LEM’ALAR – Yirmi Dördüncü Lem’a (317-329)

317

Yirmi Dördüncü Lem’a [parıltı]

 Tesettür hakkındadır

On Beşinci Notanın [bildiri] İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmi Dördüncü Lem’a [parıltı] olmuştur.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَۤاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ * 1

 (ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] görmüyor, bir esarettir diyor.Haşiye [dipnot]

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu hükmü tam fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî [yaratılışa uygun olmayan] olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız dört hikmetini beyan ederiz.

BİRİNCİ HİKMET

Tesettür, kadınlar için fıtrîdir [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve fıtratları iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği

318

yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir meyli var.

Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan [suçlama] korkar; taarruza mâruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın.

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş [fuhşa girme, ahlâksızlık] ve tefessüh [bozulma] etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîütteessür [çabuk üzülen, çabuk ve kolay etkilenen] olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren [zehirleyen, kirleten] pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ [şikayet] ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü [tesettürün kaldırılması] hilâf-ı fıtrattır. [yaratılışa ters] Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olmakla beraber, o maden-i şefkat [şefkat kaynağı] ve kıymettar birer refika-i ebediye [sonsuz hayatta hayat arkadaşı olacak kadın] olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, [alçalış, düşüş] zilletten [alçaklık] ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf [korkuya düşme, korkma] var. Tahavvüf [korkuya düşme, korkma] ise, fıtraten, tesettürü iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Çünkü, sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled [çocuk] yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz [koruyucusuz] bir veledin [çocuk] terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle [çokluk] vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] fıtratı korkar ve cibilliyeti [yaratılıştan gelen huy, karakter] sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] iştihasını [arzu, istek] açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati [yaratılış] emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı

319

olduğunu gösteriyor. Mesmûâtıma [dinlemeye değer, duyum, duyulmuş şey, söz, bilgi] göre, merkez ve payitaht-ı hükûmette, [başkent] çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!

İKİNCİ HİKMET

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] mahsus bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] değildir. Belki hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi bir refika-i hayattır. [hayat arkadaşı, eş]

Madem hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi kocasına refika-i hayattır; [hayat arkadaşı, eş] elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine [güzellikler] celb [çekme] etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası, sırr-ı imana [iman sırrı] binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] münhasır ve yalnız hayvânî ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat [geçici] bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] dahi bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil, o da kendi mehâsinini [güzellikler] onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı insaniyettir. [insanlığın gereği] Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv [denk] olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv [denk] ve denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını [arkadaş, yoldaş, yardımcı] hayat-ı ebediyede [sonsuz âhiret hayatı] kaybetmemek için mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl [yazık] o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] girer.

320

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl [yazık] o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını [günah] ve sefahetini [ahmaklık, beyinsizlik] taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.

ÜÇÜNCÜ HİKMET

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, [hayatın mutluluğu] koca ve karı mâbeyninde [ara] bir emniyet-i mütekabile [karşılıklı güven] ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil [karşılıklı] hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile [karşılıklı saygı göstermek] gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşire misilli [benzer] mahremlerine karşı fıtraten şehvânî [şehvetle ilgili] his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet [yakınlık] ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrua[dine uygun, helâl sevgi] ihsas [hissettirme] ettiği cihetle, nefsî, şehvânî [şehvetle ilgili] temâyülâtı [eğilim gösterme, ilgi ve istek duyma] kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî [alçak] nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. [eşit] Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farika[ayırt edici işaret] olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, [arzulu bakış] bir kısım süflî [alçak] mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir! [insanlığın alçalışı]

DÖRDÜNCÜ HİKMET

Malûmdur ki, kesret-i nesil, [neslin çokluğu] herkesçe matluptur. [istek] Hiçbir millet ve hükûmet

321

yoktur ki, kesret-i tenasüle [neslin çoğalması] taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ * 1

(ev kemâ kàl.) Yani, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle [çokluk] iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, [kaldırma] izdivacı [evlenme] teksir [çoğalma] etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî [yüzyıl/modern] bir genç dahi refika-i hayatını [hayat arkadaşı, eş] namuslu ister. Kendi gibi asrî, [yüzyıl/modern] yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk [mânevî yol alma] eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alamaz. Çünkü kadının—aile hayatında müdir-i dahilî [iç işleri yöneten] olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan—en esaslı hasleti [huy, karakter] sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet [huy, karakter] olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, [kötü ahlâk] kötü haslet [huy, karakter] sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir.Onun için, o erkek inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına alınmaz, başka kadınları da nikâh [evlenmek] edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride [soğuk memleketler] olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani âlem-i İslâm [İslâm âlemi] kıt’ası, [dünyanın kara paçalarından her biri] ona nisbeten memâlik-i harredir. [sıcak memleketler] Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid [soğuk] memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi [hayvansal hisler, arzular] tahrik etmek ve iştahı [şiddetli istek, arzu] açmak için

322

açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta [kötüye kullanma] ve isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] medar [kaynak, dayanak] olmaz. Fakat seriütteessür [çabuk ve kolay etkilenen] ve hassas olan memâlik-i harredeki [sıcak memleketler] insanların hevesât-ı nefsâniyesini [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] mütemadiyen tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta [kötüye kullanma] ve isrâfâta [israflar, lüzumsuz yere kullanmalar] ve neslin zaafiyetine [zayıflık, güçsüzlük] ve sukut-u kuvvete [kuvvetten düşme] sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye [doğal ihtiyaç] mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet [geçim derdi] meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celb [çekme] eden, mâsûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tehyice [heyecanlandırma] medar [kaynak, dayanak] olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin [ahlâkı bozan şeyler] onda biri onlarda bulunmaz. Öyleyse onlara kıyas edilmez.

ba

323

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Ehl-i iman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir [karşılıklı konuşma]

Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta’ya ve mânevî Medresetü’z-Zehraya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisâ, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak. Halbuki, ben dört beş vecihle [yön] hastayım. Ve hem perişan, hattâ konuşmaya ve düşünmeye iktidarsız bulunduğum halde, bu gece şiddetli bir ihtarla kalbime geldi ki:

“Madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Halbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar.”

Ben de bu ihtara karşı gayet perişan ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczimle beraber, Üç Nükte [derin anlamlı söz] ile, gayet muhtasar [kısa] bazı lüzumlu maddeleri, o mübarek hemşirelerime ve mânevî genç evlâtlarıma beyan ediyorum.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi [kadınlar topluluğu] şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz [karşılıksız] bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini [çocuk] tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden

324

ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi [yaratılıştan gelen görev] itibarıyla kendini evlâdına kurban [yakın] etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı [açığa çıkma] ile hem hayat-ı dünyeviyesini, [dünya hayatı] hem hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye [huy, karakter] inkişaf [açığa çıkma] etmez. Veyahut sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi [sonsuz âhiret hayatı] tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime [mahvolma] sebebiyet verdin?” diye şekvâ [şikayet] edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi [İslâm terbiyesi] tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edilmeyerek, biçare veledini [çocuk] haps-i ebedî [sonsuz bir hapis] olan Cehennemden ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olan dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin [çocuk] bütün ettiği hasenâtının bir misli, [benzer] validesinin defter-i a’mâline [amel defteri] geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda kat’î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem [yemin] ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum  

325

validemden aldığım telkinat [telkinler] ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye [temel çekirdek] müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin [hareket tarzı, metod] dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat [geçici] fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] etmektir.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele [karşılama; karşılık verme] istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, [kişisel fayda] hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden [İslâm terbiyesi] ve a’mâl-i uhreviyeden [âhirete ait ameller, işler, fiiller] en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa [açığa çıkma] başlasa, daire-i İslâmiyede [İslâm dairesi] pek büyük bir saadete medar [kaynak, dayanak] olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz [karşılıksız] olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat maattessüf [ne yazık ki] biçare mübarek taife-i nisâiye, [kadınlar topluluğu] zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden [baskı] kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten [zayıflık, güçsüzlük] ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Bu sene inzivâda [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] iken ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekildiğim halde, bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen

326

ekserî dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvâlar [şikayet] işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı [sığınma, korunma] ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ve dolayısıyla din-i İslâma [İslâm dini] zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de, biçare nisâ taifesinin [kadınlar topluluğu] gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki, bu millet-i İslâma [İslâm milleti] bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan mânevî evlâtlarıma kat’iyen [kesinlikle] beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhreviyesi [âhiret hayatındaki mutluluk] gibi saadet-i dünyeviyeleri [dünya hayatındaki mutluluk] de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri [huy, karakter] de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, [tek çare] daire-i İslâmiyedeki [İslâm dairesi] terbiye-i diniyeden [dinî eğitim, ahlâkî terbiye] başka yoktur. Rusya’da o biçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki:

Aklı başında olan bir adam, refikasına [arkadaş, yoldaş, yardımcı] muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline [güzellik] bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemâlinin [güzellik] en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine [ahlâk güzelliği] sevgisini bina etmeli—tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] yalnız dünya hayatındaki muvakkat [geçici] bir yardımcı refika [eş] değil, belki hayat-ı ebediyesinde [sonsuz âhiret hayatı] ebedî ve sevimli bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] perdesi altındaki hayvancasına muvakkat [geçici] bir refakatten sonra ebedî bir mufarakate [ayrılık] mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini [sonsuz hayatta hayat arkadaşı olacak kadın] kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem

327

bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] olur, saadet-i dünyeviyesi [dünya hayatındaki mutluluk] içinde saadet-i uhreviyesini [âhiret hayatındaki mutluluk] kazanır. Bedbahttır o adam ki, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] girmiş zevcesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına [günah] bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl [yazık] o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine [aşırı süs ve lüks] birbirini teşvik eder.

İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki: Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin [huy, karakter] inkişafının [açığa çıkma] sebebi, yalnız daire-i şeriattaki [Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin bulunduğu daire] âdâb-ı İslâmiyetle [İslâmiyetin terbiye kuralları] olabilir. Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi [aile ile ilgili görev] olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîrüzeber [alt üst, darma dağınık] olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ittihamı [suçlama] altına girer, zaafiyetiyle [zayıflık, güçsüzlük] beraber; hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] hiçbir vecihle [yön] erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki [ahmaklık, beyinsizlik] zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay

328

ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz [koruyucusuz] çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için, sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, [kadınlar topluluğu] fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk [günah] ve sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye [İslâmiyetin terbiye dairesi] içinde mes’ut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad [bozma] eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.

Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet [geçim] derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep [Avrupalıları taklit eden] bir kocanın tahakkümü [baskı] altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev’inden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye [İslâmiyetin değeri, şerefi] ve şeref-i milliyemize [millete ait şeref] yakışmaz.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Aziz hemşirelerim, kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, daire-i meşruanın [dinin uygun gördüğü helâl daire] haricindeki zevklerde, lezzetlerde, on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu, Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hadisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler‘den [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, daire-i meşruadaki [dinin uygun gördüğü helâl daire] keyfe iktifâ [yetinme] ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

329

Hem kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mâl-i salihanın [Allah için yapılan iyi işler] herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahette, [ahmaklık, beyinsizlik] bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedit [çok şiddetli] muannit [inatçı] ve muterizlerin [itiraz eden] eline girip, hem resmî ehl-i vukuflar [bilirkişi] ve mahkemeler o hakikati cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve mâsum hemşirelerime ve evlâtlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki, benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, [sebebler] bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirtleri [öğrenci] gibi dahil etmeye karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit, kaidemiz mûcibince, [gereğince] bütün kardeşleriniz olan Nur şakirtlerinin [öğrenci] mânevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben şimdi daha ziyade yazacaktım. Fakat çok hasta ve çok zayıf ve çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ [yetinme] ettim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî