İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – Lemeattan (241-253)

241

(Lemeattan)

Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer’î muvazeneleri [karşılaştırma/denge]

Birinci Harbin Mütareke [ateşkes] başında, bir Cuma gecesinde, bir rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] misalî âleminde, bir meclis-i azîmde benden sual ettiler:

“Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?” Asr-ı hazır meb’usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.

Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekâsı, hem kelimetullahın [Allah’ın sözü; Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerim] i’lâsı için, farz-ı kifâye-i [bir kısım Müslümanların yapması halinde diğerlerinin günahtan kurtuldukları farzlar—Cenaze namazı gibi] cihâdı, o lâzıme-i diyanet,

Deruhte [üstüne almak] ile, kendini yekvücud-u [tek vücud] vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâmın [İslâm milleti] felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet

İstikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. [zarar] Halini istikbale tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder zîhimmet.

Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi [asıl, esas, maya] olan şefkat, uhuvvet, [kardeşlik]

Tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,

Tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit

İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene [karşılaştırma/denge] istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet,

Esaslara dikkat et, âsarlara [eserler/asırlar] nazar et. Şimdiki medeniyet esâsâtı [esaslar] menfidir. Menfi olan beş esas ona temel, hem kıymet.

Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: [dayanak noktası] Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir [belirleyici özellik] tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.

242

Hedef-i kastı, [kastedilen hedef] fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir [belirleyici özellik] tezâhum [izdiham meydana getirme, sıkışma] ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu teâvün [yardımlaşma] bedeline bir düstur-u cidaldir. [mücadele prensibi] Cidâlin şe’ni [belirleyici özellik] budur: tenâzu[çekişme, çatışma] ve tedâfü‘. [müdafaa etme, savunma] Bundan çıkar sefalet.

Akvamların [kavimler] beyninde [arasında] rabıta-i esası: âharın zararına müntebih unsuriyet. [ırkçılık] Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, [ırkçılık] milliyet; şe’ni [belirleyici özellik] olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket. [mahvolma]

Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] hevesi teşci, [cesaretlendirme] teshil; [kolaylaştırma] hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefahet. [ahmaklık, beyinsizlik]

O hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] hem heves, şe’ni [belirleyici özellik] budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti [ahlâk, karakter] değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.

Şu medenîlerden çoğu eğer içi dışına çevirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; [domuz] sîreti [ahlâk, karakter] olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. [eserler/asırlar] Zemindeki mevâzin, mizanıdır [ölçü] şeriat.

Şeriatteki rahmet, semâ-i Kur’ân‘dandır. [Kur’an’ın semâsı, yüceliği] Medeniyet-i Kur’ân esasları müsbettir. [isbat edilmiş, sabit] Beş müsbet [isbat edilmiş, sabit] esas üzere döner çarh-ı saadet.

Nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir [belirleyici özellik] adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, [huzur] zâil [geçici, yok olucu] olur şekavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir [belirleyici özellik] muhabbet ve tecazüb. [birbirini cezbetme, çekme] Bundan çıkar saadet; zâil [geçici, yok olucu] olur adâvet. [düşmanlık]

Hayattaki düsturu, [kâide, kural] cidal [mücadele] kıtal yerine düstur-u teâvündür. [yardımlaşma kanunu] O düsturun şe’nidir [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüd; [dayanışma] hayatlanır cemaat.

243

Suret-i hizmetinde, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] heves yerine hüdâ-yı hidayettir. O hüdânın şe’nidir [belirleyici özellik] insana lâyık tarzda terakki [ilerleme] ve refahet, [bolluk, zenginlik, rahatlık]

Ruha lâzım surette tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tekâmül. [ilerleme, mükemmelleşme] Kitlelerin içinde cihetül-vahdeti de: Tard [kovma] eder unsuriyet, [ırkçılık] hem de menfi milliyet. [ırkçılık]

Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i îmânî. Şu rabıtanın şe’nidir [belirleyici özellik] samimî bir uhuvvet, [kardeşlik]

Umumî bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedafü. [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

Belki nev-i beşere tiryak [derman, ilaç] iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.

Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zalim ekallin [azınlık] olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.

Lâakal [en az] ekseriyete olsa medar-ı necat. [kurtuluş sebebi] Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.

Heves tahakküm [baskı] eder. Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] da müstebittir. [baskıcı, diktatör] Gayr-ı zarurî [zorunlu olmayan] hâcâtı havâic-i [hoppa, uçarı] zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, [helâl çalışma] masrafa etmemiştir kifayet. [yeterli olma]

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev’e vermiştir servet, haşmet.

244

Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr [zulüm, acımasızlık] ve hem hıyanet,

Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. MidesiHaşiye daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] istinkâf[çekimser kalma, uzak durma] mânidar, hem de bir câ-yı dikkat. [dikkat çekici]

Kabulde muztariptir, [çaresiz] soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-i Garrâda olan nur-u İlâhî, [Allah’ın nuru] hassa-i mümtazıdır istiğnâ-yı istiklâliyet.

O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm [baskı] etsin. Onda olan hidâyet,

Bundaki felsefe ile mezc [karışma, bütünleşme] olmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i iman beslediği şeriat,

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] tutmuş yed-i beyzâda [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] hakaik-i şeriat. [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] O yemîn-i [sağ taraf] beyzâda birer asâ-yı Mûsâdır. [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Sahhar medeniyet

İstikbalde edecek ona secde-i hayret. [hayret secdesi]

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev’emdi. Biri hayal-âlûddu, [hayalle karışmış] biri maddeperestti.

Su içinde yağ gibi imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] olamadı. Mürur-u zaman [zaman aşımı, zamanın geçmesi] istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Herbiri istiklâlini filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] hıfzeyledi. Hattâ el’an [şimdi] âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasuh [reenkarnasyon] başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide [ilerleme] yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.

245

Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı [doğuş yeri] başka çeşit olmuştu. Kur’ân’da olan nuru, şeriat hidayeti,

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezcu [karışma, bütünleşme] ittihadı. [birleşme]

O dehâ ile bu hüdâ [Allah] menşeleri ayrıdır. Hüdâ [Allah] semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ [Allah] kalbde işliyor; dimağı [akıl, beyin] da işletir.

Dehâ dimağda [akıl, beyin] işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ [Allah] ruhu eder tenvir, [aydınlatma] taneleri sünbüllettirir. [başak] Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver.

Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ [büyüyüp gelişme] buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, [Allah] hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor

İnsanı yükseltiyor.

Deccal-misalHaşiye dehâ-yı a’ver, bir dâr [yer] ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ [Allah] şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ zemine küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] perdesi çeker. Hüdâ, [Allah] şükran nurunu serper.

Bu sırdandır, dehâ a’mâ-i asam; hüdâ [Allah] semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasp ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.

Hüdânın nazarında, zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde

246

Serpilmiş olan niam, [nimetler] rahmetin semerâtı. [meyve] Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı,

Ne şu asrın san’atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, [düşünce ve tecrübelerin birikimi] semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, hususen şer-i Ahmedî,

İslâmî inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] neş’et [doğma] eden bir maldır. Kimse temellük [sahiplenme] etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:

Musibet olur her dem [an, vakit] hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille [tokat] vurdu, kazaya da çarptırdı.

Hangi ef’âlinizle [fiiler, davranışlar] kazaya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] İlâhî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-yı ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye. [büyük ve genel musibet] Dedim:

Beşerin dalâlet-i fikrîsi, [fikir sapkınlığı] Nemrudâne inadı,

Firavunâne gururu şişti şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. [yaratılış sırrı]

Semâvâttan indirdi

Tufan, tâun [salgın ve ölümcül hastalık] misali, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. [tokat] Demek ki şu musibet bütün beşer musibetiydi.

Nev’en umuma şamil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] gelen dalâlet-i fikri [fikir sapkınlığı] idi. Hürriyet-i hayvânî, hevânın istibdadı. [baskı ve zulüm]

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık-ı Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

247

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterâkim [birikmiş, yığılmış] zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

Biri müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve ihtiyarî; [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] biri menfi, ıztırarî. [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] Bütün âlâm, [elemler, acılar] mesâib, [musibetler, belâlar] a’mâl-i salihadır; [Allah için yapılan iyi işler] lâkin menfidir, ıztırarî. [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] Hadis teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu [beşte bir] dört milyonu çıkardı,

Derece-i velâyet, mertebe-i şehadet ile gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî bu sözü tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etti.

Ben de birden uyandım, belki yakaza [uyanıklık hali] ile yeni yattım. Bence yakaza [uyanıklık hali] rüyadır.

Rüya bir nevi yakazadır. [uyanıklık hali] Orada asrın vekili, burada Said Nursî.

• • •

Hakikî bütün elem dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün lezzet imandadırHayal libasını [elbise] giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşyar! [uyanık yoldaş] Sırat-ı müstakimin [dosdoğru yol] o meslek-i nuranî, [nurlu meslek, metod] mağdub ve dâllînin [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] o tarik-i zulmanî, [karanlıklı yol] tam farklarını görmek eğer istersen, ey aziz,

Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. [yokluk karanlıkları] O mezar-ı ekberi, [çok büyük mezar] o şehr-i pür-emvâtı [ölülerle dolu şehir] bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] kendi dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] bu zulümat-ı kıt’adan [karanlıklar ülkesi] bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bî-lezâiz. [zevksiz ve lezzetsiz şehir]

248

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, [varlık âlemi] o sahrâ-yı hâile. [ürperti veren çöl] Gözümüz de açıldı, şeş [altı] cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne [merhamet isteyene yakışır şekilde] önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, [belâ] elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehacüm [her taraftan hücum etme] eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie [tabiattaki unsurlar; dağ, taş, deniz vs. gibi] bakarız, ondan medet bekleriz.

Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiye, [sert, katı] merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.

Muztar [çaresiz] adamlar gibi meyusâne [ümitsiz] nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] bakarız; pek dehşetli, tehditkâr da görürüz.

Güya birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada [uzay boşluğu] pek sür’atli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger [eğer] birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el’iyâzü billâh, [Allah korusun] şu âlem-i şehadet [görünen alem] ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.

Meyusâne [ümitsiz] nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütalâa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin [ihtiyaç] sayhaları [ses, sesleniş] geliyor, binlerle fâkatlerin [yokluk] eninleri [inilti] çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş [korkma, çekinme] ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârâne vicdanımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz medet vermeliyiz. [yardım etme]

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücud-u adem [yokluk vücudu] içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atleri [genişlik] var; ger [eğer] dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zira mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] o yolda nazar-endaz. [bakan, seyreden]

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde’ [başlangıç] ve meâdi, [âhiret, dönülecek yer] hem Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve hem haşri muvakkat [geçici] unutmuşuz.

249

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş [altı] cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet [durum] almışız.

Ki yapılmış o hâlet, [durum] hem havf [korku] ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten [ümitsizlik] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] vicdan-sûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz. Vâesefâ görürüz

Ki âcize, [güçsüz, zayıf] zaife. Saniyen, [ikinci olarak] nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh [ilgi] ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.

Sâlisen, [üçüncü olarak] istimdatkârâne, [medet ve yardım istercesine] bir halâskârı [kurtulma] için bağırır, çağırırız. Ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.

Râbian, [sâlisenin altmışta biri] biz ecrâm-ı ulviyeye [gök cisimleri] baktıkça, onlar nazara verir bir havf [korku] ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş [korkma, çekinme] geliyor akıl-sûz, evham-sâz.

İşte, ey birader! Bu dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarikimiz sırat-ı müstakimdir, [dosdoğru yol] hem imanın yoludur. Delil ve imamımız inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve Kur’ân’dır, şehbâz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] rahmet ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] vaktâ [ne vakit] bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete etvâr [haller, tavırlar] üstünde perdâz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih [yöneltme] eyledi; nişan niyaz ve namaz.

Şu edvar [devirler, asırlar] ve etvârın, [haller, tavırlar] bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât [kolaylık] içindir ki kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne [kardeşçe] istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

250

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi [cesaretlendirmek] ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz. [yüksek ses]

Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine. Şehrâyin-i [şenlik] Rahmân, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahmân’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin [ince, narin, duyarlı] gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garip, yetim olmuştuk. Düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imanla [iman aydınlığı] o düşmanlara karşı bir rükn-ü metinimiz,

İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] eder düşmanları. O iman-ı billâhtır [Allah’a iman] ki ziya-yı ruhumuz, hem nur-u hayatımız, [hayat ışığı] hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda vaktâ [ne vakit] vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] ve âvâz. [yüksek ses]

Ondan belâya düştük. Zira âmâl, arzular, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve hissiyat, daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzar [ağlayıp inleme] ve niyaz.

Fakat, elhamdü lillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ki daim hayat verir o istidad [kabiliyet] âmâle; tâ ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] onları eder pervaz. [korku]

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat. [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] Hem istimdad [yardım dileme] ediyor, hem âb-ı hayatı [hayat suyu] içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdad, [medet noktası; yardım alınan nokta] o şevk-engiz remz [ince işaret] ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin [içinde inci bulunan kabuk] cevheri. İman burhanı [delil] Kur’ân. Vicdan, insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne [ince, narin, duyarlı] niyaz ve âvâz. [yüksek ses]

Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.

251

Hem ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] teselli, tahabbübü [karşılıklı sevgi gösterme] veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehadet [şehadet balı; İlâhî hakikatleri bilmenin ve idrak etmenin dünyadaki lezzeti] yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz. [kartal gibi uçan]

Harekât-ı ecrâma, [gökcisimlerinin hareketleri] ya nücum [yıldızlar] ya şümusa [güneşler] nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hikmetini, hem mâye-i ibreti, [ibret aynası, ibret levhası] hem cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] alır, ediyor pervaz. [korku]

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla [korkma, çekinme] sıkılmayınız. Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba, hoş teşrif [şeref verme] ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz. [ışık saçan güzel]

“Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi, isyansız, mutî [emre uyan] bir hizmetkârım..

“O Zât-ı Ehad-i Samed [herşey Kendisine muhtaç olduğu fakat Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve tek olan Zât, Allah] ki mahz-ı rahmetiyle [rahmetin tâ kendisi] hizmetinize beni musahhar-ı pürnur [nurlu, nur saçan hizmetkâr] etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere. [ay] Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisanla, “Ehlen sehlen [hoş safa [zevk, keyif] geldiniz] merhaba,” derler. “Hoş geldiniz. Bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla [düzenin işareti, göstergesi] dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah’ın her şeyi kuşatan rahmeti] birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

“Zelzele nâraları, hadisat sayhaları [ses, sesleniş] sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, [Allah’ı anmanın hoş, güzel nağmeleri] bir demdeme-i tesbih, [Allah’ı tesbih etmenin coşkulu sesleri] velvele-i nâz ü niyaz. [Allah’a yalvarıp yakarmanın heyecanlı, coşkun sesi]

“Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.” İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, [rahmet âyeti, delili] herbiri birer âvâz. [yüksek ses]

Ey mü’min-i kalb-i hüşyar! [kalbi uyanık mü’min] Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, [herkesin yas tutması, genel hüzün] hem vâveylâ-yı mevtî [ölüm çığlıkları] zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz [tatlı ve ahenkli ses] ü namaz, birer âvâz [yüksek ses] ü niyaz, birer tesbiha âğâz. [nâmeler, söylemler]

252

Dinle, havadaki demdeme, [gürültü, yüksek ses] kuşlardaki civcive, [kuşların coşkulu ötüşleri, şakımaları] yağmurdaki zemzeme, [ezgili, nağmeli ses] denizdeki gamgama, [bağırtı, haykırış] ra’dlardaki [gök gürültüsü] rakraka, [şimşek çaktığı zaman duyulan gök gürültüsü] taşlardaki tıktıka [taşların birbirine dokunması sonucu çıkan ses] birer mânidar nevaz. [tatlı ve ahenkli ses]

Terennümât-ı hava, [havanın çıkardığı güzel ve tatlı sesler] naarât-ı ra’diye, [gök gürültüsünün naraları] nağamât-ı emvac, birer zikr-i azamet. [büyüklüğün zikri] Yağmurun hezecâtı, [ölçülü nağmeler, sesler] kuşların seceâtı [sec’alar, kuşların çıkardıkları sesler] birer tesbih-i rahmet, [rahmet tesbihi, zikri] hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat [sesler] birer savt-ı vücuttur; [varlık sesi] ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit [sükut eden, susan kâinat] birden söze başlıyor: “Bizi câmid [cansız] zannetme, ey insan-ı boşboğaz!” [boşboğaz insan]

Tuyurları [kuşlar] söylettirir ya bir lezzet-i nimet, [nimetin lezzeti] ya bir nüzul-ü rahmet. [rahmetin inişi] Ayrı ayrı seslerle, küçük âğazlarıyla [ağızlar, nağmeler] rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz. [korku]

Remzen [ince işaret] onlar derler: “Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz.

“Şefkatle perverdeyiz, [beslenmiş, eğitilmiş] halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya [uzay] saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz. [çok nazlı sesler]

Güya bütün kâinat ulvî bir musikidir; iman nuru işitir ezkâr [zikirler] ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard [kovma] eder ittifak-ı evham-saz. [evham ve şüphe veren birlik]

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana [ölçü] çekeriz, ederiz yolları ber-endaz. [inceden inceye ölçerek]

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] yolu. O yol verir vicdana tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, [acı veren duygu] hem bir şedid [şiddetli] elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar [çaresiz] ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsas [hissettirme] da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryad ü fîzar [ağlayıp inleme] dinlenmez.

Hüdâ [Allah] ise şifâdır; hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] iptal-i histir. [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] Bu da teselli ister, bu da tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz, [yalancı ve aldatıcı istek ve arzular]

253

Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim [uyutma] edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, [çok acı veren sıkıntı, dert] vicdanı ihrak [yakma] eder; fîzâra [ağlayıp inleme] dayanılmaz, elem-i ye’s [ümitsizlik acısı] çekilmez.

Demek sırat-ı müstakimden [dosdoğru yol] ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet [durum] tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.

Demek heves, hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] eğlence, sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] memzuç [karışmış, karışık] olan şâşaa-i medenî, [medeniyetin şâşaası, gösterişi] bu dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz. [zehir veren, zehir yapan]

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti [durum] hissettik. O hâletle [durum] oluyor hayat maden-i lezzet; [lezzet kaynağı] âlâm [elemler, acılar] olur lezâiz. [lezzetler]

Onunla bunu bildik ki mütefavit [birbirinden farklı] derecede, kuvvet-i iman [iman gücü] nisbetinde ruha bir hâlet [durum] verir. Ceset ruhla mültezdir, [kendisiyle rahatlama ve lezzet alma] ruh vicdanla mütelezziz. [lezzet alan]

Bir saadet-i âcile, [peşin mutluluk] vicdanda münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş] Bir firdevs-i mânevî, [mânevî cennet, cennet nimeti gibi] kalbinde mündemiçtir. [içinde bulunan] Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz. [sırların şiarı, sırları gizleyen perde, alamet, belirti]

Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas [hissettirme] verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâ[kış] yaz.

Vicdanda firdevslerin [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] kapıları açılır. Dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız eder pervâz ü perdâz, [kanat çırparak uçan] olur şehbâz ü şehnâz, [kahramanlık ve güzellik] yelpez [yelpaze] namaz ü niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ، اٰمِينَ * 1

• • •