MESNEVÎ-İ NURİYE – Habbe (154-195)

154

 Habbe

 Cennet-i Kur’âniyenin semerâtından [meyve] bir semerenin [meyve] ihtiva ettiği

  حَبَّه مِى كُويَدْ

  مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ بَرَازْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْ

  يَگْ شَبْنَمَمْ اَزْيَمْ بُرْاَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجِيدْ 1

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَكَمَالِ اْلاِيمَانِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍنِالَّذِى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ اْلاِسْلاَمِ وَمَنْبَعُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَمَادَامَ الْقَمَرَانِ * 2

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. [yazı için kullanılan sıvı]

Eğer o âlem-i kebir [büyük âlem, evren] bir şecere [ağaç] tahayyül [hayal etme] edilirse, nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] hem çekirdeği, hem semeresi [meyve] olur.

Eğer dünya mücessem [cisimleşmiş] bir zîhayat [canlı] farz edilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül [hayal etme] edilirse, nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] onun andelîbi olur.

155

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] o Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] makarr-ı saltanat [saltanat merkezi, başkent] ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını [san’at eserleri] hâvi [içeren, içine alan] olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı [kabul töreni, protokol] olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] iman etmek üzere câzibedar, hayretfezâ [hayret verici] dâvet ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat [yaratılış] şeceresinin [ağaç] semeresi [meyve] insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli [daha mükemmel] ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, [özellik] meziyetlerini hâvidir. [içeren, içine alan] Ve keza, hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

Sonra, o şecerenin [ağaç] semeresi [meyve] olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz [edinme, kabullenme] etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] hem bânisidir, hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla [sebebiyle] âlemin envâıyla, [tür] eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] ve Hâfız-ı Hakiki ile itminan [inanma, kalben tatmin olma] edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî [daimi, sürekli] bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.

İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet [Allah’a kulluk] ve ihlâs altında İslâmiyet ile

156

iska edilmekle imanla intibaha [uyanış] gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.

Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat [genişleme, yayılma] ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve seyrangâh [gezi ve seyir yeri] olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esvedin [taş, kaya] altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü’l-Esvede [taş, kaya] muhafaza için tevdi ettirir.

Mâdem benî Âdem [Âdemoğlu, insan] kâinatın semeresidir. [meyve] Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler [meyve] istibka ve iddihar [biriktirme, depolama] edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kâinatın başak ve semeresi [meyve] olan benî Âdemi [Âdemoğlu, insan] intizar [bekleme] etmektedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup letâifiyle [duygular] bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, [arılık, berraklık] hüsnü [güzellik] ve kubhu, [çirkinlik] ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa [kişiler] tâbidir. Evet, ayinede irtisam [resmedilme] eden bir bahçe, hareket, tegayyür [başkalaşım] ve sair ahvalinde [durumlar] ayineye tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsa tâbidir: Gölge ve misal gibi. Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü, kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut [ibadet edilen bâtıl şey, put] ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu

157

gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayine gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar.

İkinci tâğut [ibadet edilen bâtıl şey, put] ise, onu İlâhî [Allah tarafından olan] bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, [boya] yani nakış[işleme] bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, [bununla birlikte] o tabiat zannedilen şey, İlâhî [Allah tarafından olan] bir san’attır. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr [adı geçen] mücadelem her iki tâğutun [ibadet edilen bâtıl şey, put] ölümüyle ve her iki sanemin [put] kırılmasıyla neticelendi.

Evet, Nokta, Katre, [damla] Zerre, Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Habbe, [dane, tohum] Hubâb risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar, İlâhî yasalar] ve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, Firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] râci [ait] olan Hüve [“O”, Allah] tebârüz etti.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor:

Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, [berrak, şirin, hoş] zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder.

Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir. [geçip gitme]

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval [geçip gitme] ve beka arasında mütereddittir. [kararsız, şüpheli] Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.

158

Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel [hiç ölmeyecekmiş gibi uzun emel sahibi olma] yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç [netice verme] eden hırs gibi.

Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri [geçip gitme] düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine [icad eden, yoktan var eden, Allah] feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ [boşu boşuna, faydasız] zâil [geçici, yok olucu] olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.

Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla [sağ, sol, ön, arka, dört yön, ana yönler] ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.

Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] düşer. Ve sür’at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi [lezzetler] terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin [lezzetler] terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam [hiçlik, yokluk] intizarında [bekleme] bulunan bir adam, sehpanın tezyin [süsleme] ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla [sevk eden, sürükleyen] adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk]

159

olduğunu tevehhüm [kuruntu] eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle [geçip gitme] vukua gelen hususî ve mukayyed [kayıtlı] ademlerden, adem-i mutlakın [sınırsız tam bir yokluk] elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe [üstün gelme] edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı haliyle, [beden dili] “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye [dünya işleri] ile kasden iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devam ile, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden [dünyaya ait işler] herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] müteveccih [yönelen] açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve onun nüzûlüyle semâvî bir mâide [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide, [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] tabakat-ı beşerin [insan grupları] iştiha [arzu, istek] ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. [içeren, içine alan] O mâidenin [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] sathında, [bir şeyin üstü, dış yüzü]

160

yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma [halk tabakası] aittir. Meselâ:

اَنَّ السَّمَوٰاتِ وَ اْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا 1 âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham [(he ile) anlatma] ve ifade ediyor:

Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı [bitki] yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat [bitkiler] çıkmaya başladı. Mezkûr [adı geçen] âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ 2 âyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî [bitkisel] olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın izdivacından [evlenme] tevellüd [doğma] edebilir.

Mezkûr [adı geçen] âyetin tabaka-i avâma [halk tabakası] ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki, nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat [gezegenler] ile şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal [görevinden ayrılma] ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delâletiyle teyid eden اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى 3 olan hadis-i şerifidir.

İkinci misal: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ 4 olan âyet-i kerimenin tabaka-i avâma [halk tabakası] ait safhasında şu mânâ vardır:

“Onlar, daha acip olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, [kolay] daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir [aydınlatma] eden büyük bir burhan [delil] vardır.

161

Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tecdid [yenileme] ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsin belâhet [aptallık] ve hamakatine [ahmaklık] bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakîmin [her işi hikmetle yapıp herşeyi idare ve terbiye eden Allah] memlûk [köle, kul] ve masnûu olduğunu bildiğine ve bu temellük [sahiplenme] ve terbiyenin bütün efrad, [bireyler] envâ, [tür] ecnasta [cinsler, türler] câri olmakla meselenin bir kaide-i külliye [genel kural] şeklini aldığına ve bu feyzin şümul[kapsam] olmakla bir nevi icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve fiilî bir tasdike mazhar [erişme, nail olma] olduğuna nazaran kanun ve düstur [kâide, kural] şeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itminan [inanma, kalben tatmin olma] etmesi lâzım iken, bütün âfâkı cilvelendiren tecelliyât-ı esmâyı—kendisi [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] de o cilvelerde hissedar olduğu halde—vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde [üstünde] onun bütün ahvâlini [haller] kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir [gizli, örtülü] Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, [yükleme, taşıma] şeytanı bile yaptığı mugalâtadan [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] utandırıyor.

162

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefis daima ıztıraplar, kalâklar [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere [kaderin hükmü] razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulû [doğma] ve gurubu [batış] muayyen ve mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû [doğma] ve gurubu [batış] ve sair mukadderatı, [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] kalem-i kader [kader kalemi] ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin—fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!

Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semâvat ve arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şeyin [herşeyin yaratıcısı olan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] muhabbetle rızâdâde olmalıdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyin sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnûatın adedince sânilerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise, sâni, masnû içinde olamaz. Meselâ, matbaa ile teksir [çoğalma] edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, [işleme] harfleri, kendisinden sümbüllenmez. [başak verme, netice verme] Kâtip de o kitâbet san’atı içinde değildir. Ve illâ, intizamdan çıkar. Öyle ise, masnûun nakışları [işleme] kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklın pek garip bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre [damla] suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza, [bununla birlikte] hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, [yönetim daireleri ve kadroları] zılliyeti [gölge] sende ise, taahhüt, tahaffuz, [korunmak, kendini muhafaza etmek] korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima

163

rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef [yok olma, zâyi olma] olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün’im-i Kerîmin [kerem sahibi ve nimet verici Allah] taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in’âmı [nimetlendirme] görmek demektir. İn’âmı görmek, nimetin zevalinden [geçip gitme] hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil [geçici, yok olucu] olduğundan, Mün’im-i Hakikî [gerçek nimet verici olan Allah] onun yerini boş bırakmaz, misliyle [benzer] doldurur ve teceddüdünden [yenileme] lezzet alırsın.

Evet; وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet [lezzetin tâ kendisi] olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in’am [nimet verme] şeceresini, [ağaç] nimet semeresinde [meyve] gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i [geçip gitme] nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil [geçici, yok olucu] olur. Çünkü, şecerede [ağaç] çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir. [lezzetin tâ kendisi]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî [dış dünyaya ait] malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli [boş] olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır

İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arzı [yer küre, dünya] bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete [ciddi gayret] muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar [erişme, nail olma] olanlara müyesser olur.

164

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile, yani in’ikâs [yansıma] itibarıyla istiâb eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline [görüntü] mâkes [yansıma yeri] olan katreleri [damla] gibi, kâinatın zerrat [atomlar] ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenit kudret-i nurâniye-i ezeliyenin, tecellî ve in’ikâs [yansıma] itibarıyla lem’alarına [parıltı] mazhar [erişme, nail olma] olabilirler. Fakat, gözün içindeki bir hüceyre [hücre] zerresi, âsab, evride, [toplardamar] şerâyinde tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acip san’at, muntazam nakış, [işleme] ince hikmetin iktizasına [bir şeyin gereği] göre, kâinatın herbir zerresi, herbir mürekkebatı, ulûhiyete [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menbâ ve masdar [fiillerin asıl kökü] olması lâzım gelir. Veya o sıfatlarla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] tecelliyat lem’alarına [parıltı] mâkes [yansıma yeri] olmaları lâzımdır.

Birinci şıkta kâinatın zerratı [atomlar] adedince muhalât [imkânsız, olmayacak şeyler] vardır. Binaenaleyh, herbir zerre, o büyük yükün tahammülünden âciz olduğunu ikrar ile “Mûcid, [icad eden, yoktan var eden, Allah] Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah’tır” diye şehadetini ilân eder. Ve keza, herbir zerre, herbir mürekkebat, [bir bütünü oluşturan parçalar] muhtelif lisan ve delâletleriyle şu beyti terennüm [dile getirme] ediyorlar:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ * وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ * 1

Evet, herbir harf kendi vücuduna bir vecihle [yön] delâlet eder. Amma kâtibinin, sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna çok vecihlerle [yön] delâlet eder. Evet,

165

تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَۤائِنَاتِ فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecellî-i timsal akislere mahal ve mazhar [erişme, nail olma] olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri [görüntü] hem münfasıl, [ayrılmış] hem ölü hükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden [özellik] de mahrumdurlar. Nurânîlerin timsalleri [görüntü] ise, asıllarıyla muttasıl [bitişik] ve asıllarının hâsiyetlerine [özellik] mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki ayinede temessül [belirme, görünme] eden şemsin timsali [görüntü] seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde [görüntü] oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.), kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] bir anda vakıf olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah ve Elhamdü lillâh cümleleri Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] celâl ve cemâl sıfatlarıyla zımnen [gizlice] tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyorlar.

Celâl sıfatını tazammun [içerme, içine alma] eden Sübhanallah, abdin ve mahlûkun Allah’tan baid olduklarına nâzırdır. Cemâl sıfatını içine alan Elhamdü lillâh, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle abde ve mahlûkata karib [yakın] olduğuna işarettir. Meselâ, biri kurb, [yakın] diğeri bu’d [uzaklık] olmak üzere, bize nâzır, şemsin iki ciheti vardır. Kurb [yakın] cihetiyle, hararet ve ziyayı veriyor. Bu’d [uzaklık] cihetiyle, insanların mazarratlarından [zarar] tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil [mümkün] olabilir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve müessir olamaz.

166

Kezalik—bilâ [böylece, bunun gibi] teşbih—Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib [yakın] olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh, rahmetiyle kurbuna [yakın] bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet [doğru] mültebis olmasın. Lâkin iltibas [karıştırma] ve mezc [karışma, bütünleşme] olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, [başka bir şeyle değiştirme] hem cem [toplama, bir araya gelme] edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihî her iki makamı cem [toplama, bir araya gelme] eden bir cümledir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben [elde etme, kazanma] değil, kalben terketmek lâzımdır:

1. Dünyanın ömrü kısa olup, sür’atle zeval [geçip gitme] ve guruba [batış] gider. Zevalin [geçip gitme] elemiyle, visalin [kavuşma] lezzeti zeval [geçip gitme] buluyor.

2. Dünyanın lezâizi [lezzetler] zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

3. Seni intizar [bekleme] etmekte ve senin de sür’atle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra [zararlı böcekler] arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, [karşılaştırma/denge] kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. [karşılaştırma/denge] Maahaza, [bununla birlikte] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet [cevap verme, kabul etme] et.

Fesübhanallah, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanlara fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ü keremi [cömertlik] o kadar büyüktür ki, insana vedia [emanet] olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük [sahiplenme] edip Allah’a satmazsa, büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde

167

kâfi [yeterli] gelmiyor. Çünkü, arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım” mealinde olan

وَعَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى * وَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبِ

şiirin şümulüne [kapsam] dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah [uyanış] şahikasına [zirve] çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, [uyanış] intibah [uyanış] değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh, medenîlerin iftihar ile dem [an, vakit] vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kàbilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikâye eden nâim meselidir. Halbuki, rüyasında onun o intibahı [uyanış] uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak [karışma, katılma] edersiniz, veya dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşer, boğulursunuz

İ’lem eyyühe’l-aziz!Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ [bağımlı] olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin [günah] ikaba [ağır ceza] mûcip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı [ağır ceza] ve gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.

Ve keza, mâsiyete [günah] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden hacâletten [utanç] dolayı, o mâsiyetin [günah] mâsiyet [günah] olmadığını iddia etmekle, o mâsiyete [günah] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten, yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder. Şayet yevm-i hesabı

168

nefyeden [gönderilme, sürgün] ednâ [basit, aşağı] bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir burhan [delil] addeder. En nihayet nedâmet [pişmanlık] edip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur, gider. El-iyâzü Billâh! [Allah korusun]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz [mu’cize oluş] ve belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] dair Lemeat [parıltılar] nâmındaki eserimde izah edilen bazı lem’aları [parıltı] dinleyeceksin:

1. Kur’ân’ın okunuşunda yüksek bir selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] vardır ki, lisanlara ağır gelmez.

2. Büyük bir selâmet [huzur] vardır ki, lâfzan [ifade, kelime] ve mânen hatâdan sâlimdir.

3. Âyetler arasında büyük bir tesanüt [dayanışma] vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur’âniyeyi sarsılmaktan vikaye [koruma] ediyor.

4. Büyük bir tenâsüp, tecâvüp, teâvün [yardımlaşma] vardır ki, âyetleri birbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna [açıklık] yardım, istizahına cevap veriyor.

5. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, şiddet-i tenâsüpten sanki bir defada nâzil olmuştur.

6. Esbab-ı nüzul [iniş sebepleri] ayrı ayrı ve mütebâyin [ayrı ayrı] olduğu halde, şiddet-i tesânütten, sanki sebep birdir.

7. Mükerrer, mütefavit [birbirinden farklı] suallere cevap olduğu halde şiddet-i imtizaç ve ittihaddan [birleşme] sanki sual birdir.

8. Müteaddit, [bir çok] mütegayir [değişik, birbirine zıt] hâdisâta beyan olduğu halde, kemâl-i intizamdan, [tam ve mükemmel düzen] sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevaptır.

9. “Tenezzülât-ı İlâhiye[Allah’ın Kur’ân-ı Kerimde emirlerini kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi] ile tâbir edilen, muhatapların fehimlerine [anlama, kavrama] yakın ve münasip üslûplar üzerine nâzil olmuştur.

169

10. Bütün zaman ve mekânlarda [içinde bulunulan yer ve zaman] gelip geçen insanlara tevcih-i [yöneltme] kelâm ettiği halde, suhulet-i beyandan [açıklama kolaylığı] dolayı sanki muhatap birdir.

11. İrşadın gayelerine isal [ulaştırmak] için tekrarları, tahkik [araştırma, inceleme] ve takriri [yerleştirme] ifade eder. Maahaza, [bununla birlikte] tekrarları halel [eksik, kusur] vermez. İadesi, zevki izale [giderme] etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

12. Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûf [alışılmış] ve menus olduğundan lezzeti artar.

13. İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] insan, hayat-ı ruhiyesi [ruhun hayatı] cihetiyle Kur’ân’da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah [“O Allah’tır”] gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, hayat-ı kalbiyenin [kalbî, manevî hayat] ihtiyaçlarına binaen, Kur’ân tekrarlar yapıyor. Meselâ, Bismillâh, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kur’ân’da çok tekrar edilmiştir.

14. Kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] gibi bazı hâdisât-ı cüz’iyenin [küçük ve ferdî olaylar] tekrarı, o hâdisenin büyük bir düsturu [kâide, kural] tazammun [içerme, içine alma] ettiğine işarettir.

Hülâsa: [esas, öz] Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara [en ileride, en başta, en yüksek yerde] şifa, mü’minlere hüdâ [Allah] ve rahmettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Fıtrat-ı insaniyenin [insanın yaratılışı, tabiatı] garip bir hali, gaflet zamanında letâif [duygular] ile havâssın hükümlerini, iltibas [karıştırma] ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ, el ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü birşeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi el de yapabilir zanneder.

170

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] insan-ı gafil, [sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan] kendi şahsına ait ednâ, [basit, aşağı] cüz’î [ferdî, küçük] bir tanzimden âciz olduğu halde, gururuyla, hayaliyle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ef’âline [fiiler, davranışlar] tahakkümle [baskı] el uzatıyor.

Yine insanın fıtratında acip bir hal: İnsanın efradı [bireyler] arasında cismen ve sureten [görünüş itibarıyla] ayrılık varsa da pek azdır. Amma mânen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü, en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi [eşit] olur. Ubudiyet [Allah’a kulluk] ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur: Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm gibi.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada esas bekadır, adem [hiçlik, yokluk] değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, [ifadeler, sözler] elfaz, [lafızlar, sözler] tasavvurat [düşünceler] gibi serîüzzeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek, zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassun [sığınma, korunma] ile, adem-i mutlaka [sınırsız tam bir yokluk] gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] bu sırra vakıf olmuş ise de, vuzuhuyla [açıklık] vakıf olamamıştır. Ve aynı zamanda, “Âlemde adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk] yoktur. Ancak terekküp [birleşme] ve inhilâl [bozulma, dağılma] vardır” diye ifrat [aşırılık] ve hatâ etmiştir. Çünkü, âlemde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sun’uyla [sanat] terkip [birleşim, sentez] vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam [hiçlik, yokluk] vardır.

يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ 1 * وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * 2

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete [âhiret âlemi] açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.

171

Senin de onlara iltihak [karışma, katılma] zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın [arzu, istek] yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzar ile ikrah [kötü görme] edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,” [çokça medhedilen, övülen] Tevrat’ta “Ahyed,” [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Tevrat’ta geçen bir ismi] Kur’ân’da “Muhammed” ismiyle müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed‘lerle [çokça medhedilen, övülen] muhat olarak sâkindir. [içecek servisi yapan, sunan kişi] Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.

Şu esâsata dikkat lâzımdır:

1. Allah’a abd [köle] olana herşey musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Olmayana herşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil [geçici, yok olucu] olur, gider.

4. Devamı olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale [geçip gitme] gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdü lillah”, “Allahu ekber”—bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata, âleme bakarken, idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlâhî [Allah tarafından olan] manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz [dehşet verici] vaziyetleri, ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.

172

2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle, hamd ünvanı altında in’âmı [nimetlendirme] nimette ve Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak, “Elhamdü lillâh” cümlesiyle nîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü ekber” demekle rahat bulur. Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, seyyiatıyla [günahlar] Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mülküne ve âsârına [eserler/asırlar] müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, [icad eden, yoktan var eden, Allah] Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğundan kurbiyetinde [yakın] vücut nurları, bu’diyetinde [uzaklık] adem [hiçlik, yokluk] zulmetleri vardır. Allah, melce[sığınak] ve mence’dir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce[sığınak] ve mence’ odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd [köle] olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

173

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan [emirler] kazandığına mesrur [mutlu] ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû [doğma] etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun [vatan edinme, yerleşme] etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, [bununla birlikte] ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide [devamlı ömür] göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y [çalışma] ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden [devamlı ömür] hiç haberin yok. Ölüm sekeratı [can çekişme/ölüm anı] uyandırmadan evvel uyan!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] malûm ve mâruf [bilinen] ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, [bununla birlikte] o unvan ile fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlaka[sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] beraberce alıp zihne ilka [bırakma, kalbe bırakılma] edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] mülâhaza [düşünme, akla getirme] için bir nevi ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet [bilinen] şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i [sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] muhîta ile, bu mevsufun [bir sıfatla nitelenen] o ünvandan tulû [doğma] etmesi ağır gelmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbirisi ötekileri icmâlen [özet] tazammun [içerme, içine alma] eder: ziyânın elvan-ı seb’a[yedi renk] tazammun [içerme, içine alma] ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, [Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri] mir’at [ayna] ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr [adı geçen] kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okunması mümkündür.

ba

174

تَضَرُّعْ وَنِيَازْ

اِلٰهِى لاَزِمٌ عَلَىَّ اَنْ لاَ اُبَالِىَ وَلَوْ فَاتَ مِنِّى حَيَاةُ الدَّارَيْنِ وَعَادَتْنِى الْكَائِنَاتُ بِتَمَامِهَا اِذْ اَنْتَ رَبِّى وَخَالِقِى وَاِلٰهِى اِذْ اَنَا مَخْلُوقُكَ وَمَصْنُوعُكَ لِى جِهَةُ تَعَلُّقٍ وَانْتِسَابٍ مَعَ قَطْعِ نِهَايَةِ عِصْيَانِى وَغَايَةِ بُعْدِى لِسَۤائِرِ رَوَابِطِ الْكَرَامَةِ فَاَتَضَرَّعُ بِلِسَانِ مَخْلُوقِكَ يَا خَالِقِى * يَارَبِّى يَارَازِقِى يَامَالِكِى يَامُصَوِّرِى * يَا اِلٰهِى اَسْأَلُكَ بِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنىٰ وَبِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَبِفُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَبِحَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَبِكَلاَمِكَ الْقَدِيمِ وَبِعَرْشِكَ اْلاَعْظَمِ وَبِاَلْفِ اَلْفِ قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ اِرْحَمْنِى يَۤا اَللهُ يَا رَحْمنُ يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا دَيَّانُ * اِغْفِرْلِى يَا غَفَّارُ يَا سَتَّارُ يَا تَوَّابُ يَا وَهَّابُ اُعْفُ عَنِّى يَا وَدُودُ يَا رَؤُوفُ يَا عَفُوُّ يَا غَفُورُ * اُلْطُفْ بِى يَا لَطِيفُ يَا خَبِيرُ يَا سَمِيعُ يَا بَصِيرُ * وَتَجَاوَزْ عَنِّى يَا حَلِيمُ يَا عَلِيمُ يَا كَرِيمُ يَا رَحِيمُ * اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ يَا رَبِّ يَا صَمَدُ يَا هَادِى * جُدْ عَلَىَّ بِفَضْلِكَ يَا بَدِيعُ يَا بَاقِى يَا عَدْلُ يَا هُوَ * اَحْىِ قَلْبِى وَقَبْرِى بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ يَا نُورُ يَا حَقُّ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا مَالِكَ الْمُلْكِ يَاذَا الْجَلاَلِ وَاْلاِكْرَامِ يَۤا اَوَّلُ يَۤا اٰخِرُ يَا ظَاهِرُ يَا بَاطِنُ يَا قَوِىُّ يَا قَادِرُ يَا مَوْلاَىَ يَا غَافِرُ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَسْئَلُكَ بِاِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ فِى الْقُرْاٰنِ وَبِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ الَّذِى هُوَ سِرُّكَ اْلاَعْظَمُ فِى كِتَابِ الْعَالَمِ اَنْ تَفْتَحَ مِنْ هٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءِ الْحُسْنٰى كُوَاةً مُفِيضَةً اَنْوَارَ اْلاِسْمِ اْلاَعْظَمِ اِلٰى قَلْبِى وَاِلٰى قَالِبِى وَاِلٰى رُوحِى فِى قَبْرِى فَتَصِيرَ هٰذِهِ الصَّحِيفَةُ كَسَقْفِ قَبْرِى وَهٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءُ كَكُوَاتٍ تُفِيضُ اَشِعَّةَ شَمْسِ الْحَقِيقَةِ اِلٰى رُوحِى

175

اِلٰهِى اَتَمَنّٰى اَنْ يَكُونَ لِى لِسَانٌ اَبَدِىٌّ يُنَادِى بِهٰذِهِ اْلاَسْمَۤاءِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ فَاقْبَلْ هٰذِهِ النُّقُوشَ الْبَاقِيَةَ بَعْدِى نَائِبًا عَنْ لِسَانِىَ الذَّائِلِ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تُنْجِينَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ اْلاَهْوَالِ وَاْلاٰفَاتِ وَتَقْضِى لَنَا بِهَا جَمِيعَ الْحَاجَاتِ وَتُطَهِّرُنَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ السَّيِّئَاتِ وَتَغْفِرَ لَنَا بِهَا جَمِيعَ الذُّنُوبِ وَالْخَطِيئَاتِ يَۤا اَللهُ يَا مُجِيبَ الدَّعَوَاتِ * اِجْعَلْ لِى فِى مُدَّةِ حَيَاتِى وَبَعْدَ مَمَاتِى فِى كُلِّ اٰنٍ اَضْعَافَ اَضْعَافِ ذٰلِكَ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ مَضْرُوبِينَ فِى مِثْلِ ذٰلِكَ وَ اَمْثَالِ اَمْثَالِ ذٰلِكَ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَنْصَارِهِ وَاَتْبَاعِهِ وَاجْعَلْ كُلَّ صَلاَةٍ مِنْ كُلِّ ذٰلِكَ تَزِيدُ عَلٰى اَنْفَاسِىَ الْعَاصِيَةِ فِى مُدَّةِ عُمْرِى وَاغْفِرْلِى وَارْحَمْنِى بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. اٰمِينَ * 1

176
177

 Zeylü’l-Habbe

Arkadaş! Şu müşevveş [dağınık, karışık] eserlerimle büyük birşeyin etrafını kazıyorum. Amma bilmiyorum, keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf [açığa çıkma] edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ * 1

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 2

نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * 3

اَللٰهُمَّ لاَ تُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلاَّ مَعَ الشَّهَادَةِ وَاْلاِيمَانِ * 4

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ اْلاَمْطَارِ وَاَمْوَاجِ الْبِحَارِ وَثَمَرَاتِ اْلاَشْجَارِ وَنُقُوشِ اْلاَزْهَارِ وَنَغَمَاتِ اْلاَطْيَارِ وَلَمَعَاتِ اْلاَنْوَارِ وَالشُّكْرُ لَهُ عَلٰى كُلٍّ مِنْ نِعَمِهِ فِى اْلاَطْوَارِ بِعَدَدِ كُلِّ نِعَمِهِ فِى اْلاَدْوَارِ * وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِ اْلاَبْرَارِ وَاْلاَخْيَارِ مُحَمَّدٍنِالْمُخْتَارِ وَعَلٰى اٰلِهِ اْلاَطْهَارِ وَاَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ مَادَامَ الَّيْلُ وَالنَّهَارُ * 5

178

İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] Allah’ın yolunda sülûk [mânevî yol alma] eden zât çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da herbirisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri birbirine halt edip karıştıran, galat [hata] ve yanlış hareket eder. Meselâ bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, [dile getirme] güzel sadâsını işitir. Eğer o terennümle [dile getirme] atın kişnemesini fark etmeyip andelibden kişnemeyi talep ederse, kendi nefsiyle mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya hayatını güzelleştiren esbabdan biri, dünya ayinesinde temessül [belirme, görünme] ile parlayan hidayet nurları ve büyük insanların sevgili ve sevimli timsalleridir. [görüntü] Evet, müstakbel, [gelecek] mâzinin ayinesidir. Mâzi berzaha, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] yani öteki âleme intikal ve inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ettiğinde, suretini ve şeklini ve dünyasını istikbal ayinesine, tarihe, insanların zihinlerine vedia [emanet] ediyor. Onlara olan mânevî ve hayalî muhabbetleriyle dünya muhabbeti tatlı olur. Meselâ, arkadaşlarının ve akrabasının timsallerini [görüntü] ve fotoğraflarını hâvi [içeren, içine alan] büyük bir ayineyi yolunda bulan bir adam, şark cihetine giden adamların memleketlerine gidip onlara iltihak [karışma, katılma] etmek için çalışmayıp da, o ayinenin içindeki timsallerle [görüntü] uğraşır, muhabbet eder. İşte bu adam gafletten ayıldığı zaman, “Eyvah, ne ediyorum? Bunlar şarap değil, seraptır. Bunlarla uğraşmak azb değil azaptır” der, arkadaşlarına yetişmek üzere şark seferine tedarikâtta bulunmaya başlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hak ve hakikat olduğuna en sâdık deliller:

1. Tevhidin bütün iktizâlarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.

2. Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] tenasüp [uygunluk] ve iktiza[bir şeyin gereği] üzerine hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] İlâhiyedeki muvazeneyi [karşılaştırma/denge] müraat [gözetme, riayet etme] etmesidir.

179

3. Rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyete [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] âit şuûnatı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kemâl-i muvazene [tam bir denge] ile cem [toplama, bir araya gelme] etmesidir.

Kur’ân’ın bu hâsiyeti [özellik] beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi, melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınına dalmış olan İşrâkiyun ve âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] nüfuz eden Rûhâniyun dahi Kur’ân’ın bu hâsiyetini [özellik] bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyet [kayıt altında, bağlı] olduğundan, hakikat-i mutlaka[kesin ve kayıtsız gerçek] ihata [herşeyi kuşatma] edemez. Bunlar ancak hakikatin bir tarafını bulur ve ifrat-tefritle tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü [uygunluk] bozup muvazeneyi [karşılaştırma/denge] ihlâl ediyorlar.

Meselâ, envâ-ı cevâhiri hâvi [içeren, içine alan] ziynetli ve kıymetli bir defineyi keşfetmek için birkaç adam denizin dibine dalarlar. Denizin dibinde araştırma yaparken birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin müştemilâtını [içindekiler] tamamen bu gibi elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka çeşit cevherin bahsini işittiğinde, onların buldukları cevâhirin [cevherler, özler] kendi bulduğu elmasın nakışları [işleme] olduklarını tahayyül [hayal etme] eder. Diğeri kürevî bir yakutu bulur. Öteki arkadaşı da başka bir çeşidini buluyor. Ve hâkezâ, herbirisi definenin esas müştemilâtı [içindekiler] kendi bulduğu çeşitten ibaret olduğunu ve arkadaşlarının buldukları çeşitler de definenin zevâid [fazlalıklar] ve teferruatından olduğunu itikad [inanç] eder. Mesele bu şekle girmekle muvazene [karşılaştırma/denge] kayıp ve tenâsüp zâil [geçici, yok olucu] olur. Sonra meselenin hakikatini keşif ve izah için tevilât ve tekellüfata [külfet, zahmet] başlarlar. Hattâ definenin inkârına bile zehab eden olur.

Evet, Sünnet-i Seniye ile muvazene [karşılaştırma/denge] yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına [görünen] itimad eden İşrâkiyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] eden zâtlar, şu söylediğime hak verir, bilâ-tereddüt [tereddütsüz] kabul ederler.

180

Arkadaş! Kur’ân da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur’ân’ın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihata [herşeyi kuşatma] ile görmüştür. Ve hakikate uygun bir tarzda tenasüp [uygunluk] ve muvazeneye [karşılaştırma/denge] riayet ederek kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve ıttırad [düzenli olma, intizamlı] ile hakikatı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiştir.

Arkadaş! Nev-i beşerde envâen dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşen fırkaların sebeb-i dalâletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına [görünen] itimad ve iktifa [yetinme] ederek esnâ-i [vakit, zaman] tarikten dönmüşlerdir. Ve حَفَظْتَ شَيْئًا وَغَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاءُ 1 kavline [söz] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmuşlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] seni ademden vücuda ve vücudun pek çok eşkâl ve vaziyetlerinden en yükseği Müslim sıfatı ile insan suretine getirmiştir. Mebde-i hareketin [hareketin başlangıcı] ile son aldığın suret arasında müteaddit [bir çok] vaziyetlerin, menzillerin ve etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvâlin [haller] herbirisi sana âit nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş, tam bir gerdanlık veya nimetlerin envâına [tür] bir fihriste şeklini veriyor. Binaenaleyh, geçirmiş olduğun vücudun her menzilinde ve vaziyetinde, etvarında, [tavırlar, davranışlar] ahvâlinde, [haller] “Nasıl bu nimete vâsıl oldun? Ne ile müstahak oldun? Ve şükründe bulundun mu?” diye suale çekileceksin. Çünkü, vukua gelen haller suale tâbidir. Amma imkânda kalıp vukua gelmeyen şeyler suale tâbi değildir. Geçirmiş olduğun ahvâl, [haller] vukuattır. Gelecek ahvâlin [haller] ademdir. Vücut mes’uldür, adem ise mes’ul değildir. Öyle ise, mâzide şükrünü edâ etmediğin nimetlerin şükrünü kaza etmek lâzımdır.

181

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı havalandırıp baş aşağı felâkete atan şöyle bir hâl [çözüm] var:

İstihkak nazara alınmayarak, Hakkın takdiri hakkında tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] veya ifrat [aşırılık] yapılır. Ve kuvvetine, kıymetine bakılmayarak küçük veya büyük bir yük altına alınır gibi gayr-ı insanî haller insanı insaniyetten düşürür, ya zulme, veya kizbe [yalan] sevkeder.

Meselâ, bir fırka askerin mümessili [temsilci] bir nefer, [asker] bütün askerlik umûrunu [işler] bilmek; veya bir katre [damla] sudaki timsalinden, [görüntü] şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak, en yüksek bir insafsızlıktır. Çünkü, vasıfla ittisaf arasında fark vardır. Meselâ, Katredeki [damla] timsal, [görüntü] şemsin evsâfını [özellikler] gösterir; ama o evsaf [vasıflar, nitelikler] ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olamaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Vücut nev’inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima [bir araya gelme, toplanma] eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.

Saniyen: [ikinci olarak] Odada otururken, kemâl-i suhulet [tam bir kolaylık] ile o misalî odalarda her çeşit tebdil, [başka bir şeyle değiştirme] tağyir, [değiştirme] tasarruf edebilirsin.

Salisen: [üçüncü olarak] Odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü, o misalî misallerin kayyûmu [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] odur.

Rabian: [dördüncü olarak] Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir.

Bu dört hüküm, Vâcib ile âlem-i mümkinat arasında da câridir. Çünkü mümkinatın vücudu, vâcibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir mertebededir. Vâcibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstakar [istikrarlı, sabit ve sakin] kalır.

182

Demek mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] vücudu bizzat hakikî bir vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] olmadığı gibi, vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] veya zâil [geçici, yok olucu] bir zıll [gölge] de değildir. Ancak, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] icadıyla bir vücuttur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal [bâtıl, boş söz] olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir. Çünkü, insan, Mâlikin kemâlatına [mükemmellikler, kusur-suzluklar] delâlet eden âlemin hüsnünü [güzellik] görüyor. Ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda [yer küre, dünya] istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada [dünya semâsı, gökyüzü] dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] bulunduğundan, bütün esbab [sebebler] içerisinde en geniş bir salâhiyet [yetki] sâhibidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, o Mâlikin evâmirine [emirler] ve marziyatına vakıf olsunlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın vehim, farz, hayal duygularına varıncaya kadar bütün hassaları bilâhare rücû edip bilittifak [ittifakla, fikir birliğiyle] Hakka iltica ettiklerini ve bâtıla hiçbir ihtimal ve imkânın kalmadığını ve kâinatın ancak ve ancak Kur’ân’ın izah ettiği şekilde bulunduğunu gördüm.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrüba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] gibi

183

âlemler arasında müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsademesiz, [çarpışma] küçük bir yerde içtima [bir araya gelme, toplanma] ederler.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimâları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuâın röntgen vasıtasıyla kesif [katı] cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] bu kesif [katı] âlemde ruhânîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan [gezi, seyretme] men edecek bir mâni yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Göz, lâmba, şems gibi nur ve nurânî şeylerde cüz’î-küllî, [ferd-tür (kapsamlı varlık)] cüz-küll, bir-bin müsavidir. [eşit] Evet, şemse bak: Onun timsalleriyle [görüntü] seyyârat, [gezegenler] denizler ve havuzlar, katre, [damla] kabarcıklar gibi bütün şeffaf şeyler, kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] temessül [belirme, görünme] ediyorlar. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] Şems-i Ezelî [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] şu kâinat kitabında bütün babları, fasılları, satırları, cümleleri, harfleri def’aten, [âni, birden bire] bilâ-külfet yazıyor. Ve ba’sü ba’delmevtte [öldükten sonra diriltilmek] dahi aynı bu suhulet [kolaylık] vardır. “Hilkatiniz [yaratılış] ve ba’siniz, bir nefsin hilkat ve ba’si gibidir” diye Kur’ân-ı Kerim emrediyor!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyi tahrik eden zerrât-ı müteharrikenin, muayyen hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf [durağan olma] ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki, herşeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı [atomlar] durdurup geri çeviren bir hudut bekçisi vardır; o zerratı [atomlar] taşmaktan men’ediyor. O bekçi ise, muhit bir ilmin tecellîsidir ki, o tecellî kadere, kader de miktara, miktar da kalıba tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Demek, herşey, içerisindeki zerrata [atomlar] bir kalıptır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi

184

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] envar-ı nimetini cezb [çekme] etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i mâneviyat dahi rahmet-i İlâhiyenin ziyalarını almak için şems-i nübüvvete [peygamberlik güneşi] muhtaçtır. Binaenaleyh, Resul-i Ekremin (a.s.m.) nübüvveti, şemsin kat’iyet ve vuzuhu [açıklık] derecesinde kat’î ve vâzıhtır. [açık]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zîhayatın [canlı] vücuduna terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden semereler, [meyve] yalnız kendisine, menfaatine, bekasına, kemâline mahsus değildir. Ancak o semerelerden [meyve] bir hisse kendisine aittir. Bâki kalan kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] Hâlıka râcidir. [ait] Zîhayata [canlı] âit, uzun bir zaman sonra husule [meydana gelme] gelir. Hâlıka râci [ait] kısım ise, bir anda husule [meydana gelme] gelir. Meselâ, o zîhayat, [canlı] Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] tecelliyatına mazhariyetle, Hâlıkı, evsaf-ı kemâliyeyle [mükemmel sıfatlar, özellikler] tavsif [bir sıfatla niteleme] ve lisan-ı haliyle [beden dili] hamd etmiş oluyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle [genişlik] bir nevi külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Ve keza, insanın bir ferdi, hilâfet hususunda âlemin eczâsıyla şuurca alâkadar olduğundan, nebatî [bitkisel] olsun, hayvanî olsun, pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nevi gibidir. Ve bu itibarla, insanın bir ferdi, neviler sırasına geçer. Binaenaleyh, gerek hayvanatın, gerek semeratın [meyve] nevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevâm [böcekler] ve haşeratta vücuda gelen senevî [yıllık] haşir ve neşirler, [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] insanın da herbir ferdinde câridir.

Hülâsa: [esas, öz] Kur’ân’ın âyetleriyle ebnâ-yı beşer için büyük kıyametin geleceğine kat’î delâletler olduğu gibi, kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] âyât-ı tekviniyesiyle [yaratılışa ait âyetler, deliller] de kıyamet-i kübrâya [büyük kıyamet] pek kat’î delâletler ve işaretler vardır.

185

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim okunurken, istimâında [dinleme] bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin.

1. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nübüvvet [peygamberlik] kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’ân’ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun.

2. Veya Cebrail (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.

3. Veya Kab-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma olan tekellümünü [konuşma] dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin şuur ve ilminin sana taallûku, ahval [durumlar] ve levâzımât-ı ihtiyâcâtın nisbetindedir. Çünkü, sebep ile müsebbep, [sebep olunan şey, sebebin sonucu] kuvvetle amel arasında münasebet lâzımdır; fazla noksan olmamalıdır. Senin sana olan şuur ve ilminin nisbeti, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] sana olan nazar ve ilmine nisbetle bir kıl gibidir. Binaenaleyh, pek cüz’î [ferdî, küçük] olan ilim ve şuurun ile, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] ilim ve nazarına mukabele [karşılama; karşılık verme] etmekle, gündüz ortasında, güneşin altında, güneşin ziyası ile mübarezeye [karşı koyma] çıkan ateşböceği gibi olma!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ef’âli [fiiler, davranışlar] birbirine münasip, âsârı [eserler/asırlar] birbirine müşâbih, esmâsı birbirine ayine ve mâkes, [yansıma yeri] sıfâtı birbirine mütedahil, [birbiri içinde] şuûnatı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] memzuc ise de, herbirisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzat [asıl gaye] o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise tebeîdirler. [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] Binaenaleyh, meselâ Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] âsârından [eserler/asırlar]

186

cemâdata [cansız varlıklar] baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken merhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazarla bak.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlara rahmettir. Çünkü herbir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine [hareket tarzı, metod] göre Kur’ân’dan fehim [anlama, kavrama] ve iktibas [alıntı] ettiği, (hâfızasında) kendisine has bir Kur’ân vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.

Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin bir meziyeti şudur ki: Bütün ulemâ ve ehl-i meşrep gibi herkes hidayeti için, şifası için müteaddit [bir çok] sûrelerden ayrı ayrı âyetleri ahz [alma] edebilir. Çünkü, bir âyetin sair âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] ile pek ince münasebetleri, ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] cihetleri vardır. Aralarında vahşet yoktur. Bu itibarla, müteaddit [bir çok] sûrelerden alınan âyetler küçük bir Kur’ân hükmünde olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 1 cümle-i mukaddesesi, insanın, zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min [Allah’a inanan insan] suretine gelinceye kadar camidiyet, [cansız] nebatiyet, [bitki] hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvaline [durumlar] nâzırdır. Şu menzillerde insanın letâifi [duygular] pek çok elem ve emellere mâruzdur. Maahaza, [bununla birlikte] havl [güç] ve kuvvetin müteallikleri [alakalı, ilgili] zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh, bu cümle, tesellî-bahş olup şümûlü [kapsam] dahilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ,

1. لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ “Ademden çıkıp vücuda gelmek.”

2. لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ “Zevale [geçip gitme] gitmeyip bekada kalmak.”

187

3. لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ “Mazarratı [zarar] def, menfaati celp.” [çekme]

4. لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ “Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.”

5. لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَلاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ “Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.”

6. لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ “Azaba mâruz kalmamak, nimete mazhar [erişme, nail olma] olmak.”

7. لاَ حَوْلَ عَنِ الظُّلْمَةِ وَلاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ “Zulmete düşmemek, nurla tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmek.”

Ve hâkezâ, herbir makamda insanın letâifine [duygular] göre takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ve tefsir edilebilir.

ba

188

 Zeylü’z-Zeyl

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazı insanların ağzında kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] az, keyfiyeten pek büyük üç kelime dolaşmaktadır.

Birincisi: “Herşey kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiştir.”

İkincisi: “Mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] ve müessir esbabdır.”

Üçüncüsü: “Tabiat iktiza [bir şeyin gereği] etti.”

Bu üç kelimatın [ifadeler, sözler] pek çok muhâlâta zarf oldukları hakkında yapılan beyanatı dinle:

İnsan mevcuttur. Bu mevcut insan, birinci kelimeye nazaran hem sânidir, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hem masnû.

İkinci kelimeye göre, esbabın tesiriyle vücuda gelmiştir.

Üçüncü kelimeye nazaran, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] tabiatın eseridir.

Dördüncü cihet ise, hak ve hakikatin istilzam [gerektirme] ettiği gibi, Allah’ın masnûudur.

Evvelki kelimenin gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] muhâlâtı:

1. O kelimenin iktizasına [bir şeyin gereği] göre insanı teşkil eden zerrelerin herbirisinde hem insanın içini, hem kâinatı görecek, bilecek bir göz, bir ilim ve sair sıfât-ı lâzimenin bulunması lâzımdır.

2. İnsanın bedeninde zerrattan [atomlar] teşekkül [kendi kendine oluşma] eden mütehâlif mürekkebat [bir bütünü oluşturan parçalar] adedince, matbaalarda hurufatı tertip etmek için kullanılan kalıplar gibi kalıplar lâzımdır.

189

3. Kârgir kemerlerin taşları gibi, herbir zerrenin arkadaşlarına hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir. Ve keza, herbirisi, ötekilere hem zıt, hem misil, [benzer] hem mutlak, hem mukayyed [kayıtlı] olması lâzımdır.

İkinci kelimenin muhâlâtı:

1. İnsanın me’hazi, [kaynak] yani insanı teşkil eden maddeler, eczahanelerde bulunan ağızları mühürlü, ayrı ayrı, çeşit çeşit mütebâyin [ayrı ayrı] ilâçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin eli dokunmaksızın ihtiyaç nisbetinde kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve muvazeneyle [karşılaştırma/denge] o ilâçların şişelerden kendi kendine çıkıp hayatî bir mâcun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanın da sânisiz [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esbab [sebebler] ve mevadd-ı câmideden suduru [bir şeyden çıkma, olma] mümkündür diyebilir.

2. Birşeyin kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ile gayr-ı mahdut, [sınırsız] kör, sağır, câmid, [cansız] şuursuz esbabdan sudurunun [bir şeyden çıkma, olma] muhaliyeti [imkansızlık] nisbetinde, sâni‘siz [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] insanın da o maddelerden yapılması muhaldir. Maahaza, [bununla birlikte] maddî esbabın yalnız zahire taallûku vardır. Bâtındaki lâtif, [berrak, şirin, hoş] ince, garip nakışlara, [işleme] san’atlara nüfuzu yoktur.

3. O kelimenin iktizâsına göre kemâl-i ittifak ve intizam ile ihtiyâcat nisbetinde gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] esbabın bir cüzde, bir hüceyrede [hücre] içtimaları [bir araya gelme, toplanma] lâzım gelir. Bu içtimâ, âlemin eczâ ve erkânının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] azametiyle beraber senin elinin içine girip içtimâ etmeleri demektir.

Çünkü, insanın ustası esbab [sebebler] olduğu takdirde, âlemin bütün ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] insan ile alâkadar olduğuna nazaran, insanın yapılışında âmil ve usta olmaları lâzım gelir. Bir usta, yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. O halde, insanın bir hüceyresinde [hücre] âlemin eczâsı içtimâ edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümteniidir. [imkansız]

Üçüncü kelimenin muhal [bâtıl, boş söz] ve butlanı [bâtıl oluş] ise:

Evet, tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâletçe [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık]

190

hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san’at-ı İlâhiye [Allah’ın san’atı] ve sıbğa-i [boya] Rahmâniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîmin cilve-i kudretidir. [Allah’ın kudretinin yansıması] Ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olarak telâkki [anlama, kabul etme] ettikleri tabiata cenah [kanat] olarak yapıştırdıkları kör tesadüf ve ittifak ise, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neş’et [doğma] eden ıztırar [çaresizlik] neticesinde şeytanların ihtirâ ettikleri hezeyanlardır. [boş söz, saçmalama] Çünkü, müteaddit [bir çok] eserlerimde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, harikaların harikası olan şu san’at, ancak ve ancak bütün evsaf-ı kemâliye [her türlü kusur ve noksandan arınmış mükemmel sıfatlar] ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] bir Habîr-i Basîrin yed-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıkmamış ise, şu kesif, [katı] câmid, [cansız] mukayyet, [kayıt altında, bağlı] miskin, mümkinin eliyle mi şu kâinata giydirilen gömlek yapılmıştır? Yoksa âlemlere giydirilen şu güzel teşekkülleri, [kendi kendine oluşma] nakışları [işleme] baûda veya kaplumbağa mı yapmıştır? Hâşâ, sümme hâşâ! [asla, kesinlikle öyle değil]

Evet, insanda, herşeyde Sâni-i Ezelînin masnûu olduklarına mevcudatın [var edilenler, varlıklar] adedince şahitler vardır. Meselâ:

1. Kâinattır. Evet kâinatın ihtiva ettiği bütün zerrat [atomlar] ve mürekkebatın [yazı için kullanılan sıvı] her birisi elli beş lisan ile şehadet etmektedir.

2. Kur’ân’dır. Evet Kur’ân, bütün enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya ve muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] kitaplarıyla, sahife-i kevn ve vücudda yaratılan icadî ve tekvinî âyetler Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hallâkıyetine [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] âdil şahitlerdir.

3. Mahlûkatın reisi ve resulü, [Allah’ın elçisi] bütün enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, melâike [melek] ile birlikte herşeyin sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Allah olduğuna ilân-ı şehadet ediyorlar.

191

4. İns ve cin taifeleri envâen ihtiyacat-ı fıtriyesiyle şahittirler.

5. Ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve hallâkıyetin [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] Allah’a mahsus ve münhasır olduğuna Allah da şehadet ediyor.

Arkadaş! San’atın, vücuh-u selâse-i mezkûre üzerine mümkine [varlığı ile yokluğu imkan dahilinde olan] veya hakkın istilzam [gerektirme] ettiğine nazaran Vâcibe olan isnadı meselesi semeredar [meyve] bir ağaç meselesi gibidir. Şöyle ki:

Ağacın o semereleri, [meyve] ya vahdete [Allah’ın birliği] isnad edilir. Yani neşvünemâ [büyüyüp gelişme] kanunuyla ağacın kökünden, kök de çekirdekten, çekirdek de evâmir-i tekviniyeyi [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] temessülden, [belirme, görünme] evâmir-i tekvîniye [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] de “Kün” emrinden, “Kün” emri dahi Vahid-i Vâcibden sadır [en ileride, en başta, en yüksek yerde] olmuştur.

O vakit, o ağaç bütün eczasıyla, yapraklarıyla, dallarıyla, semereleriyle [meyve] yaratılış kolaylığında bir semere-i vahide hükmünde olur. Çünkü, vahdete [Allah’ın birliği] nisbeten küçük bir semere ağacı ile pek büyük ve çok semereli bir ağaç arasında fark yoktur. Bu adem-i fark, vahdette [Allah’ın birliği] suhuletle [kolaylıkla] yüsr, [kolaylık] kesrette [çokluk] suubetle [zorluk] usrün bulunduğundan neş’et [doğma] etmiştir.

Eğer kesrete [çokluk] isnat edilirse, herbir semere, herbir çiçek, herbir yaprak, herbir dal, tam ağacının vücuda gelmesine lâzım olan bütün âlât, [aletler] cihâzat, esbab [sebebler] ve saireye ihtiyaç gösterecektir. Çünkü küll [bütün] cüzde dahildir. Ona ne lâzımsa buna da lâzımdır. Mesele bu iki şıktan hariç değildir. Biri vâcip, diğeri mümtenidir. [imkansız]

Hülâsa: [esas, öz] Bir hüceyrenin [hücre] vücuda gelmesi kendisine isnat edilirse, kâinata muhit olan sıfatlar kendisinde lâzımdır. Esbaba isnat edilirse, âlemdeki bütün esbabın o hüceyrede [hücre] içtimâları lâzım gelir. Halbuki, sineğin iki eli sığmayan bir hüceyre, [hücre] iki ilâhın tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâşâ!

192

Maahaza, [bununla birlikte] hüceyreden [hücre] tut, âleme kadar herbir şeyin bir nevi vahdeti [Allah’ın birliği] vardır. Öyle ise, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] de vahid olacaktır. Çünkü, vahid ancak vahidden sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder. Ve keza, bir habbe [dane, tohum] şemsi ziyasıyla, rengiyle, (tecellî suretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet [fiillerin asıl kökü] itibarıyla, bir habbe, [dane, tohum] iki habbeyi içine alıp onlara masdar [fiillerin asıl kökü] olamaz. Ve keza, vücud-u haricî, [dış dünya, görünen varlık âlemi] vücud-u misalîden daha sabit, daha muhkemdir. [değiştirilemez] Vücud-u haricîden [dış dünya, görünen varlık âlemi] bir nokta, vücud-u misalîden bir dağı içine alabilir. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] vücud-u vücubî daha kavi, daha râsih, [sağlam, yerleşmiş] daha sabittir. Belki de vücud-u hakikî, [gerçek varlık] vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] ondan ibarettir.

Binaenaleyh, ilm-i muhit-i ezelîde temessül [belirme, görünme] eden imkânî vücutlar, vücud-u vücubînin tecellîyât-ı nuriyelerine ayine ve mâkesdirler. [yansıma yeri] Öyle ise, ilm-i ezelî [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] imkânî vücutlara ayine olduğu gibi, imkânî vücutlar da vücud-u vücubîye ayinedir. Sonra o imkânî vücutlar, ilm-i ezelîden [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] vücud-u haricîye [dış dünya, görünen varlık âlemi] intikal etmişlerse de, vücud-u hakikî [gerçek varlık] mertebesine vasıl olmamışlardır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kevn [varlık, âlem, kâinat] ve vücut sahasında durup ahvâl-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür’atle anlar ki, tesir-i faaliyet, lâtif, [berrak, şirin, hoş] nuranî, mücerret [soyut] olan şeylerin şe’ni [belirleyici özellik] olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür [üzülme, etkilenme] de maddî, kesif, [katı] cismanî şeylerin hassasıdır. Evet, misal olarak, semâdaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi birşey lâtif, [berrak, şirin, hoş] nurânî ise, sebep ve fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti [yoğunluk, katılık] nisbetinde de infial ve

193

müsebbebiyet [netice, eser, sebebin sonucu] mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin [görünen sebepler] Hâlıkı ile, müsebbebatın [netice, eser, sebebin sonucu] Mûcidi, [icad eden, yoktan var eden, Allah] ancak ve ancak Nuru’l-Envâr, Sâni-i Ezelîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tefekkür gafleti izale [giderme] eder. Dikkat, teemmül, [düşünme, inceden inceye araştırma] evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde [haller] tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilât [ayrıntılar] ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta [haller] teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] ettiğin vakit, sathî, [sığ, yüzeysel] icmâlî düşün, tafsilâta [ayrıntılar] geçme. Çünkü icmalde, [kısaca, özet olarak] fezlekede [hülasa, öz] olan kıymet ve güzellik tafsilâtında [ayrıntılar] yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, [ayrıntılar] âfâkî [dış dünyaya ait] tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete [Allah’ın birliği] takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret [çokluk] fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] isâl eden kesret [çokluk] yolu budur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan ne kadar cahil ve gafildir! Ne kadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor! Dokuz vecihle [yön] menfaati muhakkak, yalnız bir vecihle [yön] zararı mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] olan büyük bir hayr-ı azîmi terk, dalâleti irtikâp [kötü iş işleme] eder. Evet, Sofestaînin [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] bir şüphesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terk ediyor.

Halbuki insan çok vehham, [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ihtiyat[dikkat, tedbir] olduğuna nazaran, dünyevî bir işte onda bir zarar ihtimali varsa içtinap [çekinme, kaçınma] eder. Âhiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde, içtinap [çekinme, kaçınma] etmez. İşte cehalet bu kadar olur!

194

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ruh-u insanî [insan ruhu] gayr-ı mütenahi [sonsuz] ihtiyaçlara giriftar, [tutulmuş, yakalanmış] gayr-ı mütenahi [sonsuz] elemlere mahaldir. Gayr-ı mahsur [sınırlanmamış] lezzetlere iştihalıdır. [arzu, istek] Gayr-ı mahdut [sınırsız] âmâli beslemektedir. Hattâ, kalbin dalâletiyle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahi [sonsuz] elemleri tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Binaenaleyh, “Ben neyim? Ne kıymetim var ki benim için kıyamet kopsun, mizan [ölçü] vaz edilsin, hesap görülsün?” demeye hakkın yoktur.

Ey kemâl-i gurur ile dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kürsüsünde oturan! Hayatına mağrur olma. Zira o hayat, bir mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ile kaimdir. [ayakta duran] Şöyle ki:

O kürsüde oturan dâll, zeval [geçip gitme] ve fenânın dehşetini düşünüp korktuğu zaman, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ihtimaline kaçar, tekâlif-i diniyenin [dinin emrettiği görevler] terkinde de âhiretin olmayacağı ihtimaline kaçar. Bu mağlâta [aldatma, yanıltma] ile her iki elemden kurtuluyor. Lâkin, kısa bir zamanda düğüm açılır, hakikat ortaya çıkar. Ne birinci ihtimal elemini izale [giderme] eder ve ne de ikinci ihtimal yükünü tahfif [hafifletme] eder.

Ve keza, “Musibet taammüm [yayılma, genelleşme] ettiğinde elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim” diye yine yük altından kaçar. Fakat, musibet âmm [genel] olduğunda, elemi muzaaf [kat kat] olur, kat kat ziyade olur. Çünkü, kendisi gibi akrabası, ahbâbı da o musibete dahildir. Çünkü, insanın ruhu, ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] alâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla olur.

Ey şek [şüphe] cephesinde, gaflet gölgesinde istirahate çekilen biçare! Gaflet serinliğinde, şek [şüphe] içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır. Az bir zaman sonra Cehennemî bir azaba inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edecektir. Eğer âlâmın [elemler, acılar] lezâize, [lezzetler] nârın nura inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rükû ve sücud kancası ile gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür ile

195

tâate [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] devam eyle ki, şek [şüphe] ve gaflet perdeleri yırtılsın. Bu dalâlât acılığından, necatın [kurtuluş] halâveti [tatlılık] tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] ile münacat [dua, Allah’a yakarış] lezzeti ortaya çıksın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ubudiyette [Allah’a kulluk] ancak teslimiyet vardır. Tecrübe, imtihan yoktur. Çünkü, seyyid, efendi; abdini, hizmetkârını tecrübe ve imtihan edebilir. Fakat, abd; seyyidini imtihan etmek salâhiyetinde [yetki] değildir. Ve keza insan Rabbini, Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tecrübe edemez.