LEM’ALAR – On Dördüncü Lem’a (163-181)

163

On Dördüncü Lem’a [parıltı]

İki Makamdır. Birinci Makamı, iki sualin cevabıdır.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve hût‘a [balık] dair sorduğun sualin bazı risalelerde cevabı vardır. O nevi suallere göre cevap, Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında “On İki Asıl” namıyla on iki kaide-i mühimme beyan edilmiştir. O kaideler ehâdis-i Nebeviyeye [Hz. Peygamber (a.s.m.) tarafından söylenen sözler, hadisler] dair muhtelif tevilâta dair birer mihenktirler [ölçü] ve ehâdise gelen evhâmı def edecek mühim esaslardır. Maatteessüf [ne yazık ki] şimdilik sünuhattan [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] başka ilmî mesâille [meseleler] iştigalime [meşgul olma, uğraşma] mâni bazı haller var. Onun için, sualinize göre cevap veremiyorum. Eğer sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiye olsa, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] meşgul oluyorum. Bazan suallere sünuhata [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] tevafuk ettiği için cevap verilir; gücenmeyiniz. Onun için, herbir sualinize lâyıkınca cevap veremiyorum. Haydi, bu defaki sualinize kısa bir cevap vereyim.

Bu defaki sualinizde diyorsunuz ki: “Hocalar diyorlar: Arz öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki arz, muallâkta [yüce] bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var, ne de balık!”

Elcevap: İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar: “Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş:

164

عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ * 1

Bir rivayette, bir defa عَلَى الثَّوْرِ 2 demiş, diğer defada عَلَى الْحُوتِ 3 demiştir. Muhaddislerin [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] bir kısmı, İsrailiyattan [İsrailoğullarına ait bilgiler] alınma ve eskiden beri nakledilen hurafevâri hikâyelere bu hadisi tatbik etmişler. Hususan Benî İsrail [İsrailoğulları] âlimlerinin Müslüman olanlarından bir kısmı, kütüb-ü sabıkada [adı geçen semâvî kitaplar] sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve hût [balık] hakkında gördükleri hikâyeleri hadise tatbik edip, hadisin mânâsını acip bir tarza çevirmişler. Şimdilik bu sualinize dair gayet mücmel [kısa, kısaca] Üç Esas ve Üç Vecih [yön] söylenecek.

BİRİNCİ ESAS:Benî İsrail ulemasının bir kısmı Müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman olmuş, İslâmiyete mal olmuş. Halbuki o eski malûmatlarda yanlışlar var. O yanlışlar elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.

İKİNCİ ESAS: Teşbih ve temsiller, havastan avâma geçtikçe, yani, ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] hakikat telâkki [anlama, kabul etme] edilir. Meselâ, küçüklüğümde kamer [ay] tutuldu. Ben valideme dedim:

“Neden ay böyle oldu?”

Dedi: “Yılan yutmuş.”

Dedim: “Daha görünüyor.”

Dedi: “Yukarıda yılanlar cam gibi olup içlerinde bulunan şeyi gösterirler.”

Bu çocukluk hatırasını çok zaman tahattur [hatıra gelme] ediyordum. Ve derdim ki: “Bu kadar hakikatsiz bir hurafe, validem gibi ciddî zatların lisanında nasıl geziyor?” diye düşünürdüm. Tâ, felekiyat fennini mütalâa ettiğim vakit gördüm ki, validem gibi öyle diyenler bir teşbihi hakikat telâkki [anlama, kabul etme] etmişler. Çünkü, derecât-ı şemsiyenin medârı [kaynak, dayanak] olan “mıntıkatü’l-burûc” tabir ettikleri daire-i azîme, [büyük daire] menâzil-i kameriyenin medârı [kaynak, dayanak] bulunan mâil-i kamer [ayın yörüngesi, ayın dünyanın etrafında dönerken çizmiş olduğu daire] dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire, herbiri iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise felekiyun uleması, lâtif [berrak, şirin, hoş]

165

bir teşbihle, büyük iki yılan namı olan “tinnîneyn” [büyük yılan] namını vermişler. İşte, o iki dairenin tekatu’ [kesişme] noktasına, “baş” mânâsına “re’s,” diğerine “kuyruk” mânâsına “zeneb” demişler. Kamer [ay] re’se ve şems zenebe geldiği vakit, felekiyun ıstılahınca “haylûlet-i arz[Ay tutulması, Dünyanın Güneşle ayın arasına girmesi] vuku bulur. Yani, küre-i arz, [yer küre, dünya] tam ikisinin ortasına düşer. O vakit kamer [ay] hasf olur. Sabık [daha önceden geçen] teşbihle, “Kamer [ay] tinnînin [büyük yılan] ağzına girdi” denilir. İşte bu ulvî ve ilmî teşbih, avâmın lisanına girdikçe, mürur-u zamanla, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] kameri [ay] yutacak koca bir yılan şeklini almış.

İşte, Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût [balık] namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i lâtif-i kudsî [kutsal ve güzel bir benzetme] ile ve mânidar bir işaretle, Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût [balık] namıyla tesmiye [isimlendirme] edilmişler. Kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] ulvî lisan-ı Nübüvvetten [peygamberlik dili] umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş, adeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Nasıl ki Kur’ân’ın müteşabihâtı [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] var; gayet derin meseleleri temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] ve teşbihatla [benzetmeler] avâma ders veriyor. Öyle de, hadisin müteşabihâtı [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] var; gayet derin hakikatleri me’nûs [alışılagelen, yabancı olmayan] teşbihatla [benzetmeler] ifade eder. Meselâ, bir iki risalede beyan ettiğimiz gibi, bir vakit huzur-u Nebevîde [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] gayet derin bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Yetmiş senedir yuvarlanıp bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.”1 Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] temsilinin hakikatini ilân etti.

Senin sualin cevabına şimdilik Üç Vecih [yön] söylenecek.

BİRİNCİSİ: Hamele-i Arş [Arş’ın taşıyıcıları] ve Semâvat denilen melâikenin [melekler] birinin ismi “Nesir” ve diğerinin ismi “Sevr“2 [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] olarak dört melâikeyi [melekler] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Arş ve

166

semâvâta, saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] nezaret etmek için tayin ettiği gibi, semâvâtın bir küçük kardeşi ve seyyarelerin [gezegen] bir arkadaşı olan küre-i arza [yer küre, dünya] dahi iki melek, nâzır ve hamele [taşıyan] olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve diğerinin ismi “Hût“tur. [balık] Ve o namı vermesinin sırrı şudur ki:

Arz iki kısımdır: biri su, biri toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren, insanların medar-ı hayatı [hayatın kaynağı] olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Küre-i arza [yer küre, dünya] müekkel [görevli] iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından, elbette balık taifesine ve öküz nev’ine bir cihet-i münasebetleri [irtibat yönü] bulunmak lâzımdır. Belki, وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 1, o iki meleğin âlem-i melekût [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] ve âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve hût [balık] suretinde temessülleri [belirme, görünme] var.Haşiye [dipnot] İşte bu münasebete ve o nezarete işareten ve küre-i arzın [yer küre, dünya] o iki mühim nevi mahlûkatına imâen, lisan-ı mu’cizü’l-beyân-ı Nebevî, اَلْاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ 2 demiş, gayet derin ve geniş, bir sayfa kadar meseleleri hâvi [içeren, içine alan] olan bir hakikati gayet güzel ve kısa birtek cümleyle ifade etmiş.

İKİNCİ VECİH: Meselâ, nasıl ki denilse, “Bu devlet ve saltanat hangi şey üzerinde duruyor?” Cevabında “Ale’s-seyfi ve’l-kalem” denilir. Yani, “Asker kılıcının şecaatine, [yiğitlik, cesaret] kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adaletine istinad

167

eder.” Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] madem zîhayatın [canlı] meskenidir ve zîhayatın [canlı] kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı âzamının [büyük bir kısmı] medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmayan kısmının medar-ı taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medar-ı ticareti de balıktır. Elbette, devlet seyf [kılıç] ve kalem üstünde durduğu gibi, küre-i arz [yer küre, dünya] da öküz ve balık üstünde duruyor, denilir. Zira, ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat sukut [alçalış, düşüş] eder, Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] de arzı harap eder.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayet mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] ve gayet ulvî ve gayet hikmetli bir cevapla, اَلْاَرْضُ عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ 1 demiş. Nev-i insanînin [insan türü, insanlık] hayatı, ne kadar cins-i hayvânînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikati iki kelimeyle ders vermiş.

ÜÇÜNCÜ VECİH: Eski kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek [bağlama] farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan [ölçü] suretini, bazı öküz mânâsına sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] suretini, bazı balık mânâsına hût [balık] suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafya[astronomi, gök bilimi] nazarında ise, güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal [boş, hareketsiz] ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline küre-i arz [yer küre, dünya] geziyor. Öyleyse, o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal [boş, hareketsiz] daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde, [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] küçük mikyasta [ölçü] o daireleri teşkil etmek gerektir. Şu halde, burûc-u [burçlar] semâviye, arzın medar-ı senevîsinden [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] temessül [belirme, görünme] edecek. Ve o halde küre-i arz [yer küre, dünya] her ayda burûc-u [burçlar] semâviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] bir âyine [ayna] hükmünde olarak, semâvî burçlar onda temessül [belirme, görünme] ediyor.

168

İşte bu vecihle, [yön] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sabıkan [bundan önce] zikrettiğimiz gibi, bir defa ale’s-sevri [öküzün üzerinde] bir defa ale’l-hût [balığın üzerinde] demiş. Evet, mu’cizü’l-beyan [açıklamaları mucize olan] olan lisan-ı Nübüvvete [peygamberlik dili] yakışır bir tarzda, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten, bir defa ale’s-sevri [öküzün üzerinde] demiş. Çünkü küre-i arz, [yer küre, dünya] o sualin zamanında Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] Burcunun [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] misalindeydi. Bir ay sonra yine sorulmuş, ale’l-hût [balığın üzerinde] demiş. Çünkü o vakit küre-i arz [yer küre, dünya] Hût [balık] Burcunun [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] gölgesindeymiş.

İşte, istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikate işareten ve küre-i arzın [yer küre, dünya] vazifesindeki hareketine ve seyahatine imâen ve semâvî burçlar, güneş itibarıyla muattal [boş, hareketsiz] ve misafirsiz olduklarına ve hakikî işleyen burçlar ise küre-i arzın [yer küre, dünya] medar-ı senevîsinde [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden küre-i arz [yer küre, dünya] olduğuna remzen, [ince işaret] عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ 1 demiştir. Vallahu a’lemu bi’s-savab. [doğruyu en iyi bilen Allah’tır]

Bazı kütüb-ü İslâmiyede [İslâmiyetle ilgili kitaplar] sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve hûta [balık] dair acip ve haric-i akıl [akıl dışı] hikâyeler, ya İsrailiyattır [İsrailoğullarına ait bilgiler] veya temsilâttır [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] veya bazı muhaddislerin [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadis zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma isnad edilmiş.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَاۤ اِنْ نَسِينَاۤ اَوْ اَخْطَاْنَا * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

ba

169

İKİNCİ SUAL: ÂL-İ ABÂ HAKKINDADIR.

Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle,

لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا * 1

âyetiyle dua etmesinin2 esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete [peygamberlik görevi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bir hikmeti şudur ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle, [Peygamberlik bakışı] otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz [seçkin] şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi ümmet nazarında tathir [temiz tutma, temizleme] ve tebrie [beraat ettirme] etmek ve Hazret-i Hüseyin’i tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı tebrik etmek ve musalâha [barış yapma] ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ“3 [Peygamber Efendimizin kendisiyle beraber, kızı Hz. Fâtıma vâlidemiz, [baba] damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin] ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.

Evet, çendan [gerçi] Hazret-i Ali halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi [beraat ettirme] ve beraati vazife-i risalet [peygamberlik görevi] hasebiyle  

170

ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie [beraat ettirme] ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz [aşkın] taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] taraftarları Hazret-i Ali hakkındaki tefritleri [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] ve tadlilleri [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] ve Hazret-i Hüseyin’in gayet fecî, ciğer-sûz hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve Şeyheynden [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] teberrîleri, [temize çıkarmak, aklamak] ehl-i İslâma [Müslümanlar] çok zararlı düşmüştür.

İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i mes’uliyetten ve ittihamdan [suçlama] ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı, yaptığı musalâha [barış yapma] ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet [peygamberlik görevi] noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin nesl-i mübareki, [mübârek nesil] âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli [yüce] bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma وَاِنِّى اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 1 diyen Hazret-i Meryem’in validesi2 gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اْلاَبْرَارِ وَعَلٰى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدِينَ الْمُكْرَمِينَ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ * 3

ba

171

İkinci Makam

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1’in binler esrarından altı sırrına dairdir.

 İHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan göründü. Onu, kendi nefsim için, nota [bildiri] suretinde kaydetmek istedim. Ve yirmi otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmekle avlamak ve zaptetmek arzu ettim. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] şimdilik o arzuma tam muvaffak olamadım. Yirmi otuzdan beş altıya indi.

“Ey insan!” dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebettar [alâkalı, ilgili] ve nefsi nefsimden daha huşyar [uyanık] zatlara, belki medar-ı istifade [faydalanma vesilesi] olur niyetiyle, On Dördüncü Lem’anın [parıltı] İkinci Makamı olarak, müdakkik [dikkatli] kardeşlerimin tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden ziyade zevke nâzırdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قَالَتْ يَۤا اَيُّهَا الْمَلَؤُا اِنِّى اُلْقِىَ اِلَىَّ كِتَابٌ كَرِيمٌ * اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمٰنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * 2

ŞU MAKAMDA birkaç sır zikredilecektir.

BİRİNCİ SIR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ‘in bir cilvesini şöyle gördüm ki:

Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet [Rablık mührü; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının işareti, mührü] var.

Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] teavün, [yardımlaşma] tesanüd, [dayanışma] teânuk, [birbirine sarılma] tecavübden [birbirine cevap verme] tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir [Allah’ın ilâhlığının en büyük mührü] ki, Bismillâh ona bakıyor.

172

İkincisi, küre-i arz [yer küre, dünya] simasında, nebâtat [bitkiler] ve hayvanâtın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, [birbirine benzeme] tenasüp, [uygunluk] intizam, insicam, [uyum] lûtuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Rahmâniyettir [Allah’ın merhamet ediciliğinin en büyük işareti] ki, Bismillâhirrahmânirrahîm ona bakıyor.

Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının [genel yapı ve özellik] simasındaki letâif-i refet [şefkat ve merhametin güzellikleri] ve dekaik-i şefkat [şefkatin incelikleri] ve şuâât-ı merhamet-i İlâhiyeden [Cenab-ı Allah’ın merhametinin parıltıları] tezahür eden sikke-i ulyâ-yı Rahîmiyettir [rahmeti herşeyi kuşatan Allah’ı gösteren yüce damga] ki, Bismillâhirrahmânirrahîm’deki er-Rahîm [şefkati ve merhameti herşeyi kuşatan Allah] ona bakıyor.

Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde [kâinat sayfası] bir satır-ı nuranî [parlak ve nurlu satır] teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır [bağ, ip] ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat [kâinatın meyvesi] ve âlemin nüsha-i musaggara[küçültülmüş nüsha] olan insana ucu dayanıyor. Ferşi [yer] Arşa bağlar, insanî arşa [insanın mânen yükselebileceği en yüce makam] çıkmaya bir yol olur.

İKİNCİ SIR

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hadsiz kesret-i mahlûkatta [varlıkların çokluğu] tezahür eden vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ukulü [akıllar] boğmamak için, daima o vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Mecmu-u ziyasındaki [ışığın tamamı] güneşin zâtını mülâhaza [düşünme, akla getirme] etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihata[herşeyi kuşatma] bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle [zâtın görüntüsü] beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb’a [yedi renk] gibi keyfiyatlarının herbirisi

173

dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Öyle de, وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 temsilde hata olmasın, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ve samediyet-i İlâhiye, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması] herbir şeyde, hususan zîhayatta, [canlı] hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet [Allah’ın birliği] ve vâhidiyet [Allah’ın birliği] cihetiyle dahi, mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ihata [herşeyi kuşatma] ediyor.

İşte, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ukulü [akıllar] boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] unutmamak için, daima vâhidiyetteki [Allah’ın birliği] sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini [düğüm] irâe eden, [gösteren] Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.

ÜÇÜNCÜ SIR

Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ışıklandıran, bilbedâhe, [açık bir şekilde] yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] yine rahmettir. Ve, bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih [yönelen] olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih [yönelen] eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine [yardım] koşturan, bilbedâhe, [açık bir şekilde] rahmettir. Ve bu hadsiz feza[uzay] ve boş ve hâli [boş] âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, [açık bir şekilde] rahmettir.

Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr [yardım eden] bir hakikat-i mahbubedir. [sevimli hakikat] Bismillâhirrahmânirrahîm de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve hadsiz ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şefaatiyle ve şuââtıyla [ışınlar, parıltılar] o Sultana muhatap ve halil ve dost ol.

174

Evet, kâinatın envâı[tür] hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp, bütün hâcâtına kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve inâyetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] koşturmak, bilbedâhe, [açık bir şekilde] iki hâletten [durum] birisidir:

Ya kâinatın herbir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine [yardım] koşuyor—bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intaç [netice verme] ediyor; insan gibi bir âciz-i mutlakta [güçsüzlüğü sınırsız olan] en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın [herşeye hükmeden, mutlak egemenlik sahibi sultan] kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ilmiyle bu muavenet [yardım] oluyor. Demek, kâinatın envâı [tür] insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı [varlık türleri] sana müteveccihen [yönelen] muavenet [yardım] ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine [ihtiyaç] lebbeyk [“buyurun, emredin efendim”] dedirten Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen [kesinlikle] anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, [son derece zayıf] âciz-i mutlak, [güçsüzlüğü sınırsız olan] fakir-i mutlak, [sınırsız ihtiyaç sahibi] fâni, küçük bir mahlûka bu koca kâinatı musahhar [boyun eğdirilmiş] etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve ilim ve kudreti tazammun [içerme, içine alma] eden hakikat-i rahmettir. [rahmet gerçeği]

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillâhirrahmânirrahîm’i de, o rahmetin vusulüne [kavuşma, erişme] vesile ve o Rahmân’ın dergâhında [Allah’ın yüce katı] şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, [gerçekleşme] güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, [işleme] her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında [en büyük daire] bin bir ism-i İlâhînin [Allah’ın ismi] cilvesinden

175

uzanan nuranî atkılar, kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet [rahmet mührü] içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti [Allah’ın her bir varlığa şefkatini gösteren mühür] ve bir nakş-ı şefkati [şefkat nakşı] dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti [yardım mührü] nesc [dokuma] ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet, şems ve kameri, [ay] anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve maâdini, [madenler] nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın [büyük nakış] atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim [hizmetçi] eden ve nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı [canlılar] hayat-ı insaniyeye [insan hayatı] musahhar [boyun eğdirilmiş] eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını [büyük nakış] ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden o Rahmân-ı Zülcemâl, [sonsuz güzellik sahibi ve kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama] karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak [sınırsız ihtiyaç] içindeki zîhayata [canlı] ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul.

Evet, rû-yi zeminde [yeryüzü] dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın [bitkiler] ve hayvânâtın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] hikmet ve inâyetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] terbiye ve idare eden ve küre-i arzın [yer küre, dünya] simasında hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] vaz’ [koyma, yerleştirme] eden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] belki bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın [yer küre, dünya] simasındaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vücutları kadar kat’î olduğu gibi, o mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince tahakkukunun [gerçekleşme] delilleri var.

Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet [rahmet mührü] ve sikke-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i mâneviyesinin [mânevî nitelik, özellik] simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet [rahmet mührü] vardır ki, küre-i arz [yer küre, dünya] simasındaki sikke-i merhamet [merhamet mührü] ve kâinat simasındaki

176

sikke-i uzmâyı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi [odak noktası] hükmünde bir câmiiyeti [kapsayıcılık] var.

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir sikke-i rahmeti [rahmet mührü] ve bir hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] vaz’ [koyma, yerleştirme] eden Zat, seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih [yönelen] olan bütün kâinatı abes yapsın; hilkat [yaratılış] şeceresini, [ağaç] meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle [yön] noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!

Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir miraç [yükseliş] var. O miraç [yükseliş] ise, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve bu miraç [yükseliş] ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidâlarına [başlangıç] ve umum mübarek işlerin mebde‘lerine [başlangıç] bak. Ve Besmelenin azamet-i kadrine [kıymetin büyüklüğü] en kat’î bir hüccet [delil] şudur ki, İmam-ı Şâfiî gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.”1

DÖRDÜNCÜ SIR

Hadsiz kesret [çokluk] içinde vâhidiyet [Allah’ın birliği] tecellîsi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ 2 demekle herkese kâfi [yeterli] gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet [Allah’ın birliği] arkasında Zât-ı Ehadiyeti [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] mülâhaza [düşünme, akla getirme] edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 3 demeye, küre-i arz [yer küre, dünya] vüs’atinde [genişlik] bir kalb

177

bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] göstermek ve Zât-ı Ehadi [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] mülâhaza [düşünme, akla getirme] ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet [Allah’ın bütün varlıklar üzerinde rahmet ve merhametini gösteren mührü] içinde bir sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] hitap ederek müteveccih [yönelen] olsun.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu sırr-ı azîmi [büyük sır] ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, [en büyük daire] meselâ semâvat ve arzın hilkatinden [yaratılış] bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik [derin ve ince] bir cüz’îden [ferdî, küçük] bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvat ve arzdan [göklerin ve yerin yaratılışı] bahsi içinde, hilkat-i insandan [insanın yaratılışı] ve insanın sesinden ve simasındaki dekaik-i nimet ve hikmetten [nimet ve hikmet incelikleri] bahis açar. Tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu [ibadete layık olan Allah] doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ * 2

âyeti, mezkûr [adı geçen] hakikati mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] bir surette gösteriyor.

Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette [çokluk] vahdet [Allah’ın birliği] sikkeleri, [mühür] mütedahil [birbiri içinde] daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye [mühür] kadar envâı [tür] ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, [Allah’ın birliği] ne kadar olsa, yine kesret [çokluk] içinde bir vahdettir; [Allah’ın birliği] hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet [Allah’ın birliği] arkasında ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesi [mühür] bulunmak lâzımdır—tâ ki kesreti [çokluk] hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] nazarları çevirmek ve kalbleri celb [çekme] etmek için, o sikke-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] üstünde gayet cazibedar bir nakış [işleme] ve gayet parlak bir nur ve gayet

178

şirin bir halâvet [tatlılık] ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini [mühür] ve Rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarını celb [çekme] eder, kendine çeker ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesine [mühür] isal [ulaştırmak] eder ve Zât-ı Ehadiyeyi [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] mülâhaza [düşünme, akla getirme] ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 deki hakikî hitaba mazhar [erişme, nail olma] eder.

İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha‘nın [başlangıç] fihristesi ve Kur’ân’ın mücmel [kısa, kısaca] bir hülâsa[esas, öz] olduğu cihetle, bu mezkûr [adı geçen] sırr-ı azîmin [büyük sır] ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti [rahmetin içinde gizli olan sırlar] öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.

BEŞİNCİ SIR

Bir hadis-i şerifte varid [söylenen, gelen] olmuş ki:

اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ 2 (ev kemâ kàl.) Bu hadis-i şerifi, bir kısım ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] akaid-i imaniyeye [iman esasları] münasip düşmeyen acip bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, [aşk ehli, Allah aşıkları] insanın sima-yı mânevîsine [manevî görünüş] bir suret-i Rahmân [Cenab-ı Allah’ın sureti, görünüşü] nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] ekserinde sekir [mânâ alemindeki sarhoşluk] ve ehl-i aşkın [aşk ehli, Allah aşıkları] çoğunda istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ve iltibas [karıştırma] olduğundan, hakikate muhalif telâkkilerinde [anlama, kabul etme] belki mâzurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren, onların esas-ı akaide [iman esası] münâfi [aykırı] olan mânâlarını kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı [atomlar] muntazam

179

memurlar gibi istihdam [çalıştırma] eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin [her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah] şerîki, nazîri, [benzer] zıddı, niddi [denk, benzer] olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ 1 sırrıyla, sureti, misli, [benzer] misali, şebîhi [benzer] dahi olamaz. Fakat,

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ اْلعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve sıfât ve esmâsına bakılır. Demek, mesel ve temsil, şuûnat [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] nokta-i nazarında [bakış açısı] vardır.

Şu mezkûr [adı geçen] hadis-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki:

İnsan, ism-i Rahmân‘ı [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet, sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, kâinatın simasında bin bir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahmân [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] göründüğü gibi ve zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlâhiyenin [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahmân [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında, [kapsamlı görünüm ve şekil] küçük bir mikyasta, [ölçü] zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahmân‘ın [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] cilve-i etemmini [tam yansıma ve görüntü] gösterir demektir.

Hem işarettir ki, Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Zât, Allah] delilleri ve âyineleri olan zîhayat [canlı] ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] delâletleri kat’î ve vâzıh [açık] ve zâhirdir ki, güneşin timsalini [görüntü] ve aksini tutan parlak bir âyine [ayna] parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna [açıklık] işareten “O âyine [ayna] güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân [Cenab-ı Allah’ın sureti, görünüşü] var” vuzuh-u delâletine [çok açık bir şekilde delil olma] ve kemâl-i münasebetine [eksiksiz uyum ve bağlantı] işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] kısmı Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna [açıklık] ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak demişler.

180

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ بِحَقِّ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» اِرْحَمْنَا كَمَا يَلِيقُ بِرَحِيمِيَّتِكَ وَفَهِّمْنَا اَسْرَارَ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمِينَ * 1

ALTINCI SIR

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki:

O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah] vesiledir ki, yıldızlarla zerrat [atomlar] beraber olarak, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve itaatle beraber ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir şeye muhtaç olmama] var. Ve istiğnâ-yı mutlak [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama] içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] ihtiyacı olmayan bir Ganiyy-i Alelıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir [emir altında] ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir. [alçalma]

İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Alelıtlak‘ın [her cihetle ve hiçbir kayda, şarta bağlı olmaksızın zengin olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah] ve Sultan-ı Sermedînin [egemenliğinin sonu olmayan Allah] huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd [köle] vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyası, güneşin aksini, cilvesini, senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] ve o Şems-i Ezel ve Ebede [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] biz çendan [gerçi] nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti [rahmet ışığı] Onu bize yakın ediyor.

İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur [nur hazinesi] buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili [temsilci] ve o

181

rahmetin en beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir lisanı ve dellâlı [davetçi, ilan edici] olan ve Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye [isimlendirme] edilen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. [tabi olma, uyma] Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olan rahmet-i mücessemeye [cisimleşmiş rahmet] vesile ise, salâvattır. [namazlar, dualar]

Evet, salâvatın [namazlar, dualar] mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat [canlı] mücessem [cisimleşmiş] rahmete rahmet duası olan salâvat [namazlar, dualar] ise, o Rahmeten li’l-Âlemînin [âlemlere rahmet olarak gönderilen] vüsulüne [kavuşma, erişme] vesiledir.1 Öyleyse, sen salâvatı [namazlar, dualar] kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne [âlemlere rahmet olarak gönderilen] ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] vesile ittihaz [edinme, kabullenme] et. Umum ümmetin, Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle, [çokluk] rahmet mânâsıyla salâvat [namazlar, dualar] getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye [Allah’ın hediyesi] ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır. [namazlar, dualar]

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ «بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ» صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ اٰمِينَ * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا ۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3