SÖZLER – Otuz Birinci Söz (758-803)

758

Otuz Birinci Söz

 Mirac-ı Nebeviyeye (a.s.m.) dairdir

 İHTAR: Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] meselesi, erkân-ı imaniyenin [iman esasları] usulünden sonra terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin [iman esasları] nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] kabul etmeyen dinsiz mülhidlere [dinsiz] karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi [melekler] kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan [Allah’ın huzuruna yükselme] bahsedilmez; evvelâ o erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise, biz, Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] istib’âd [akıldan uzak görme] ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] ederek, ona karşı serd-i kelâm edip ara sıra, makam-ı istimâda [dinleme makamı] olan mülhidi [dinsiz] nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı Sözlerde hakikat-i Miracın bir kısım lem’aları [parıltı] zikredilmiştir. İhvanlarımın ısrarıyla, ayrı ayrı o lem’aları [parıltı] hakikatin aslıyla birleştirmek ve kemâlât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) cemâline birden bir âyine [ayna] yapmak için, inayeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] Allah’tan istedik.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ * 1

759

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى * عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوٰى * ذُومِرَّةٍ فَاسْتَوٰى * وَهُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلٰى * ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰى * فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنى * فَاَوْحٰۤى اِلٰى عَبْدِهِ مَۤا اَوْحٰى * مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَارَاٰى * اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى * وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْ لَةً اُخْرٰى * عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى * عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰي * اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى * مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى * لَقَدْ راٰي مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى * 1

EVVELKİ âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] azîm hazinesinden, yalnız اِنَّهُ 2 zamirinde bir düstur-u belâğate istinad eden iki remzin [ince işaret] meselemize münasebeti olduğu için, i’caz [mu’cize oluş] bahsinde beyan edildiği üzere yazacağız.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Habib-i Ekrem [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhi Efdalüssalâtü ve Ekmelüsselâmın [daha mükemmel] Miracının [Allah’ın huzuruna yükselme] mebdei [başlangıç] olan, Mescid-i Haramdan [Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid] Mescid-i Aksâya [Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid] olan seyeranını [gezi, seyretme] zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ 3 der. Ve şu kelâm ile, Sûre-i وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى 4 da işaret olunan müntehâ-yı [bir şeyin en uç noktası] Miraca remzeden [ince işaret] اِنَّهُ daki zamir, ya Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] râcidir [ait] veyahut Peygamberedir.

Peygambere göre olsa, kanun-u belâğat ve münasebet-i siyâk-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz’iyede bir seyr-i umumî, [umumi, geniş bir yolculuk] bir urûc-u küllî var ki,

760

Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam]Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede [Allah’ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri] gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın hayrette bırakan san’at eserleri] işitmiş, görmüştür, der. O küçük, cüz’î [ferdî, küçük] seyahati hem küllî, hem mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] râci [ait] olsa, şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif [görevlendirme] etmek için, Mescid-i Haramdan [Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid] mecma-ı enbiya [peygamberlerin toplandığı yer] olan Mescid-i Aksâya [Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid] gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine [din prensipleri] vâris-i mutlak [mutlak mirasçı] olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam]Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] kadar mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtunda [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] gezdirdi.1 İşte, çendan [gerçi] o bir abddir ve o seyahat bir mirac-ı cüz’îdir. [küçük bir yükseliş] Fakat bu abdin, bütün kâinata taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini [rengârenk, süslü, parlak] değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kendini “bütün eşyayı işitir ve görür”2 sıfatıyla tavsif [bir sıfatla niteleme] eder—tâ, o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] ve muhit ve umum kâinata âmm [genel] ve bütün mahlûkata şamil hikmetlerini göstersin.3

Bu sırr-ı azîmin [büyük sır] Dört Esası var.

Birincisi: Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] sırr-ı lüzumu [gerekliliğin sırrı] nedir?

İkincisi: Hakikat-i Mirac nedir?

Üçüncüsü: Hikmet-i Mirac nedir?

Dördüncüsü: Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] semerat [meyveler] ve faidesi nedir?

761

BİRİNCİ ESAS

Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] sırr-ı lüzumu [gerekliliğin sırrı]

Meselâ, deniliyor ki: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 1 dir, herşeye herşeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] tir.2 [bir yerle sınırlı olmayan] Her velî, kalbi içinde Onunla görüşebilir.3 Neden dolayı velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.), Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta [Allah’a yalvarış, dua] muvaffak oluyor?

Elcevap: Şu sırr-ı gàmızı [anlaşılması zor sır] iki temsille fehme takrib [yaklaştırma] ediyoruz. On İkinci Sözün sırr-ı i’câz[mu’cizeliğin sırrı] Kur’ân ve sırr-ı Mirac hakkında olan şu iki temsili dinle:

Birinci temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, [karşılıklı konuşma] sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitabı, iltifatı vardır:

Birisi, âmi [basit, sıradan] bir raiyetiyle, [halk] cüz’î [ferdî, küçük] bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri, saltanat-ı uzmâ [büyük saltanat, egemenlik] ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ [insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi] namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini [emirler] etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmirle [emirler] münasebettar [alâkalı, ilgili] büyük bir memuruyla konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir. [karşılıklı konuşma]

İşte, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 4 şu temsil gibi, şu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] ve Mâlikü’l-Mülk [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] ve’l-Melekûtun ve Hâkim-i Ezel [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, [karşılıklı konuşma] sohbeti,

762

iltifatı vardır: Birisi cüz’î [ferdî, küçük] ve has, diğeri küllî ve âmm. İşte, Mirac, [Allah’ın huzuruna yükselme] velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bütün velâyâtın fevkinde [üstünde] bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Hâlıkı ünvanıyla Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sohbetine ve münâcâtına [Allah’a yalvarış, dua] müşerrefiyettir.

İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi [içeren, içine alan] bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münasebettar [alâkalı, ilgili] olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih [yöneltme] etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

Diğeri ise, âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını [gösterişli ve göz alıcı saltanat] görür ve bizzat, perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve böylece, minnettârâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini [cihet, yön, taraf] ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı [nazlı] olan nazenin [ince, duyarlı] güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın—bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” Halbuki, evvelki âyine [ayna] sahibi böyle diyemez. O âyine [ayna] kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı [eserler/asırlar] mahduttur, [sınırlanmış] o kayda göredir.

İşte, Şems-i Ezel ve Ebed [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] Sultanı olan Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] tecellîsi, mahiyet-i insaniyeye, [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] hadsiz merâtibi [mertebeler] tazammun [içerme, içine alma] eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye [Rabbânî bağ] ile bir tezahürdür ki,

763

herkes istidadına [kabiliyet] ve tayy-ı merâtipte seyr ü sülûk [mânevî yol alma] üne, [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtın tecelliyâtına nisbeten cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî o Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] nuruna ve sohbetine ve münâcâtına [Allah’a yalvarış, dua] mazhariyeti var. Galip esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtın zılâlinde [gölge] giden velâyetlerin [velilik] derecâtı [dereceler] bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti [kapsayıcılık] ve şecere-i kâinatın [kainat ağacı] en münevver [aydın] meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] birden âyine-i ruhunda [ruh aynası] gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecellî-i zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] âzamî mertebede nev-i insanın [insan türü, insanlık] mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam [en büyük tecelli, görünüm] tezahür eder ki, bu tezahür ve tecellî, Mirac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti, [velilik] risaletine [elçilik, peygamberlik] mebde’ [başlangıç] olur.

Velâyet [velilik] ki, zıllden [gölge] geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risalette [elçilik, peygamberlik] zıll [gölge] yoktur; doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ise, velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) keramet-i kübrâsı, [en büyük keramet] hem mertebe-i ulyâ[en yüce mertebe] olduğundan, risalet [elçilik, peygamberlik] mertebesine inkılâb [değişim, devrim] etmiş. Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] bâtını velâyettir; [velilik] halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mirac risalettir; [elçilik, peygamberlik] Haktan halka geliyor. Velâyet, [velilik] kurbiyet merâtibinde [mertebeler] sülûktür; [mânevî yol alma] çok merâtibin [mertebeler] tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u âzam [çok büyük nur, ışık] olan risalet [elçilik, peygamberlik] ise, akrebiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kula olan yakınlığı] inkişafı [açığa çıkma] sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadiste denilmiş: “Bir anda dönmüş, gelmiş.”1

Şimdi, makam-ı istimâda [dinleme makamı] bulunan mülhide [dinsiz] deriz ki: Madem bu kâinat gayet

764

muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saray hükmündedir. Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.

Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] vardır. Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve duygularıyla umumuna münasebettar [alâkalı, ilgili] ve nazarı küllî olan bir insan vardır. Elbette o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı [görüşlü, bakışlı] ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hitabı ve âli [yüce] bir teveccühü [ilgi] olacaktır.

Hem madem Âdem aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münasebete mazhar [erişme, nail olma] olanların içinde, âsârının [eserler/asırlar] şehadetiyle, yani küre-i arzın [yer küre, dünya] nısfını [yarı] ve nev-i beşerin humsunu [beşte bir] daire-i tasarrufuna [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Sallallahu Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münasebetin en âzamî bir mertebesinden ibaret olan Mirac, [Allah’ın huzuruna yükselme] ona elyak [daha layık] ve ona evfaktır. [daha uygun]

İKİNCİ ESAS

Hakikat-i Mirac nedir?

Elcevap: Zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta [fazilet ve mükemmellik mertebeleri] seyr ü sülûk [mânevî yol alma] ünden [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ibarettir. Yani, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] teşkil ettiği devâir-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet [Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve birer merkez-i tasarrufa [iş ve faaliyet merkezi] medar [kaynak, dayanak] olan bir

765

semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi [insana ait mükemmel özellikler] câmi’, [kapsamlı] hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye [İlâhi tecelliler, yansımalar] mazhar, [erişme, nail olma] hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dellâlı [davetçi, ilan edici] ve marziyât-ı İlâhiyenin [Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler] mübelliği [tebliğ eden, bildiren] ve tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] yapmak için, burâka bindirip, berk [şimşek] gibi semâvâtı seyrettirip, kat’-ı merâtip ettirerek, kamervâri [ay] menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] temâşâ ettirip, o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı [kardeşler] olan enbiya[nebiler, peygamberler] birer birer göstererek, tâ Kab-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] makamına çıkarmış, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ile kelâmına ve rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] mazhar [erişme, nail olma] kılmıştır.1

Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünüyle bakılabilir.

Birincisi: Yirmi Dördüncü Sözde izah edildiği gibi, nasıl ki bir padişahın kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin [halk] tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ve mülkiyede [yönetim daireleri ve kadroları] sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] ve ilmiyede halife, ve hâkezâ, sair isim ve ünvanları bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde bin isim ve ünvana sahip olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı [egemenlik tahtı] olabilir. Güya o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle [temsilci] görünür, görür. Ve her mertebede, perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve herbir dairenin başka bir merkezi, bir

766

menzili vardır. Ahkâmları [hükümler] birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır. İşte, böyle bir sultan, istediği bir zâtı bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evâmir-i hâkimânesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bazı evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi eder, gönderir.

İşte, bu misal gibi, Ezel ve Ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] olan Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] için, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n [belirleyici özellik] ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] başka başka, fakat birbirini ihsas [hissettirme] eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı [görünümler, gelişmeler] vardır. Ve ef’âlinin [fiiler, davranışlar] cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl [tamamlama, tam olarak yapma] eder tasarrufâtı [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] vardır. Ve rengârenk san’atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vardır.

İşte şu sırr-ı azîme [büyük sır] binaen, kâinatı hayretfezâ [hayret verici] acip bir tertiple tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlûkattan [yaratılmışların mertebe ve tabakaları] olan zerrâttan, [atomlar] tâ semâvâta ve semâvâtın birinci tabakasından, tâ Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] kadar birbiri üstünde teşkilât var. Herbir semâ, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] için bir arş ve tasarrufât-ı İlâhiye [Cenab-ı Allah’ın tasarrufları] için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta, çendan, [gerçi] ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] itibarıyla bütün esmâ [Allah’ın isimleri] bulunabilir, bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasıl ki adliyede hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ünvanı asıldır, hâkimdir; sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlûkatta, [yaratılmışların mertebe ve tabakaları] herbir semâda bir isim, bir ünvan-ı İlâhî hâkimdir; sair ünvanlar da onun zımnındadır. [iç] Meselâ, ism-i Kadîre mazhar [erişme, nail olma]

767

Hazret-i İsâ aleyhisselâm hangi semâda Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile görüştüyse, işte o semâ dairesinde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kadîr ünvanıyla bizzat orada mütecellîdir. [tecelli eden, görünen yansıyan] Meselâ, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın makamı olan semâ dairesinde en ziyade hükümfermâ, [hüküm süren] Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın mazhar [erişme, nail olma] olduğu Mütekellim [konuşan] ünvanıdır, ve hâkezâ…

İşte, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü Vesselâm, çünkü İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazhardır1 ve nübüvveti umumîdir2 ve bütün esmâya mazhardır.3 Elbette, bütün devâir-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla [nebiler, peygamberler] görüşmek ve umum tabakattan geçmek, hakikat-i Miracı iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

İkinci temsil: Nasıl ki bir sultanın ünvanlarından olan “kumandan-ı âzam[bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] ünvanı, devâir-i askeriyenin [askerî daireler] serasker [ordu komutanı] dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ, bir nefer, [asker] o kumandanlık ünvan-ı âzamının [en büyük ünvan] nümunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer [asker] onbaşı olduğunda, çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumandanlık nümunesini ve cilvesini mülâzım [teğmen] dairesinde görür, o makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ, yüzbaşı, binbaşı, ferik, [general] müşir [mareşal] dairelerinden herbirinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvanını görür.

Şimdi, bir neferi, o kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] bütün devâir-i askeriyeye [askerî daireler] taallûk [ait olma, ilgilendirme] edecek bir vazifeyle tavzif [görevlendirme] etmek istese, bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese, elbette o kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına [en büyük daire] kadar birer birer gezdirecek, tâ görsün, görülsün.

768

Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif [güzellikle muamele etmek] ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki, padişah eğer âciz olmazsa, surî [görünüşte] olduğu gibi mânevî cihetinde de iktidarı olsa, o vakit ferik, [general] müşir, [mareşal] mülâzım [teğmen] gibi eşhası [kişiler] tevkil [vekalet verme] etmez, bizzat her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın [kişiler] arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil [kemâle ermiş veli] olan padişahlar çok dairelerde, bazı eşhas [kişiler] suretinde icraatını yaptığı rivâyet edilir. Şu temsille baktığımız hakikat ise, acz onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] geliyor; onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte, şu temsil gibi, Hâkim-i Arz ve Semâvât, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘a mâlik Âmir-i Mutlak [kesin emir sahibi olan, mutlak emredici Allah] olan Sultan-ı Ezelî [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] ve Ebedî, tabakat-ı mahlûkatında [yaratılmışların mertebe ve tabakaları] cereyan eden ve kemâl-i itaat [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] ve intizamla imtisal [bağlanma, boyun eğme] olunan evâmir [emirler] ve kumandanlığının şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve zerrâttan [atomlar] seyyârâta [gezegenler] ve sinekten semâvâta kadar olan tabakat-ı mahlûkat [yaratılmışların mertebe ve tabakaları] ve tavâif-i mevcudatta [varlık taifeleri, türleri] küçük-büyük, cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, [Rablık dairesi] birer tabaka-i hâkimiyet [hâkimiyet dairesi] görünüyor.

Şimdi, bütün kâinattaki makàsıd-ı ulyâ [en yüce gayeler, hedefler] ve netâic-i uzmâ[en büyük neticeler, sonuçlar] anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetlerini [kulluk görevleri] görmekle Zât-ı Kibriyânın [sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan Allah] saltanat-ı rububiyetini, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] haşmet-i hâkimiyetini [Allah’ın hâkimiyetinin ihtişamı ve görkemi] müşahede ederek, o Zâtın marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına dellâl [davetçi, ilan edici] olmak için, alâküllihal, [her durumda] o tabakat ve

769

dairelere bir seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] olacaktır. Tâ, daire-i âzamiyesinin [en büyük daire] ünvanı olan Arş-ı Âzamına [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] girecek, tâ Kab-ı Kavseyne, [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] yani imkân ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ortasında Kab-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah] ile görüşecektir ki, şu seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ise Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] hakikatidir.

Herbir insan, aklıyla, hayal sür’atinde seyeranı; [gezi, seyretme] herbir velî, kalbiyle berk [şimşek] sür’atinde cevelânı; [akma, dolaşma] ve cism-i nuranî olan herbir melek, ruh sür’atinde Arştan ferşe, [yer] ferşten [yer] Arşa deveranı;1 ehl-i Cennetin insanları, burak [Cennete mahsus bir binek] sür’atinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi,2 nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha lâtif [berrak, şirin, hoş] ve emvâtın [ölüler] ruhlarından ve melâike [melek] cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî [parlayan bir yıldız gibi akıp giden; nurâni ceset] ve beden-i misalîden [görüntüden ibaret beden] daha zarif olan ruh-u Muhammedînin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in aziz ve pâk ruhu] (a.s.m.) hadsiz vezâifine [görevler] medar [kaynak, dayanak] ve cihazatının mahzeni [depo] olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlisiyle [yüce ruh] Arşa kadar beraber gidecektir.

Şimdi, makam-ı istimâda [dinleme makamı] olan mülhide [dinsiz] bakıyoruz:

Hatıra geliyor ki: O mülhid [dinsiz] kalbinden der, “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum. Nasıl Miraca [Allah’ın huzuruna yükselme] inanacağım?” Biz de deriz ki:

Madem şu kâinat ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] var ve içinde ef’al [fiiller, davranışlar] ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış [işleme] Nakkâşsız [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin [bir maksat ve gayeye yönelik olarak yapılan işler] bir fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve yeryüzünün mevsim be mevsim [her mevsim] tazelenen hayretfezâ [hayret verici] nukuşlarının, [işlemeler] mânidar mektubatının bir kâtibi, bir Nakkâşı [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] vardır.

770

Hem madem bir işte iki hâkimin bulunması o işin intizamını bozuyor. Hem madem sinek kanadından tâ semâvât kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise o Hâkim birdir. Bir olmazsa—çünkü herşeyde san’at ve hikmet o derece aciptir ki, o şeyin Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] herbir şeye muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olmak lâzım gelir; öyle ise, bir olmazsa—mevcudat adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıt, hem birbirine misil [benzer] olacaklar; ve o halde şu acip intizam bozulmamak yüz bin defa muhaldir.

Hem madem şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tabakatı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir emirle hareket ettiği bilbedâhe [açık bir şekilde] görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin [ay] muntazaman hareketlerinden tut, tâ badem çiçeklerine kadar herbir taife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] o taifeye verdiği nişanları, formaları, [kitabın bir parçası] güzel libasları [elbise] ve tayin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Öyle ise, şu kâinatın, mevcudatı [var edilenler, varlıklar] Onun emrine bakar ve imtisal [bağlanma, boyun eğme] eder, perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bir Hâkim-i Mutlakı [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] vardır.

Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmâne [hikmetli bir şekilde yapılan icraatlar] şehadetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle, [haşmet ve büyüklüğün kendine lâyık eserleri, neticeleri] bir Sultan-ı Zülcelâldir. [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] Hem gösterdiği ihsânât ile, gayet Rahîm bir Rabdir. Hem izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği güzel san’atlarıyla, san’atperver ve san’atını çok sever bir Sânidir. [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hem gösterdiği tezyinat [süslemeler] ve merak-âver [merak verici] san’atlarıyla zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] nazar-ı istihsanını [güzel bulan ve beğenen bakış] âsârına [eserler/asırlar] celb [çekme] etmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] Hem hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] gösterdiği muhayyirü’l-ukul tezyinatın [süslemeler] ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip nereye gideceğini, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hikmetiyle zîşuura [akıl ve şuur sahibi] bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbette bu Hâkim-i Hakîm [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] ve Sâni-i Alîm, [sonsuz ilim sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] göstermek ister.

771

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura [akıl ve şuur sahibi] kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister. Elbette, zîşuurlardan [akıl ve şuur sahibi] arzularını ve onlardaki marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ne olduğunu, bir mübelliğ [tebliğ eden, bildiren] vasıtasıyla bildirecektir.

Öyle ise, zîşuurlardan [akıl ve şuur sahibi] birisini tayin edip onunla o rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ilân edecektir. Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı [davetçi, ilan edici] kurb-u huzuruna [huzura yakınlık] müşerref edip teşhire vasıta edecektir. Ve o ulvî makàsıdını [gayeler, istenilen şeyler] sair zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] bildirmekle kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek için birisini muallim tayin edecektir. Ve şu kâinatta derc [yerleştirme] ettiği tılsımı ve şu mevcudatta [var edilenler, varlıklar] gizlediği muammâ-i rububiyeti mânâsız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın [bakışlar] temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san’at [san’at güzellikleri] faidesiz ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı [gayeler, istenilen şeyler] ders verecek bir rehber tayin edecektir. Hem marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] fevkinde [üstünde] bir makama çıkaracak ve marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve şu vezâife [görevler] en elyak [daha layık] Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil [âdaletli şahit] ve sadıktır. Öyle ise, o Zât, doğrudan doğruya, bütün kâinatın fevkine [üstüne] çıkıp, bütün mevcudattan [var edilenler, varlıklar] geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] dahi bu hakikati ifade ediyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem şu azîm kâinatı, mezkûr [adı geçen] maksatlar gibi çok azîm makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertip ve tezyin [süsleme] etmiştir. Hem madem şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde şu umumî rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bütün dekaikiyle, [incelikler] şu azîm saltanat-ı Ulûhiyeti [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] o insanla konuşacaktır, makàsıdını [gayeler, istenilen şeyler] bildirecektir.

772

Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd [sıyrılma] edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitabına bizzat muhatap olamıyor. Elbette, o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, [özel fertler] o vazifeyle muvazzaf olacaklar, tâ iki cihetle münasebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar [erişme, nail olma] olsun.

Şimdi, madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] makàsıdını [gayeler, istenilen şeyler] en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin [yaratılış] muammâsını açan ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık [davetçi, ilan edici] eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette, bütün efrad-ı insaniye [insan fertleri] içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûk [mânevî yol alma] ü [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] olacaktır ki, cismanî âlemde seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] suretinde bir Miracı [Allah’ın huzuruna yükselme] olacaktır. Yetmiş bin perde1 tabir olunan berzah[dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] esmâ [Allah’ın isimleri] ve tecellî-i sıfât [Allah’ın sıfatlarının yansıması, görünmesi] ve ef’âl [fiiler, davranışlar] ve tabakat-ı mevcudatın [varlık tabakaları, dereceleri] arkasına kadar kat’-ı merâtip edecektir. İşte Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] budur.

Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki, “Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat’ [aşma, yükselme] edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herşeye herşeyden daha yakındır.2 Fakat herşey Ondan nihayetsiz uzaktır.3

Nasıl ki, güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine [ayna] vasıtasıyla seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki, âyine-misal [ayna gibi] senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın; hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki [ilerleme] etsen, kamer [ay] makamına gelip

773

doğrudan doğruya bir mukabele [karşılama; karşılık verme] noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] olan Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] herşeye herşeyden daha yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kat’ [aşma, yükselme] edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin merâtibinde [mertebeler] git gide binler hicaplardan geçip, tâ bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok merâtibi [mertebeler] kat’ [aşma, yükselme] eder, sonra bir nevi kurbiyete [yakın] müşerref olur.

Hem meselâ, bir nefer, [asker] kumandan-ı âzamın [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] çok uzaktır. O nefer, [asker] kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile, gayet uzak bir mesafede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı mânevîsiyle [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kurbiyet ise, mülâzımlık, [teğmen] yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyeden [büyük ve kalabalık mertebeler] geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle—sureten olduğu gibi mânen de kumandan ise—bizzat zâtıyla o neferin [asker] yanında bulunur, görür. Şu hakikat On Altıncı Sözde gayet kat’î bir surette ispat edildiğinden, ona iktifâen [yeterli görerek] burada kısa kesiyoruz.

Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, “Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere [melekler] inanmıyorum. Semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle [melekler] görüşmesine nasıl inanayım?”

Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve birşey göstermek elbette müşküldür. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için, biz de deriz ki:

Feza-yı ulvî, bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] esir ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyâlât-ı lâtife, [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] o feza[uzay] dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler ağacını, çiçekler çimenlerini, sünbüller [başak] tarlalarını, balıklar denizini bilbedâhe [açık bir şekilde] gösterdiği gibi, şu yıldızlar dahi, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] menşelerini, tarlasını, denizini, çimengâhının [çim ve çiçek ekip dikilen, yetiştirilen yer] vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvîde [yüce âlem] muhtelif teşkilât var; muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar [hükümler] görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların [hükümler] menşeleri olan semâvât muhteliftir. İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar

774

da var. Elbette, insan-ı ekber [büyük insan] olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi [ağaç] olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, [dünya âlemi] tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer semâsı vardır.

Hem melâike [melek] için deriz ki: Seyyârât [gezegenler] içinde mutavassıt [orta derece] ve yıldızlar içinde küçük ve kesif [katı] olan küre-i arz, [yer küre, dünya] mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en kıymettar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kasırlar, [köşk, saray] mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîhayat [canlı] ve pek kesretli [çokluk] ve muhtelifül’ecnas [değişik cinsler, türler] olan melâike [melek] ve ruhanîlerin meskenleridir. Pek kat’î bir surette, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirimde, ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 1 âyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem taaddüdü [birden fazla olma] ispat edildiğinden; ve melâike [melek] hakkında Yirmi Dokuzuncu Sözde, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] iki kere iki dört eder kat’iyetinde, melâikelerin [melek] vücudunu ispat ettiğimizden, onlara iktifâen [yeterli görerek] burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Esirden yapılmış, elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyâlât-ı lâtifenin [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] medarı [kaynak, dayanak] olmuş ve hadiste اَلسَّمَۤاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ 2 işaretiyle seyyârât [gezegenler] ve nücumun [yıldızlar] harekâtına müsait olmuş ve Samanyolu denilen mecerretü’s-semâdan, tâ en yakın seyyareye [gezegen] kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde [kendi kendine oluşma] yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan [dünya âlemi]âlem-i berzaha, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] âlem-i misale, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem]âlem-i âhirete [âhiret âlemi] kadar birer âlemin damı hükmünde birer semânın bulunması, hikmeten, aklen iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! [dinsiz] Sen dersin, “Bin müşkülâtla tayyare vasıtasıyla

775

ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl bir insan, cismiyle, binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’ [aşma, yükselme] eder, gider, gelir?”

Biz de deriz ki: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce, hareket-i seneviyesiyle [senelik hareket] bir dakikada takriben [yaklaştırma] yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser; takriben [yaklaştırma] yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede kat’ [aşma, yükselme] ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir insanı Arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbânî [Allah’ın kanunu] ile, Mevlevî gibi, etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahmân ile ve incizab[çekim, çekicilik] muhabbet-i Şems-i Ezel ile, bir cism-i insanı berk [şimşek] gibi Arş-ı Rahmân‘a [bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip büyüten Rahmân isminin tasarruf dairesi, makamı] çıkaramaz mı?

Yine hatıra gelir ki: Diyorsun, “Haydi, çıkılabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbiyle gitse yeter.”

Biz de deriz ki: Madem Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtundaki [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] âyât-ı acibesini göstermek ve şu âlemin destgâh [iş yeri] ve menbalarını temâşâ ettirmek ve a’mâl-i beşeriyenin [insanların yaptığı iş ve ameller] netâic-i uhreviyesini [âhiretteki neticeler] irâe etmek [göstermek] istemiş. Elbette, âlem-i mubsarâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat [duyulanlar, işitilenler] âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife [vazifeler, görevler] medar [kaynak, dayanak] olan âlât [aletler] ve cihâzâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir. Nasıl ki Cennette, hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz [lezzetler] ve âlâma [elemler, acılar] medar [kaynak, dayanak] olan cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, [mübarek beden, vücud] ruha arkadaş olacaktır. Madem Cennette cisim ruh ile beraber gider. Elbette, Cennetü’l-Me’vâ [Cennetin üçüncü katının ismi] gövdesi olan Sidretü’l-Müntehâya [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] urûc eden1

776

zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) ile cesed-i mübarekini [mübarek beden, vücud] refakat ettirmesi ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi]

Yine hatıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ [aşma, yükselme] etmek aklen muhaldir.”

Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın [ses] sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit [birbirinden farklı] olduğu malûm. Seyyârâtın [gezegenler] dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif [berrak, şirin, hoş] cismi, uruçta [yükseliş] sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?

Hem on dakika yatsan, bazı olur ki, bir sene kadar hâlâta [durumlar, haller] maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı [kelimeler] toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vahid, [aynı zaman dilimi] iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:

İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, [ses] ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta [hareketlerin hızı] bir mikyas [ölçü] olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki: O saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri, [saniyenin altmışta biri] ve hâkezâ râbiaları, [sâlisenin altmışta biri] hâmiseleri, [râbianın altmışta biri] sâdise, [hâmisenin altmışta biri] sâbia, [sâdisenin altmışta biri] sâmine, [sâbianın altmışta biri] tâsia, [sâminenin altmışta biri]âşireleri [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde âşireleri [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] sayan ibrenin dairesi arzın medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.

Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vahidde [aynı zaman dilimi] müşahede ettikleri eşya, saatimizle arzın medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] nisbeti gibi, meşhudatça [gözlemce] pek çok farkları vardır. İşte zaman, çünkü

777

harekâtın bir rengi, bir levni, [renk] yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.

İşte, bir saatte meşhudatımız, [görünen] bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur [akıl ve şuur sahibi] şahsın meşhudatı [görünen] kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, burak-ı tevfik-i İlâhîye biner, berk [şimşek] gibi bütün daire-i mümkinatı [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] kat’ [aşma, yükselme] edip, acaib-i mülk ve melekûtu [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] görüp, daire-i vücub [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rüyet-i cemâl-i İlâhîye [Allah’ın güzelliğini seyretme] mazhar [erişme, nail olma] olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yine hatıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan birşeyin, yalnız imkânı ile, vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine [gezegen] kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al [fiiller, davranışlar] ve erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] fikrini bindirip, bir nevi Miracla [Allah’ın huzuruna yükselme] kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile, Arştan ve daire-i esmâ [Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli ettiği daire] ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile, bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî olan melâikelerin [melekler] Arştan ferşe, [yer] ferşten [yer] Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.1

778

Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin [melekler] makbulü olan zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) seyr ü sülûk [mânevî yol alma] üne [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] medar [kaynak, dayanak] bir Miracı [Allah’ın huzuruna yükselme] bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir [hikmetin kendisi] ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i Mirac nedir?

Elcevap: Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer [insan düşüncesi] ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir [berrak, şirin, hoş] ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret [çokluk] tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] göstermek için, kesret [çokluk] tabakatının müntehâsından [bir şeyin en uç noktası] tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miracla, [Allah’ın huzuruna yükselme] bir ferd-i mümtazı, [seçkin insan] bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] ederek, bütün zîşuur [akıl ve şuur sahibi] namına makàsıd-ı İlâhiyesini [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, [Allah’ın san’atının güzelliği] kemâl-i rububiyetini [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni-i Âlemin, [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] âsârın [eserler/asırlar] şehadetiyle, nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o Cemâl ve Kemâl Sahibinin, cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında [san’at eseri] çok tarzlarda tezahür ediyor.

779

Masnuatını [san’at eseri] sever; çünkü masnuatının [san’at eseri] içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat [sanat eseri] içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. [canlı] Zîhayatlar [canlı] içinde en sevimli ve âli, [yüce] zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] içinde, câmiiyet [kapsayıcılık] itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde, istidadı [kabiliyet] tamamıyla inkişaf [açığa çıkma] eden, bütün masnuatta [san’at eseri] münteşir [yaygın olan] ve mütecellî [tecelli eden, görünen yansıyan] kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir.

İşte, Sâni-i Mevcudat, [bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bütün mevcudatta intişar [açığa çıkma, yayılma] eden tecellî-i muhabbetin [sevginin yansıması] bütün envâı[tür] bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün envâ-ı cemâlini, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sırrıyla göstermek için, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] bir meyve-i münevver [nurlu meyve, netice] derecesinde ve kalbi o şecerenin [ağaç] hakaik-i esasiyesini [temel gerçekler, esas doğrular] istiab [içine alma, kaplama] edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten, tâ müntehâ [bir şeyin en uç noktası] olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ile, o ferdin, kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celb [çekme] etmek ve rüyet-i cemâline [Rabbimizin güzelliğini seyretme] müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyeyi başkasına sirayet [bulaşma] ettirmek için, kelâmıyla taltif [güzellikle muamele etmek] edip fermanıyla tavzif [görevlendirme] etmektir.

Şimdi, şu hikmet-i âliyeye [en yüce ve yüksek gaye ve maksat] bakmak için, iki temsil dürbünüyle tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edeceğiz.

Birinci temsil: On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] tafsilen beyan edildiği gibi, nasıl ki bir sultan-ı zîşânın [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin [cevherler] envâı [tür] bulunsa, hem sanayi-i garibede [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acibeye [şaşırtıcı fen ve ilimler] marifeti, [Allah’ı bilme ve tanıma] ihata[herşeyi kuşatma] bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya [güzel san’atlar, estetik bilimleri] ilim ve ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] olsa; her cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun [ilim sahibi sultan] dahi bir meşher [sergi] açmak ister ki,

780

içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına [bakışlar] saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin [Allah’ı bilme ve tanıma] garibelerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip göstersin—tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech [cihet, yön, taraf] ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla [inceliklere nüfuz eden bakış] görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla [başkasının bakışı] baksın.

Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm, [büyük] muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla [süslenmiş] süslendirip, kendi dest-i san’atının [san’at eli] en güzel, en lâtif [berrak, şirin, hoş] san’atlarıyla ziynetlendirir. Fünun [fenler, bilimler] ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun [ilimler] âsâr-ı mu’cizekârâneleriyle [olağanüstü eserler, mu’cize eserler] donatır, tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer, bir ziyafet-i âmme [genel ziyafet] ihzar [hazırlama] eder. Sonra, raiyetine [halk] kendi kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yaver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] yapar, aşağıdaki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder, daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve destgâhlarını [iş yeri] ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini [depo] göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın [köşk, saray] hakaikini [doğru gerçekler] ve kendi kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ona bildirir, seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o sarayın müştemilâtıyla, [içindekiler] nukuşuyla, [işlemeler] acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki [işleme] rumuzunu [ince işaretler] bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derunundaki [içyüz] manzum [düzenli] murassâlar [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve mevzun [ölçülü] nukuş [işlemeler] nedir ve saray sahibinin kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun [ilim sahibi sultan] ve zîşuûna [icraat sahibi] karşı marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ve arzuları dairesinde teşrifat [kabul töreni, protokol] merasimini tarif etsin.

781

Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Ezel-Ebed Sultanı [başlangıcı ve sonu olmayıp bütün zamanlara egemen olan Allah] olan Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nihayetsiz kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] herbir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî [gizli] letâif [duygular] bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünun, [fenler, bilimler] bütün desâtiriyle, [düsturlar, kanunlar] şu kitab-ı kâinatı [kâinat kitabı] zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ [Allah’ın isimleri] ve kemâlât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait mükemmellikler] dair ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış.

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, [âlem sarayı] kendi kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher [sergi] hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmetiyle sahibi olan Allah] Cemîl-i Zülcelâl, [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] Sâni-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah] hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, şu âlem-i arzdaki [dünya âlemi] zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menbalarını ve netâicinin [neticeler] mahzenleri [depo] olan avâlim-i ulviyede [yüce âlemler] birisini gezdirsin ve bütün onların fevkine [üstüne] çıkarsın ve kurb-u huzuruna [huzura yakınlık] müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin. Umum ibâdına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] bir dellâl [davetçi, ilan edici] ve marziyât-ı İlâhiyesine [Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler] bir mübelliğ [tebliğ eden, bildiren] ve saray-ı âlemindeki [âlem sarayı] âyât-ı tekvîniyesine [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] bir müfessir [açıklayan, yorumlayan] gibi, çok vazifelerle tavzif [görevlendirme] etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’ân gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

782

İşte, Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] pek çok hikmetlerinden, şu temsil dürbünüyle bir ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin.

İkinci temsil: Nasıl ki bir zât-ı zîfünun, mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir kitabı telif [kaleme alma] edip yazsa—öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, [doğru gerçekler] her satırında yüz sahife kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] mânâlar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa—bütün o kitabın maânî [mânâlar] ve hakaikleri, [doğru gerçekler] o kâtib-i mu’ciznümânın kemâlât-ı mâneviyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Herhalde o kitabı bazılara ders verecek, tâ o kıymettar kitap mânâsız kalıp beyhude olmasın, onun gizli kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün, o da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acip kitabı bütün maânîsiyle, [mânâlar] hakaikiyle [doğru gerçekler] ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de, Nakkâş-ı Ezelî, [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] şu kâinatı, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve cemâlini ve hakaik-i esmâsını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın mânâsı bilinmezse hiçe sukut [alçalış, düşüş] eder. Bahusus [hususan, özellikle] böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun [içerme, içine alma] eden bir kitap sukut [alçalış, düşüş] edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir. Her taifenin istidadına [kabiliyet] göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm [genel] nazarlı, [görüşlü, bakışlı] en küllî şuurlu, en mümtaz [seçkin] istidat[beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikini [doğru gerçekler] ders vermek için gayet yüksek bir seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ müntehâ [bir şeyin en uç noktası] sahifesi olan daire-i ehadiyete [Allah’ın birlik dairesi] kadar bir seyeran [gezi, seyretme] ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsille Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda [dinleme makamı] olan mülhide [dinsiz] bakıp kalbini dinleyeceğiz, ne hale girdiğini göreceğiz. işte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor, “Ben inanmaya başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkülüm daha var.

783

“Birincisi: Şu Mirac-ı Azîm [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk] niçin Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?”

“İkincisi: O zât nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat onun nurundan halk olunmuş; hem kâinatın en âhir ve en münevver [aydın] meyvesidir.1 Bu ne demektir?”

“Üçüncüsü: Sabık [daha önceden geçen] beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye [yüce âlem] çıkmak, şu âlem-i arziyedeki [dünya âlemi] âsarların [eserler/asırlar] makinelerini, destgâhlarını [iş yeri] ve netâicinin [neticeler] mahzenlerini [depo] görmek için urûc etmiştir. Ne demektir?”

Elcevap:

BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ: Otuz adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada, zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve delâil-i nübüvvetine [peygamberlik delilleri] ve o Mirac-ı Âzama en elyak [daha layık] o olduğuna icmâlî işaretler nev’inde bir muhtasar [kısa] fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, [kutsal kitaplar] pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] nübüvvet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) dair yüz on dört işarî beşaretleri [müjde] çıkarıp Risale-i Hamidiye’de göstermiştir.2

Saniyen: [ikinci olarak] Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler [müjde] sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.3

Salisen: [üçüncü olarak] Velâdet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğuşu] (a.s.m.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin [put] sukutuyla, [alçalış, düşüş]

784

1 Kisrâ-yı Fârisin [eski İran hükümdarı, kralı] saray-ı meşhuresi [meşhur saray] olan Eyvânı [köşk, saray] inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etmesi2 gibi, irhasat denilen yüzer hârika tarihçe meşhurdur.

Rabian: [dördüncü olarak] Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi3 ve câmide, bir cemaat-i azîme [büyük topluluk] huzurunda kuru direğin, minberin [câmide hutbe okunan yer] naklinden dolayı mufarakat-i Ahmediyeden [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ayrılığı] (a.s.m.) deve gibi enîn [inilti] ederek ağlaması4, وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 5 nassıyla, şakk-ı kamer6 [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi, muhakkiklerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] tahkikatıyla [araştırma, inceleme] bine bâliğ [erişen, ulaşan] mu’cizatla serfiraz [benzerlerinden üstün olan] olduğunu tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] gösteriyor.

Hamisen: [beşinci olarak] Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin [güzel ahlâk] şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının [davranışlar] şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] vazifesinde ve tebliğatında en âli [yüce] bir derecede; ve din-i İslâmdaki [İslâm dini] mehâsin-i ahlâkın [ahlak güzelliği] şehadetiyle, şeriatinde en âli [yüce] hısâl-i hamîde [övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar] en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve dikkat tereddüt etmez.

Sadisen: [altıncı olarak] Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] olarak tezahür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin [âlemin yaratıcısı Allah] nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe, [açık bir şekilde] o zâttır.

785

Hem Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı [eksiksiz ve mükemmel san’at] üzerine enzâr-ı dikkati [dikkatli bakışlar] celb [çekme] etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık [davetçi, ilan edici] eden, yine bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret [çokluk] tabakatında vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi [Allah’ın bir olduğuna inanmanın mertebeleri, dereceleri] ilân eden, yine bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] o zâttır.

Hem Sahib-i Âlemin [bütün âlemin, yaratılmış herşeyin sahibi Allah] nihayet derecede âsârındaki [eserler/asırlar] cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini [güzellikler] ve hüsnünün letâifini [duygular] âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet [İlâhî gaye ve hakikatın gereği] olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin [âlem sarayı] Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle [cevherler] dolu hazine-i gaybiyelerini [gayb hazinesi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif [bir sıfatla niteleme] edici ve tarif edici, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkatını seyir ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve ibret ve tefekkür için ona idhal [dahil etme, içine alma] etmesi ve mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] olarak onlara o âsar [eserler/asırlar] ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ [seyredenler, izleyenler] ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere [melekler] de Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

786

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] şu kâinatın tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] maksat ve gayeyi tazammun [içerme, içine alma] eden tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin [zor soru] muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh [açık] bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün güzel masnuatıyla [san’at eseri] kendini zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] onun mukabilinde, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olanlara marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel [daha mükemmel] bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem Rabbü’l-Âlemîn, [âlemlerin Rabbi olan Allah] meyve-i âlem [kâinatın meyvesi] olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat [kabiliyet genişliği] verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye [büyük ve umumî kulluk] müheyyâ [hazır] ettiğinden ve hissiyatça kesrete [çokluk] ve dünyaya müptelâ [bağımlı] olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten [çokluk] vahdete, [Allah’ın birliği] fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen [daha güzel] bir tarzda rehberlik eden ve risaletin [elçilik, peygamberlik] vazifesini en ekmel [daha mükemmel] bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

İşte, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en eşrefi [en şerefli] olan zîhayat [canlı] ve zîhayat [canlı] içinde en eşref [en şerefli] olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] içinde en eşref [en şerefli] olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi [görevler] en âzamî bir derecede, en ekmel [daha mükemmel] bir surette ifa eden zât, elbette o Mirac-ı Azîm [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk] ile Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] çıkacak, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını çalacak, hazine-i rahmetini [Allah’ın rahmet hazinesi] açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] görecek, yine o olacaktır.

Sabian: [yedincisi] Bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] şu masnuatta [san’at eseri] gayet güzel tahsinat, [güzelleştirmeler] nihayet derecede

787

süslü tezyinat [süslemeler] vardır. Ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] şöyle tahsinat [güzelleştirmeler] ve tezyinat, [süslemeler] onların Sâniinde [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayet şiddetli bir irade-i tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve kasd-ı tezyin [süsleme kasdı, amacı] var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve tezyin [süsleme] ise, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] o Sânide san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat [sanat eseri] içinde en câmi’ [kapsamlı] ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki [san’at eseri] güzellikleri “Maşaallah” deyip istihsan [beğenme, güzel bulma] eden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nazarında en ziyade mahbup [sevgili] o olacaktır.

İşte, masnua[san’at eseri] yaldızlayan mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] ve mehâsine [güzellikler] ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ışıklandıran letâif [duygular] ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] karşı “Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber” diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla [nağmeler, ezgiler] kâinatı velveleye verdiren, istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdirle, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle ber [kara] ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o zâttır.

İşte, böyle bir zât ki, es-sebebü ke’l-fâil1 [“sebeb olan yapan gibidir”] sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli, [benzer] onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı [namazlar, dualar] onun mânevî kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] imdat2 veren ve risaletinde [elçilik, peygamberlik] gördüğü vezâifin [görevler] netâicini [neticeler] ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin [Allah sevgisi] nihayetsiz feyzine mazhar [erişme, nail olma] olan bir zât, elbette Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] Arşa ve Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] kadar gitmek,3 ayn-ı hak, [hakkın ta kendisi] nefs-i hakikat [hak ve hakikatin bizzat kendisi] ve mahz-ı hikmettir. [hikmetin ta kendisi]

788

İKİNCİ MÜŞKÜL: [zorluk] Ey makam-ı istimâdaki [dinleme makamı] insan! Şu ikinci işkâl [anlaşılması zor olma] ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır—illâ nur-u imanla [iman aydınlığı] görünür. Fakat bazı temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] o hakikatin vücudu fehme takrib [yaklaştırma] edilir. Öyle ise bir nebze takribe [yaklaştırma] çalışacağız.

İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] bakıldığı vakit, azîm bir şecere [ağaç] mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] de bir şıkkı olan âlem-i süflînin [aşağı âlem, dünya] anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] dalları, nebâtât [bitkiler] ve eşcar [ağaçlar] yaprakları, hayvânât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.

Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ağaçlar hakkında câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i Hakîmdir. [Allah’ın Hakîm isminin gereği] Öyle ise, mukteza-yı hikmet, [Allah’ın hikmetinin gereği] şu şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i cismanîden [maddî âlem] başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını [esaslar] câmi’ [kapsamlı] olsun. Çünkü, binler muhtelif âlemleri tazammun [içerme, içine alma] eden kâinatın çekirdek-i aslîsi [asıl çekirdek, tohum] ve menşei, [kaynak] kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan [kainat ağacı] daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise, ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta [kainat ağacı] bir meyve libasının [elbise] giydirilmesi, yine Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] isminin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını [elbise] giymemiş. Elbette âhirde o libası [elbise] giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde, sabıkan [bundan önce] ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden ve arzın nısfı [yarısı] [dünyanın yarısı] ve beşerin humsunun [beşte bir] nazarını kendine hasreden [sadece belli şeylere odaklanan] ve mehâsin-i mâneviyesiyle âlemi ya nazar-ı muhabbet [sevgi bakışı] veya hayretle kendine baktıran meyve ise, zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette, kâinatın

789

teşekkülüne [kendi kendine oluşma] çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz’î [ferdî, küçük] mahiyetinden halk olunmasını istib’âd [akıldan uzak görme] etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] şu kâinatı nur-u Muhammedîden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, [kainat ağacı] şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî [asıl çekirdek, tohum] makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, [Allah’ın huzuruna yükselme] o hayt-ı münasebetin gılâfı [kılıf, örtü] ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle [velilik] gitmiş, risaletiyle [elçilik, peygamberlik] dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, [nurlu cadde, yol] Mirac-ı Nebevînin [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükseldiği ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] gölgesinde seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] edip istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre makamat-ı âliyeye [yüce makamlar] çıkıyorlar.

Hem sabıkan [bundan önce] ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] birinci işkâlin [anlaşılması zor olma] cevabında gösterilen makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin [süsleme] etmiştir. O makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] medarı [kaynak, dayanak] zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi [meyve] evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, [erişme, nail olma] onun nuru olmak lâzım gelir.1

ÜÇÜNCÜ MÜŞKÜLÜN: O kadar geniştir ki, bizim gibi dar zihinli insanlar istiab [içine alma, kaplama] ve ihata [herşeyi kuşatma] edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

790

Evet, âlem-i süflînin [aşağı âlem, dünya] mânevî destgâhları [iş yeri] ve küllî kanunları, avâlim-i ulviyededir. [yüce âlemler] Ve mahşer-i masnuat [sanat eseri varlıkların toplandığı yer] olan küre-i arzın [yer küre, dünya] hadsiz mahlûkatının netâic-i amelleri [işin neticeleri] ve cin ve insin semerât-ı ef’alleri, [fiillerin meyvesi, neticesi] yine avâlim-i ulviyede [yüce âlemler] temessül [belirme, görünme] eder. Hattâ, hasenat Cennetin meyveleri suretine,1 seyyiat [günahlar] ise Cehennemin zakkumları [Cehennemde bir ağacın ismi] şekline2 girdikleri, pek çok emârat [belirtiler, işaretler] ve pek çok rivâyâtın [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] şehadetiyle ve hikmet-i kâinatın [kâinatın yaratılmasındaki hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] ve ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] iktizasıyla [bir şeyin gereği] beraber, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] işârâtı [işaretler] gösteriyor.

Evet, zeminin yüzünde kesret [çokluk] o kadar intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş ve hilkat [yaratılış] o kadar teşa’ub [kısım ve bölümlere ayrılma] etmiş ki, bütün kâinatta münteşir [yaygın olan] umum masnuatın [san’at eseri] pek çok fevkinde [üstünde] ecnâs-ı mahlûkat [yaratılanların cinsleri, türleri] ve esnaf-ı masnuat, [san’atlı yaratılmış varlıkların sınıfları] küre-i zeminde [yerküre] bulunur, değişir, daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin [çokluk] menbaları, madenleri, elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyât-ı esmâiyedir [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] ki, o küllî kanunlar, o küllî tecellîler ve o muhit esmâların mazharları da bir derece basit ve sâfi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı [çatı, tavan] ve bir âlemin merkez-i tasarrufu [iş ve faaliyet merkezi] hükmünde olan semâvâttır ki, o âlemlerin birisi de Sidretü’l-Müntehâdaki [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] Cennetü’l-Me’vâdır.3 [Cennetin üçüncü katının ismi] Yerdeki tesbihat ve tahmidat, [Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler] o Cennetin meyveleri suretinde—Muhbir-i Sadıkın ihbarıyla—temessül ettiği sabittir.4

İşte, bu üç nokta gösteriyorlar ki, yerde olan netâic [neticeler] ve semerâtın [meyve] mahzenleri [depo] oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

791

Deme ki, “Havaî bir Elhamdü lillâh kelimem nasıl mücessem [cisimleşmiş] bir meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] olur?”

Çünkü, sen gündüz uyanıkken güzel bir söz söylersin; bazan rüyada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı birşey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin, meyveler suretinde, uyanık âlemi olan âlem-i âhirette [âhiret âlemi] yersin ve yemesini istib’âd [akıldan uzak görme] etmemelisin.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] semerâtı [meyve] ve faidesi nedir?

Elcevap: Şu şecere-i tûbâ-i mâneviye olan Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] beş yüzden fazla meyvelerinden, nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEYVE: Erkân-ı imaniyenin [iman esasları] hakaikini [doğru gerçekler] gözle görüp, melâikeyi, [melekler] Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mektubât-ı Samedâniye, [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] güzel âyine-i cemâl-i [güzelliğin aynası] Zât-ı Ehadiye [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] sevindirip mesrur [mutlu] etmiş. Hem o nur ve o meyve ile, beşeri müşevveş, [dağınık, karışık] perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâ[düşmanlar] nihayetsiz ve fâni, bekàsız bir vaziyet-i dalâletkârâneden, o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile, ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] bir mu’cize-i kudret-i [Allah’ın kudret mu’cizesi] Samedâniyesi [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] ve mektubât-ı Samedâniyenin [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i has[özel, seçilmiş kul] ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] istihsancısı, [beğenme, güzel bulma] halîli ve cemâlinin

792

hayretkârı, [hayran olan] habibi [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ve Cennet-i bâkiyesine [devamlı ve kalıcı olan Cennet] namzet [aday] bir misafir-i azizi [aziz ve şerefli misafir] suret-i hakikîsinde [gerçek görünüş] göstermiş, insan olan bütün insanlara nihayetsiz bir sürur, [mutluluk] hadsiz bir şevk vermiştir.

İKİNCİ MEYVE: Sâni-i Mevcudat [bütün varlıkları sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ve Sahib-i Kâinat [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] ve Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] olan Hâkim-i Ezel [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] ve Ebedin marziyât-ı Rabbâniyesi [Rab olan Allah’ın razı olduğu şeyler] olan İslâmiyetin—başta namaz olarak—esasatını cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyâtı anlamak o kadar merak-âver [merak verici] ve saadet-âverdir [mutluluk verici] ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir velînimetini yahut muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, “Keşke bir vasıta-i muhabere [haberleşme aracı] olsaydı, doğrudan doğruya o zâtla konuşsaydım. Benden ne istiyor, anlasaydım. Benden, onun hoşuna gideni bilseydim” der. Acaba, bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] ve bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] cemâl ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına [bağış] mazhar [erişme, nail olma] olan beşer, ne derece Onun marziyâtını [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ve arzularını anlamak hususunda hahişger [istekli] ve merak-âver [merak verici] olması lâzım olduğunu anlarsın. İşte, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin marziyâtını, [Allah’ın razı olduğu davranışlar] doğrudan doğruya, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] semeresi [meyve] olarak, hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] işitip, getirip beşere hediye etmiştir.1

Evet, beşer, kamerdeki [ay] hali anlamak için ne kadar merak eder ki, biri gidip dönüp haber verse! Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer [ay] öyle bir Mâlikü’l-Mülkün [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] memleketinde geziyor ki, kamer [ay] bir sinek gibi küre-i arzın [yer küre, dünya] etrafında pervaz eder; küre-i arz [yer küre, dünya] pervane [korku] gibi şemsin etrafında uçar. Şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin [bütün mülkün gerçek sahibi, büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah] bir misafirhanesinde mumdarlık [ışık veren] eder. İşte,

793

zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) öyle bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve acaib-i san’atını [hayranlık uyandıran san’at] ve âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] hazâin-i rahmetini [Allah’ın rahmet hazineleri] görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte, beşer bu zâtı kemâl-i merak [merakın son derecesi] ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

ÜÇÜNCÜ MEYVE: Saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi ve kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kat’iyen, [kesinlikle] hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] anlamış, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak [ayrılık] içindeki mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] seyl-i zaman [zamanın akışı] ve harekât-ı zerrât [atomların hareketi] ile adem [hiçlik, yokluk] ve firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede [yürek paralayıcı olarak farz edilen durum] oldukları hengâmda, [ân, zaman] şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu; ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadet-âver [mutluluk verici] olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam [hiçlik, yokluk] edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede [padişaha yakınlık] bir saray verilse, ne kadar sürura [mutluluk] sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları [mutluluk] topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

DÖRDÜNCÜ MEYVE: Rüyet-i cemâlullah [Allah’ın cemâlini görme] meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin: Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, [güzellik sahibi] zîkemâl, [kemâl ve olgunluk sahibi] zîihsan [bağış ve iyilik sahibi] bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına [dereceler] nisbeten tezayüd [artma] eder, perestiş [aşırı derece sevme] derecesine gelir; canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki, bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve ihsan, [bağış] Onun cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve ihsanına [bağış]

794

nisbeten, küçük birkaç lemeâtın [Lem’alar isimli eser] güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rüyete [Allah’ın cemâlini görme] ve nihayetsiz bir iştiyaka [arzu, istek] elyak [daha layık] bir Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve’l-Kemâlin saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] muvaffak olması ne kadar saadet-âver [mutluluk verici] ve medar-ı sürur [sevinç ve neşe kaynağı] ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu, insan isen anlarsın.

BEŞİNCİ MEYVE: İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın [evreni ve herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah] nazdar [nazlı] sevgilisi olduğu, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere [asker] denilse, “Sen müşir [mareşal] oldun”; ne kadar memnun olur. Halbuki, fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] sillesini [tokat] daima yiyen biçare insana, birden “Ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, [genişlik] aklın cevelânında, [akma, dolaşma] kalbin bütün arzularında, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtunda [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] tenezzühe, [ferahlama, rahatlama] seyerana [gezi, seyretme] ve cevelâna [akma, dolaşma] muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] rüyet-i cemâline [Rabbimizin güzelliğini seyretme] de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukut [alçalış, düşüş] etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru [mutluluk] kalbinde hissedeceğini tahayyül [hayal etme] edebilirsin.

Şimdi, makam-ı istimâda [dinleme makamı] olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini [kıymet derecesi] göstereceğiz.

Meselâ, seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki, herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı; her taraf müthiş cenazelerle dolu; işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vâveylâsıdır. [çığlık, feryad] İşte biz şöyle bir

795

vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse; düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, [Allah’ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme] zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse; o yetimâne ağlayışlar, senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] “Yaşasın”lar hükmüne girse; ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] suretine dönse; kendi sürurumuzla [mutluluk] beraber herkesin süruruna [mutluluk] müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurâne [mutlu] olduğunu elbette anlarsın.

İşte, Mirac-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u imandan [iman aydınlığı] evvel şu kâinatın mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] nazar-ı dalâletle [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] bakıldığı vakit, yabancı, muzır, [zararlı] müz’iç, [rahatsız eden] muvahhiş; [korkutucu, ürkütücü] ve dağ gibi cirimler [büyük cisim] birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip adem-âbâd [yokluklarla dolu] kuyusuna atar; bütün sadâlar, firak [ayrılık] ve zevâlden [batış, kayboluş] gelen vâveylâlar [çığlık, feryad] olduğu halde, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] öyle tasvir ettiği hengâmda, [ân, zaman] meyve-i Mirac [Mirac meyvesi] olan hakaik-i erkân-ı imaniye [iman esaslarının hakikatleri] nasıl mevcudatı [var edilenler, varlıklar] sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zâkir [zikreden] ve müsebbih;1 [tesbih eden] ve mevt [ölüm] ve zevâl, [batış, kayboluş] bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek;2 ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci temsil: Seninle biz sahrâ-yı kebir [büyük çöl] gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, [koruyucusuz] aç ve susuz, meyus [ümitsiz] ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden, bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misal [cennet gibi] bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar [hazırlama] edilmiş bir yerde bizi koysa, ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

796

İşte, o sahrâ-yı kebir [büyük çöl] bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hadisat içinde harekât-ı zerrât [atomların hareketi] ve seyl-i zaman [zamanın akışı] tahrikiyle çalkanan mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağidar [üzüntülü, kederli] olan istikbali, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mirac [Mirac meyvesi] olan marziyât-ı İlâhiye [Allah’ın rızasına uygun iş ve hareketler] ile, şu dünya gayet kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi Onun misafirleri, memurları, istikbal dahi Cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi parlak göründüğü vakit, ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istimâda [dinleme makamı] olan zât diyor ki: “Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler hamd ve şükür olsun ki, ilhaddan [dinsizlik, inkâr] kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemâl-i imanı [tam ve mükemmel bir iman] kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizleri Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şefaatine mazhar [erişme, nail olma] etsin. Âmin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَنَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَۤاءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلٰۤى اٰخِرِ الْمَحْشَرِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 3

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 4

797

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا * 1

رَبَّنَۤا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

ba

798

On Dokuzuncu veOtuz Birinci Sözlerin Zeyli [ek]

 Şakk-ı Kamer mu’cizesine dairdir (a.s.m.)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ * 1

KAMER [ay] GİBİ parlak bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] evhâm-ı fâside [asılsız, boş kuruntular] ile inhisâfa [ay tutulması; gözden düşürme, perdeleme] uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] mukallitleri [taklitçi] diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vuku bulsaydı, umum âleme malûm olurdu; bütün tarih-i beşerin [insanlık tarihi] nakletmesi lâzım gelirdi.

Elcevap: İnşikak-ı kamer, dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, [dalgınlık vakti, uyku anı] âni olarak gösterildiğinden, hem ihtilâf-ı metâli [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] ve sis ve bulutlar gibi rüyete [Allah’ın cemâlini görme] mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm [yayılma, genelleşme] etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudât-ı semâviye [gökyüzünü gözetlemeler] pek az olduğundan, bütün etraf-ı âlemde [dünyanın her tarafı] görülmek, umum tarihlere geçmek elbette lâzım değildir.2 Şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan, şimdilik Beş Noktayı dinle.

BİRİNCİ NOKTA

O zaman, o zemindeki küffârın gayet şedit [çok şiddetli] derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 3 demesiyle şu vak’ayı

799

umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’ân’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, [yalanlama] yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hadise o küffarca kat’î ve vaki bir hadise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe [yalanlama] ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dair siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih, o vak’a ile münasebettar [alâkalı, ilgili] küffârın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ 1 âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hadiseyi gören küffar “Sihirdir” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kafileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş” demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kafileler ihbar ettiler ki, “Böyle bir hadiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) hakkında—hâşâ!—”Yetim-i Ebu Talib’in sihri semâya da tesir etti” dediler.2

İKİNCİ NOKTA

Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ayrılığı] (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.3 [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe [yalan] ittifakları muhaldir. Halley gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] vücudu kat’îdir” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesâilde [meseleler] teşkikât-ı [şüphede bırakma] vehmiye yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal [bâtıl, boş söz] olmamak kâfidir. Halbuki, şakk-ı kamer, [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] bir volkanla inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] eden bir dağ gibi mümkündür.

800

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Mu’cize, dâvâ-yı nübüvvetin [peygamberlik dâvâsı] ispatı için, münkirleri [Allah’a inanmayan] ikna etmek içindir, icbar [zoraki, zorlama] için değildir. Öyle ise, dâvâ-yı nübüvveti [peygamberlik dâvâsı] işitenler için, ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar [zoraki, zorlama] derecesinde bir bedâhetle [açıklık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hikmetine münâfi [aykırı] olduğu gibi, sırr-ı teklife [imtihan sırrı] dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] inşikak-ı kameri, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksaydı ve beşerin umum tarihlerine geçseydi, o vakit sair hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedâhet [açıklık] derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki, aklı icbar [zoraki, zorlama] edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebu Cehil [bilgisizlik] gibi kömür ruhlu, Ebu Bekr-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] zayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, [dalgınlık vakti, uyku anı] hem ihtilâf-ı metâli, [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] sis ve bulut gibi sair mevânii [maniler, engeller] perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Şu hadise, gece vakti, herkes gaflette iken, âni bir surette vuku bulduğundan, etraf-ı âlemde [dünyanın her tarafı] elbette görülmeyecek. Bazı efrada [bireyler] görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hadise, haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

Bazı kitaplarda “Kamer [ay] iki parça olduktan sonra yere inmiş” ilâvesi ise, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] reddetmişler. “Şu mu’cize-i bâhireyi [ap açık mu’cize] kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak [ekleme] etmiş” demişler.1

801

Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurup, [batış] Amerika’da gündüz, Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize [itiraz eden] bak: Diyor ki, “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın [kavimler] tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin [beddua] onun gibi Avrupa kâselislerin başına!

BEŞİNCİ NOKTA

İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hadise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin [ay] Hâlık-ı Hakîmi, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] Resulünün [Allah’ın elçisi] risaletini [elçilik, peygamberlik] tasdik ve dâvâsını tenvir [aydınlatma] için, harikulâde olarak o hadiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, [bir şeyin gereği] hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam[susturma] hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] iktiza [bir şeyin gereği] etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-yı nübüvveti [peygamberlik dâvâsı] henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki [yeryüzünün dört bir tarafı] insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâli [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] haysiyetiyle, bazı memleketin kameri [ay] daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub [batış] etmesi gibi, o hadiseyi görmeye mâni pek çok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti [elçilik, peygamberlik] bedâhet [açıklık] derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı—iman ise, aklın ihtiyarıyladır—sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hadise-i semâviye olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şakk-ı kamerin [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] imkânında şüphe kalmadı, kat’î ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok burhanlarından [delil] altısınaHaşiye işaret ederiz. Şöyle ki:

802

Ehl-i adalet [adaletle davranan kimseler] olan Sahabelerin, vukuuna icmâı; ve ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] umum müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 tefsirinde onun vukuuna ittifakı;2 ve ehl-i rivâyet-i sadıka [Peygamberimizden duyulan şeyleri dosdoğru bir şekilde nakleden kimseler] bütün muhaddisînin, [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi;3 ve ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bütün evliya ve sıddıkînin [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] şehadeti; ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir [çok bilgili] ulemanın tasdiki; ve nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] üzerine icmâları [özet] vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin4 [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] o vak’ayı telâkki-i bilkabul [kabul ile karşılama] etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] ispat eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] buraya kadar tahkik [araştırma, inceleme] namına ve hasmı ilzam [susturma] hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik [araştırma, inceleme] öyle dedi; hakikat ise diyor ki:

Semâ-yı risaletin [peygamberlik semâsı, göğü] kamer-i münîri [nurlandıran ve aydınlatan ay] olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, [peygamberlik divanının mührü, sonu] nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki [Allah’a kulluk] velâyetin [velilik] keramet-i uzmâ[en büyük keramet] ve mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] olan Miracla, [Allah’ın huzuruna yükselme] yani bir cism-i arzî [dünyaya ait cisim, beden] semâvâtta gezdirmekle semâvâtın

803

sekenesine [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve âlem-i ulvî [yüce âlem] ehline rüçhaniyeti [üstünlük] ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini [velilik] ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, [ay] bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] o arzlının risaletine [elçilik, peygamberlik] öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.), kamerin [ay] açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet [elçilik, peygamberlik] ve velâyet [velilik] gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar [ışıklı] cenahla [kanat] evc-i kemâlâta [mükemmelliklerin en üst derecesi] uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] çıkmış; hem ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] hem ehl-i arza [yer ehli, dünyalılar] medar-ı fahr [övünç kaynağı] olmuştur.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالتَّسْلِيمَاتُ مِلْاَ اْلاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 2* اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ مَنِ انْشَقَّ الْقَمَرُ بِاِشَارَتِهِ اجْعَلْ قَلْبِى وَقُلُوبَ طَلَبَةِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الصَّادِقِينَ كَالْقَمَرِ فِى مُقَابَلَةِ شَمْسِ الْقُرْاٰنِ اٰمِينَ اٰمِينَ * 3