MEKTUBAT – Altıncı Mektup (49-52)

49

Altıncı Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمَا وَعَلٰى اِخْوَانِكُمَا مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَمَادَامَ الْقَمَرَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ * 3

GAYRETLİ kardeşlerim, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] medar-ı tesellilerim, [teselli kaynağı]

Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri, fikrime ihsan [bağış] ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmemek için, gurbetimdeki firkatimin [ayrılık] ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:

Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazan on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sadasız, yalnız, ağaçların hazinâne [hüzünlü bir şekilde] hemhemeleri [rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler] içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile, akran ve ahbabım ve akaribimden [akrabalar, yakınlar] yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] gittiklerinden neş’et [doğma] eden hazin bir gurbeti hissettim.

50

İşte, şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet [gurbet dairesi] açıldı. O da, geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat [var edilenler, varlıklar] beni bırakıp gittiklerinden hâsıl olan firkatli [ayrılık] bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet [gurbet dairesi] daha açıldı ki, vatanımdan ve akaribimden [akrabalar, yakınlar] ayrı düşüp yalnız kaldığımdan tevellüt [doğma] eden firkatli [ayrılık] bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibâne vaziyeti bana rikkatli [acıklı] bir gurbeti daha hissettirdi.

Ve şu gurbetten dahi, şu fâni misafirhaneden ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden, fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm. Kalbim feryatla dedi:

Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] garibem, bîkesem, [kimsesizim] zaîfem, [zayıfım] nâtüvânem, [iktidarsızım, çaresizim] alîlem, [hastayım] âcizem, [güçsüz, zayıf] ihtiyarem,

Bî-ihtiyarem, [iradesizim, kendi irade ve ihtiyarımla hareket edemiyorum] el-aman-gûyem, [aman diliyorum] afv-cûyem, [af diliyorum] meded-hâhem, [yardım istiyorum] zidergâhet [senin dergâhından, yüce katından] İlâhî! [Allah tarafından olan]

Birden, nur-u iman, [iman aydınlığı] feyz-i Kur’ân, [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] lütf-u Rahmân [rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah’ın iyilik ve bağışı] imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nuranî ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] dairelerine çevirdiler.

Lisanım حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 söyledi. Kalbim

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

âyetini okudu.

Aklım dahi, ıztırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:

Bırak bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ-ender [belâ içinde] hata-ender belâdır bil.

Belâ vereni buldunsa eğer, safâ-ender [gönül hoşluğu içinde] vefâ-ender [vefâ içinde] atâ-ender [lütuf ve bağış içinde] belâdır bil.

Madem öyle, bırak şekvâyı, [şikayet] şükret; çün belâbil, [bülbüller] demâ [her zaman] keyfinden güler hep gül mül.

51

Ger [eğer] bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender [cefa ve sıkıntı içinde] fenâ-ender [fena içinde] hebâ-ender [boşluk ve hiçlik içinde] belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

اُو گ ُفْتِ : « أَلَسْتُ » وَتُو گ ُفْتِى : « بَلٰى » شُكْرِ « بَلٰى » چ ِيسْتْ؟ كَشِيدَنْ بَلاَ 
سِرِّ بَلاَ چ ِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْ گ َهِ فَقْرُ وفَنَا * 1

O vakit nefsim dahi “Evet, evet. Acz ve tevekkülle, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ 2 dedi. Meşhur Hikem-i [hikmetler] Atâiyenin şu fıkrası, [bölüm] مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ 3 yani, “Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur” ne derece âli [yüce] bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبٰى لِلْغُرَبَۤاءِ 4 hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.

İşte, kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan [gerçi] nur-u imanla [iman aydınlığı] nurlandılar; fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: “Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim. Acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki sizleri ve Sözleri tevkil [vekalet verme] etsem ve bütün bütün alâkamı kessem” fikri hatırıma geldi. Onun için sizden sormuştum ki, “Acaba yazılan Sözler kâfi [yeterli] midir, noksanı var mı? Yani vazifem bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalble [kalp rahatlığı] kendimi nurlu, zevkli, hakikî bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi

52

دَانِى سَمَاعِ چِه بُودْ؟ بِى خُودْ شُدَنْ زِ هَسْتِى 
أَنْدَرْ فَنَاىْ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چ َشِيدَنْ * 1

deyip, ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?” diye sizi o suallerle tasdî [rahatsız etme, baş ağrıtma] etmiştim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

 Said Nursî