İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – Meyve Risalesi -1 (136-185)

136

(Meyve Risalesinden)

Bu Onuncu Meseleye bir hâtime [son] olarak iki haşiyedir [dipnot]

BİRİNCİSİ

Bundan on iki sene evvel1 işittim ki, en dehşetli ve muannid [inatçı] bir zındık, Kur’ân’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı [tekrarlar] herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

Fakat Risale-in Nur’un cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez hüccetleri [delil] kat’î ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil [mümkün] değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî [Arap dili, Arapça] yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini [derin anlamlı söz] başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın kelimeleri] mu’cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î [ferdî, küçük] tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-in Nur her tarafta intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] o dehşetli plânı akîm [neticesiz] bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette [durum] bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali [bir durumun gerçek yönü] bilemiyorum.

İKİNCİ haşiye: [dipnot]

Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli [çokluk] kavak ağaçları birer halka-i zikir [zikir halkası] tarzında gayet lâtif, [berrak, şirin, hoş] tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbedârâne [kendinden geçerek] ve câzibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından [ayrılık] ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemâl-i neş’e [tam bir neşe] ile cilvelenen o nâzenin [ince, narin, duyarlı] kavaklara ve zîhayatlara [canlı] o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları [ayrılık] ihtar ve ihsasiyle [hissettirme] kâinat dolusu firakların, [ayrılık] zevâllerin [batış, kayboluş] hüzünleri başıma toplandı.

137

Birden, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) getirdiği nur imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara [mutluluk] çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman [Allah’a inanan] gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için, zât-ı Muhammediyeye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] o mübarek nâzeninleri [ince, narin, duyarlı] vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil, belki güya ademden ve firaktan [ayrılık] titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve hubb-u mehâsin [güzellik sevgisi] ve muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiye [kendi cinsine olan şefkat] ve alaka-i [zigot; döllenmiş hücre] hayatiyeye medar [kaynak, dayanak] olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzip [azap] âletine çevirdiği sırada, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; idam, [hiçlik, yokluk] adem, [hiçlik, yokluk] hiçlik, vazifesizlik, abes, firak [ayrılık] fanilik yerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânâları ve, Risale-in Nur’da ispat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.

Birinci kısım: Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına bakar. Meselâ, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut [istek] neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı hâliyle [hal dili] ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat [canlı] ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.

İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın [canlı] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı marifet [Allah’ı tanıtan kitap] olur. Mânâlarını zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] defterlerinde daire-i vücutta [varlık dairesi] bırakıp, sonra âlem-i şehadeti [görünen alem] terk eder, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] çekilir. Demek, surî [görünüşte] bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları kazanır.

Evet madem Allah var ve ilmi ihâta [kavrayış] eder. Elbette adem, idam, [hiçlik, yokluk] hiçlik, mahv,

138

fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın [Allah’a inanan] dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, [ayrılık] hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel [atasözü] ders verip, der:

“Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”

Elhasıl, [kısaca, özetle] nasıl ki, iman, ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıyor; öyle de, herkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olsa, hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle idam [hiçlik, yokluk] edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasârattan kurtulsunlar.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşiniz Said Nursî

ba

139

(Yirmi Altıncı Sözden)

Üçüncü Mebhasın [bahis, kısım] Sonu ve Dördüncü Mebhas [bahis, kısım]

Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb [ortadan kaldırma] etmiştir. İnbisat ve cevelâna [akma, dolaşma] müştak [arzulu, aşırı istekli] olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?

Elcevap: Kat’a [kesinlikle] ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, [hafiflik] bir rahatlık ve ravh ve reyhânı [fikir, düşünce] veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, [mutluluk] bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î [ferdî, küçük] bir serbestiyet, muvakkat [geçici] bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi [yeterli] gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine [gemi] atar, kemâl-i rahatla, [tam anlamıyla rahatlık] ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] serbest cevelânına [akma, dolaşma] meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] cüz’î [ferdî, küçük] hürriyetini selb [ortadan kaldırma] eder ve firavuniyetini ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve keyfemâyeşâ [kendi keyfince, keyfi nasıl isterse] hareketini kırar.

Kadere iman o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız şu temsille o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler. O padişahın mahall-i garaip olan has sarayına girerler. Biri, padişahı bilmez, o yerlerde gàsıbâne, sârıkane tavattun [vatan edinme, yerleşme] etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri idare ve tedbir ve varidat; [gelirler] ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvânâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ıztırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor, idare edemiyor. Teessüfle [eseflenme, üzülme] vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız, edepsiz adam, tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] suretiyle hapse atılır.

140

İkinci adam, padişahı tanır, padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler bir nizam-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] işlediğini itikad [inanç] eder. Zahmet ve külfetleri padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ [tam bir huzur] ile o cennet-misal [cennet gibi] bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet [tam bir lezzet] ve saadetle hayatını geçirir. İşte مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 sırrını anla.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS [bahis, kısım]

Eğer desen: Birinci Mebhasta [bahis, kısım] ispat ettin ki, kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki [dünya yurdu] musibetler, beliyyeler [belâ] o hükmü cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ediyor.

Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten [şefkatin şiddeti] şedit [çok şiddetli] bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücut hayr-ı mahz, [iyiliğin ta kendisi] adem [hiçlik, yokluk] şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olduğuna, bütün mehâsin [güzellikler] ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vücuda rücuu ve bütün maâsî [günahlar] ve mesâib [musibetler, belâlar] ve nekaisin [eksiklikler, kusurlar] esası adem [hiçlik, yokluk] olduğu delildir.

Madem adem şerr-i mahzdır. [kötülüğün ta kendisi] Ademe müncer olan [sonuçlanan] veya ademi işmam [hissetirme] eden hâlât [durumlar, haller] dahi şerri tazammun [içerme, içine alma] eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife [çeşitli haller] içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebâyin [ayrı ayrı] vaziyetlere girip tasaffi [saflaşma, arınma] ediyor ve müteaddit [bir çok] keyfiyatı alıp matlup [istek] semeratı [meyve] veriyor ve müteaddit [bir çok] tavırlara girip Vâhib-i Hayatın [hayat bağışlayan Allah] nukuş-u esmâsını [Allah’ın güzel isimlerinin varlıklardaki nakışları] güzelce gösterir. İşte, şu hakikattendir ki, zîhayatlara [canlı] âlâm [elemler, acılar] ve mesâib [musibetler, belâlar] ve meşakkat ve beliyyat [belâlar, sıkıntılar] suretinde bazı hâlât [durumlar, haller] ârız [ortaya çıkma] olur ki, o hâlât [durumlar, haller] ile hayatlarına envâr-ı vücut [varlık nurları] teceddüt [yenileme] edip zulümât-ı adem [yokluk karanlıkları] tebâud [uzaklaşma] ederek hayatları tasaffi [saflaşma, arınma] ediyor. Zira, tevakkuf, [durağan olma] sükûnet, sükût, atâlet, [hareketsizlik]

141

istirahat, yeknesaklık, [tekdüzelik, monotonluk] keyfiyatta ve ahvalde [durumlar] birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık [tekdüzelik, monotonluk] içinde hiçe iner.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem hayat, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nukuşunu [işlemeler] gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve çok san’atlarda mahir bir Zât, âsâr-ı san’atını, [san’at eserleri] hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] musannâ [san’atla yapılmış] yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese, “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?

İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Fâtır-ı Bîmisal, zîhayata [canlı] göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letâifle [duygular] murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] olarak giydirdiği vücut gömleğini, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nakışlarını [işleme] göstermek için, çok hâlât [durumlar, haller] içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat, bazı esmâsının ahkâmını [hükümler] göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bazı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde lâtif [berrak, şirin, hoş] güzellikler vardır.

ba

142

 Hâtime

Eski Said’in serkeş, [başkaldıran] müftehir, mağrur, ucüblü, riyakâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır. [bölüm]

BİRİNCİ FIKRA: Madem eşya var ve san’atlıdır. Elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet kat’î ispat edildiği gibi, eğer herşey birinin olmazsa, o vakit herbir şey bütün eşya kadar müşkül [zorluk] ve ağır olur. Eğer herşey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân [kolay] ve kolay olur.

Madem zemin ve âsumânı [gökyüzü] birisi yapmış, yaratmış. Elbette, o pek hikmetli ve çok san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Zât, zemin ve âsumânın [gökyüzü] meyveleri ve neticeleri ve gayeleri olan zîhayatları [canlı] başkalara bırakıp işi bozmayacak. Başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek, şükür ve ibadetlerini başkasına vermeyecektir.

İKİNCİ FIKRA: Sen, ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! [övünme] Salkımları o ağaç kendi takmamış; başkası onları ona takmış.

ÜÇÜNCÜ FIKRA: Sen, ey riyakâr nefsim! “Dine hizmet ettim” diye gururlanma. اِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ 1 sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, [Allah’a kulluk] geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat [yaratılış görevi] ve farize-i hilkat ve netice-i san’at [san’atın neticesi, ürünü] bil, ucüb ve riyadan kurtul.

DÖRDÜNCÜ FIKRA: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma] kazan. Çünkü, bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı [ışınlar, parıltılar] ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Sözün âhirinde şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir.

143

Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, [arzulu, aşırı istekli] mevtten [ölüm] kaçarsan, kat’iyen [kesinlikle] bil ki, hayat zannettiğin hâlât, [durumlar, haller] yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, [ölü] ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, [maddî hayat] yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] “bir âşiredir, [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] belki bir ân-ı seyyâledir” [bir anda akıp giden zaman dilimi] demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.

Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i [maddî hayat] nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına [hayat derecesi] çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları [hayat alanı] var! Senin için meyyit [ölü] olan mazi, [geçmiş] müstakbel, [gelecek] onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur.

Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki [ebedî dost, sonsuz sevgili] isterim.

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed [devamlı ve sürekli güneş] isterim.

Hiç ender hiçim; [hiç içinde hiç] fakat bu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birden isterim.

ba

144

 Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mühim bir tılsımını halleden

Birinci Maksat

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً * 1

ŞU ÂYETİN büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit [bir çok] vücuhundan [vecihler, yönler] bir ferdi, bir vechi ene’dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar âlem-i insaniyetin [insan âlemi] etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshil [kolaylaştırma] edecek bir mukaddime [başlangıç] beyan ederiz. Şöyle ki:

Ene, [benlik] künûz-u mahfiye [gizli hazineler] olan esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının [anlaşılması zor olan sır] dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, [anlaşılması zor mesele] bir

145

tılsım-ı hayretfezâdır. [hayret verici sır] O ene, [benlik] mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene [benlik] açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun [Allah’ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem] künûzunu [hazineler] dahi açar. Şu meseleye dair, Şemme [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] isminde bir risale-i Arabiyemde [Arapça kitap] şöyle bahsetmişiz ki:

Âlemin miftahı [anahtar] insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah [anahtar] vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın [kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah] künûz-u mahfiyesini [gizli hazineler] onunla keşfeder. Fakat ene, [benlik] kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül [zorluk] bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati [yaratılış sırrı] bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] sıfât ve şuûnâtının [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat [işaretler] ve nümuneleri câmi’ [kapsamlı] bir ene [benlik] vermiştir—tâ ki, o ene [benlik] bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] olup, evsâf-ı Rububiyet [rububiyetin vasıfları, nitelikleri] ve şuûnât-ı Ulûhiyet [ilâhlığın şe’nleri, kutsal özellikleri] bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, [ölçü birimi] bir mevcud-u hakikî [gerçek varlık] olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki [geometri] farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle [kuruntu] bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla [gerçekleşme] hakikî vücudu lâzım değildir.

Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sıfât ve esmâsının marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] enaniyete bağlıdır?

Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün [belirleme] vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.

İşte, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilim ve kudret, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı

146

muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, [gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul edilen rububiyet] bir mâlikiyet, [sahiplik] bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan bir sınır] vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

Meselâ, daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyetiyle, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] daire-i mümkinatta [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] anlar. Ve zâhir mâlikiyetiyle, [sahiplik] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hakikî mâlikiyetini [sahiplik] fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î [ferdî, küçük] ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî [çalışarak elde edilen] san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval [durumlar] ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş]

Demek ene, [benlik] âyine-misal [ayna gibi] ve vahid-i kıyasî [ölçü birimi] ve âlet-i inkişaf [ eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet] ve mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin [insan bedeni] kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin [insanların yapısında bulunan temel özellik] hullesinden [Cennet elbisesi] ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var:

Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil; icaddan eli kısadır.1

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] fiil sahibidir.2

147

Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat [dereceler] ve miktarlarını bildiren mizanülhararet [ölçü] ve mizanülhava [ölçü] gibi mizanlar [ölçü] nev’inden bir mizandır [ölçü] ki, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.1 [ölçü]

İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’ân [kesin şekilde inanma] eden ve ona göre hareket eden, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 2 beşaretinde [müjde] dahil olur. Emaneti bihakkın [gerçek anlamıyla] eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî [dış dünyaya ait] malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık [tasdik edici, doğrulayıcı] görür; o ulûm, [ilimler] nur ve hikmet olarak kalır, zulmet [karanlık] ve abesiyete [anlamsızlık] inkılâb [değişim, devrim] etmez.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, ene, [benlik] vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî [ölçü birimi] olan mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve farazî mâlikiyetini [sahiplik] terk eder.

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَمُحَحُ 3 der, hakikî ubûdiyetini [Allah’a kulluk] takınır, makam-ı ahsen-i takvime çıkar.

Eğer o ene, [benlik] hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] unutup vazife-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen görev] terk ederek kendine mânâ-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad [inanç] etse, o vakit emanette hıyanet eder, وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 4 altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tevlid [doğurma] eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz [gökler ve yer] ve cibal [dağlar] tedehhüş [dehşete düşme] etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.

148

Evet, ene [benlik] ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın [insan bedeni] her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı [insan bedeni] bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle [duygular] adeta ene [benlik] olur. Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, [benlik] o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] evâmirine [emirler] karşı mübareze [karşı koyma] eder.1 Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ 2 meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî [devlete ait] malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad [inanç] etmeye mecburdur.

İşte, ene, [benlik] şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. [sonsuz bir cahillik] Binler fünunu [fenler, bilimler] bilse de, cehl-i mürekkeple [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları [fikirler] kâinatın envâr-ı marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma nurları] getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet [hikmetin ta kendisi] gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka [akla ve gerçeğe tamamen aykırılık] suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, [Cenâb-ı Hakkın sıfat ve isimlerini kabul etmeme, reddetme] Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.3 On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] ve mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] enaniyetin, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] cihetiyle ne kadar hassas bir mizan [ölçü] ve doğru bir mikyas [ölçü]

149

ve muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ [kapsamlı] bir âyine [ayna] ve kâinata güzel bir takvim, [program] bir ruznâme olduğu, gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Sözdeki tafsilâta [ayrıntılar] iktifâen [yeterli görerek] kısa keserek mukaddimeye [başlangıç] nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi [başlangıç] anladınsa, gel, hakikate giriyoruz.

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, [insan âlemi] zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, [büyük akım] iki silsile-i efkâr, [fikirler zinciri, fikir halkaları] her tarafta ve her tabaka-i insaniyede [insan tabakası] dal budak salmış iki şecere-i azîme [büyük ağaç] hükmünde;1 biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ve ittihad [birleşme] etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet [sığınma] edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] felsefe silsilesinin etrafına cem [toplama, bir araya gelme] olmuştur. Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] dalında Nemrutları, Firavunları, ŞeddadlarıHaşiye beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri [put] ve ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei [kaynak]

150

ile, silsile-i nübüvvetin—ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin [yerküre] bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselîn [peygamberler] ve evliya ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia [itme gücü (fizik)] dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler [hükümdar] meyvesini veren ve kuvve-i câzibe [çekim gücü] dalında hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve ismetli cemâl-i suret [görünüş güzelliği] ve sehâvet ve keremnamdarlar [cömertlik] meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin [ağaç] menşei [kaynak] ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye [ağaç] menşe ve medar, [kaynak, dayanak] esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini [cihet, yön, taraf] beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Enenin bir vechini [cihet, yön, taraf] nübüvvet [peygamberlik] tutmuş gidiyor; diğer vechini [cihet, yön, taraf] felsefe tutmuş geliyor.

Nübüvvetin [peygamberlik] vechi olan birinci vecih: [yön] Ubûdiyet-i mahzânın menşeidir. [kaynak] Yani, ene [benlik] kendini abd [köle] bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] yani başka birisinin vücuduyla kaim [ayakta duran] ve icadıyla sabittir, itikad [inanç] eder. Mâlikiyeti [sahiplik] vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, [görünüşte] muvakkat [geçici] bir mâlikiyeti [sahiplik] vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; [gölge] yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. [gölge] Vazifesi ise, kendi Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] sıfât ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mikyas [ölçü] ve mizan [ölçü] olarak, şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] bir hizmettir.

İşte, enbiya [nebiler, peygamberler] ve enbiya [nebiler, peygamberler] silsilesindeki asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya, eneye şu vecihle [yön] bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü’l-Mülke teslim etmişler1 ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] ne mülkünde,2 ne

151

rububiyetinde,1 [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ne ulûhiyetinde2 [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] şerik ve naziri [benzer] yoktur;3 muin [yardımcı] ve vezire muhtaç değil;4 herşeyin anahtarı Onun elindedir;5 herşeye Kàdir-i Mutlaktır;6 esbab [sebebler] bir perde-i zâhiriyedir;7 tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların fiillerini düzen altına alan kanunlar] ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.8 [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet]

İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin [insanlık âlemi] her tarafını nuranî meyvelerle tezyin [süsleme] etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki [geçmiş zaman] zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, [geçmiş zaman] felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, [çok büyük mezar] bir ademistan [yokluk ülkesi, yeri] olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih [yön] ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki [anlama, kabul etme] eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var, daire-i tasarrufunda [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] hakikî mâliktir, zu’m eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et [doğma] eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ… Çok esâsât-ı fâsideye

152

mesleklerini bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler’de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat’î ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbni Sina ve Farâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, [sebeplere tapan] sanemperest, [puta tapan] tabiatperest, nücumperest [yıldızlara tapan] gibi çok envâ-ı şirk [şirk çeşitleri] taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ,1 [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyaç,2 naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur3 kapılarını kapayıp ubûdiyetin [Allah’a kulluk] yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet [peygamberlik] ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, [insanlık görevi] ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber,4 aczini bilip kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] iltica,5 zaafını [zayıflık, güçsüzlük] görüp kuvvet-i İlâhiyeye [ilâhî güç, kuvvet] istinad,6 fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] itimad,7 ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden [Allah’ın sınırsız zenginliği] istimdad,8 [yardım dileme] kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar,9 [af dileme] naksını [eksiklik, noksanlık] görüp kemâl-i İlâhîye [İlâhî mükemmelik] tesbihhân [tesbih eden] olmaktır10 diye, ubûdiyetkârâne [kulluğa yakışır tarzda] hükmetmişler.

153

İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene [benlik] kendi dizginini eline almış, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki [yön] enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulup âlem-i insaniyetin [insan âlemi] yarısından fazlasını kaplamış.

İşte, o şecerenin [ağaç] kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına [bakışlar] verdiği meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. [güzel görülen, beğenilen] Hattâ “El-hükmü li’l-galib[hüküm galip ve kuvvetli olanındır] bir düsturudur. [kâide, kural]Galebe [üstün gelme] edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der.Haşiye [dipnot] 1 Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşci [cesaretlendirme] etmiştir ve cebbarları [zorba] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâsına sevk etmiştir.

Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki [işleme] hüsnü, [güzellik] masnua [san’at eseri] ve nakşa mal edip, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Nakkâşın [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] mücerred [bekar] ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der, perestişe [aşırı derece sevme] lâyık bir sanem [put] hükmüne getirir.

Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] gösterici, riyâkâr bir hüsnü [güzellik] istihsan, [beğenme, güzel bulma] ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri [put] kendi âbidlerine âbideHaşiye [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] 2 yapmıştır.

O şecerenin [ağaç] kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye [akıl duygusu] dalında, âlem-i insaniyetin [insan âlemi] dimağına [akıl, beyin] dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikati tenvir [aydınlatma] için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş’et [doğma]

154

eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd [doğma] eden neticelerinin binler muvazenesinden, [karşılaştırma/denge] nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.

Meselâ, nübüvvetin [peygamberlik] hayat-ı şahsiyedeki [kişisel hayat] düsturî [kâide, kural] neticelerinden تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ 1 kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olup Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] teveccüh [ilgi] edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına [Allah’ın yüce katı] abd [köle] olunuz” düsturu [kâide, kural] nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] benzemeye çalışınız” hodfuruşâne [beğenerek] düsturu [kâide, kural] nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, [güçlü, kuvvetli] Ganî ve Müstağnî [çok uzak ve arınmış] olan Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mahiyeti nerede?

İkinci misal: Nübüvvetin [peygamberlik] hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] düsturî [kâide, kural] neticelerinden ve şems ve kamerden [ay] tut, tâ nebâtât [bitkiler] hayvânâtın imdadına ve hayvânât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin [beden hücreleri] imdadına ve muavenetine [yardım] koşturulan düstur-u teâvün, [yardımlaşma kanunu] kanun-u kerem, [cömertlik ve ikram etme kanunu] namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki [sosyal hayat] düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden [kötüye kullanma] neş’et [doğma] eden düstur-u cidal [mücadele prensibi] nerede? Evet, düstur-u cidâli [mücadele prensibi] o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehâne [ahmak] hükmetmişler.

Üçüncü misal: Nübüvvetin [peygamberlik] tevhid-i İlâhî [Allah’ın birliği] hakkındaki netâic-i âliyesinden ve

155

düstur-u gàliyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ 1 yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur [bir şeyden çıkma, olma] edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu [kâide, kural] nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ 2 “Birden bir sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur [bir şeyden çıkma, olma] edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah] ve Kadîr-i Mutlakı [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] âciz vesaite [araçlar, vasıtalar] muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, [araçlar, vasıtalar] rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] “akl-ı evvel”3 namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite [araçlar, vasıtalar] taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd [şirk karışmış] ve dalâlet-pîşe [sapıklık ve inançsızlığı meslek haline getiren] o felsefenin düsturu [kâide, kural] nerede? Hükemanın [âlimler, filozoflar] yüksek kısmı olan işrâkıyyun [bilginin kaynağının manevi aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünde olan felsefeciler] böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.

Dördüncü misal: Nübüvvetin [peygamberlik] düstur-u hakîmânesinden وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 4 sırrıyla, “Herşeyin, her zîhayatın [canlı] neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ait neticeleri, Fâtırına [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olan düstur-u hikmet [hikmet prensibi] nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın [canlı] neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine aittir’ diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet [anlamsızlık] içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları [kâide, kural] nerede?

156

Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.

İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. “Lemeât“1 [Lem’alar isimli eser] namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından [âlimler, filozoflar] İbni Sina ve Farâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun [aşık] olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, [delil] onlara o dereceyi de vermemiş.2 Hem mütekellimînin [konuşan] mütebahhirîn [çok bilgili] ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun [aşık] olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz [edinme, kabullenme] ettiklerinden, ancak fâsık, [günahkâr] mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı [edipler; edebiyatçılar] İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle [karamsarlık] maruf [bilinen] Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf [bir sıfatla nitelenen] Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir [küfürle itham etmek] yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne [azarlama, sakındırma] tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] tokatlarını almışlar.3

Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, [benlik] kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um [kötü] nazarıyla mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene [benlik] temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] sebebiyle güya tasallüb [katılaşıp sağlamlaşma, sertleşme] ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o

157

enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini [şeffaflık] kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın [insan türü, insanlık] efkârıyla [fikirler] şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî [temize çıkarmak, aklamak] ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] evâmirine [emirler] karşı mübareze [karşı koyma] vaziyetini alır, مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ 1 der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] acz ile itham [suçlama] eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] evsâfına [özellikler] müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

Felâsifenin [filozoflar] bir taifesi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]mûcib-i bizzat[her şeyi yapmaya bizzat mecbur olan, Cenâb-ı Hakkın iradesini inkâr eden felsefî görüş] demişler, ihtiyarını nefyetmişler, [gönderilme, sürgün] ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] taayyünatlarıyla, [belirleme] intizamatıyla, [düzenler, dengeler] hikmetleriyle, mizanlarıyla [ölçü] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta [ferdler, küçük şeyler] ilm-i İlâhî [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmiyor”2 diye ilm-i İlâhînin [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] azametli ihatasını [herşeyi kuşatma] nefyedip, [gönderilme, sürgün] bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şehâdât[şahitlikler ve tanıklıklar] sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye3 [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has, parlak sikkeyi [mühür] görmeyip âciz, câmid, [cansız] şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet [fiillerin asıl kökü] verip, binler hikmet-i âliyeyi [en yüce ve yüksek gaye ve maksat] ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] hükmünde olan mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu

158

Sözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla [araştırma, inceleme] ve kütüb-ü semâviye [vahye dayanan kutsal kitaplar] bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, [gönderilme, sürgün] ervahlara [ruhlar] bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, [benlik] büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır. [ibadet edilen bâtıl şey, put]

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ * 1

Geçen hakikati tenvir [aydınlatma] edecek bir seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] suretinde, nim-manzum olarak Lemeat‘ta [parıltılar] yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden [kaleme alma] sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb [değişim, devrim] edeceği bir hengâmdadır [ân, zaman] ki, Fâtiha-i [başlangıç] Şerifenin âhirinde

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ * 2

ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:

Kendimi bir sahrâ-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm [hoş ve hafif rüzgâr] var, ne ziya, ne âb-ı hayat [hayat suyu]

159

—hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır [zararlı] ve muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] mahlûklarla [varlıklar] dolu olduğunu tevehhüm [kuruntu] ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] âb-ı hayat [hayat suyu] var, oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyarsız [irade dışı] sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvâri bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtel’arz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.

Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme [hayalî yolculuk] iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] Tünel ise, ehl-i felsefenin [felsefe ile uğraşanlar] efkârıyla [fikirler] hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve AristoHaşiye gibi meşahirlerindir. [meşhurlar, ünlüler] İşittiğim sesler, İbni Sina ve Farâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbni Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtel’arz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal [dağ gibi] taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrikle o âlet Kur’ân’ın hazinesinden size verilmiştir.”

Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. “Elhamdü lillâh” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.

160

Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik [sevk eden, sürükleyen] beni sevk ediyordu. Bu defa tahtezzemin [yeraltı] değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’ [aşma, yükselme] edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acaip ve garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, herşey bana müşkülât peydâ eder. Fakat yine Kur’ân’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe [üstün gelme] çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.

Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efzâ nesîmi [hoş ve hafif rüzgâr] teneffüs ederek “Elhamdü lillâh” dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine [üstüne] beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası dağın yarısına kadar gelmemişti. En lâtif [berrak, şirin, hoş] bir nesîm, [hoş ve hafif rüzgâr] en leziz bir âb-ı hayat, [hayat suyu] en şirin bir ziya her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.

İşte, وَلاَ الضَّۤالِّينَ 1 ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ 2 ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin [sebeplere tapan] ve vesaite [araçlar, vasıtalar] icad

161

ve tesir verenlerin, meşâiyyun [Aristo geleneğini izleyen felsefeciler] hükema[âlimler, filozoflar] gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] yol açanların mesleğidir.

اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] ehli olan ehl-i Kur’ân‘ın [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] cadde-i nuraniyesidir [nurlu, aydınlık cadde] ki, en kısa, en rahat, en selâmet [huzur] ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.

ba

162

(Otuz İkinci Sözden)

İkinci Noktanın İkinci Mebhası [bahis, kısım]

EHL-İ DALÂLETİN vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] kaldığı zaman şöyle diyor ki: “Ben, saadet-i dünya[dünya mutluluğu] ve lezzet-i hayatı [hayatın lezzeti] ve terakkiyât-ı medeniyeti [medenî ve teknolojik ilerlemeler] ve kemâl-i san’atı, [eksiksiz ve mükemmel san’at] kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah’ı tanımamakta ve hubb-u dünyada [dünya sevgisi] ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle [ciddi gayret] sevk ettim ve ediyorum.”

Elcevap: Biz dahi Kur’ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin [zarar] o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.

Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekilinin gösterdiği şekavetli [sıkıntılı, mutsuz] yoldur. Diğeri, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tarif ettiği saadetli yoldur.

İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, [karşılaştırma/denge] çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini [karşılaştırma/denge] yine gör, anla. Şöyle ki:

Şirk ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve fısk [günah] ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] yolu, insanı nihayet derecede sukut [alçalış, düşüş] ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir.

163

Çünkü, insan Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup,1 bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak [ayrılık] elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında [hayat süresi] gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile, nihayetsiz elemlerle ve emellerle faidesiz çarpışır ve hadsiz arzuların ve makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] tahsiline, semeresiz, [meyve] boşu boşuna çalışır.2 Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azâbını çeker.3

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten [geçici] hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakikî abd [köle] olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır [zararlı] mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm [her taraftan hücum etme] vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.

Hem bu vaziyette iken, insaniyet itibarıyla nev-i insanî [insan türü, insanlık] ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir

164

Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvâli [korkular] ve insanın ahvâli, [haller] onu daima iz’âç [sıkıntı, rahatsızlık] eder. Kendi elemiyle beraber, insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, [salgın ve ölümcül hastalık] tufanı, kaht u galâsı, fenâ ve zevâli, [batış, kayboluş] ona gayet müz’iç [rahatsız eden] ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tâzip [azap] eder.

Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvazene-i halinde denildiği gibi, nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbaplar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ve mülevves [kirli, pis] bir lezzet için çirkin ve necis [pis] bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde vahşi canavarlar içinde tahayyül [hayal etme] etse, titreyip, bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü ehl-i namus [namus sahibi] ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, [kirli, pis] pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânâsız ve âdi nakışlar [işleme] tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ… Böyle bir şahıs nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır.

Öyle de, sû-i ihtiyarından [irâdenin kötüye kullanılması] neş’et [doğma] eden küfür sarhoşluğuyla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğiyle, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şu misafirhane-i dünyasını [dünya misafirhanesi] tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm [kuruntu] edip; ve cilve-i esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimlerinin görüntüsü] tazelendiren masnuatın, [san’at eseri] zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] geçmelerini, adem [hiçlik, yokluk] ile idam [hiçlik, yokluk] tasavvur ederek; ve tesbihat sadâlarını zevâl [batış, kayboluş] ve firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] vâveylâ[çığlık, feryad] olduklarını tahayyül [hayal etme] ettiğinden; ve mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olan şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] sahifelerini

165

mânâsız, karma karışık tasavvur ettiğinden; ve âlem-i rahmete [Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem] yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem [yokluk karanlıkları] ağzı tasavvur ettiğinden; ve eceli, hakikî ahbaplara visal [kavuşma] daveti olduğu halde, bütün ahbaplardan firak [ayrılık] nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde [acı veren azap] bırakıyor, hem mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve tahkir [aşağılama] ettiğinden merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır, hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.

İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet! [ahmaklık, beyinsizlik] Şu dehşetli sukuta [alçalış, düşüş] karşı ve ezici meyusiyete [ümitsiz] mukabil hangi tekemmülünüz, [mükemmelleşme] hangi fünununuz, [fenler, bilimler] hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız [ilerleme] karşı gelebilir? Ruh-u beşerin [insan ruhu] eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi [Allah’ın eserleri] ve ihsânât-ı Rabbâniyeyi [Allah’ın lütuf ve bağışları] onlara isnat ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyâtınız, [keşifler] hangi milletiniz, hangi bâtıl mâbudunuz, [ibadet edilen] sizi, sizce idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olan mevtin [ölüm] zulümâtından kurtarıp, kabir hududundan, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] hududundan, mahşer hududundan, sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] köprüsünden hâkimâne [hükmeder bir şekilde] geçirebilir, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme [büyük daire] ve bu geniş hudutlar, Onun taht-ı emrinde [emri altında] ve tasarrufundadır.

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gaflet! “Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât ve sıfât ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] istidadını [kabiliyet]

166

ve şükür ve ibâdât [ibadetler] cihâzâtını nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] bir surette sarf ettiğinizden, bil’istihkak [hak etmek suretiyle] cezasını çekiyorsunuz. Çünkü Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ait muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakikî mahbub [sevimli/sevgili] olan Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.

Hem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına ait muhabbeti dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san’atını, [san’at eserleri] âlemin esbabına taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın [sevgili] bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir faide vermiyor. Daima hadsiz firaklardan [ayrılık] ve ümitsiz, dönmemek üzere zevâllerden [batış, kayboluş] azap çekiyorsunuz.

İşte, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] saadet-i hayatiye [hayat mutluluğu] ve tekemmülât-ı insaniye [insana ait mükemmellikler, ilerlemeler] ve mehâsin-i medeniyet [medeniyetin güzellikleri] ve lezzet-i hürriyet [hür olmanın verdiği lezzet] dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve sarhoşluk bir perdedir; muvakkaten [geçici] hissettirmez. “Tuh onların aklına!” de.

Amma Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesi [nurlu, aydınlık cadde] ise, bütün ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] çektiği yaraları hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalâlet ve helâket [mahvolma] kapılarını kapatır. Şöyle ki:

İnsanın zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] tevekkül ile tedavi eder.1 Hayat ve vücudun yükünü Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.2 Kendisinin “nâtık [konuşan] bir hayvan” değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân [sonsuz rahmet sahibi olan Allah’ın misafiri] olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahmân [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya]  

167

olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat [var edilenler, varlıklar] ise esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] âyineleri olduklarını ve masnua[san’at eseri] ise her vakit tazelenen mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-yı dünyadan [dünyanın geçiciliği] ve zevâl-i eşyadan [varlıkların kaybolup gitmesi] ve hubb-u fâniyattan [fâni olan şeyleri sevme] gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.

Hem mevt [ölüm] ve eceli, âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] giden ve âlem-i bekâda olan ahbaplara visal [kavuşma] ve mülâkat [buluşma, karşılaşma] mukaddimesi [başlangıç] olarak gösterir. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] telâkki [anlama, kabul etme] ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder. Ve o firak, ayn-ı lika olduğunu ispat eder.

Hem kabrin âlem-i rahmete [Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlem] ve dâr-ı saadete [mutluluk yeri; Cennet] ve bağıstan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] ve nuristan-ı Rahmân‘a [sonsuz rahmet sahibi olan Allah’ın nurlu memleketi] açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izale [giderme] edip, en elîm ve kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] ve sıkıntılı olan berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] seyahatini en leziz ve ünsiyetli [cana yakın, dost] ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan[bağ, bahçe] rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Hem mü’mine der: İhtiyarın cüz’î [ferdî, küçük] ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine [Allah’ın her şeyi kaplayan iradesi] işini bırak.1 İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudretine itimat et.2 Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] düşün.3 Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme.4 Fikrin sönük ise, Kur’ân’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’ân birer yıldız misil[benzer] sana ışık verir.5 Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni

168

bekliyor.1 Hem hadsiz arzuların, makàsıdın [gayeler, istenilen şeyler] varsa, onları düşünüp muztarip [çaresiz] olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.2

Hem der: Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin.3 Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün.4 [köle, kul] Öyle ise, sen kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme. Çünkü hayatı veren Odur, idare eden de Odur.5 Hem dünya sahipsiz değil ki! Sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini [korkular] düşünüp merak etme. Çünkü onun sahibi Hakîmdir, Alîmdir.6 Sen de misafirsin; fuzulî [lüzumsuz] olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat [var edilenler, varlıklar] başıboş değiller; belki vazifedar memurdurlar,7 bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] nazarındadırlar. Onların âlâm [elemler, acılar] ve meşakkatlerini düşünüp ruhuna elem çektirme;8 ve onların Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.9 Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ tâun [salgın ve ölümcül hastalık] ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahîm-i Hakîmin elindedirler.10 O Hakîmdir, abes iş yapmaz; Rahîmdir, rahîmiyeti [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.11

Hem der: Şu âlem çendan [gerçi] fânidir; fakat ebedî bir âlemin levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yetiştiriyor. Çendan [gerçi] zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan [gerçi] lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat

169

Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] iltifâtâtı, zevâlsiz [batmayan] hakikî lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor.1 Madem meşru daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine safâlarına, [gönül hoşnutluğu] keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] daireye girme. Çünkü o dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir.2

Hem dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolunda sabıkan [bundan önce] beyan edildiği gibi, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] insanı öyle bir sukut [alçalış, düşüş] ettiriyor ki,3 hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, [insanlığa ait gelişmeler, ilerlemeler] hiçbir kemâlât-ı fenniye [ilim ve sanat alanındaki gelişmeler] insanı çıkaramadığı halde, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iman ve amel-i salihle, [Allah için yapılan iyi işler] o esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukuttan, [alçalış, düşüş] insanı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkarır. Ve delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile çıkarmasını ispat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin [manevî ilerlemeler] basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihâzâtıyla dolduruyor.4

Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı [karışık, gürültülü] olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil [kolaylaştırma] eder ve kolaylaştırır. Bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti [araçlar, vasıtalar] gösterir.5

Hem Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] tanıttırmakla, insanı Ona bir memur abd [köle] ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla [tam anlamıyla rahatlık] seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakim [doğru ve düzgün] bir memuru, onun daire-i memleketinde, [memleket dairesi] hem her vilâyetin hudutlarından suhuletle [kolaylıkla] ve tayyare, gemi, şimendifer [tren] gibi sür’atli

170

vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de, Sultan-ı Ezelîye [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] iman ile intisap [bağlanma] eden ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya [dünya misafirhanesi] menzillerinden ve âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hudutlarından berk [şimşek] ve burâk sür’atinde geçer, tâ saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bulur. Ve şu hakikati kat’î ispat eder ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliyaya gösterir.

Hem de Kur’ân’ın hakikati der ki: Ey mü’min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır [zararlı] olan nefs-i emmârene [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] verme.1 Onu mahbub [sevimli/sevgili] ve onun hevâsını kendine mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] etme.2 Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık; hem nihayetsiz sana ihsan [bağış] edebilen; hem istikbalde seni nihayetsiz mes’ut eden; hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes’ut olduğun bütün zâtları ihsânâtıyla mes’ut eden; hem nihayetsiz kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bulunan; ve nihayetsiz derecede kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] ulvî, münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] kusursuz, noksansız, zevâlsiz [batmayan] cemâl sahibi [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] olan; ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan; ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemâl bulunan; ve Cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve rahmet-i cemâlini gösteren; ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün [güzellik] ve cemâl ve mehâsin [güzellikler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emare olan bir Zâtı mahbub [sevimli/sevgili] ve mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] et.

Hem der: Ey insan! Onun esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, [insandaki sevgi yeteneği] sair bekâsız mevcudata [var edilenler, varlıklar] verme, faidesiz mahlûkata dağıtma.3 Çünkü, âsâr [eserler/asırlar] ve mahlûkat fânidirler.4 Fakat o âsârda [eserler/asırlar] ve o masnuatta [san’at eseri] nakışları, [işleme] cilveleri görünen

171

Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] bâkidirler, daimîdirler. Ve esmâ ve sıfâtın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet bir katresidir. [damla]

İşte, şu muvazene, [karşılaştırma/denge] ehl-i dalâletle [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden

لَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ * اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * 1

hem netice ve âkıbetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ 2 olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu’cizâne, beyan ettiğimiz muvazeneyi [karşılaştırma/denge] ifade ederler.

Birinci âyet, On Birinci Sözde tafsilen o âyetin i’cazkârâne [mu’cize oluş] ve îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] ifade ettiği hakikati, o Sözde beyan edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:

Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: “Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.”3 Ve mefhum-u muhalifle [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] delâlet ediyor ki, “Ehl-i imanın [Allah’a inanan] dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.

Yani, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] madem semâvât ve arzın [gökler ve yer] vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat [düşürme] ediyor, Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet [düşmanlık] ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak

172

değil, belki onlara nefrin [beddua] eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] der: “Semâvât ve arz, [gökler ve yer] ehl-i imanın [Allah’a inanan] ölmesiyle ağlarlar.” Zira, ehl-i iman [Allah’a inanan] ise, çünkü semâvât ve arzın [gökler ve yer] vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] ediyor. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına onlara ve onlar âyine [ayna] oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte, bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın [Allah’a inanan] zevâline [batış, kayboluş] mahzun oluyorlar.

ba

173

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 1

اِذْ نَادٰى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 2

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 3

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 4* لاَحَوْلَ وَلاَقُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ 5* يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 6* لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَۤاءٌ * 7

Birinci Lem’a [parıltı]

HAZRET-İ YUNUS ibni Mettâ [Hz. Yunus’un (a.s.) babasının adı] Alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâmın münâcâtı, [Allah’a yalvarış, dua] en azîm bir münâcattır [dua, yakarış] ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.8 [duanın kabulüne vesile]

174

Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin [meşhur kıssa] hülâsası: [esas, öz]

Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.1 Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı [karışık, gürültülü] ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 2 münâcâtı, [Allah’a yalvarış, dua] ona sür’aten vasıta-i necat [kurtuluş aracı] olmuştur.

Şu münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] sırr-ı azîmi [büyük sır] şudur ki:

O vaziyette esbab [sebebler] bilkülliye [bütünüyle] sukut [alçalış, düşüş] etti. Çünkü o halde ona necat [kurtuluş] verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya [gökyüzü] geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût [balık] ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] eden bir Zat onu sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı.3 Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan [sebep olan] başka bir melce [sığınak] olamadığını aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] içinde inkişaf [açığa çıkma] ettiği için, şu münâcat [dua, yakarış] birden bire geceyi, denizi ve hûtu [balık] musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiştir. O nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] ile hûtun [balık] karnını bir tahtelbahir [denizaltı] gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac [dalgalar] dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] ile emniyetli bir sahrâ, bir meydan-ı cevelân [gezinti alanı] ve tenezzühgâhı [ferahlama, rahatlama] olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri [ay] bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete [güvenli yer] çıktı, şecere-i yaktîn4 [kabak ağacı] altında o lûtf-u Rabbânîyi [Allah’ın lûtfu] müşahede etti.

İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan [başı dönmüş] küre-i zeminimizdir. [yerküre] Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, [nefsin yasak arzu ve istekleri] hûtumuzdur; [balık]

175

hayat-ı ebediyemizi [sonsuz âhiret hayatı] sıkıp mahvına çalışıyor.1 Bu hut, [balık] onun hûtundan [balık] bin derece daha muzırdır. [zararlı] Çünkü onun hûtu [balık] yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz [balık] ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.

Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus aleyhisselâma iktidaen, [uyarak] umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab [bütün sebepleri ve sebeplerin neticesini yaratan Allah] olan Rabbimize iltica edip لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 2 demeliyiz ve aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin [nefsin yasak arzu ve istekleri] zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, [emri altında] dünya taht-ı hükmünde, [hükmü altında] nefsimiz taht-ı idaresindedir. [idaresi altında] Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan [göklerin ve yerin yaratcısı olan Allah] başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] bilecek? Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından [dalgalar] kurtaracak-hâşâ-Zât-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr [kurtarıcı] olamaz.3

Madem hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] neticesinde hûtu [balık] ona bir merkûb, [binek] bir tahtelbahir [denizaltı] ve denizi bir güzel sahrâ ve gece mehtap[ay ışığı, ay] bir lâtif [berrak, şirin, hoş] suret aldı. Biz dahi o münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] sırrıyla  لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz. لاَ اِلٰهَ الاَّۤ اَنْتَ 4 cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ 5 kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 6 fıkrasıyla [bölüm] nefsimize nazar-ı merhametini [merhamet bakışı] celb [çekme]

176

etmeliyiz. 1 Tâ ki, nur-u iman [iman aydınlığı] ile ve Kur’ân’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve tenezzühe [ferahlama, rahatlama] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etsin. Ve mütemadiyen mevt [ölüm] ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı [dalgalar] üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye [mânevî gemi] hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet [İslâm hakikatleri, gerçekleri] içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün [ferahlama, rahatlama] manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret [ibret gözüyle bakış] ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân‘la, [Kur’ân’ın sırrı] o terbiye-i Furkaniye [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân’ın verdiği eğitim] ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz [binek] olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin [sonsuz âhiret hayatı] kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti [kapsayıcılık] itibarıyla, sıtmadan müteellim [acı çeken] olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından [titreşim, sarsıntı] ve kâinatın kıyamet hengâmında [ân, zaman] zelzele-i kübrâsından [büyük deprem, kıyamet] müteellim [acı çeken] oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden [gök cisimleri] zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, [ibadet edilen] Rabbi, melcei, [sığınak] halâskârı, [kurtulma] maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, [tasarrufu altında] zerrat [atomlar] ve seyyârat [gezegenler] dahi taht-ı emrindedir.2 [emri altında] Elbette öyle bir insan daima Yunusvâri (a.s.) لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 3 demeye muhtaçtır. سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّۤ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 4  

ba

177

(On Yedinci Lem’adan) [parıltı]

BEŞİNCİ NOTA [bildiri]

Şu notada, [bildiri] Avrupa fünunu [fenler, bilimler] ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun [fenler, bilimler] ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede [kalple yapılan manevî yolculuk] emrâz-ı kalbiyeye [kalbî hastalıklar] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederek ziyade müşkilâta [zor] medar [kaynak, dayanak] olduğundan, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde [tarafında] şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye [karşılıklı konuşma] mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden [hak din] aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] nâfi [faydalı] san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları [fenler, bilimler] takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını [günahlar] mehâsin [güzellikler] zannederek beşeri sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, [ruhla yapılan manevî yolculuk] mehâsin-i medeniyet [medeniyetin güzellikleri] ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve muzır [zararlı] felsefeyi ve muzır [zararlı] ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir felsefeyi ve sol elinle sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve muzır [zararlı] bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!

178

Ey küfür ve küfrânı [inançsızlık, inkâr] dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î [ferdî, küçük] bir emirden meyus [ümitsiz] olması ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale [hayal kırıklığı] uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip [azap verme] ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle [kötülük, uğursuzluk] kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] darbesini yiyen ve o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et [doğma] eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, [geçici, yok olucu] yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmâresi! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim [acı çeken] olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar [tutulmuş, yakalanmış] oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme [elem çekme] tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam [kabul etme, taraftarlık] ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi [mahvolma] onu müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını [bir şeyin gereği] iptal etsin.

Ey sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!

179

Deccal gibi birtek gözü taşıyan1 kör dehân ile ruh-u beşere [insan ruhu] bu cehennemî hâleti [durum] hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir [asıl sebep] ki, insanı âlâ-yı illiyyînden [yücelerin en yücesi] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete [asıl sebep] karşı bulduğun ilâç, muvakkaten [geçici] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. [aşırı süs ve lüks] Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki, o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir sultan-ı âdilin müstakim [doğru ve düzgün] askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî [devlete ait] levazımatlarını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, [asker] çendan [gerçi] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah [ferah duyan, huzurlu] olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazan terhis memurları acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir nefere [asker] rast geliyorlar. Nefer [asker] onları tanımıyor. “Silâhını teslim et” diyorlar. Nefer [asker] diyor: “Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz. Emrini gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini [büyüklük, yücelik] vikaye [koruma] için size baş eğmeyeceğim!”

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur [sevinç ve neşe kaynağı] ve saadet olan binler ahvalden [durumlar] bu hal bir nümunedir. Sair ahvâli [haller] sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat [doğma] namında, sevinç ve şenlikle bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] ve sevkiyat-ı askeriye vardır ve vefiyat [vefatlar, ölümler]

180

namında sürur [mutluluk] ve mızıka ile terhisat-ı askeriye [askerlikten terhis etmeler] görünüyorlar. İşte, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf [korku] eder.

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat [canlı] kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var. Gaye-i himmeti [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] ve hedef-i maksadı [asıl gaye, kastedilen hedef] yaşamak ve bekàsını temin etmektir” diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] kerem [cömertlik] düsturlarından [kâide, kural] ve erkân-ı kâinatta [kâinatı oluşturan temel unsurlar] kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edilen düstur-u teavünle, [yardımlaşma kanunu] nebâtat [bitkiler] hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] cilvelerini cidal [mücadele] zannedip, “Hayat bir cidaldir” [mücadele] diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün [yardımlaşma kanunu] cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin [yiyecekleri oluşturan atomlar] kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? [mücadele] Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Rabbin emriyle bir teavündür. [yardımlaşma]

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat’î bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi [en şerefli] ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına [irade ve dileme eli] verilen ve daire-i iktidarına [gücü kullanabilme dairesi] giren, yalnız meşkûk [şüpheli] tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref [en şerefli] ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten [sahiplenme]

181

eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvânat ve cemâdat [cansız varlıklar] kendi kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan [cansız varlıklar] daha ziyade câmid [cansız] ve şuursuz olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya [tehlike] düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir tabiata isnad ettin, âsârını [eserler/asırlar] esbaba verdin, o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] malını bâtıl mâbud [ibadet edilen] olan tâğutlara [ibadet edilen bâtıl şey, put] taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, [canlı] herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya [düşmanlar] karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil [geçici, yok olucu] lem’a [parıltı] gibi bir şuur, çabuk söner şule [gür ışık/alev] gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömürle, o hadsiz a’dâya [düşmanlar] ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın [canlı] sermayesi, binler matluplarından [istek] birisine kâfi [yeterli] gelmiyor. Musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor. وَمَا دُعَۤاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِىضَلاَلٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat [geçici] lâmbalarla tenvir [aydınlatma] ettin. O lâmbalar sürurla [mutluluk] beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne [ahmak] gülmesine, o ışıklar müstehziyâne [alay edercesine] gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, [canlı] senin şakirtlerin [öğrenci] nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. [genel yas evi] Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. [çığlık, feryad] Senden tam ders alan şakirdin, [talebe, öğrenci] bir Firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telâkki [anlama, kabul etme] eden bir Firavun-u zelildir. [alçak bir firavun]

182

Hem senin şakirdin [talebe, öğrenci] mütemerriddir. [inatçı] Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti [alçaklık] kabul eden miskin bir mütemerriddir. [inatçı] Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. [zorba] Fakat kalbinde bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulamadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. [kendini beğenen zorba]

O şakirdin [talebe, öğrenci] gaye-i himmeti [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tatmin ve hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini [kişisel çıkar] arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. [hilebaz, aldatıcı] Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, herşeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi [talebe, öğrenci] ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata [varlıkların en büyükleri] karşı da ubudiyete [Allah’a kulluk] tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubudiyet [kulluğun gayesi] yapmaz bir abd-i azizdir. [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul]

Hem halim selimdir. [sağlam, doğru] Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle [alçalma] tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir. [yumuşak huylu olmasının yanı sıra kutsal değerler uğruna gayret gösteren]

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] ona ileride iddihar [biriktirme, depolama] ettiği mükâfatla bir fakir-i müstağnîdir. [fakir olmakla birlikte Allah’tan başkasına muhtaç olmayan kişi]

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavîdir [zayıflığında kuvvet bulunan] ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine [talebe, öğrenci] Cennet-i ebediyeyi [sonsuz Cennet hayatı] dahi gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] yaptırmadığı halde,1 bu zâil, [geçici, yok olucu] fâni dünyayı ona gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] hiç yapar mı?

İşte iki şakirdin [talebe, öğrenci] himmetlerinin [ciddi gayret] ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin [hastalıklı felsefe; yanlış yoldaki felsefe] şakirtleriyle [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizlerinin [öğrenci] hamiyetkârlık [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve fedakârlıklarını bununla muvazene [karşılaştırma/denge] edebilirsin. Şöyle ki:

183

Felsefenin şakirdi, [talebe, öğrenci] kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi [talebe, öğrenci] ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki [anlama, kabul etme] ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder.1 Ve saadetleriyle mes’ut oluyor. Ve ruhunda şedit [çok şiddetli] bir alâkayı onlara karşı hisseder ki, duasında اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ 2 der. Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar [boyun eğdirilmiş] birer memur ve kendi gibi bir abd, [köle] bir mahlûk telâkki [anlama, kabul etme] eder.

Hem iki şakirdin [talebe, öğrenci] ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân, kendi şakirtlerinin [öğrenci] ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, [atomlar] birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin [öğrenci] ellerine verir, “Evradlarınızı [okunması âdet olan dualar] bununla okuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden [öğrenci] Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî [kural dışı] (r.a.) gibi şakirtleri, [öğrenci] virdlerini [devamlı yapılan zikir] okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat [damlalar] adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını [okunması âdet olan dualar] okuyorlar, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] terbiyesine bak ki, nasıl ednâ [basit, aşağı] bir kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli [yücelme] ediyor. Ve ne derece letâifi [duygular] inbisat [genişleme, yayılma] eder ki, koca dünya mevcudatını, [var edilenler, varlıklar] virdine [devamlı yapılan zikir] tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine [devamlı yapılan zikir] gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ednâ [basit, aşağı] bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor.3 Nihayet izzet [büyüklük, yücelik]

184

içinde nihayet tevazuu [alçakgönüllülük] cem [toplama, bir araya gelme] ediyor. Felsefe şakirtlerinin [öğrenci] buna nisbeten ne derece pest [alçak, aşağı] ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden [Avrupa’nın hastalıklı ve karanlık felsefesi] yek-çeşm [tek gözlü] olan dehâsının yanlış gördüğü hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor—tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 Yani, “Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ [gönül hoşnutluğu] geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. [arzulu, aşırı istekli] Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem” der.

İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin [felsefeden güç alan yüksek akıl] ve hüdâ-yı Kur’ânînin [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, [bir şeyin gerçek durumu] sabıkan [bundan önce] beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] insanların dereceleri mütefavittir, [birbirinden farklı]  

185

gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle [artma] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin [ölüm] ikazatıyla [uyarılar] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla [ibadet edilen bâtıl şey, put] ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenlere binler nefrin [beddua] ve teessüfler!1 [eseflenme, üzülme]

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten [düşmanlık] sonra, hangi akılla onların sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve bâtıl efkârlarına [fikirler] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] taklit edenler, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak [karışma, katılma] edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam [hiçlik, yokluk] ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettikçe, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, [tâbi olma, bağlanma] milliyetinize karşı bir istihfaftır [hafife alma] ve millete bir istihzâdır. [alay etme]

هَدٰينَا اللهُ وَاِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ * 2