelen: Âsâra [eserler/asırlar] bakıp, gaibâne [yüzyüze olmadan, gaybî olarak] muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehâsinine [güzellikler] temâşâger [seyirci, gözlemci] makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber dediler.

Saniyen: [ikinci olarak] Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] cilveleri olan bedâyiine [harika özellikler] ve parlak eserlerine dellâllık [davetçi, ilan edici] makamında görünmekle, Sübhanallah Velhamdülillâh diyerek takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] vazifesini ifa ettiler.

Salisen: [üçüncü olarak] Rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde [Allah’ın rahmet hazineleri] iddihar [biriktirme, depolama] edilen nimetlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında şükür ve senâ vazifesini edaya başladılar.

Rabian: [dördüncü olarak] Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] definelerindeki cevherleri, mânevî cihazat mizanlarıyla [ölçü] tartıp bilmek makamında tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve medih [övgü] vazifesine başladılar.

183

Hamisen: [beşinci olarak] Mistar-ı kader [kader şablonu] üstünde kalem-i kudretiyle [Allah’ın kudret kalemi] yazılan mektubât-ı Rabbâniyeyi [Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserler, varlıklar] mütalâa makamında tefekkür ve istihsan [beğenme, güzel bulma] vazifesine başladılar.

Sadisen: [altıncı olarak] Eşyanın yaratılışında ve masnuatın [san’at eseri] san’atındaki lâtif [berrak, şirin, hoş] incelik ve nazenin [ince, duyarlı] güzellikleri temâşâ ile tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] Sâni-i Zülcemâllerine [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] muhabbet ve iştiyak [arzu, istek] vazifesine girdiler.

Demek, kâinata ve âsâra [eserler/asırlar] bakıp, gaibâne [yüzyüze olmadan, gaybî olarak] muamele-i ubûdiyetle [kulluğa ait davranışlar] mezkûr [adı geçen] makamatta mezkûr [adı geçen] vezâifi [görevler] eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dahi muamelesine ve ef’âline [fiiler, davranışlar] bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde evvelâ Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kendi san’atının mucizeleriyle kendini zîşuura [akıl ve şuur sahibi] tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ 1 dediler. “Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki [san’at eseri] mu’cizelerindir.”

Sonra, o Rahmân’ın, kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele [karşılama; karşılık verme] edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 dediler.

Sonra, o Mün’im-i Hakikînin, [gerçek nimet verici olan Allah] tatlı nimetleriyle terahhum [acıma, şefkat etme] ve şefkatini göstermesine karşı, şükür ve hamd ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler, dediler:

سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ 3 “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun [bütün varlıkların Kendisine şükrettiği Allah] ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsânâtın açık lisan-ı hâlleri, [hal dili]

184

şükür ve senânızı okuyorlar. Hem, âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânâtıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem, rahmet ve nimetin manzum [düzenli] meyveleri ve mevzun [ölçülü] yemişleri, Senin cûd [cömertlik] ve keremine [cömertlik] şehadet etmekle, Senin şükrünü enzâr-ı mahlûkat önünde [bütün varlıkların gözü önünde] ifa ederler.”

Sonra, şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve kibriyâsının [azamet, büyüklük] izharına [açığa çıkarma, gösterme] karşı Allahu ekber deyip, tazim içinde bir aczle rükûa gidip, mahviyet [alçakgönüllülük] içinde bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Sonra, o Ganiyy-i Mutlakın, [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı, fakr ve hacetlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, dua edip, istemekle mukabele [karşılama; karşılık verme] edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 dediler.

Sonra, o Sâni-i Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kendi san’atının lâtiflerini, [berrak, şirin, hoş] harikalarını, antikalarını sergilerle teşhirgâh-ı enamda [yaratılmışların sergi yeri] neşrine karşı, Maşaallah2 deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış” deyip istihsan [beğenme, güzel bulma] ederek, Bârekallah [Allah mübarek etsin] deyip müşahede etmek, Âmennâ [“iman ettik”] deyip şehadet etmek, “Geliniz, bakınız,” hayran olarak Hayye ale’l-felâh [“Haydi kurtuluşa!”] deyip herkesi şahit tutmakla mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Hem o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed, kâinatın aktârında [bölgeler] kendi rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] saltanatını ilânına ve vahdâniyetinin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] izharına [açığa çıkarma, gösterme] karşı, tevhid ve tasdik edip Semi’nâ ve eta’nâ3 [“İşittik ve itaat ettik!”] diyerek itaat ve inkıyad [boyun eğme] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] izharına [açığa çıkarma, gösterme] karşı, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] içinde aczlerini,

185

ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet [Allah’a kulluk] ile ve ubûdiyetin [Allah’a kulluk] hülâsa[esas, öz] olan namaz ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Daha bunlar gibi gûnâgûn [türlü türlü, renk renk] ubûdiyet [Allah’a kulluk] vazifeleriyle şu dar-ı dünya [dünya yurdu] denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini [ömür borcu] ve vazife-i hayatlarını [hayat görevi] eda edip ahsen-i takvim [en güzel biçim, tam kıvam] suretini aldılar.1 Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman [inanmanın getirdiği bereket ve uğur] ile emn ü emanet2 [emniyet ve korkusuzluk] ile mücehhez, [cihazlanmış, donanmış] emin bir halife-i arz3 [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe [deneme alanı] ve şu destgâh-ı imtihandan [sınav tezgahı] sonra, onların Rabb-i Kerîmi, [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma [esenlik yurdu, Cennet] davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere [insan kalbi] hutur [akla gelme, kalbe doğma] etmemiş derecede4 parlak bir tarzda rahmetine mazhar [erişme, nail olma] etti ve onlara ebediyet ve bekà verdi.

Çünkü ebedî ve sermedî [daimi, sürekli] olan bir cemâlin seyirci müştâkı [arzulu, aşırı istekli] ve âyinedar [ayna olan, yansıtan] âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’ân şakirtlerinin [öğrenci] akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizleri onlardan eylesin. Âmin!

Amma, füccar [günahkârlar] ve eşrar [şerli ve kötü kimseler] olan diğer güruh ise, hadd-i bulûğ [ergenlik çağı] ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delillerine karşı küfür ile mukabele [karşılama; karşılık verme] edip ve bütün nimetlere karşı küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek ve bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kıymetsizlikle kâfirâne bir itham [suçlama] ile tahkir [aşağılama] ettiler. Ve bütün esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tecelliyâtına karşı red ve inkâr ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler, nihayetsiz bir azaba müstehak oldular.

186

Evet, insana sermaye-i ömür [ömür sermayesi] ve cihazat-ı insaniye, [insana ait cihazlar, duygular] mezkûr [adı geçen] vezâif [görevler] için verilmiştir. Ey sersem nefsim ve ey pürheves [heveslerinin peşinde koşan] arkadaşım! Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız [hayat görevi] yalnız terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] ile güzelce muhafaza-i nefis [kişinin kendisini ve canını koruması] etmek, ayıp olmasın, batın ve fercin [üreme organı, avret] hizmetine mi münhasırdır? Yahut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde derc [yerleştirme] edilen şu nazik letâif [duygular] ve mâneviyat ve şu hassas âzâ ve âlât [aletler] ve şu muntazam cevarih [organlar] ve cihazat ve şu mütecessis [araştıran, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan] havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyatın gaye-i yegânesi, [tek gaye] şu hayat-ı fâniyede [geçici, ölümlü hayat] nefs-i rezilenin, [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu] hevesât-ı süfliyenin [aşağılık arzular] tatmini için istimaline [çalıştırma, vazifelendirme] mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki, vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, [yerleştirilme gayesi] iki esastır:

Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas [hissettirme] ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip şükür ve ibadetini etmelisiniz.

İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] bütün tecelliyâtının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.

İşte, bu iki esas üzerine kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur. Bununla insan, insan olur.

İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

Meselâ, bir zat bir hizmetçisine yirmi altın verdi, ta mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas [elbise] alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın âlâsından mükemmel bir libas [elbise] aldı, giydi.

Sonra gördü ki, o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın verip, bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki, o sermaye, bir kat libas [elbise] almak için değil. Çünkü evvelki hizmetkâr yirmi altınla en âlâ kumaştan bir kat libas [elbise] almış olduğundan, elbette

187

bu bin altın bir kat libasa [elbise] sarf edilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas [elbise] için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından [elbise] elli derece aşağı bir libas [elbise] alsa, elbette o hâdim [hizmetçi] nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için, şiddetle tazip [azap verme] ve hiddetle te’dip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür [ömür sermayesi] ve istidad-ı hayatınızı, [hayat kabiliyeti] hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye [geçici dünya hayatı] ve lezzet-i maddiyeye [maddî lezzet] sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından [basit, aşağı] elli derece aşağı düşersiniz.

Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, [gerçeğin sırrı, iç yüzü] hem hayatının kemâl-i saadetini [tam ve mükemmel mutluluk] bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmâli [özet] dokuz emirdir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde [Allah’ın rahmet hazineleri] iddihar [biriktirme, depolama] edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] o esmâ ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, [dünya sergisi] mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] sana taktıkları garip san’atlarını ve lâtif [berrak, şirin, hoş] cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

Dördüncüsü: Lisan-ı hâl [hal dili] ve kalinle Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] dergâh-ı rububiyetine [yarattığı bütün varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın yüce katı] ubûdiyetini [Allah’a kulluk] ilân etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını [eserlerin iltifatları] gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye [insandaki ince ve yüce duygular] murassaâtıyla [süslenmiş]

188

bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin [Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah] nazar-ı şuhud [bakıp şahit olma] ve işhâdına görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayat [canlılar] olanların, tezahürât-ı hayatiye [hayat belirtileri ve görüntüleri] denilen, Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye [hayatın belirtileri, işaretleri] denilen, Sânilerine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tesbihatları; ve semerat [meyveler] ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata [hayatı veren Allah] arz-ı ubûdiyetlerini [kulluğu sergileme] bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î [ferdî, küçük] ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî [ölçü birimi] ittihaz [edinme, kabullenme] ile, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] sıfât-ı mutlakasını [sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] ve şuûn-u mukaddesesini [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î [ferdî, küçük] iktidarın ve cüz’î [ferdî, küçük] ilminve cüz’î [ferdî, küçük] iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin [âlem sarayı] senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Müdebbir [idare eden, çekip çeviren] bilmek lâzımdır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dair mânevî sözlerini fehmetmektir. [anlamak]

Dokuzuncusu: Acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ın, [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ve gınâ-yı Rabbâniyenin [herşeyi terbiye eden ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sonsuz zenginliği] derecât-ı tecelliyâtını [görünüm ve yansıma dereceleri] anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı [tür] miktarınca taamın lezzeti ve derecatı [dereceler] ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin [Allah’ın sınırsız zenginliği] derecatını [dereceler] fehmetmelisin.

İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, [özet] bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmâli [özet] şudur:

189

· Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin [hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler] fihristesi,

· hem şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve sıfât-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatları] nin bir mikyası, [ölçü]

· hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, [ölçü]

· hem bu âlem-i kebirin [büyük âlem, evren] bir listesi,

· hem şu kâinatın bir haritası,

· hem şu kitab-ı ekberin [en büyük kitap, kâinat] bir fezlekesi, [hülasa, öz]

· hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,

· hem mevcudata [var edilenler, varlıklar] serpilen ve evkata [vakitler] takılan kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bir ahsen-i takvimidir. [en güzel biçim, tam kıvam]

İşte, mahiyet-i hayatın [hayatın mahiyeti, esası, içyüzü] bunlar gibi emirlerdir.

Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi [görev şekli] şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektubedir. [yazılmış kelime] Kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılmış hikmetnümâ [hikmetli, anlamlı] bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esmâ-i Hüsnâya [Allah’ın en güzel isimleri] delâlet eder. İşte, hayatının sureti bu gibi emirlerdir.

Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati [gerçeğin sırrı, iç yüzü] şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] cilve-i Samediyete [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın isim ve sıfatlarının varlıklar üzerindeki yansımasının görünümü] âyineliktir. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi [odak noktası] hükmünde bir camiiyetle [kapsayıcılık] Zât-ı Ehad-i Samede [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] âyineliktir.

Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının âyinesinde temessül [belirme, görünme] eden Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] envârını [nurlar] hissedip sevmektir. Zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu [ışığın yansıması] yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkaran bir hadis-i kudsînin1 meâl-i şerifi [şerefli, yüce mânâ] olan

190

  مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ * اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ

denilmiştir.

İşte, ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta [gayeler] müteveccih [yönelen] olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri cami’ [kapsamlı] olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki, hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan muvakkat [geçici] huzûzât-ı nefsaniyeye, [nefsin hoşlandığı şeyler, zevkler ve hazlar] geçici lezâiz-i dünyeviyeye [dünyaya ait lezzetler] sarf edip zayi edersin? Eğer zayi etmemek istersen, geçen temsil ve hakikate remzeden [ince işaret]

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا * وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا * وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا * وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا * وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا * وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا * وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا * فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا * قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا * وَقَدْخَابَ مَنْ دَسّٰيهَا * 1

sûresindeki kasem [yemin] ve cevab-ı kasemi [yemine cevap] düşünüp amel et.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى شَمْسِ سَمَۤاءِ الرِّسَالَةِ وَقَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ اٰمِينْ اٰمِينْ اٰمِينْ * 2