MUHÂKEMAT – Birinci Makale (21-97)

21

Birinci Makale

22

 Maksada uruc etmek [yükselmek] için mukaddemelerden [evvel, önce] istimdad [yardım dileme] etmek, ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] düsturlarındandır. [kâide, kural] Öyleyse, biz de on iki basamaklı bir merdiven yapacağız.

Birinci Mukaddeme [başlangıç]

Takarrur [karar bulma] etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.

Hem de tahakkuk [gerçekleşme] etmiş: Kur’ân’ın herbir tarafında intişar [açığa çıkma, yayılma] eden makasıd-ı esasiye [esas gayeler, temel maksatlar] ve anasır-ı asliye [asıl, temel unsurlar] dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet [peygamberlik] ve haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] ve adalettir. Yani, hikmet tarafından kâinata irad [sunma, söyleme] olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. [asıl konudan olmayan, tamamlayıcı unsur] Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] yolu gösterilsin.

Evet, intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile kendini gösterir. Sâni’in vücud ve kast ve iradesine kat’iyen [kesinlikle] şehadet eden intizam-ı san’at, [san’attaki düzenlilik] kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden [taraf, yön] lemean eden [parıldayan, ışık saçan] hüsn-ü hilkati [yaratılış güzelliği] nazar-ı hikmete [fen ve felsefe açısından gören göz] gösteriyor. Güya herbir masnu [san’at eseri] birer lisan olup Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’ parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.

23

Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz [ince işaretler] ve işaratını [işaretler] taallüm [öğrenme] ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı kâinat, [kâinatın oluşumu, şekillenmesi, yaratılışı] nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmez. Fakat o meclis-i âlî-i Kur’ânîye [Kur’ân’ın yüce meclisi] girmiş olan kâinatın her ferdi, dört vazife ile muvazzaftır.

Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] saltanatını ilân…

İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin [müsbet ilim; akıl ve deneyle ispatlanan ilimler] mevzu ve münteha[en son nokta] olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin [hakikî ilimler] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olduğunu izhar[açığa çıkarma, gösterme]

Üçüncüsü: Herbiri birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan kavanîn ve nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat–tâ o nevâmis-i fıtriyenin [yaratılış kanunları, fıtrat yasaları] imdadıyla İslâmiyet neşvünema [büyüyüp gelişme] bulsun. Evet, bu hâsiyetle, [özellik] din-i mübin-i İslâm, [hakikatleri açıkça ortaya koyan İslâm dini] sair hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve heves içinde muallâk ve medetsiz, bazan ışık ve bazan zulmet [karanlık] veren ve çabuk tagayyüre [başkalaşım, değişme] yüz tutan dinlerden mümtaz [seçkin] ve serfirazdır. [benzerlerinden üstün olan]

Dördüncüsü: Herbiri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı [fikirler] hakaik [doğru gerçekler] cihetine tevcih [yöneltme] ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasemle [yemin] temeyyüz [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] etmiş olan ecram-ı ulviye [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye, [Kur’ân’da geçen yeminler] nevm-i gaflette [gaflet uykusu] dalanlara kar’u’l-asâdır. [doktorun, hastanın bedenine vurup muâyene etmesi; (mecâz) hatayı hatırlatmak için işaret vermek, ikaz etmek]

Şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etmiş, şu şöyledir. Öyleyse, şek [şüphe] ve şüphe etmemek lâzımdır ki, mu’ciz ve en yüksek derece-i belâğatte [belağat derecesi] olan Kur’ân-ı mürşid, [doğru yolu gösterici Kur’ân] esâlib-i Araba [Araplar’ın edebî üslûpları, ifade biçimleri]

24

en muvafıkı ve tarik-i istidlâlin [delil getirme, delillerle çıkarımda bulunma yolu] en müstakîm [doğru, istikametli] ve en vâzıhı [açık] ve en kısasını [ödeşmek, hakkını almak] ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi [umuma, genele ait hisler, duygular] tefhim [anlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] için bir derece ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı [kâinatın düzeni] öyle bir vech [cihet, yön, taraf] ile zikredecek ki, onlarca mâruf [bilinen] ve akıllarına me’nûs [alışılagelen, yabancı olmayan] ola. Yoksa delil, müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] daha hafî [gizli] olmuş olur. Bu ise, tarik-i irşada [irşad usulü, doğru yolu gösterme üslûbu] ve meslek-i belâğata ve mezheb-i i’câza [i’câz mezhebi, olağanüstü şekilde başkalarını âciz bırakma yolu, tarzı] muhaliftir. Meselâ, eğer Kur’ân deseydi, “Yâ eyyühennas! [ey insanlar] Fezada [uzay] uçan meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] ve misafir ve müteharrik [hareket eden] olan küre-i zemine [yerküre] ve cereyanıyla beraber müstakarrında [istikrarlı, sabit ve sakin] istikrar [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye [genel çekim] ve feza-yı gayr-ı mütenahîde [sonsuz uzay boşluğu] dal ve budakları münteşir [yaygın olan] olan şecere-i hilkatten, [yaratılış ağacı] anasır-ı kesireden [çeşitli unsurlar, çok sayıdaki elementler] olan münasebat-ı kimyeviyeye [kimyasal reaksiyonlar, ilgiler] nazar ve tedebbür ediniz-tâ Sâni-i Âlemin azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut, “O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi [mikroskobik hayvanlar dünyası, gözle görülemeyecek kadar küçük hayvanların (bakteriler vs.) dünyası] istiab [içine alma, kaplama] eden bir katre [damla] suya, aklın hurdebiniyle [mikroskop] temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kàdir olduğunu tasdik edesiniz.” Acaba, o halde delil müddeâdan [dava, tez; iddia edilen şey] daha hafî [gizli] ve daha muhtac-ı izah [izaha muhtaç, açıklamaya ihtiyaç duyulan] olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim [karanlık] bir şeyle, hakikatı tenvir [aydınlatma] etmek veyahut onların bedahet-i hislerine [duyguların açık olan şeyleri idrak etme, algılama yeteneği] karşı mugalâta-i nefis [nefsin aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söylemesi; kendi nefsini bile bile kandırma] gibi bir emr-i gayr-ı mâkule [aklın kabul etmediği, akla uymayan iş, şey] teklif olmaz mıydı? Halbuki i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] pek yüksek ve pek münezzehtir [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ki, onun safî ve parlak dâmenine [etek] ihlâl-i ifham [anlamayı zorlaştırma, önleme] olan gubar [toz] konabilsin.

25

Bununla beraber Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] âyât-ı beyyinatın [ap açık âyetler] telâfifinde maksad-ı hakikîye [gerçek maksat, asıl gaye] telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyâtı—kinayede [âyetlerin dış, zâhirî anlamları] olduğu gibi—maksada menâr etmiştir.

Hem de usul-ü mukarreredendir: [kararlaşmış, kesinleşmiş kurallar, kâideler] Sıdk [doğruluk] ve kizb, [yalan] yahut tasdik ve tekzip, kinayât [kinâyeler] ve emsallerinde, fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı]maânî-i ûlâ[ilk mânâlar] tâbir olunan suret-i mânâya [dış anlam; kelimelerdeki ilk anlam, mecaz olmayan anlam] raci [ait] değildirler. Ancak “maânî-i sânevî[ikinci derecedeki mânâlar, dolaylı bir şekilde kastedilen anlamlar] ile tâbir olunan maksat ve garaza teveccüh [ilgi] ederler. Mesela: “Filânın kılıncının bendi uzundur” denilse, kılıncı olmazsa da, fakat kameti [biçim ve boy] uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de, nasıl kelâmda bir kelime, istiâreye [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] karine-i mecazdır. [mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret] Öyle de, kelime-i vahid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” mânâsında “Lâ ilâhe illallah”] hükmünde olan kelâmullahın [Allah kelâmı] bir kısım âyâtı, sair ihvanının [kardeş] hakikat ve cevherlerine karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve rehnümâ [yol gösterici, kılavuz] ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu hakikati pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri muvazene [karşılaştırma/denge] ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi—ki, namazın terkinde taallül [illet ve sebep gösterme, bahane üretme] yolunda demiş: “Kur’ân diyor لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ 1 ilerisine de hafız değilim”—nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.

26

İkinci Mukaddeme [başlangıç]

Mazide nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olan bir şey, müstakbelde [gelecek] bedihî [açık, aşikâr] olabilir. Şöyle tahakkuk [gerçekleşme] etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal [kemâle erme kabiliyet ve arzusu, olgunluğa erme eğilimi] vardır.1 Onunla hilkat-i âlem, [âlemin yaratılışı] kanun-u tekâmüle [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] tâbidir. İnsan ise, âlemin semerat [meyveler] ve eczasından olduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden [kemâle erme kabiliyet ve arzusu, olgunluğa erme eğilimi] bir meylü’t-terakki [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] mevcuttur. Bu meyil [arzu, istek] ise telâhuk-u efkârdan [düşünce ve tecrübelerin birikimi] istimdat [medet isteme] ile neşvünema [büyüyüp gelişme] bulur. Telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ise, tekemmül-ü mebâdiyle [altyapılardaki mükemmellik, tamlık] inbisat [genişleme, yayılma] eder. Tekemmül-ü mebâdi [altyapılardaki mükemmellik, tamlık] ise, fünun-u ekvânın [yaratılışa ait ilimler, pozitif bilimler] tohumlarını sulb-ü hilkatten [yaratılış sulbü, ilk yaratılış, döl] zamanın terbiyegerdesi [terbiye edilmiş, yetiştirilmiş] bir zemine ilka ile telkih [aşılama] eder. O tohumlar ise tedricî [aşamalı, derece derece] tecrübelerle büyür ve neşvünema [büyüyüp gelişme] bulur.

Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye [ap açık, aşikâr] ve ulûm-u âdiye [dış duyular vasıtasıyla herkes tarafından bilinen şeyler] sırasına girmiş pek çok mesail [meseleler] var; zaman-ı mazide [geçmiş zaman] gayet nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] ve hafî [gizli] ve burhana [delil] muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail [meseleler] var ki, mebâdî [başlangıçlar, prensipler, alt yapı] ve vesaitin [araçlar, vasıtalar] tekemmülüyle [mükemmelleşme] ve telâhuk-u efkârın [düşünce ve tecrübelerin birikimi] keşfiyatıyla [keşifler] bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki

27

oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbni Sina ve emsaline nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] ve hafî [gizli] kalmışlardır. Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbni Sina, şiddet-i zekâ [büyük zekâ, anlayış] ve kuvvet-i fikir [fikir gücü, düşünce gücü] ve kemâl-i hikemiye [felsefî düşüncedeki mükemmellik] ve vüs’at-i karîha [bir fikri ortaya koymadaki zenginlik, fikir gücünün genişliği] noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla [âlimler, filozoflar] muvazene [karşılaştırma/denge] olunsa, tereccüh edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbni Sina’da değil; çünkü ibn-i zamandır. [zamanın çocuğu; yaşadığı çağın şartlarıyla bağlı olan] Onu nakıs [eksik, kusurlu] bırakan zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî [açık, aşikâr] değil midir ki, Kolomb-u Zûfünûnun [pek çok ilim dalında bilgi sahibi olan Kristof Kolomb] sebeb-i iştiharı [meşhur olma, tanınma sebebi] olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsaydı, hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] tebahhur-u fikrine [fikir derinliği] ve mehaliki iktihamına [zor ve katlanılamaz tehlikelere atılma] bedel, bir küçük sefine [gemi] ile bir pusula kifayet [yeterli olma] edecekti. Fakat, bununla beraber, şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] lâzımdır. Şöyle ki: Mesail [meseleler] iki kısımdır.

Birisinde telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. [bağlı] Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün [yardımlaşma] lâzımdır.

Kısm-ı diğerîde, [diğer kısım] esas itibarıyla telâhuk [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] ve teavün [yardımlaşma] tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll [bütün] ve küll-ü vahid [herbiri, herbir birey ayrı ayrı] birdir. Teavün [yardımlaşma] fayda vermez.

Bu kıyasa binaen fünunun [fenler, bilimler] bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne [yardımlaşma] muhtaçtır. Bunların ekserî, ulûm-u maddiyedendir. [maddî ilimler] Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü [mükemmelleşme] def’î, [bir anda, kısa zamanda] yahut def’î [bir anda, kısa zamanda] gibi olur. Bu ise, ağlebi [çoğunlukla] mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir. [İlâhî ilimler] Lâkin, eğer çendan [gerçi] telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] bu kısm-ı sâninin [ikinci kısım] mahiyetini tağyir [değiştirme] ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tezyid [artırma, çoğaltma] edemezse de, burhanların [delil] mesleklerine vuzuh [açıklık] ve zuhur ve kuvvet verir.

28

Hem de nazar-ı dikkate almak [bir meseleyi en ince detaylarıyla ele almak; dikkate almak] lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] etse, galiben [çoğunlukla] başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî [sığ, yüzeysel] olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet [delil] olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ [dinlemeye lâyık, dinlemeye değer] değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye [geometri] kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın [fânîlik, ölüm kabristanı] hastahanesine nakl-i mekân [yer değiştirme] etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik, [böylece, bunun gibi] hakaik-i mahzâ [doğru ve gerçeklerin ta kendisi; içine özünü bozabilecek herhangi bir şey karışmamış olan hakikatler] ve mücerredât-ı [bekar] sırfeden olan mâneviyatta, maddiyûnun [materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar] hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare [fikir alışverişi] etmek, âdetâ lâtife-i Rabbaniye [İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] denilen kalbin sektesini [durma] ve cevher-i nurânî [nurlu cevher, öz] olan aklın sekeratını [can çekişme/ölüm anı] ilân etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.

Üçüncü Mukaddeme [başlangıç]

İsrâiliyatın [İsrailoğulları’na ait bilgiler; daha çok Yahudiler’e ait kitaplardan nakledilen, Kur’ân ve hadisin gerçeklerine uymayan, hurafelerle karışık hikâyeler] bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin [Yunan felsefesi] bir kısmı, daire-i İslâmiyete [İslâm dairesi] duhul [girme] etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı [fikirler] ihtilâle verdiler. Şöyle ki:

O necip [soylu, soyu temiz, asil] kavm-i Arap, [Arap kavmi, milleti] zaman-ı cahiliyette [cahiliyet dönemi; İslâmiyet öncesi cahillik dönemi] bir ümmet-i ümmiye [okur-yazar olmayan toplum, halk] idi. Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki içlerinden hak tecellî edip istidad-ı hissiyatları [duyguların yeteneği, filizlenmeye müsait olan duygular] uyandı da, meydanda yol açan din-i mübîni [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] gördüklerinden, umum rağabat [rağbetler, gösterilen ilgiler] ve meyilleri, [arzu, istek] yalnız dinin mârifetine [Allah’ı tanıma, bilme] inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye [hikmet ve felsefe nazarıyla yapılan araştırma ve incelemeler] nazarıyla

29

değil, belki istitraden, [asli mevzudan olmayan, tamamlayıcı unsur olarak] yalnız istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine [tabiî, fıtrî zevk] ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden, yalnız onların fıtratlarına münasip olan geniş ve ulvî muhitleri ve safî ve müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olan fıtrat-ı asliyeleri [esas yaratılış gayesi] tâlim ve terbiye eden yalnız Kur’ân idi. Bundan sonra kavm-i Arap, [Arap kavmi, milleti] sair akvamı [kavimler] bel’ ettiği gibi, milel-i sairenin [diğer milletler] malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] olan İsrailiyat [İsrailoğullarına ait bilgiler] ise, Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın [ehl-i kitap âlimleri; semâvî kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudi âlimler] İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına [hayal hazineleri] bir mecrâ [akım yeri] ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye [saf, hâlis fikirler, düşünceler] karıştılar. Hem sonra da ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül [mükemmelleşme] ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sabıkaları [geçmişteki kof bilgiler] makbule ve müselleme [herkes tarafından kabul edilen] gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından, hikâyat [hikayeler] gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakat—hayfâ!—sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh [şüpheler, tereddütler] ve şükûkâta [şekler, şüpheler] sebebiyet verdiler.

Hem de, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki şu İsrailiyat, [İsrailoğullarına ait bilgiler] kitap ve sünnetin bazı îmââtlarına [imâlar, işaretler] merci ve bazı mefahimlerine [mefhumlar, anlaşılan şeyler; kavramlar] bir münasebetle me’haz [kaynak] olabilirlerdi—fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki, faraza doğru olsalardı, mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ve efradından [bireyler] olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla [iradenin kötüye kullanımı] başka bir me’hazı [kaynak] bulmayan veya atf-ı nazar [göz atma, bakma] etmeyen zahirperestler, [dış görünüşe ehemmiyet veren] bazı âyât ve ehâdîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye [İsrailoğullarına ait hikâyeler; daha çok Yahudilere ait kitaplardan nakledilen, Kur’ân ve hadisin getirmiş olduğu ölçülere uymayan hurafelerle karışık bir kısım hikâyeler] tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki, Kur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i sahihtir. [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri]  

30

Yoksa, ahkâmı [hükümler] mensuh olduğu gibi, kasası [kıssalar] dahi muharrefe [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] olan İncil ve Tevrat değildir.

Evet, mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ile mânâ ayrıdırlar. Halbuki, mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmaya mümkün olan şey, mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı.

Hem de, vaktâ [ne vakit] hikmet-i Yunaniyeyi [Yunan felsefesi] Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu.

Fakat pek çok esâtîr [mitoloji; uydurma hikâyeler, efsâneler] ve hurâfâtın menbaından [kaynak] çıkan o hikmet, bir derece müteaffine [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] olduğundan, safiye [saf, açık ifade] olan efkâr-ı Arabın [Arap milletinin fikirleri, düşünceleri] içlerine tedahül [iç içe geçme] ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten [araştırma, inceleme] taklide bir yol açtı.

Hem de âb-ı hayat [hayat suyu] olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle [insanın yaradılışında bulunan doğal zihin kudreti] istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] etmeye kâbil [kabul etmeye müsait] iken, o hikmetin telemmüzüne [öğrenmek için devam etme, öğrencilik etme] tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A’câm [Arap olmayanların Araplarla karşılaşması] ile kelâm-ı Mudarî‘nin [Arap kabilelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça; Kur’ân-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasih Arapça’dır] melekesi [alışkanlık] fesada yüz tutmakla muhakkikîn-i ulema [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] o melekeyi [alışkanlık] muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] kavaidini [kurallar, prensipler] tedvin [bir araya getirerek tertiplemek; aynı konuya ait çalışmaları bir araya toplayıp kitap haline getirmek] ettiler. Öyle de, şu hikmet ve İsrailiyat [İsrailoğullarına ait bilgiler] dahi, daire-i İslâmiyete [İslâm dairesi] duhulleriyle [girme] beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm [hakikatleri araştırıp bulan, onların iyisini kötüsünden ayıran büyük İslâm âlimleri] temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar.

İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’ân‘a [Kur’ân tefsiri] sarf-ı himmet [ciddî gayret gösterme] edildiği vakit, bazı ehl-i zahir, [âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, [ifade, kelime] şekil mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler] Kur’ân’ın nakliyatını [nakiller, bir bilgiyi Kur’ân-ı Kerim ve sünnet gibi kaynaklara dayanarak aktarma] bazı İsrailiyata [İsrailoğullarına ait bilgiler] tatbik ve bir kısım akliyatını

31

dahi hikmet-i mezbureye [yukarıda bahsi geçen felsefe; Yunan felsefesi] tevfik [başarı] ettiler. Çünkü gördüler ki, Kur’ân mâkul ve menkule müştemildir. Hadis de öyle… Sonra kitap ve sünnetin bazı nakliyat-ı sâdıkalarıyla [hadislerin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve bazı muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] İsrailiyatın [İsrailoğullarına ait bilgiler] ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ettiler. Hem de hakikî olan akliyatları ile mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ve mümevveh [sahte; görünüşte doğru gibi olup, gerçekte yanlış olan] olan şu hikmet arasında bir müşabehet [benzeme] ve muvafakat tevehhüm [kuruntu] eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti [benzeme] kitap ve sünnetin mânâlarına tefsir ve maksatlarına beyan zannedip hükmeylediler.

Kellâ, [asla] sümme kellâ! Zira Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları aciz bırakan, şan ve şerefi yüce olan kitap; Kur’ân-ı Kerim] misdakı, [doğrulayıcı delil, ölçüt, kriter] i’câzıdır. [mu’cize oluş] Müfessiri [açıklayan, yorumlayan] eczasıdır. Mânâsı içindedir. Sadefi [içinde inci bulunan kabuk] de dürrdür, [inci] meder [çakıl taşı] değildir. Faraza, bu mutabakatı izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekten maksat, o şahid-i sadıkın [doğru sözlü şahit] tezkiyesi için olsa da, yine abestir. Zira Kur’ân-ı Mübîn, [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] ona mekalid-i inkıyadı [bağlılık anahtarları] teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden [hatadan arındırma, temize çıkarma] pek yüksek ve ganîdir. Çünkü o, onları tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] etmezse, şehadetleri mesmû [dinlemeye değer, duyum, duyulmuş şey, söz, bilgi] olamaz. Evet, Süreyya‘yı [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] serâda değil, semada aramak gerektir. Kur’ân’ın mâanîsini [mânâlar, anlamlar] de esdafında [sadefler; inci kabukları; inci gibi büyük mânâları içinde taşıyan kabuklar] ara. Yoksa, karma karışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da, sikke-i belâğat olmadığından, Kur’ân kabul etmez.

Zira mukarrerdir: [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] Asıl mânâ odur ki, elfaz [lafızlar, sözler] onu sımahta [kulak] boşalttığı gibi, zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] etmekle, ezâhîr-i efkârı [fikir çiçekleri] feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] eden şeydir.

32

Yoksa, başka şeyin kesret-i tevaggulünden [çok meşgül olma, çok fazla dalma] senin hayaline tedahül [iç içe geçme] eden bazı ihtimalât, [ihtimaller, olması mümkün olan şeyler] veyahut hikmetin ebâtîlinden [akla uygun olmayan, mantıksız şeyler, boş inanışlar] ve hikâyâtın [hikâyeler] esâtîrinden [mitoloji; uydurma hikâyeler, efsâneler] sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehâdisin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki, “Budur mânâ, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevap şudur: “Yahu! İşte senin mânân siliktir. Sikkesi [mühür] taklittir; nakkad-ı hakikat [gerçeği sahtesinden ayıranlar] reddeder. Sultan-ı i’câz [i’câzın sultanı, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakan otorite] dahi onu darb edeni tard [kovma] eder. Sen âyet ve hadisin nizamlarına taarruz ettiğinden, âyet şikâyet edip hâkim-i belâğat senin hülyanı senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat [hakikatın, gerçeğin alıcısı] dahi senin bu metâını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin mânâsı dürrdür. [inci] Bu ise mederdir. [çakıl taşı] Hadisin mefhumu [anlam] mühec, [ruhlar, canlar] bu hemecdir.” [övez denilen at sineği]

Tenvir [aydınlatma] için bir darbımesel [atasözü]

Kürtlerin emsal-i edebiyesindendir: [edebî örnekler] Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi: “Hırsızlığın tebeyyün [meydana çıkma, görünme] edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda [kiler, kovan] saklıyordu. Biri sual etseydi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arılarıyla konuştuğu vakit, müşterek bir lisanla “Vız vız jive hingivîn jimin” derdi. Yani, “Tanîn [vızıldama, vızıltı, arının “vız vız” diye ses çıkarması] sizden, bal benden…”

Ey teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ve hevesle tevil edici efendi! Bu teşbihle tesellî etme. Zira bu teşbih, temsildir. Senin mânân bal değil, zehirdir. O elfaz [lafızlar, sözler] arılar değil, belki kalb ve vicdana ervah-ı hakaiki [hakikatlerin, gerçeklerin ruhları] vahyeden o kitab-ı kâmilin [mükemmel bir kitap, fazilet kaynağı kitap; Kur’ân-ı Kerim] kelimatı, [ifadeler, sözler] melâike [melek] gibidirler.

Hadis, maden-i hayat [hayat kaynağı] ve mülhim-i hakikattir. [hakikati ilham eden] Elhasıl, [kısaca, özetle] ifrat [aşırılık] gibi tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] de

33

muzırdır, [zararlı] belki daha ziyade. Fakat ifrat, [aşırılık] tefrite [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] sebep olduğundan, daha kabahatlidir.

Evet, ifratla müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye [yüce hakikatler] karıştığından, ehl-i tefritle [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] insafsız olan ehl-i tenkit, [eleştirmenler, kritik ve eleştiri yapan kimseler] gayet haksızlık olarak, şu çürük şeylerin yüzer misline [benzer] olan hakaik-i âliye [yüce hakikatler] içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ, lekedar [lekeli] ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki, umum defineyi kalp [sahte para] ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar [lekeli] edilsin?

 Hâtime

Bu mukaddemeden [evvel, önce] maksadım, efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] bir tefsir-i Kur’ân [Kur’ân tefsiri] istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. [açıklayan, yorumlayan] Ahval [durumlar] ve vukuat ise, bir keşşaftır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Efkâr-ı âmmeye [genel düşünce, kamuoyu] hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. [genel kabul görmüş ilmî fikirler, düşünceler ilimle uğraşan kişilerin görüşleri] Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm [büyük yorumcu, Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden büyük yorumcu] olan zamanın taht-ı riyasetinde, [başkanlığı altında] herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] müntehap [seçilmiş] bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye [çeşitli ilimlerin temsilcilerinden oluşan meclis] teşkiliyle, meşveretle [danışma] bir tefsiri telif [kaleme alma] etmekle sair tefasirdeki [tefsirler] münkasım [kısımlara ayrılmış] olan mehasin [güzellikler] ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mühezzebe [düzeltilmiş, temizlenmiş, iyi duruma getirilmiş, ıslah edilmiş, süslendirilmiş] ve müzehhebe [altın yaldızla yaldızlanmış, parlatılmış, süslendirilmiş] olarak cem [toplama, bir araya gelme] etmelidirler. Evet, meşrutiyettir; [meclise dayalı yönetim şekli] herşeyde meşveret [danışma] hükümfermâdır. [hüküm süren] Efkâr-ı umumiye [kamuoyu, umumun fikirleri] dahi dîdebandır. [bekçi, gözcü, gözetleyen] İcma-ı ümmetin hücciyeti [delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma] buna hüccettir. [delil]

34

Dördüncü Mukaddeme [başlangıç]

Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki:

Beşerin seciyelerindendir: [huy, karakter] Garip veya kıymettar bir şeyi asîlzâde göstermek için, o kıymettar şeylerin cinsiyle müştehir [meşhur, ünlü] olan zâta nispet ve isnad etmektir. Yani, sözleri revaç [değer, kıymet] bulmak veya tekzip olunmamak veyahut başka ağraz [maksatlar, gayeler] için, zalimâne ve istibdadkârâne, [baskı yaparak, zulmederek] bir milletin netaic-i efkârını [fikirlerin neticesi] veya mehasin-i etvarını [hâl ve hareketlerin güzelliği, güzel davranışlar] bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki, o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi [baskıcı, istibdat [baskı, zulüm] unsuru olan hediye] reddede… Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü sûrînin [dış güzellik; şekle ait, görünüşteki güzellik] mâverâsını [arkasında bulunan; öte] görmek şanından olan nazar-ı san’atperverânesine [san’attan anlayan, san’atı bilen bakış] haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilirse, “Senin dest-i hattındır” [el yazısı] denilirse, o emir san’atın tenasüp [uygunluk] ve muvazenesinden [karşılaştırma/denge] nâşi olan [ileri gelen, doğan] güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip iraz ve teberri [uzak olma] edecektir. “Hâşâ ve kellâ[asla] diyecektir. Bu seciyeye [huy, karakter] bina ile meşhur kaideye “Bir şey sâbit olsa, levazımıyla sâbit olur” istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda [meşhur, herkes tarafından tanınan ünlü kişi] tahayyülâtlarına [hayal etme] bir nizam verdirmek için muztardırlar [çaresiz] ki: Çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi [bir bütünden ayrılmayan harika cüz’ler, parçalar, olağanüstü gereçler] isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına [kendisine bağlanan, dayandırılan, isnad edilen şeyler] merciiyeti [başvurulan yer, müracaat yeri olma, bir takım şeylerin kendisine dayandırıldığı merkez nokta olma] mümkün olabilsin. O halde, o adam bir ucûbe olarak zihinlerinde tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] eder. Eğer istersen hayâlât-ı acemâne [Fars (İran) Edebiyatı’ndaki, aşırı mübâlağalı hayaller, mazmunlar] [mânâ, kavram] içinde perverde [beslenmiş, eğitilmiş] olan Rüstem-i Zâl’in timsal-i mânevîsine [mânâ bakımından sûreti, mânevî resmi] bak, gör, ne ucubedir! Zira, şecaatle [yiğitlik, cesaret] müştehir [meşhur, ünlü] olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından [baskılar] kurtulamayan istibdad [baskı ve zulüm] sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini [övünülecek şeyler]

35

gasp ve gàrât ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddeme [başlangıç] olduğu için, şu harikulâde şecaat, [yiğitlik, cesaret] harikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet [biçim ve boy] ve onların levazım [ayrılmayan unsurlar, beraber bulunmasına ihtiyaç olunan şeyler] ve tevâbileri [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil [korku ve dehşet veren hayal] nara vurarak “Ben nev’ün münhasırün fi’ş-şahs‘ım” [başka bir benzeri olmayan; nev’i şahsına münhasır olan] der. Gulyabânî [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] gibi hurafatı arkasına takarak dillerin destanlarında [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.

Ey hakikati çıplak görmek isteyen zât! Bu mukaddemeye [evvel, önce] dikkat et; zira hurâfatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik [araştırma, inceleme kapısı] dahi bununla sed olur. Hem de kıssadan hisse [anlatılan bir şeyden ders çıkarma] ve meylü’t-terakki [ilerleme meyli, yükselme eğilimi] ile Mütekaddimînin [önceden gelen] esasları üzerine bina ve Seleflerin [önce gelen, önceki, yerine geçilen] mevrusatında [miras olarak bırakılmış şeyler] tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda [çorak yer] mahvolur. Eğer istersen, meşhur Molla Nasreddin Efendiye de: “Bu garip sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden [nâdir olan, az bulunan şeyler] değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua [yapmacık] kalb eder.”

Yahu, bu kökten, hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt [bitmek, bitki gibi gelişmek] eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.

 Hâtime

İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, [bağış] ihsan [bağış] değildir. Bir dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] bir harman hayalâta müreccahtır. [tercih edilen] İhsan-ı İlâhî ile tavsifte [bir sıfatla niteleme] kanaat etmek farzdır. Cemiyete dahil olan, cemiyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. [meyve] Birinin malına başka mal—velev kıymetli de olsa—karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebep olur. Şimdi bu noktalara istinaden derim ki:

36

Tergib [istek uyandırma, şevklendirme] veya terhib [dehşete düşürme, korkutma] için avamperestane [bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde] terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ve teşvikle bazı ehâdis-i mevzua[uydurma hadisler, Hz. Peygambere dayandırılan uydurma sözler] İbni Abbas gibi zâtlara isnad etmek, büyük bir cehalettir. Evet, hak müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba [kalplerin aydınlatılması] ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’ân [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] olan ehâdis-i sahiha [sahih hadisler; uydurma veya zayıf olmayan hadisler] bize kifayet [yeterli olma] eder. Ve mantığın mizanıyla [ölçü] tartılmış olan tevarih-i sahihaya [tarihî olaylara uygun şekilde ve onları açıklayıcı mahiyette yazılmış olan güvenilir tarih kitapları] kanaat ederiz.

Beşinci Mukaddeme [başlangıç]

Mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, hurâfata kapı açar. Şöyle ki:

Mecâzat [mecazlar, bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan sözler] ve teşbihat, [benzetmeler] ne vakit cehlin yesâr-ı muzlimanesi, [karanlık, nursuz sol el] ilmin yemin-i nurânîsinden [nurlu sağ el] kaçırıp gasp etse veyahut mecazla teşbih bir uzun ömür sürseler, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederek, taravet [tazelik] ve zülâlinden [saf, berrak su] boş olup, şarap iken serap; ve nazenîn [ince, nazik, nazlı] ve hasnâ iken acuze-i şemtâ [kocakarı] ve kocakarı olur.

Evet, mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] şeffafiyetiyle [şeffaflık] şule-i hakikat [hakikatin, gerçeğin ışıltısı, parıltısı] ondan telemmu eder. Fakat hakikate inkılâbıyla [değişim, devrim] kesif [katı] olup, hakikat-i asliyeyi [asıl gerçek] münkesif [tutulmuş, aydınlığı kesilmiş (güneş ve ay hakkında kullanılır)] eder. Lâkin, bu tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] bir kanun-u fıtrîdir. [yaratılışa ait kanun] Buna şahit istersen lügatın [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil] teceddüd [yenileme] ve tagayyuratının ve iştirak ve teradüfün [eş anlamlılık, iki veya daha çok kelimenin aynı anlama gelmesi] sırlarına müracaat et. İyi kulak versen, işiteceksin ki:

Selefin [önce gelen, önceki, yerine geçilen] zevklerine giden çok kelimatı [ifadeler, sözler] veya hikâyâtı [hikâyeler] veya hayâlâtı veya maânî, [mânâlar] ihtiyar ve ziynetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine [gençlik hevesi] tevafuk

37

etmediklerinden, meyl-i teceddüde [yenileme isteği, arzusu] ve fikr-i icada [icad etme düşüncesi, yeni bir şey ortaya çıkarma fikri] ve cür’et-i tağyire [değiştirmeye cesaret etme] sebep olmuşlardır. Bu kaide, lügatta [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil] olduğu gibi, hayalât ve maânî [mânâlar] ve hikâyatta [hikayeler] dahi cereyan eder. Öyleyse, herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] şe’ni, [belirleyici özellik] gavvas [dalgıç; çok gayretli, çalışkan] olmak, zamanın tesiratından tecerrüd [sıyrılma] etmek, mazinin a’mâkına [derinlikler] girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaı[kaynak] bulmaktır.

Bu hakikate beni muttali [bilme, anlayıp farkına varma] eden. Bir vakit sabavetimde [çocukluk] ay tutuldu. Validemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın [gökyüzü] yılanı nim-şeffaftır.” [yarı şeffaf]

İşte, bak: Nasıl teşbih hakikat olup haylûletiyle [araya girme] hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] etmiştir. Zira mâil-i kamer, [ayın yörüngesi, ayın dünyanın etrafında dönerken çizmiş olduğu daire] mıntıkatü’l-büruc [on iki burcun bulunduğu alan] ile re’s ve zenebde [baş ve kuyruk] tekatu’ [kesişme] ettiklerinden, o iki daire-i mevhumeden [gerçekte olmadığı halde var sayılan, hayalî daire] iki kavsi, [yay] yılanın müradifi [aynı mânâda olan, eş anlamlı] olan tinnîn [büyük yılan] ile ehl-i hey’et [astronomi, gök bilimi ile uğraşanlar; astronomlar] bir teşbihe binaen tesmiye [isimlendirme] eylediler. Zaten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse, arzın haylûletiyle [araya girme] inhisaf [ay tutulması] vuku bulur.

Ey benim şu müşevveş [dağınık, karışık] sözlerimden usanmayan zât! Bu mukaddemeye [evvel, önce] dahi dikkat et. Bir hurdebîn [mikroskop] ile bak. Zira, bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilâfat tevellüd [doğma] ederler. Mantığı ve belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] rehber etmek gerektir.

 Hâtime

Mânâ-yı hakikînin [asıl kastedilen mânâ] bir sikkesi [mühür] olmak gerektir. O sikkeyi [mühür] teşhis eden, makasıd-ı şeriatın [şeraitin, Kur’ân ve sünnetin maksatları] muvazenesinden [karşılaştırma/denge] hâsıl olan hüsn-ü mücerreddir. [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] Mecazın cevazı ise, belâğatın [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme]

38

şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa, mecazı hakikat ve hakikati mecaz suretiyle görmek, göstermek, cehlin istibdadına [baskı ve zulüm] kuvvet vermektir.

Evet, herşeyi zahire hamlettire ettire, nihayet zahiriyun meslek-i müteassifesini [sapık, azgın meslek] tevlid [doğurma] etmek şe’ninde [belirleyici özellik] olan meylü’t-tefrit [ortanın gerisinde kalma eğilimi] ne derecede muzır [zararlı] ise, öyle de, herşeye mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] nazarıyla baktıra baktıra, nihayette batınıyunun [Kur’ân ve hadislerdeki zahirî mânâların dışında gizli ve örtülü mânâları bulmak iddiasında olan düşünceli kimseler] mezheb-i bâtılasını [batıl mezhep, hak olmayan yol] intaç [netice verme] etmek şanında olan hubb-u ifrat [aşırılık sevgisi, aşırılığa sevgi göstermek] dahi çok derece daha muzırdır. [zararlı]

Hadd-i evsatı [orta yol, istikametli [doğru] yol] gösterecek, ifrat [aşırılık] ve tefriti [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] kıracak yalnız felsefe-i şeriatla [dinin mantığı, hikmeti] belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mantıkla hikmettir. Evet, hikmet derim, çünkü hayr-ı kesirdir. [büyük, çok hayır] Şerri vardır, fakat cüz’îdir. [ferdî, küçük] Usul-ü müsellemedendir [herkesçe kabul edilen, şüphesiz kabul edilmiş usul, yol] ki: Şerr-i cüz’î [az veya kısmî şer, kötülük] için hayr-ı kesiri [büyük, çok hayır] tazammun [içerme, içine alma] eden emri terk etmek, şerr-i kesiri [çok kötülük] işlemek demektir. Ehvenüşşerri [iki şerden daha az zararlı olanı] ihtiyar elzemdir.

Evet, eski hikmetin [eski felsefe; Yunan felsefesi] hayrı az, hurafatı çok, ezhan [zihinler] istidatsız, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] efkâr [fikirler] taklitle mukayyed, [kayıtlı] cehil [bilgisizlik] avamda hükümfermâ [hüküm süren] olduklarından, Selef [önce gelen, önceki, yerine geçilen] bir derece hikmetten nehyettiler. [yasak] Fakat şimdiki hikmet ona nispeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr [fikirler] dahi hür, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] hükümfermadır. [hüküm süren] Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

Altıncı Mukaddeme [başlangıç]

Tefsirde mezkûr [adı geçen] olan herbir emir, tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm [baskı] etmemek şarttır. Şöyle müsellemattandır [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ki: Meselâ, hendese [geometri] gibi bir san’atta mahir olan zât, tıp gibi başka san’atta âmî [cahil, sıradan] ve tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] ve

39

dahîl olabilir. Ve kavaid-i usuliyedendir [ana kaideler; usüle (metodolojiye) ait kurallar] ki: Fakih [fıkıh (din, şeriat) ilminin üstadı, fıkıh âlimi] olmayan, velev ki usûlü’l-fıkıhta [fıkıh metodolojisi, fıkıhla ilgili hükümlere ulaşırken, müçtehidin dayanacağı kaynakları ve bu kaynaklardan hüküm çıkarma yollarını gösteren ilim] müçtehid olsa, icmâ-ı fukahada [fıkıh ilmiyle uğraşanların şeriata ait bir mesele üzerinde aynı görüşte birleşmeleri] muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmîdir.

Hem de hakaik-i tarihiyedendir [tarihî gerçekler; tarih ilminin ulaştığı sonuçlar] ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke [alışkanlık] sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferid [üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, [alışkanlık] o fennin suret-i hakikiyesidir. [gerçek görünüş] Onunla temessül [belirme, görünme] etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini [diğer, başka bilgiler] mütemmime [tamamlayan, tamamlayıcı] ve medet verici etmezse, malûmat-ı perişanından [dağınık, karışık bilgiler] bir suret-i acîbe [tuhaf, şaşırtıcı görünüş] temessül [belirme, görünme] edecektir.

Tenvir [aydınlatma] için bir lâtife-i faraziyedir: [varsayılan bir lâtîfe, temsil]

Nasıl ki, başka âlemden bu küreye gelen tasvirci [resimleyici, suret verici] bir nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] farz olunsa: Halbuki, ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş; belki her birisinden bazı âzasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amame [sarık] gibi şeylerin terkibiyle [birleşim, sentez] bir insanın timsali, [görüntü] yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla [birbiriyle karışıp kaynaşma] kabil-i hayat [hayat sahibi olabilme, canlı olması mümkün] olmadığı için şerâit-i hayat [hayat için gerekli şartlar] böyle ucubelere müsait değildir diyecekler ve nakkaşı [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] edecekler. Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen [suların biriktiği yer, havuz] ve zenav [havuz, suların biriktiği yer] gibi yapmaktır.

Hem de âdât-ı müstemirredendir [yerleşmiş, devamlı yapılan alışkanlıklar] ki, kitab-ı vahidde [tek kitap] ulûm-u kesire [birçok, çeşitli ilimler] tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intaç [netice verme] ve birbirinin elini tutmakla teânuk [birbirine sarılma] ve tecavüb [birbirine cevap verme]

40

ettiklerinden, o derecede iştibak [birbirine geçme, ağ, örgü] hasıl olur ki, bir fende telif [kaleme alma] olunan bir kitapta, o fennin mesaili, [meseleler] o kitabın muhteviyatına nisbeti, ancak zekâtı çıkabilir. Bu sırdan gaflet iledir ki, bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden [asli mevzudan olmayan, tamamlayıcı unsur olarak] derc [yerleştirme] olunmuş bir meseleyi gören bir zahirperest [dış görünüşe ehemmiyet veren] veya mugalâtacı [safsatacı, demagog; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleyen] bir adam der ki: “Şeriat ve tefsir böyle der.” Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa, o bahaneyle der: “Şeriat veya tefsir—hâşâ—yanlış.”

Ey ifrat [aşırılık] ve tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] sahipleri! Tefsir ve şeriat başkadır; tefsir ve şeriatte telif [kaleme alma] olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden [“Öyle mi, böyle mi?” diye tereddüt] kurtulacaksın.

Dikkat et: Nasıl ki bir evin levazım-ı mütenevvia[çeşitli ihtiyaçlar, gereçler] yalnız bir san’atkârdan [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] alınmaz. Belki herbir hâcette, [ihtiyaç] o san’atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de, saadet-saray-ı kemâlâtta, [mükemmelliğin mutluluk sarayı] o kanuna tatbik-i hareket [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki, birinin saati kırılsa, terziye “Saatimi dik” dese, “yuha”dan başka cevap var mıdır?

İşaret

Bu mukaddemenin [evvel, önce] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] budur ki: Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] cârî ve taksimü’l-a’mâl [işbölümü] kaidesinden akan kanun-u tekemmül [tekemmül kanunu, olgunlaşma, kemâle erme kanunu] ve terakkîde [ilerleme] mündemiç [içinde bulunan] olan rıza ve işaretinin imtisali [bağlanma, boyun eğme] farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:

Kaide-i taksimü’l-a’mâli [işbölümü kuralı] muktazi [gerekçe] olan hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] dest-i inayetiyle [yardım eli; İlâhî [Allah tarafından olan] şefkatin eli] beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlâtı [meyiller, eğilimler] ile şeriat-ı hilkatin [yaratılış kanunu] farzü’l-kifayesi [dinen mutlaka yerine getirilmesi gereken ancak bir kısım insanların yapması ile diğerlerinin üzerinden düşen görev] hükmünde olan fünun [fenler, bilimler] ve sanayiin edasına bir emr-i mânevî [mânevî emir]

41

vermişken, su-i istimalimizle [kötüye kullanma] o istidattan [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] tevellüd [doğma] eden meyle kuvvet ve medet verici olan şevki, bu hırs-ı kâzip [aldatıcı hırs] ve şu re’s-i riya [riyanın başı, kaynağı] olan meylü’t-tefevvuk [başkalarına karşı üstünlük elde etme meyli, isteği] ile zayi edip söndürdük. Elbette, isyan eden, Cehenneme müstehak olur. Biz de, bu hilkat [yaratılış] denilen şeriat-ı fıtriyenin [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] evamirine [emirler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edemediğimizden, cehennem-i cehl [cehalet cehennemi] ile muazzeb olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mâl [işbölümü] kanunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz [önce gelen, önceki, yerine geçilen] taksimü’l-a’mâlin [işbölümü] ameliyle cinan-ı ulûma [ilimlerin cennetleri; ilim bahçeleri] dâhil olmuşlardır.

 Hâtime

Bir gayr-ı müslim, [Müslüman olmayan] yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi [yeterli] olmadığı gibi, tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle, tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir [açıklayan, yorumlayan] veya fakih, [fıkıh (din, şeriat) ilminin üstadı, fıkıh âlimi] mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat [şeriatın kendisi, esası, aslı] ve tefsirde hüccettir. [delil] Yoksa, tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet [delil] değildir. Zira onlarda tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] olabilir. Nâkile [iletici] itab [azarlama] yoktur. Evet, bir fende sözü hüccet [delil] olanın sair fenlerde nakil veya dâvâ cihetiyle hükmünü hüccet [delil] tutmak, taksimü’l-mehasin [güzellikleri, iyilikleri paylaşma] ve tefrikü’l-mesai [mesailerin düzenlenmesi, iş taksimatı, çalışma programı] olan kanun-u İlâhîsine [Allah’ın kanunu] vech-i rıza göstermemek demektir.

Hem de mantıkça müsellemdir [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ki: Hüküm, mevzû ile mahmulün [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] yalnız vech-i mâ [herhangi bir yön, şekil] ile tasavvurlarını iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi [diğer araştırma ve incelemeler (hükmün doğru veya yanlış olması gibi meseleler)] ise, o fenden değildir. Başka fennin mesailinden [meseleler] olmak gerektir.

Hem de mukarrerdir [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] ki: Âmm, [genel] hâssa [ayırıcı vasıf, özellik] delâlât-ı selâsenin [üç delâlet; mantık ilminde kullanılan üç çeşit delâlet; delâlet-i mutâbıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i iltizâmiye] [bir lâfzın [ifade, kelime] vazolunduğu mânânın lâzımına zorunlu olarak işaret etmesi. Meselâ “ilâh” sözü zorunlu olarak “doğmamış, doğurmamış” mânâsına işaret eder] hiçbirisiyle delâlet

42

etmez. Meselâ, Tefsir-i Beyzâvîde بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ 1 olan âyetinde Ermeniye ve Azerbaycan Dağlarının mabeyninde [ara] olan te’viline nazar-ı kat’î [kesin görüş; görüşünde, düşüncesinde kesin olduğunu düşünmek] ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen nakildir. Hem de, tayini Kur’ân’ın medlülü [kendisine işaret edilmiş olan kastedilen mânâ] değildir; tefsirden sayılmaz. Zira o te’vil, âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] Binaenaleyh, o müfessir-i celîlin [Kur’ân’ı tefsir eden büyük yorumcu] tefsirdeki meleke-i rasihasına [köklü, esaslı san’at becerisi, mahareti] böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şüpheleri iras etmek, [vermek, bırakmak] insafsızlıktır. İşte, asıl hakaik-i tefsir ve şeriat [tefsir ve şeriat ilimlerinin hakikatleri, gerçekleri] meydandadır; yıldızlar gibi parlıyor. O hakaikteki vuzuh [açıklık] ve kuvvettir, benim gibi bir âcize [güçsüz, zayıf] cesaret veriyor. Ben de dâvâ ederim:

Tefsirin ve şeriatın ne kadar hakaik-i esasiyesi [temel gerçekler, esas doğrular] varsa, birer birer nazar-ı tetkike [araştırıp inceleyen bakış] getirilse, görülür ki, hakikatten çıkıp hikmetle tartılıp hak olarak hakka munsariftir. [yönelik] Ne kadar şüpheli noktalar varsa, umumen cerbezeli [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin asl-ı hakikatlerine [hakikatin esası, aslı] bir şüphesi varsa, işte meydan, kendini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etsin!

Yedinci Mukaddeme [başlangıç]

Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki:

Beşerin seciyelerindendir: [huy, karakter] Telezzüz [lezzet alma] ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd [abartma meyli, bir şeyi olduğundan fazla gösterme arzusu] ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe [gerçek maksadı gizleyerek iyi yönlerini göstermekle karşısındakini kandırma meyli, eyilimi] ve hikâye ettiği şeyde meylü’l- mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie [kötü huy, kötü karakter] ile iyilik etmek, fenalık etmek

43

demektir. Bilmediği halde, tezyidinden [artırma, çoğaltma] noksan, ıslahından fesat, medhinden zemm, [ayıplama, kötüleme] tahsininden [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] kubh [çirkinlik] tevellüd [doğma] eder. Zira muvazenet [denge] ve tenasüpten [uygunluk] nâşi olan [ileri gelen, doğan] hüsnü, [güzellik] min haysü lâ yeş’ur [nereden ve ne sebeple geldiğini hissetmeksizin, farkına varmadan] ihlâl eder. Nasıl ki, bir ilâcı istihsan [beğenme, güzel bulma] edip izdiyad etmek, [çoğaltmak, artırmak] devayı dâ’e [hastalık] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı [abartılı] tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib [dehşete düşürme, korkutma] ile, gıybeti katle müsavi; [eşit] veya ayakta bevletmek, [idrarını yapmak] zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, [sadaka vermek] hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz [dengesiz, ölçüsüz] sözler, katl ve zinayı tahfif [hafifletme] ve haccın kıymetini tenzil [indirme] ediyorlar. Bu sırra binaen, vâiz [nasihat veren] hem hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz [dengesiz, ölçüsüz] vâizler, [nasihat veren] çok hakaik-i neyyire-i diniyenin [dine ait nurlu ve parlak hakikatler, esaslar] husufuna [ay tutulması] sebep olmuşlardır. Meselâ, inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] olan mu’cize-i mütevatire-i bâhireyi, [apaçık ve tevâtür yoluyla gelen mu’cize] meylü’l-mücazefe [gerçek maksadı gizleyerek iyi yönlerini göstermekle karşısındakini kandırma meyli, eyilimi] ile, “arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış” olan ilâve, o güneş-misal [güneş gibi (parlak ve âşikâr)] mu’cizeyi Süha [büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi] yıldızı gibi, mahfî [gizli] ve kamer-misâl [ay gibi] olan burhan-ı nübüvveti [peygamberlik delili] münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] ettiği gibi münkirlerinin [Allah’a inanmayan] bahanelerine kapılar açtı.

Hasıl-ı kelâm, [sözün özü] her muhibb-i dine [dini seven, dine dost] ve âşık-ı hakikate [hakikat aşığı] lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe [abartma, mübalağa] ve tecavüz etmemektir. Zira, mücazefe, [abartma, mübalağa] kudrete iftiradır. Ve “Daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] daha ahsen [daha güzel] yoktur” olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren, hilkatteki kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve hüsne [güzellik] adem-i kanaattir [kanaatsizlik, inanmamak, yetinmemek] ve istihfaf [hafife alma] demektir.

44

Ey muhatap efendi! Bazan burhanın [delil] hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse, bak: Nasıl elmas, altın, gümüş, rasas, [kurşun] hadid, [demir] ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusa[bir şeye özgü özellik] vardır ve mütehaliftir. [birbirinden farklı] Öyle de, dinin makasıdı, kıymet ve edillece [deliller, ispat vasıtaları] mütefavittir. [birbirinden farklı] Birinin yeri hayal olsa, ötekinin vicdandır. Beriki, sırrın sırrındadır. Evet, ticarette bir fels [bakır para, pul] veya on para yerinde bir elmas veya bir altını verse, nasıl sefahetine [ahmaklık, beyinsizlik] hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziye [hükmün zıddı] ile olsa, pek yerinde “yuha” işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyâl [hilekâr, dalavereci] bir maskara olduğu gibi; kezalik, [böylece, bunun gibi] hakaik-i diniyyeyi [dinî esaslar, dinî meselelere ait hakikatler, gerçekler] temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini [mühür] tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki [çok büyük fabrika] eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte [durma] veren gayr-ı mümeyyizler, [seçemeyen, dereceleri birbirinden ayıramayan kimse] herbiri bir acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] adama benzer ki, gayet muntazam ve cesîm [büyük] bir makine içinde küçük ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince [derine inmeyen, yüzeysel bakış] münasip görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle [nasipsiz, hissesiz] beraber, gurur-u nefis, [nefsin gururu] nazar-ı sathîsini [derine inmeyen, yüzeysel bakış] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz-ı muntazamadan [düzenli, muntazam duruş, düzenli vaziyet] tağyire [değiştirme] teşebbüs edip, bilmediği halde fabrikayı hercümerc [alt üst olma] eder, başını yer.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şeriatın herbir hükmünde Şâriin [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] bir sikke-i itibarı [değer damgası] vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka, o hüküm herşeyden müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Hem de lâfız-perdâzâne [çeşitli ve çok çok söyleyerek] ve mübalâğa-cûyâne [haddini aşarak izah edercesine; mübâlağa yapmayı severek] ve ifrat-perverânelerin [aşırılığı severcesine] tezyin [süsleme] ve tasarruflarından bin derece müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler, [bir şeyi abartarak ve gerçek yanını gizleyerek aldatan] nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte [gerçek, doğru bakış] ne derece çirkin oluyorlar! Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde [büyük bir topluluk] müskirattan [sarhoş edici içki] tenfir [nefret ettirme] yolunda zecr-i şer’î [şer’î yasak, şeriatın yasaklaması] ile

45

kanaat etmeden öyle bir şey demiş ki, yazmasından ben hicap ettim; yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adavet [düşmanlık] ediyorsun. Faraza sadîk [bağlılığı ileri seviyede olan dost] olsan, sadîk-ı ahmak [ahmak dost] olursun. Adüvvü’d-dînden [düşman] daha muzırsın. [zararlı]

 Hâtime

Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın. Muhakeme edin. Nazar-ı sathîyle [derine inmeyen, yüzeysel bakış] iktifa [yetinme] etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta [dinî literatür, şeriata ait tabir, terim] ulemâ-i sû’ [dini, dünya menfaatlerine alet eden kötü âlimler] ile müsemmâdırlar. [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Onların muvazenesizlik, [karşılaştırma/denge] zahirperestliklerinden [dış görünüşe ehemmiyet veren] neş’et [doğma] eden hicabın [örtü, perde] mâverâsına [arkasında bulunan; öte] bakınız. Göreceksiniz ki, herbir hakikat-i İslâmiye, [İslâm hakikatleri, gerçekleri] necm-i münîr [parlak yıldız, aydınlatan yıldız] gibi burhan-ı neyyirdir. [nurlu, parlak delil] Nakş-ı ezel ve ebed [ezelden ebede süregelen nakış] üzerinde görünüyor.

Evet, kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelen, ebede gidecektir. Fakat esefa! [üzüntü, acı] Hubb-u nefis [kendini beğenme, nefse düşkünlük] ve taraftar-ı nefis [nefis taraftarı, nefsinin tarafını tutan] ve acz ve enaniyetten neşet eden [doğan, kaynaklanan] teberrî-i nefs ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hatâya kabil [mümkün] olan fiilini, bir büyük zâta veyahut muteber bir kitaba, hattâ bazan dine, çok defa hadise, en nihayet kadere isnad etmekle, kendini teberrî [temize çıkarmak, aklamak] etmek istiyor. Hâşâ, sümme hâşâ! [asla, kesinlikle öyle değil] Nurdan zulmet [karanlık] gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse [örtme] de, semadaki yıldızları setredemez. [örtme] Fakat kendi göremez.

Ey muteriz [itiraz eden] ağa! Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar [kinci, kin güden] düşman gibi bahane mahane aramakla hilâf-ı şeriatla [şeriata, İslâma ters, aykırı] vücuda gelen ahvâli [haller] ve su-i tefehhümden [kötü anlayış] neş’et [doğma] eden şübehatı [şüpheler, tereddütler] senet tutmak, İslâmiyete leke getirmek, pek büyük insafsızlıktır. Zira, bir Müslimin herbir sıfatı İslâmiyetten neş’et [doğma] etmek lâzım gelmez.

46

Sekizinci Mukaddeme [başlangıç]

(Temhîd)

Şu gelen uzun mukaddemeden [evvel, önce] usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen mukaddeme [başlangıç] her kemâli mahveden ye’si [ümitsizlik] öldürür. Ve herbir saâdetin mâyesi [asıl, esas, maya] olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi [geçmiş] başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret [müjde] verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi [mazinin, geçmiş zamanın insanları] ile ebnâ-yı müstakbeli [geleceğin insanları] muvazene [karşılaştırma/denge] etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede [yüksek okullar (üniversiteler)] elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim [ilmin mâhiyeti, hakikati] bir dahi olsa, suret-i tedrisi [eğitim-öğretim şekli, tarzı] başkadır. Evet, mazi [geçmiş] denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr [fikirlerin medresesi; akıl ve düşüncenin esas olduğu okul] bir tarzda değildir.

Evvelâ: “Ebnâ-yı mazi“den [geçmişin insanları, geçmişte yaşayan insanlar] muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. [orta ve ilk çağlar] Amma millet-i İslâm, [İslâm milleti] üç yüz seneye kadar mümtaz [seçkin] ve serfiraz [benzerlerinden üstün olan] ve beş yüz seneye kadar filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] mazhar-ı kemâldir. [mükemmelliğin mazharı; görünme yeri] Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben “mazi” ile tabir ederim, ondan sonra “müstakbel[gelecek] derim.

Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, [gerçek yönlendirici; ağır basan düşünce tarzı; bakış açısı] ya akıl veya basardır. [görme] Tâbir-i diğerle, [başka bir ifade] ya efkâr [fikirler] veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir [kalbin meyilleri] veya temayülât-ı akliyedir. [aklın meyilleri] Veyahut ya hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin [geçmişin insanları, geçmişte yaşayan insanlar] bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe [üstün gelme] çalarak gayr-ı münevver [nursuz, aydınlık olmayan, aydınlatılmamış] olan efkârlarını [fikirler] istihdam [çalıştırma] ederek şahsiyat [şahıs merkezli olmalar, kişisel hukuklar, çıkarlar, anlayışlar; kişilik kavgaları] ve ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin [geleceğin insanları] bir derece münevver [aydın] olan efkârları, [fikirler] heves ve

47

şehvetle muzlim [karanlık] olan hissiyatlarına galebe [üstün gelme] ederek emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] eylediğinden, hukuk-u umumiyenin [kamu hukuku] hükümferma [hüküm süren] olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret [müjde] veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde [geleceğin semâsı] ve Asya’nın cinanı [cennetler, bahçeler (üniversiteler, mektepler, zikirhaneler vs.)] üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan [ışık saçan, nur saçan] olacaktır.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki mazi [geçmiş] derelerinde hükümferma [hüküm süren] olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku [başkalarına karşı üstünlük elde etme meyli, isteği] tevlid [doğurma] eden hissiyat ve müyûlât [meyiller, eğilimler] ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad [doğru yol gösterme] için iknaiyat-ı hitabiye [ikna edici konuşmalar] kâfi [yeterli] idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta [meyiller, eğilimler] tesir ettiren, müddeâ[dava, tez; iddia edilen şey] müzeyyene [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve şâşaalandırmak [gösterişli hâle sokmak, göz alıcı hâle getirmek] veyahut hâile [trajedi tarzındaki tiyatro eseri] veya kuvve-i belâğatle hayale me’nus [alışılmış, yakınlık oluşmuş] kılmak, burhanın [delil] yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye [ric’at; geri dönme, geri çekilme hareketi] ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ [iddia edilen şeyin tasvir edilmesi, delilsiz bir biçimde anlatılması] ile aldanmayız.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, hâl [çözüm] sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin [hikmetin hakikatleri, gerçekleri] maden-i tebahhuratı [buharlaşma kaynağı, madeni] efkâr [fikirler] ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde [doğma] başlayan meyl-i taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma meyli, isteği] ve aşk-ı hak [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] ve menfaat-i umumiyeyi [genelin menfaati, kamu yararı] menfaat-i şahsiyeye [kişisel çıkar] tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi [vicdanlı ve insana insan gibi davranma meyli, isteği; insanî davranış] intaç [netice verme] eyleyen berahin-i katıadan [kesin burhanlar, [delil] deliller] başka isbat-ı müddea [iddia edilen şeyin ispatı] bir şeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. [geleceğe aday] Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Burhan [delil] isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi [geçmiş] ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını [günahlar] zikredelim. Mazi [geçmiş] ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ [hüküm süren] kuvvet ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve tabiat ve müyûlât [meyiller, eğilimler] ve hissiyat olduğundan; seyyiatından [günahlar] biri, herbir emirde—velev filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] olsun—istibdad ve tahakküm [baskı] var idi. Hem de meslek-i gayra [başka yol, diğer tarz] husumete,

48

kendi mesleğine iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate [gerçeğin açığa çıkması] mani olan iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: [sözün özü] Müyûlât [meyiller, eğilimler] muhtelife [çeşit çeşit] olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye parmak vurmakla ihtilâfatla [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın [hislerin istibdadı, duyguların dayatmaları, baskıları] seyyielerindendir [günah] ki: Mesalik [meslekler, tarzlar] ve mezahibi [mezhepler, tutulan yollar] ikame edecek, galiben [çoğunlukla] taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] veya tadlil-i gayr [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta [İslâm’a göre, şeriatın gözünde] mezmum [kınanmış] ve uhuvvet-i İslâmiyeye [İslâm kardeşliği] ve nisbet-i hemcinsiyeye [aynı cinse olan bağ, yakınlık] ve teâvün-ü fıtrîye [yaratılışta olan yardımlaşma (kanunu)] münafidir. [aykırı] Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürünü [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] tasdik ettiği gibi, birden mezhep ve mesleğini tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeye muztar [çaresiz] kalıyor. Halbuki, taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] yerinde hak; ve safsata yerinde burhan; [delil] ve tadlil-i gayr [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] yerinde tevfik [başarı] ve tatbik ve istişare [fikir alışverişi] ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette [mutluluk çağı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] zamanlarında hükümfermâ [hüküm süren] hak ve burhan [delil] ve akıl ve meşveret [danışma] olduklarından, şükûk [şekler, şüpheler] ve şübehatın [şüpheler, tereddütler] hükümleri olmazdı.

Kezalik [böylece, bunun gibi] görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, [ciddi gayret] zaman-ı halde [şimdiki zaman] filcümle, [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] inşaallah [Allah dilerse] istikbalde bitamamihî [tamamen, bütünüyle] hükümfermâ, [hüküm süren] kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel burhan; [delil] ve tab’a [baskı basma] bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; [Allah] ve taassuba bedel metanet; [gayret, kararlılık] ve garaza bedel hamiyet; [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve müyûlât-ı nefsaniyeye [nefsin meyilleri, arzuları] bedel temayülât-ı ukul; [aklın eğilimleri, meyilleri] ve hissiyata bedel efkâr [fikirler] olacaklardır—karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci

49

karna kadar filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup eylemişti.

Saltanat-ı efkârın [fikirlerin saltanatı, hâkimiyeti, otoritesi] icrâ-yı hasenesindendir [güzel uygulama] ki: Hakaik-i İslâmiyetin [İslâmın gerçekleri] güneşi, evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire [aydınlatma] başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] eden adamlar dahi o ziya ile istifadeye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın [düşüncelerin birbiriyle istişare etmesi, fikirlerin istişare yoluyla ortaya konması] mehasinindendir [güzellikler] ki: Makasıd ve mesalik, [meslekler, tarzlar] burhan-ı kàtı’ [kesin delil] üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] ve her kemâle mümidd [yardım eden] olan hakk-ı sabit [kesinleşmiş, değişmeyen hak; sabit doğru] ile hakaikı [doğru gerçekler] rapteylemesidir. [bağlama] Bunun neticesi: Bâtıl, hak suretini giymekle efkârı [fikirler] aldatmaz.

Ey ihvan-ı Müslimîn!.. [Müslüman kardeşler] Hal, lisan-ı hâl [hal dili] ile bize beşaret [müjde] veriyor ki: Sırr-ı وَقُلْ جَۤاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْباَطِلُ 1 boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, [insanın yaratılışı, mizacı, karakterleri] dâmen-i kıyamete [kıyametin eteği (kıyamet zamanı)] kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde [varlık âlemi, kâinat] adalet-i ezeliyenin [sonsuz adalet] tecellî ve timsali [görüntü] olan hakikat-i İslâmiyettir [İslâm hakikatleri, gerçekleri] ki, asıl insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i medeniyet, [medeniyetin güzellikleri] onun mukaddemesidir. [evvel, önce] Görülmüyor mu ki: Telâhuktan [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] neşet eden [doğan, kaynaklanan] tenevvür-ü efkârla [fikirlerin aydınlanması] toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin [İslâmın gerçekleri] omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hâl [çözüm] gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı hidayet [hidâyet semâsının yıldızları] olan o hakaik tamamen inkişaf [açığa çıkma] ve tele’lü’ [parıldama] ve lem’a-nisar [parlaklık saçan] olacaktır.

عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ اْلاَعْدَۤاءِ 2 Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret [gözetim altında, gözaltı] ve murakabesinde, teslis [üçleme; Hıristiyanların Allah’ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları] içinde tevhidi

50

arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz [saf tevhid inancı; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğuna, hiçbir şirke girmeden tam mânâsıyla inanma] ve itikad-ı kâmil [mükemmel, kusursuz itikad, inanç] ve akl-ı selim [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] kabul ettiği akide-i hak [doğru, gerçek inanç] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] ve seyf-i burhan [burhanın, delilin kılıcı] ile mütekallid [kılıç kuşanan, takınan; bir vazifeyi üzerine alan, yüklenen] olanlarla mübareze [karşı koyma] ve muharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor!

Kur’ân’ın üslûb-u hakîmânesine [hikmetli olan ifade tarzı; muhâtaba herşeyin gaye ve faydasını anlatan ve herşeyin gerçek mahiyetini bildiren tarzı, üslûbu] yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] derelerine atan, yalnız aklı azl ve burhanı [delil] tard [kovma] ve ruhbanı [rahipler, papazlar] taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr [fikirlerin yayılması, intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi] nisbetinde hakaiki [doğru gerçekler] inkişaf [açığa çıkma] ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] ve burhanla [delil] takallüdü [takınma; kılıç (gibi keskin olan delil silahını) kuşanma] ve akılla meşvereti [danışma] ve taht-ı hakikat [hakikat taht’ı (hakikat, padişahın oturduğu taht’a benzetilmiş)] üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil [zincirleme] olan hikmetin desâtirine [düsturlar, kanunlar] mutabakat ve muhâkâtıdır. [bir şeye uymak, tatbik edip benzemek] Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatîh [başlangıçlar, girişler] ve havâtîminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine [fikir alışverişi] hamlettiriyor. Diyor: 1 اَفَلاَ يَنْظُرُونَ ve 2 فَنْظُرُوا ve

* اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ 3 ve اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ 4 ve تَتَفَكَّرُوا 5 ve مَا يَشْعُرُونَ 6 ve

* يَعْقِلُونَ 7 ve لاَ يَعْقِلُونَ 8 ve يَعْلَمُونَ 9 ve فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى اْلاَبْصَارِ 10

51

Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا يَۤا اُولِى اْلاَلْبَابِ 1

 Hâtime

فَاعْتَبِرُوا يَۤا اُولِى اْلاَلْبَابِ Zâhirden ubûr [öte tarafa geçme, bir taraftan diğer tarafa geçme] ediniz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah [en doğru] ve lâzım…

Dokuzuncu Mukaddeme [başlangıç]

Ukul-ü selime [sağlam düşünme melekesi olan insanlar] yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] Hayır küllî, şer cüz’îdir. [ferdî, küçük] Şöyle görünüyor ki:

Âlemin herbir nev’ine dair bir fen teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavâid-i külliyeden [genel kaideler, herkes tarafından benimsenen temel kaideler] ibarettir. Külliyet-i kaide [kaidenin küllî olması, bir türü veya türleri kapsaması] ise, o nevide olan hüsn-ü intizamına [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] keşşaftır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Demek cemi’ [bir şeyin tamamı] fünun, [fenler, bilimler] hüsn-ü intizama [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] birer şahid-i sadıktır. [doğru sözlü şahit]

Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla [istisnalar, kural dışı olan şeyler] perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] eden nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] istikrâ-i tâmmdır. [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan [bakış ufku, görüş mesafesi; insanın görebileceği alan] daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata [herşeyi kuşatma] olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali [eşsiz, emsalsiz tasvir, anlatım] kendini gösteremiyor. Binaenaleyh, umum fünunun [fenler, bilimler] şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten [fen ve felsefe açısından gören göz] neş’et [doğma] eden istikrâ-i tâmmın [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] maksud-u bizzat [asıl gaye] ve galib-i mutlak, [tam olarak galip, ağır basan, büyük çoğunluk] yalnız hüsün [güzellik] ve hayır ve

52

hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh [çirkinlik] ve bâtıl ise, tebeîye [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve mağlûbe [yenik olan, mağlup olmuş] ve mağmuredirler. [adı sanı silinmiş, yerinde yeller esen, harap olmuş] Eğer çendan [gerçi] savlet [saldırı] etseler de, muvakkattir. [geçici]

Hem de sabittir ki: Ekrem-i halk [yaratılmışların en şereflisi] benî Âdemdir. [Âdemoğlu, insan] İstidadı ve san’atı buna şahittir. Hem de benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] en eşrefi, [en şerefli] ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet [İslâmiyetin gerçekleri] buna şehadet ettiği gibi, istikbalin vukuatı da tasdik edecektir.

Hem de sabittir ki: Ekmel-i küll, [bütün fertlerin en mükemmeli; bütün niteliklerde en mükemmel] Muhammed’dir (aleyhissalâtü vesselâm). Mu’cizatı ve ahlâk-ı kâmilesi [mükemmel ahlâk] şehadet ettiği gibi, muhakkikîn-i nev-i beşer [insan türünün gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen fertleri] de tasdik ederler. Hattâ a’dâ[düşmanlar] da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] şekavetiyle o fünunların [fenler, bilimler] şehadetini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve istikra-i tâmmı [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak nitelikleri tesbit edip genel bir sonuç çıkarma; tümevarım, endüksiyon] nakz [bozma, yok sayma] ve iptal ve meşiet-i İlâhiyesinin [Allah’ın dilemesi] karşısında temerrüd, [inat etme] taannüde [inat etme, ayak direme, direnme] muktedir olacak mıdır? Kellâ, [asla] muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlakın [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] Rahmân ve Rahîm ismine kasem [yemin] ederim: Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] şer ve kubh [çirkinlik] ve bâtılı, zahmetsiz, yani “biselâmeti’l-emr[işin kolaylıkla ve kazasız belâsız yapılması] ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] müsaade etmeyecektir.

Evet, hukuk-u umumiye-i kâinata [genel kâinat hukûku; kâinattaki bütün varlıkların hakları] cinayet eden affolunmaz, râh-ı adem [yokluk, hiçlik yolu] verilmez. Evet, binler sene şerrin galebesi [üstün gelme] yalnız bu dünyada en ekall [en azından] bin sene mağlûbiyet-i mutlaka [tam bir mağlup olma; yenilgi] ile netice verecektir. Âlem-i uhrâda [öteki âlem, âhiret âlemi] hayır, şerri idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahkûm edecektir. Yoksa, âlemin muntazama ve mükemmele ve

53

evamir-i İlâhiyeye [Allah’ın emirleri] mutîa [emre uyan] olan sair envâ [tür] ve ecnas, [cinsler, türler] bu perişan ve şekavetçi olan nev-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuttan [var olma hakları] iskat [düşürme] ve zulmethane-i ademe [yokluk karanlığı evi, hapishanesi] nefy [gönderilme, sürgün] ve vazife-i hilkatten [yaratılışa ait vazife] tard [kovma] etmek, iktiza [bir şeyin gereği] ve arz-ı hal edeceklerdir. Bu ise, bütün istidadat-ı beşeriyeyi [insandaki kabiliyetler, yetenekler] ve âlemde saltanat sürmek ve âhirette saâdet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] mazhar [erişme, nail olma] olmak için mücehhez [cihazlanmış, donanmış] edilen kabiliyâtı [kabiliyetler, yetenekler] ve müyûlâtı [meyiller, eğilimler] abes ve beyhude olmaklığı istilzam [gerektirme] eder. Abes ise, istikrâ-i tamme [cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tümevarım] münakız [zıt, çelişkili, birbirini tutmayan] olduğu gibi, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmetine dahi muârız [karşı çıkan, muhalif] ve Nebiyy-i Sâdıkın [doğru sözlü Nebi, Peygamber, Hz Muhammed (a.s.m.)] hükmüne de muhaliftir. Evet, istikbal bu dâvâların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi [tasfiyenin tamamlanması, arındırmanın bitmesi] ise, âhirette görülecektir. Şöyle:

Eşhastan [kişiler] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] nev’î ve umumî hüsn [güzellik] ve hakkın meydan-ı galebesi [galibiyet meydanı; üstün gelinen alan] istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz; en ekall [en azından] bin sene galebeyi [üstün gelme] isteriz. Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz’î, [ferdî, küçük] hem küllî olan hüsün, [güzellik] hak ve hayır ve kemâlin meydan-ı galebesi [galibiyet meydanı; üstün gelinen alan] ve mahkeme-i kübrâsı; [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ve beşeri, sair ihvanı [kardeş] olan kâinat-ı muntazama [düzenli, intizamlı kâinat] gibi tanzim ve istidadıyla [kabiliyet] mütenasip [birbirine uygun] tecziye [cezalandırma] ve mükâfat veren, yalnız dâr-ı âhirettir. [âhiret âlemi] Zira, onda hak ve adalet-i mahzâ [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] tecellî edecektir.

Evet, bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç [içinde bulunan] olan istidâdât-ı gayr-ı mahduda [sınırsız kabileyetler, yetenekler] ve ebed için mahlûk olan müyûlât [meyiller, eğilimler] ve arzularının sümbüllenmesine [başak verme, netice verme] müsait değildir; beslemek ve terbiye için başka âleme gönderilecektir. İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir; sair

54

kâinata benzemez, intizamsız olamaz. Evet, ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] olan büyüktür; mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak [sonsuz yok oluş] ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa [tam anlamıyla yokluk] kaçamaz. Cehennem ağzını, Cennet dahi âğuş-u nazendaranesini [nazlı kucak] açıp bekliyorlar.

 Hâtime

İslâmın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri [ilk ve son hâkimi] olan İslâmiyetin galebesi [üstün gelme] için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad [birleşme] etmektedirler.

Birinci kuvvet: Maarif [bilgiler] ve medeniyetle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan İslâmiyetin kuvvet-i hakikiyesidir. [gerçek güç; hakikate, gerçeğe ait güç]

İkincisi: Tekemmül-ü mebâdî [bir şeyi netice veren ilk unsur ve sebeplerin gelişip tamamlanması] ve vesaitle [araçlar, vasıtalar] mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan ihtiyac-ı şediddir. [şiddetli ihtiyaç]

Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette [bolluk, zenginlik, rahatlık] görmekten neş’et [doğma] eden tenebbüh-ü tâm [tam bir uyanış, tam bir gafletten kurtulma] ve teyakkuz-u kâmil [tam anlamıyla uyanıklık] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan gıpta ve rekabet ve kîn-i muzmerdir. [gizli kin]

Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin [Allah’ın birliğine inanan kimseler] düsturu [kâide, kural] olan tevhid-i kelime; [kelimenin birliği, söz birliği] ve zeminin hasiyeti olan itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve tâdil-i mizaç; [mizacın vasat, orta halli olması] ve zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan; [zihinlerin aydınlanması, nurlanması] ve medeniyetin kanunu olan telâhuk-u efkâr; [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat; [fıtratın temizliği; kusursuzluğu, doğruluğu] ve zaruretin semeresi [meyve] olan hafiflik ve cüret-i teşebbüs [girişimcilik; bir işi yapmak için cesaret etme] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan istidad-ı fıtrîdir. [doğal yetenek, kàbiliyet]

Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye [ilerleme] mütevakkıf [bağlı] olan i’lâ-yı kelimetullah, [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] İslâmiyetin emriyle ve zamanın ilcââtıyla [mecburiyetler, zorlamalar] ve fakr-ı şedidin [çok şiddetli yoksulluk, fakirlik] icbarı [zoraki, zorlama] ile ve her arzuyu öldüren ye’sin [ümitsizlik] ölmesiyle hayat bulan ümit ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olan arzu-yu medeniyet [medeniyeti aruzu etme] ve meyl-i teceddüttür. [yenilenme arzusu, eğilimi] Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib [yabancılar] içine

55

ihtilâl veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesâvî-i medeniyetin [medeniyetin kötülükleri, fenalıkları, günahları] mehasinine [güzellikler] galebesidir. [üstün gelme] Ve sa’yin [çalışma] sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] adem-i kifayetidir. [kâfi gelmeme, yetersiz kalma] Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet [medeniyetin düsturu, prensibi] etmemeklikten neş’et [doğma] eden müsaade-i sefahet [gayr-i meşrû zevk ve eğlence düşkünlüğüne izin verme] ve muvafakat-i şehvet-i nefistir. [nefsin şehvetine tâbi olma, uyma]

İkincisi: Hubbüşşehevât [şehvetleri sevme, nefsin arzu ve istekelerinine aşırı düşkünlük] ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et [doğma] eden maişetteki [geçim] müthiş müsavâtsızlıktır. [eşitsizlik, dengesizlik]

Evet, şu diyanetsizlik [dinsizlik, dindar olmama] Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki, o kadar fırak-ı fesadiyeyi [fesat, bozugunculuk çıkaran gruplar] ve ihtilâliyeyi tevlid [doğurma] etmiş. Faraza hablü’l-metin-i İslâmiye [İslâmiyetin sağlam bağı, ipi] ve sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] hakikatine iltica ve tahassun [sığınma, korunma] edilmezse, bu fırak-ı fesadiye, [fesat, bozugunculuk çıkaran gruplar] onların âlem-i medeniyetlerini [medenî dünya] zîr ü zeber [alt üst] edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdit ediyorlar.

Acaba hakikat-i İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] binler mesailinden [meseleler] yalnız zekât meselesi düstur-u medeniyet [medeniyetin düsturu, prensibi] ve muavenet [yardım] olursa, bu belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki [geçim] müthiş müsavâtsızlığa devâ-i şâfî [şifa veren, iyileştiren ilâç] olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.

Eğer denilse: “Şimdiye kadar Avrupa’yı galip ettiren sebep, bundan sonra neden etmesin?”

Cevap: Bu kitabın mukaddemesini [evvel, önce] mütalâa et. Sonra buna da dikkat et: Sebeb-i terakkîsi, [ilerleme, yükselme sebebi] herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet [gayret, kararlılık] etmek şe’ninde [belirleyici özellik] olan burudet-i memleket; [memleketin soğukluğu, soğuk iklim ülkesi] ve mekân ve meskenin darlığı; ve sakinlerin kesretinden [çokluk] neş’et [doğma] eden fikr-i mârifet [ilim fikri, bilgiye dayalı düşünce] ve arzu-yu san’at; [san’at arzusu, san’ata olan istek] ve deniz ve maden ve sair vesaitin [araçlar, vasıtalar] müsaadesiyle hasıl olan teâvün [yardımlaşma] ve telâhuk [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye [iletişim araçlarının ve taşımacılığın gelişmesi, ilerlemesi] ile, âlem bir şehr-i vahid [tek bir şehir] hükmüne geçtiği gibi, matbuat [basın, medya] ve

56

telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele [iletişim ve basım-yayın araçları] ile, ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bir meclisin ehli [meclisin bireyleri] hükmündedir. Velhasıl, onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan, yetişip geçeceğiz—eğer tevfik [başarı] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ola1…

 Hâtimenin hâtimesi

Asya’nın bahtını, İslâmiyetin talihini açacak yalnız meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve hürriyettir-fakat şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] terbiyesinde kalmak şartıyla…

Tenbih: Mehasin-i medeniyet [medeniyetin güzellikleri, iyilikleri] denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir…

Onuncu Mukaddeme [başlangıç]

Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim [konuşan] muâhaze [sorgulama, tenkit, kınama] olunmaz. Zira mesûk-u lehülkelâmdan [kelâmın söyleniş gayesi, maksadı] başka mefhumlar [anlam] irade ile deruhte [üstüne almak] eder. İrade etmezse, itab [azarlama] olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir. [kefil] Fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] mukarrerdir: [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] Sıdk [doğruluk] ve kizb, [yalan] mütekellimin [konuşan] kast ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksut [istek] ve mesâk-ı kelâmda [kelâmın sevk edildiği gaye, mevzû, maksad] olan muâhaze [sorgulama, tenkit, kınama] ve tenkit, mütekellime [konuşan] aittir. Fakat “kelâmın müstetbeâtı” [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] tabir olunan telvihat ve telmihatında [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve “suver-i maânî[mânâ şekilleri, biçimleri] ve “tarz-ı ifade[ifade etme tarzı] ve “maânî-i ûlâ[ilk mânâlar] tabir olunan vesail [vesileler, sebepler] ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, [sorgulama, tenkit, kınama] mütekellimin [konuşan] zimmetinde [borç, sorumluluk] değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumiye aittir. Zira, tefhim [anlatma] için, kabul-ü umumî [bir fikrin genel kabul görmesi] ve örf ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel [eksik, kusur] ve hatâ mahkîyun anh‘a [anlatılan, söz konusu olan; hikâyenin konusu olan şey, kimse] aittir.

Evet, mütekellim [konuşan] suver [suretler] ve müstetbeâtta [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] muâhaze [sorgulama, tenkit, kınama] olunmaz. Zira onlara el

57

atmak, semeratını [meyve] almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir. Eğer istersen, kinâî [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] şeylere dikkat et. Meselâ, “Filânın kılıncının bendi uzundur” ve “Ramadı [kül] çoktur” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî [cömert, eli açık] ola… Ramad [kül] ve kılıcı hiç olmazsa da kelâm sadıktır. Eğer istersen, misal ve müsül-i faraziyeye [farazî temsiller, hikâyeler] dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et [doğma] eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] ve akıllar arasında sefarete [sefirlik, elçilik] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] oluyorlar. Hattâ Mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] sahibi ve Sâdi-i Şirâzî gibi en doğru müellif [telif eden, kitap yazan] ve en muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] o müsül-i faraziyeyi [farazî temsiller, hikâyeler] istihdam [çalıştırma] ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmelerinden, müşâhhat [çekişme; kınama] görmemişlerdir. Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı, mumunu ondan yandır, kıssât [kıssalar] ve hikâyetin [hikâye] köşelerine git. Zira cüzde cârî olan, bazan küllde dahi cârî olabilir.

Tenbih

Üçüncü Makalede müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] ve müteşabihat-ı Kur’âniyyeye [Kur’ân’da temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor olan yüksek hakikatler] dair bir kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, Kitab-ı Hakîmden [hikmetli kitap, her zaman bir gaye ve maksadı esas alan Kur’ân-ı Hakîm] [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] maksud-u ehemm, [çok önemli gaye] ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı [doğru yol gösterme] idi. Çünkü, havas, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avâmın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam [halk] ise, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hitap olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki, cumhur ise, ekseri avam, [halk] ve avam [halk] ise, me’lûfât [alışılan şeyler] ve mütehayyelâtından [hayal edilen şey] tecerrüd [sıyrılma] edip hakikat-i mahzâ [bir şeyin özü, esası, tam hakikati] ve mücerredat-ı [bekar] sırfayı çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek, yalnız zihinlerinin te’nisi [alıştırma] için, me’lûf [alışılmış] olan ziyy [dış görünüş, kılık kıyafet] ve libas [elbise] ile mücerredat [bekar] arz-ı endam [boy gösterme] etmektir. Tâ mücerredatı, [bekar] suver-i hayaliye [hayale ait biçimler, şekiller, hayalî ifadeler] arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyleyse, hakikat-i mahzâ, [bir şeyin özü, esası, tam hakikati] me’lûflerini [alışılmış] giyecektir.

58

Fakat surete hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmemek gerektir. Bu sırra binaendir: Esâlîb-i Arab‘ta [Arap Edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları] ukul-u beşere [insanoğlunun akılları] olan tenezzülât-ı İlâhiyye tâbir olunan müraât-ı efham [zihinlere, anlayışlara uygun davranma; anlayış seviyelerini dikkate alma] ve mümâşât-ı ezhan, [zihinlere ayak uydurma, düşüncelerini dikkate alma] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] cereyan etti. Ezcümle:

ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ 1 ve يَدُ اللهِ فَوْقَ اَيْدِيهِمْ 2 ve وَجَآءَ رَبُّكَ 3 ve emsâli… Hem de حَتّٰۤى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِىعَيْنٍ حَمِئَةٍ 4

ve eşbâhı… [benzerler] Hem de وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 5 ve nezairi [benzerler] bu üslûba birer mecradır. [akıntı yatağı, kanal]

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ * 6

 Hâtime

Sa’b [zor, çetin] olan bir kelâmın, ığlak [anlaşılmaz olma, muğlak olma] ve işkâli, [anlaşılması zor olma] ya lâfız [ifade, kelime] ve üslûbun perişanlığından neş’et [doğma] eder—bu kısım Kur’ân-ı Vâzıhü’l-Beyâna [ifade, üslûp ve açıklamaları açık, anlaşılır olan Kur’ân] yanaşmamıştır. Veyahut mânânın dakik, [derin ve ince] derin veyahut kıymettar veyahut gayr-ı me’lûf, [alışılmışın dışında, alışılmamış] gayr-ı mebzul [bol olmayan; nâdir olan, az bulunan] olduğundan, güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister. Müşkilât-ı Kur’âniyye [anlaşılması bir hayli güç olan Kur’ân-ı Kerîmin bazı âyetleri] bu kısımdandır.

59

Tenbih

Hadis-i şerifte varid [söylenen, gelen] olduğu gibi, her âyetin birer zâhir ve bâtın ve her zâhir ve bâtının birer had ve muttalaı [çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal] ve her had ve muttalaın [çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal] çok şücun [dallar] ve gusunu [dallar, budaklar] vardır.1 Ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] buna şahittir. Bu meratibin [mertebeler] herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahum [biraraya toplanıp, sıkışma; birbiriyle uyuşmayıp çatışma, mücadele etme] yoktur. Fakat iştibak [birbirine geçme, ağ, örgü] iştibahı [birbirine benzeme, karışıklık] intaç [netice verme] eder. Nasıl daire-i esbab [sebepler dairesi] daire-i akaide [inançların, itikatların [inanç] dairesi] karıştırılsa, ya tevekkül namıyla bir betalet [tembellik, işsizlik] veya müraât-ı esbab [sebeplere uymak, tedbir almak] namıyla bir i’tizali intaç [netice verme] eder. Öyle de, devair [daireler] ve meratip [mertebeler, dereceler] tefrik olunmazsa, böyle neticeleri verir.

On Birinci Mukaddeme [başlangıç]

Kelâm-ı vahidde [bir tek ifade, söz] ahkâm-ı müteaddide [çeşitli, birden fazla hükümler] olabilir. Bir sadef, [içinde inci bulunan kabuk] çok cevahiri [cevherler] tazammun [içerme, içine alma] edebilir. Zevil’elbabca [akıl sahipleri] mukarrerdir: [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] Kaziye-i vâhide, [tek bir hükümden oluşan önerme] müteaddid [çeşitli, birden fazla] kazâyâyı [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] tazammun [içerme, içine alma] eder. O kaziyelerin [hüküm, önerme] herbiri ayrı birer madenden çıktığı gibi, ayrı ayrı birer semere de verir. Birbirinden fark etmeyen, haktan bîgâne [yabancı, ilgisiz] kalır. Meselâ, hadiste denilmiş: اَنَا وَالسَّاعَةُ كَهَاتَيْنِ 2 Yani, “Ben ve kıyamet, bu iki parmak gibiyiz.” Mabeynimizde [ara] tavassut [vasıta olma, aracılık etme] edecek peygamber yoktur. Veya hadisin muradı ne ise haktır. Şimdi bu hadis üç kaziyeyi [hüküm, önerme] mutazammındır: [içinde bulundurma]

Birincisi: “Bu kelâm peygamberin kelâmıdır.” Bu kaziye [hüküm, önerme] ise, tevatürün—eğer [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] olsa—neticesidir.

60

İkincisi: “Kelâmın mânâ-yı muradı [kastedilen, istenilen mânâ] hak ve sadıktır.” Bu kaziye [hüküm, önerme] ise, mu’cizelerden tevellüd [doğma] eden burhanın [delil] neticesidir.

Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden, mükâbir, [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan] kâzip [yalan] olur. İkincisini inkâr eden adam dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gider, zulmete düşer.

Üçüncü kaziye: [hüküm, önerme] “Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte [içinde inci bulunan kabuk] olan cevher budur; ben gösteriyorum.” Bu kaziye [hüküm, önerme] ise, teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ile değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir.

Bu üçüncü kaziyede [hüküm, önerme] ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] feveran ederler. Kâl u kîl [“dedi, denildi” şeklindeki nakiller] buna şahittir. Bunu inkâr eden adam, eğer içtihadla olsa, ne mükâbirdir [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeyen; göz göre göre yalanlayan] ve ne küfre [inançsızlık, inkâr] gider. Zira âmm, [genel] bir hâssın [özel; bir ferde delâlet eden söz] intifasıyla [yok olma, sönme] müntefi [intifa edilen, sönen, ortadan yok olan] değildir. Binaenaleyh, her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır.

 Hâtime

Bu üç kaziye [hüküm, önerme] hadiste cereyanı gibi, âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda [birinci kaziye, birinci önerme, hüküm] bir fark-ı dakik [ince fark] vardır. Ve bundan başka, bir kelâmda çok ahkâm-ı zımniye [açıkça söylenmeyip dolayısıyla anlatılan hükümler, esaslar] bulunur. Fakat hususîdir. Herbiri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi [meyve] olabilir.

Tenbih

İltizam-ı hilâf ve taassub-u bârid [soğuk taassup, [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] bağnazlık] ve meylü’t-tefevvuk [başkalarına karşı üstünlük elde etme meyli, isteği] ve hiss-i taraftarlık [taraftarlık duygusu] ve vehmini bir asla ircâ [döndürme] ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî [güçlü, kuvvetli] görmek ve gayrın tenkîsiyle [noksan gösterme, değerini düşürme] kendi kemâlini göstermek ve gayrı tekzip veya tadlil [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] etmekle kendi sıdk [doğruluk] ve istikametini [doğru] ilân etmek gibi sefil ve süflî [alçak]

61

emirlerin menşei [kaynak] olan hubb-u nefisle [kendini beğenme, nefse düşkünlük] böyle makamlarda mugalâta [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ederek çok bahaneler bulabilir. وَاِلَى اللهِ الْمُشْتَكٰى 1

On İkinci Mukaddeme [başlangıç]

Lüb[öz, iç] bulmayan, kışır [kabuk] ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalâta sapar. Sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] göremeyen, ifrat [aşırılık] ve tefrite [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] düşer. Muvazenesiz [dengesiz, ölçüsüz] ve mizansız [ölçü] olan çok aldanır, aldatır.

Zahirperestleri [dış görünüşe ehemmiyet veren] aldatan bir sebep, kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin [evvel, önce] maksut [istek] ile zihinde mukareneti, [beraberlik, bir arada bulunma] vücud-u haricîde [dış dünya, görünen varlık âlemi] olan mukarenetle [beraberlik, bir arada bulunma] iltibas [karıştırma] olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.

Hem de ihtilâlâtı [ihtilaller, karışıklıklar] tevlid [doğurma] eden, ihtilâfatı [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ika eden, hurafatı icad eden, mübalâgatı [mübalâğalar, abartılar] intaç [netice verme] eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün [güzellik] ve azamet ve ulviyete [yüce] adem-i kanaattir. [kanaatsizlik, inanmamak, yetinmemek] Hâşâ, zevk-i fâsidesiyle [bozuk zevk (zıddı, zevk-i selîm)] istihfaf-ı nizam [nizamı hafif görme; düzeni küçümseme] etmektir. Halbuki, akıl ve hikmet nazarlarında herbiri kudretin en bâhir [açık] mu’cizelerinden olan hakaik-i âlemde [kâinattaki hakikatler, gerçekler] olan hüsn-ü intizam [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve ulviyet, o derece dest-i hikmetle [hikmet eli] nakşolmuş ki, bütün hayalperestlerin ve mübalâğacıların [abartan] hülyalarından geçmiş olan harikulâde hüsün [güzellik] ve kemâle nisbet olunsa, o harikulâde hayaller gayet âdi ve o âdâtullah [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] gayet harikulâde bir hüsün [güzellik] ve haşmet gösterecektir. Fakat

62

cehl-i mürekkebin [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] hemşiresi ve nazar-ı sathînin [derine inmeyen, yüzeysel bakış] annesi olan ülfet, mübalâğacıların [abartan] gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’lûf [alışılmış] olan âfâk [dış dünya] ve enfüste [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] dikkat-i nazara, [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] Kitab-ı Hakîm [hikmetli kitap, her zaman bir gaye ve maksadı esas alan Kur’ân-ı Hakîm] [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] emreder.

Evet, gözleri açan, yalnız nücûm-u Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın yıldızları; âyet-i kerîmeler] Öyle nücum-u sâkıbedirler [ışığıyla karanlığı delip geçen yıldızlar] ki, cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin [derine inmeyen, yüzeysel bakış] zulümatını def ettikleri gibi; âyât-ı beyyinat, [ap açık âyetler] yed-i beyzâ [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] ile, ülfet ve sathiyetin [bir şeyin üstü, dış yüzü] hicaplarını ve zahirperestliğin [dış görünüşe ehemmiyet veren] perdesini parça parça ederek, ukulü, [akıllar] âfâk [dış dünya] ve enfüsün [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] hakaikine [doğru gerçekler] tevcih [yöneltme] edip irşad [doğru yol gösterme] etmişlerdir.

Hem de meylü’l-mübalâğa[abartma meyli, bir şeyi çok büyük veya çok küçük gösterme arzusu] tevlid [doğurma] eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelân-ı fıtriyesidir. [bir şeyde yaradılıştan var olan meyiller, [arzu, istek] eğilimler] Zira, meyillerinden [arzu, istek] birisi, hayret verecek acip şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde [yenileme] ve icada olan meylidir. Buna binaen, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] beşer, nazar-ı sathîyle [derine inmeyen, yüzeysel bakış] kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıdâ-yı ruhânîyi [ruha ait gıda] zevk edemediğinden, kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve harikulâdeye meyil [arzu, istek] ve hayalâta iştihadan [arzu, istek] başka netice vermediğinden, meyl-i harikulâde [olağanüstü şeylere olan arzu, istek, eğilim] ile ya teceddüd [yenileme] veya terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] için meylü’l-mübalâğa [abartma meyli, bir şeyi çok büyük veya çok küçük gösterme arzusu] tevellüd [doğma] eder. O mübalâğa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatinin çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meylü’l-mübalâğa [abartma meyli, bir şeyi çok büyük veya çok küçük gösterme arzusu] ile çok hayalâtı kendine toplar, şâpe [yuvarlandıkça büyüyen kar kütlesi, çığ] gibi büyür. Hattâ kalbe değil, belki sımahta, [kulak] belki hayalde bile yerleşemiyor. Sonra bir nazar-ı hak [gerçek, doğru bakış] gelir; onu tecrid etmekle çıplak ederek tevâbiini [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] dağıtıp aslına ircâ [döndürme] eder. “Hak gelir, bâtıl ölür” sırrı da zâhir olur.

Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir. Fahr [gurur, övünme] olmasın,

63

zaman-ı sabâvetimden [çocukluk dönemi] beri üssü’l-esas-ı meslekim, [gidilen, sülûk edilen yolun temel prensibi] ifrat [aşırılık] ve tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] hakaik-i İslâmiyete [İslâmın gerçekleri] sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal vurmak [cilalamak, parlatmak] idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i arz [dünyanın yuvarlaklığı] gibi bedihî [açık, aşikâr] bir meseleyi zikrettim. O meseleye temas eden mesail-i diniyeyi [dine ait meseleler] tatbik ve tevfik [başarı] ederek düşmanların itirazatını [itirazlar] ve muhibb-i dinin [dini seven, dine dost] vesveselerini def eyledim. Nasıl ki mesailde [meseleler] mufassalan [ayrıntılı olarak] gelecektir.

Sonra, gulyabânî [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] gibi hayalâta alışan zahirperestlerin [dış görünüşe ehemmiyet veren] dimağları [akıl, beyin] kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebep, başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnûnanede bulundular. Güya onların zannınca, küreviyet-i arza [dünyanın yuvarlaklığı] hükmeden, dinde çok mesaile [meseleler] muhalefet ediyor! Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, [zihinler] iftiranın büyümesine müsait bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki, ehl-i diyanetin [dindar insanlar] hakikaten ciğerlerini dağdar [yaralı, kızgın demirle dağlanmış] ve ehl-i hamiyeti [hamiyet sahipleri, fedâkâr, kutsal şeyleri koruma gayreti taşıyan insanlar] İslâm terakkiyatından [ilerleme] meyus [ümitsiz] ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki, cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyleyse, şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp, eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] kırardım. Fakat şimdi mecburum, öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane [bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde] ve ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan [gerçi] böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta [konular] zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder bir mesele-i umumî [genel mesele, problem] hükmüne geçti. O zahirperestler [dış görünüşe ehemmiyet veren] emin olsunlar ki, sa’yleri [çalışma] beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane [bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde] safsatalarla bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm.

64

Hem de zahiriyyunun [zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler] efkârını [fikirler] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] eden ve hayalâtını intizamdan çıkaran sıdk-ı enbiyanın [peygamberliğin doğruluğu] delâili [deliller] yalnız harikulâdelerde münhasır olduklarını itikad [inanç] etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle hali veya ekseriyeti, harika olmak itibar etmeleridir. Bu ise, vücut müsaade etmediği için, mütehayyelâtları [hayal edilen şey] intizam bulamıyor. Halbuki, böyle itikad, [inanç] sırr-ı hikmet-i İlâhiyeden [Allah’ın koyduğu hikmet, yarar, sebep ve faydanın sırrı, esprisi] ve hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] cârî olan kavanîn-i İlâhiyeye [İlâhî kanunlar] Peygamberlerin teslim ve ittibâlarından [tâbi olma, bağlanma] gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir. Evet, Peygamberimizin herbir hal ve hareketi, sıdkına [doğruluk] delâlet ve hakka temessüküne [sarılma] şehadet etmekle beraber; Peygamber de âdâtullaha [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] ittiba [tabi olma, uyma] ve inkıyad [boyun eğme] ediyor. Makale-i Salisede [üçüncü makale] bu sırra tenbih edilecektir.

Hem de harikulâdenin izharı [açığa çıkarma, gösterme] tasdik-i nübüvvet [peygamberliğin kabulü, tasdiki] içindir. Tasdik ise, zahir olan mu’cizatıyla, ekmel-i vecihle [en mükemmel yön, yüz] hâsıl olabilir. Eğer hâcetten [ihtiyaç] fazla harika olsa, ya abestir veya sırr-ı teklife [imtihan sırrı] münafidir. [aykırı] Zira, teklif, nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat [delil ve isbata ihtiyacı olmayacak şekilde açık olan şeyler] veya bedahete yakın olan şeylerde, ednâ, [basit, aşağı] âlâ ile müsavi [eşit] olabilir. Veyahut cereyan-ı hikmetin [hikmetin cârî, yürürlükte olması; dünyadaki hâdiselerin sebepler altında, fayda ve gayelere yönelik olarak cereyan etmesi] sırrına teslim ve itaate muhaliftir. Halbuki, Peygamberler herkesten ziyade ubudiyet [Allah’a kulluk] ve teslime mükelleftirler.

Ey şu perişan sözlerime nazar eden talib-i hak! [gerçeği arayan, doğruyu isteyen] Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyûlât, [meyiller, eğilimler] şu On İki Mukaddemede, [evvel, önce] sükûnuyla beraber cereyan eden şems-i hakikatin [hakikat güneşi] ziyasıyla neşvünema [büyüyüp gelişme] bulup çiçekler açacaktır.

65

 Hâtime

Seyyid olmayan “Seyyidim” ve seyyid olan “Değilim” diyenler, ikisi de günahkâr; ve duhûl [girme, dahil olma] ile hurûc haram oldukları gibi… hadis ve Kur’ân’da dahi ziyade veya noksan etmek memnudur. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için, daha zararlıdır. Noksana cehil [bilgisizlik] bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mâzur değildir. Kezalik, [böylece, bunun gibi] dinden bir şeyi fasl [ayırma, çıkarma] veya olmayanı vasl [birleştirme, ulaştırma] etmek, ikisi de caiz değildir. Belki hikâyâtın [hikâyeler] bakırları ve İsrailiyatın [İsrailoğullarına ait bilgiler] müzahrafatı ve teşbihatın [benzetmeler] mümevvehatı [sahte; görünüşte doğru gibi olup, gerçekte yanlış olan] elmas-ı akidede, [elmas gibi değerli olan itikad, [inanç] inanç] cevher-i şeriatta, [cevher gibi kıymetli olan şeriat, İslâmiyet] dürer-i ahkâmda [inci tanesi gibi çok değerli hükümler, esaslar] idhal [dahil etme, içine alma] etmek, kıymetini daha ziyade tenzil [indirme] ve müteharrî-i hakikat [doğruyu ve gerçeği araştıran] olan müşterisini daha ziyade tenfir [nefret ettirme] ve pişman eder.

 Hâtimenin hâtimesi

Bir adam müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve kabil [mümkün] olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate [yaratılış kanunu] büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki, istidadı, [kabiliyet] san’atta intişar [açığa çıkma, yayılma] ve tedahül; [iç içe geçme] ve san’atın mekayisine [ölçüler] ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] ve muhabbet; ve nevamisine [kanunlar, yasalar] temessül [belirme, görünme] ve imtisal, [bağlanma, boyun eğme] elhasıl, [kısaca, özetle] fena fi’s-sa’nat olmaktır. Vazife-i hilkat [yaratılışa ait vazife] bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını [uygun biçim, şekil] tağyir [değiştirme] eder. Ve nevamisini [kanunlar, yasalar] incitir. Ve asıl müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğu san’ata olan meyliyle, teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî [doğal olmayan] san’atın suretini çirkin eder. Zira, bilkuvve [potansiyel olarak] olan meyil [arzu, istek] ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı [birbiriyle karışıp kaynaşma] için bir keşmekeş olur.

66

Bu sırra binaen, pek çok adam meylü’l-ağalık [ağalık meyli; ağalık taslama] ve meylü’l-âmiriyet [âmirlik, başkalarını yönetme meyli] ve meylü’t-tefevvukla [başkalarına karşı üstünlük elde etme meyli, isteği] mütehakkim [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad [doğru yol gösterme] ve nasihat ve lûtfu terk edip, kendi istibdad [baskı ve zulüm] ve tefevvukuna [üstün gelme] vesile-i cebir [baskı, zorlama aracı] ve tânif [şiddetle kınama] eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam [çalıştırma] eder. Buna binaen, vezaif [vazifeler, görevler] ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus [hususan, özellikle] medâris [medreseler; İslâm ülkelerinde ve bilhassa Osmanlı Devleti’nde İslâmî ilimlerin okutulduğu öğretim kurumları] bununla indirasa [bozulma; silinme, zâil [geçici, yok olucu] olma] yüz tuttu. Buna çare-i yegâne, [tek çare] daire-i vahidenin [tek daire, tek merkez (merkezî yönetim)] hükmünde olan müderrisleri, [medrese âlimi, hoca, profesör] darülfünun [üniversite] gibi çok devaire [daireler] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tertip etmektir. Tâ, herkes sevk-i insanîsiyle [insanda bulunan meyil] hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] emr-i mânevîsini, [mânevî emir] meyl-i fıtrîsiyle [doğuştan gelen meyil, arzu] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edip kaide-i taksimü’l-a’mâle [işbölümü kuralı] tatbik edilsin.

Tenbih

Ulûm-u medarisin [medreselerde okutulan ilimler] tedennîsine [alçalma, gerileme] ve mecrâ-yı tabiîden [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] çevrilmesine bir sebeb-i mühim [önemli bir sebep, gerekçe] budur: Ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ( اٰلِيَه ) maksud-u bizzat [asıl gaye] sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ( عَالِيَه ) mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kaldığı gibi, libas-ı mânâ [mânâ elbisesi] hükmünde olan ibare-i Arabiyenin [Arapça ibare, metin] [sağlam] halli, ezhanı [zihinler] zaptederek, asıl maksut [istek] olan ilim ise tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul [çok bulunan, bol] olan ve silsile-i tahsile [öğretim kademeleri] resmen geçen kitaplar; evkat, [vakitler] efkârı [fikirler] kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.

Ey birader-i vicdan! [kalp kardeşi] Zannediyorum, şimdi şu mukaddemat [başlangıçlar] üzerine terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] edecek olan kütüb-ü selâseyi, [üç kitap] ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun. Fakat

67

daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki, o kütübün [kitaplar] bir zemin-i icmâlîsini, [genel alt yapı] tabir-i diğerle [başka bir deyiş, başka bir ifâde] küçük bir fotoğrafını veya icmâlî bir haritasını teşkil eder. Hem de o kütüpte [kitaplar] sekiz-dokuz meseleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makaleden sonra eğer meşîet-i İlâhiyye taallûk [ait olma, ilgilendirme] etse ve tevfik-i Rabbanî [Allah’ın yardımı, muvaffak kılması] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olsa, tafsilâtını [ayrıntılar] zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:

Kur’ân’ın gösterdiği vesail [vesileler, sebepler] ile, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i rûhânî [ruhanî ve mânevî âlemlerdeki seyir, ruhî gezinti] olarak semâvâtın ulûmlarına [ilimler] çıkacağım. Tâ, oradan temaşa edip göreceğiz ki, küre-i arz [yer küre, dünya] hol veya top veya fırfıra [topaç] veya sapan taşı gibi, Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ, parça parça ederek daha iyisine tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edeceğine nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] göreceğiz. Sonra da semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, [aşamalı olarak] beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahmân, [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] sathını [bir şeyin üstü, dış yüzü] serip müheyyâ [hazır] ve mümehhed [düzenlenmiş, hazırlanmış] etmiş olan küre-i arza [yer küre, dünya] ineceğiz. Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi, beşiğini atıp harap etmekle beşeri saadet-saray-ı ebediyyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle [dikkat içeren bakış] temaşa edeceğiz. Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] ile mukayyed [kayıtlı] olmayan seyr-i ruhaniyle zaman-ı mazi [geçmiş zaman] kıt’asına [dünyanın kara paçalarından her biri] girip, ebnâ-yı cinsimiz [aynı cins ve türden gelenler] olan, ebnâ-yı maziyle [geçmişin insanları, geçmişte yaşayan insanlar] seyyale-i berkiye-i tarihiye [tarihe ait elektrik akıntısı, telgraf] ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifânın [kaybolup gizlenme yeri olan batı (tarih, güneşin gizleip kaybolduğu yer olan, batıya benzetilmiş)] köşesinde vukua gelen hâdisâtı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi [tren] yapacağız. Sonra dönüp gelmek üzere olan ebnâ-yı cinsimizi [aynı cins ve türden gelenler] ziyaret ve istikbal için saadetin fecr-i sadıkını [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] uzaktan görmek ve göstermekle maşrık-ı istikbale [geleceğin doğusu; istikbâlin doğuş yeri] müteveccih [yönelen] olarak, şimendifer-i terakkîye [ilerleme treni; yükselme vasıtası] ve tevfik [başarı] denilen sefine-i sa’ye [çalışma gemisi (çalışmak, gemiye benzetilmiş)] bindiğimizle beraber, ellerimizde olan burhanın [delil] misbahıyla, [lamba] o bidayeti karanlık görülen, fakat arkası gayet parlak olan zamana dahil olacağız. Tâ ebnâ-yı müstakbel [geleceğin insanları] ile musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] edip saâdetlerini tebrik edeceğiz.

68

İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir [içinde bulunan] ki, ileride tahrirle [yazı, yazı yazmak] sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin [kaleme alınan, yazılan kitaplar] şecereleri [ağaç] tenebbüt [bitmek, bitki gibi gelişmek] ve makalât-ı selâsenin [üç makale, yazı] cedaviliyle [kanallar, arklar] sulanacaktır.

Ey birader! Senin elini tutup hazine-i hakaike [gerçeklerin hazinesi] götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç meseleyle acele edip basar-ı basiretinize [basîret gözü] gışavet [örtü, perde] ve perde olan hayalâtı def edeceğim. Öyle hayalât, gulyabânî [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif [korkutmak, sakındırmak] eder. Faraza gösterse de, nuru nar, dürrü [inci] meder [çakıl taşı] gibi gösterir. O hayalâttan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, [kaynak] küreviyete [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden birkaç meseledir. Ezcümle: Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût [balık] ve Kaf Dağı ve sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] ve cibalin evtâdiyetleri ve yer altında cehennemin yerini tayin etmek ve دَحٰيهَا 1 ve سُطِحَتْ 2 ve وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ 3 ve يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 4 gibi mesaildir. [meseleler] Hakikatlerini beyan edeceğim; tâ, dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın. Ve dostlarının gözleri dahi açılsın. İşte başlıyorum.

Birinci Mesele

Senin munsıf [insaflı] olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz [dünyanın yuvarlaklığı] ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm—eğerçi [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen İslâm âlimleri] ittifak-ı sükûtuyla [sükût ederek fikir birliğinde bulunma] olsa—ittifak etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık’a git. Maksada vukuf ve ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

69

Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü’l-Gayb olan, İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste [ders kürsüsü, eğitim divanı] o dâhî imamın halka-i dersinde [ders halkası] otur, dersini dinle.

Eğer onunla mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olamadın; arzı, küreviyet [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] kabına sığıştıramadın. İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l-İslâm [delil] olan İmam-ı Gazâlî’nin yanına git, fetva iste. De ki: “Küreviyette [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] müşâhhat [çekişme; kınama] var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşâhhat [çekişme; kınama] vardır.” Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz [dünyanın yuvarlaklığı] gibi burhan-ı kat’iyle [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm [büyük cinayet] etmiş olur. Zira bu sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmîsin, fetvayı okuyamıyorsun; bizim hem-asrımız [aynı asırda yaşayan, çağdaş] ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî’nin sözünü dinle. Zira, yüksek sesle münkir-i küreviyeti [dünyanın küre şeklinde olduğunu inkar eden, inanmayan] tehdit ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız [korku] olarak der: “Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı [dünyanın yuvarlaklığı, yuvarlık oluşu] inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, [ahmak dost] adüvv-ü şedidden [şiddetli düşman] daha ziyade zarar vermiş olur.”

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin [hakikat düşüncesi] uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbni Hümam ve Fahrü’l-İslâm [gurur, övünme] gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istiftâ et. De ki:

“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim [insan topluluğu] vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim [insan topluluğu] vardır, güneş çok günlerde gurub [batış] ve çok gecelerde tulû [doğma] etmez. Nasıl oruç tutacaklar?”

Hem de istifsar et ki: “Şartın târif-i şer’îsi [bir şeyin İslâm hukukuna göre tarifi, tanımı] olan, sair erkâna [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] mukarin [beraber bulunan, bir arada olan] olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye [kıbleye yönelme] intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda [namazın oturularak eda edilen kısmı] mukarenet [beraberlik, bir arada bulunma] vardır.”

70

Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâ[birinci mesele] şarktan ve garptan [batı] geçen dairenin müdevveriyetiyle [yuvarlaklık] tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi, cenuptan [güney] şimale [kuzey] mümted [uzayan, uzanmış] olan dairenin mukavvesiyetiyle [yay gibi kavisli ve eğri olma] tatbik edecektir. Burhan-ı aklî [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] gibi cevap verecektir. Hem de kıble meselesinde diyecek:

“Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir [nurlu sütun] ki, semavatı Arşa kadar takmış ve nazm [diziliş, tertip] edip, küre-i arzın [yer küre, dünya] tabakatını ferşe [yer] kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi [nurlu sütun] olmuştur. Eğer gıtâ [örtü, perde, zar] ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul [çekül doğrultusu; yer çekimi istikametinde [doğru] yerin merkezine doğru uzanan hat] ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle [kıblenin ta kendisi] temas ve musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] edecektir.”

Ey birader! Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acip hülyaların âlem-i hayalden [hayal âlemi, dünyası] başka bir yer bulamadığından, bir kıymeti yoktur, tâ girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. Eğer o hayalâta açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden [hayal gücü] daha küçük olan küre-i arz [yer küre, dünya] yerleşmezse, tevsi-i zihin [zihni genişletme, anlayış ve kavrayış kabiliyetini yükseltme] için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sakinlerini gör, sual et. Zira, ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde [gökyüzü, uzay] şimendiferimiz [tren] olan küremiz o kadar divane değildir. Ecram-ı ulviyede [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] cârî olan kaide ve kanun-u İlâhîde [Allah’ın kanunu] şüzûz [kural dışı kalmak] ve serkeşlik etsin.” Hem de delâil-i mücesseme-i musattaha [bir satıh [yüzey] hâline getirilmiş cismânî deliller (düz bir kâğıt üzerine şekli çizilmiş deliller)] olarak haritaları ibraz edecektir.

İşaret

Nizam-ı hilkat-i âlem [kâinatın yaratılışındaki düzen] denilen şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye; [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar, İlâhî yasalar] mevlevî gibi cezbe tutan meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] ve misafir olan küre-i arza, [yer küre, dünya] güneşe iktida [uyma] eden safbeste [saf bağlamış, sıra sıra dizilmiş] yıldızların

71

safında durup itaat etmesini farz ve vacip kılmıştır. Zira zemin, sema ile beraber اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ 1 demişlerdir. Taat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir. [daha güzel]

Elhasıl: [kısaca, özetle] Sâni-i Âlem, [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, [hayalciler, hayalperestler] teşehhî [hırsla isteme, arzulama] ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.

Tenbih

Zaaf-ı akideye [inanç zayıflığı] veyahut sofestaî [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umurun [emirler] biri de, “Bu hakikat dine münafidir” [aykırı] olan kelime-i hamkadır. [ahmakça söylenen söz] Zira burhan-ı kat’î [kesin delil] ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından [aykırılık, zıtlık] havf [korku] eden adam, hâlî [boş] değil, ya dimağında [akıl, beyin] bir sofestai gizlenmiş, karıştırıyor; veyahut kalbini delerek bir müvesvis [vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren] saklanmış, ihtilâl ediyor; veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkitle almak istiyor.

İkinci Mesele

Pûşide olmasın, [örtülü, kapalı kalma] Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hûtun [balık] kısas-ı meşhuresi, [meşhur kıssalar, hikâyeler] İslâmiyetin dahîl ve tufeylîsidir. [asalak, başkalarının sırtından geçinen] Râvisiyle [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] beraber Müslüman olmuştur. İstersen, Mukaddeme-i Saliseye [üçüncü mukaddeme] git, göreceksin, hangi kapıdan daire-i İslâmiyete [İslâm dairesi] dahil olmuştur.

Amma, İbni Abbas’a olan nispetin ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] ise: Dördüncü Mukaddemenin [evvel, önce] âyinesine bak; o ilhâkın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: [nakledilen, rivayet edilen] “Arz, Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût [balık] üzerindedir.” Hadis olarak rivayet ediliyor.

72

Evvelâ: Teslim etmiyoruz ki, hadistir. Zira, İsrailiyatın [İsrailoğullarına ait bilgiler] nişanı vardır.

Saniyen: [ikinci olarak] Hadis olsa da zaaf-ı ittisal [bir hadis veya haberi Peygamber Efendimizden (a.s.m.) aktaranların isim listesi demek olan seneddeki bağlantı zayıflığı] için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye [inanç] dahil olmaz. Zira yakîn şarttır.

Salisen: [üçüncü olarak] Mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ve kat’iyyü’l-metin [metnin (sözün) kesin ve şüphesiz oluşu; ibarenin ilk kaynaktan aynen geldiğinin kesin olarak bilinmesi (meselâ metnin âyet veya hadis olduğu kesin olarak bilinmesi)] olsa da, kat’iyyü’d-delâlet [metnin mânâya olan işareti kesin olması, “Acaba metinden [sağlam] bu mânâ mı kastediliyor?” şeklinde bir şüphenin bulunmaması] değildir. Eğer istersen, Beşinci Mukaddemeye [evvel, önce] müracaatla, On Birinci Mukaddemeyle [evvel, önce] müşavere [istişare etme, danışma] et! Göreceksin, nasıl hayalât, zahirperestleri [dış görünüşe ehemmiyet veren] havalandırmış, bu hadisi, mahamil-i sahihadan [bir söze yüklenen sahih, doğru ve güvenilir mânâlar] çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha [doğru olan yönler, mânâlar] üçtür:

Nasıl Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan Hamele-i Arş, [Arş’ın taşıyıcıları] melâikedir. [melekler] Bu Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût [balık] dahi, öyle iki melâikedir. [melekler] Yoksa, Arş-ı Âzamı [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] melâikeye; [melekler] küreyi, küre gibi himmete [ciddi gayret] muhtaç olan bir öküze tahmil [yükleme] etmek, nizam-ı âleme [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] münafidir. [aykırı] Hem de lisan-ı şeriatte [dinî literatür, şeriata ait tabir, terim] işitiliyor: Herbir nev’e mahsus ve o nev’e münasip bir melek-i müekkel [görevli melek] vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemmâ, [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] belki âlem-i melâikede [melekler dünyası] onun suretiyle mütemessil [cisim şeklinde görünen] oluyor.

Hadis olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş Arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet, şemse müekkel [görevli] olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur, gider, gelir.

Hem de hükema-i İlâhiyyûn [İlâhiyatçı felsefeciler; Allah’ın varlığına inanan filozoflar] nezdinde, herbir nevi için hayy [diri, canlı] ve nâtık [konuşan] ve efrada [bireyler] imdad verici ve müstemidd’i [bir şeyden yardım alan, beslenen] bir mahiyet-i mücerrede [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] vardır. Lisan-ı şeriatta [dinî literatür, şeriata ait tabir, terim]melekü’l-cibal[dağlardan sorumlu olan görevli melek] ve “melekü’l-bihar[denizlerden sorumlu olan görevli melek] ve “melekü’l-emtar[yağmurdan sorumlu olan görevli melek] gibi isimlerle

73

tabir edilir. Fakat tesir-i hakikîleri [gerçek tesir] yoktur. Müessir-i Hakikî, [gerçek tesir sahibi] yalnız Zât-ı Akdestir. [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

اِذْ لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللهُ 1 Esbab-ı zahiriyenin [görünen sebepler] vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan dest-i kudret, [Allah’ın kudret eli] perdesiz daire-i esbaba [sebepler dairesi] mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umur-u hasiseyle [alçak ve değersiz işler] mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ve mülâbeseti [karışma, münasebet, iki şeyin karıştırılarak birbirine benzetilmesi] görülmemektedir. Fakat daire-i akide [inanç dairesi] denilen hak ve melekûtiyette [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] herşey ulvîdir. Dest-i kudretin [Allah’ın kudret eli] perdesiz mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] izzete [büyüklük, yücelik] münasiptir.

ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ * 2

İkinci mahmil: [bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi] Sevr, [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] imaret [bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi] ve ziraat-i arzın [tarım; toprağın ekilip biçilmesi] en büyük vasıtası olan öküzdür. Hût [balık] ise, ehl-i sevahilin, [sahillerde yaşayanlar; geçimlerini denizcilik ve balıkçılıkla temin edenler] belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti [geçim kaynağı] olan balıktır. Nasıl biri sual ederse, “Devlet ne şey üstündedir?” Cevap verilir: “Kılıçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” [ayakta duran]Mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve san’at ve ticaretle” cevap verilir. Veyahut “Nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ne şey üzerinde beka bulur?” Cevap ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.”

Kezalik, [böylece, bunun gibi] vallahu a’lem, [en iyisini Allah bilir] Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] buna binaen cevap vermiş. Şöyle sual eden zât, İkinci Mukaddemenin [evvel, önce] sırrıyla, böyle hakaike [doğru gerçekler] zihni istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kesb [elde etme, kazanma] etmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi, Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: “Yer, sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] üstündedir.” Zira, yerin imareti [bayındırlık; bir yerin ömür sürülür, yaşanır hâle getirimesi] nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kurâ‘nın [köylerde yaşayanlar; kırsal kesimde olanlar] menba-ı hayatları, [hayat kaynağı] ziraat iledir. Ziraat ise, öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. [borç, sorumluluk] Kısm-ı diğeri [diğer kısım] olan ehl-i sevahilin [sahillerde yaşayanlar; geçimlerini denizcilik ve balıkçılıkla temin edenler] âzam-ı maişetleri, [en büyük geçim kaynağı] belki ehl-i medeniyetin [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] büyük bir maden-i ticaretleri, [ticaret kaynağı]  

74

balığın cevfinde [iç, karın] ve hûtun [balık] üstündedir. كُلُّ الصَّيْدِ فِىجَوْفِ الْفَرَا 1 meselesine mâsadaktır. [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] Bu lâtif [berrak, şirin, hoş] bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler. Faraza, sâil [soru soran] keyfiyet-i hilkatten [yaratılışın niteliği, yaratılış özelliği] sual etmişse, fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] olan تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ 2 kaidesinin üslûb-u hakîmanesiyle, [hikmetli üslûp; sorulan bir suale, soranın hâlini dikkate alarak cevap verme] lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa, hasta olan sâil, [soru soran] iştiha-i kâzibiyle [yalancı istek, arzu; gerçekte istenmeyen, arzu edimeyen] istediği cevabı vermemiştir.

وَيَسْئَلُونَكَ عَنِ اْلاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاقِيتُ للِنَّاسِ 3 bu hakikate bir beraatü’l-istihlâldir. [maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü]

Üçüncü mahmil: [bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi] Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve Hût, [balık] arzın mahrek-i senevîsinde [bir gezegenin bir sene boyunca döndüğü daire, hareket yolu, yıllık yörüngesi] mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan iki burçtur. O burçlar, eğer çendan [gerçi] farazî ve mevhumedirler. [gerçekte olmadığı halde var sayılan] Asıl ecramı [büyük cisimler] nazm [diziliş, tertip] ve rapt [bağlama] ile yüklenmiş olan âlemde cârî ve lâfzen [ifade, kelime] ve ıstılahen [terim olarak]câzibe-i umumîye[(fizik) genel çekim kanunu] ile müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan âdâtullahın [Allah’ın tabiata koyduğu kanun ve prensipler] kanunu o burçlarda temerküz [bir merkezde toplanma] ve tahassul ettiğinden, “Arz burçlar üstündedir” olan tâbir-i hakîmâne [hikmetli ifade; sorulan bir suale, soranın hâlini dikkate alarak cevap verme] caizdir. Bu mahmil, [bir söze yüklenen muhtemel mânâlardan her birisi] hikmet-i cedide [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] nokta-i nazarındadır. [bakış açısı] Zira, hikmet-i atika, [(Batlamyus’un) dünya merkezli kâinat anlayışını kabul eden eski bilim ve felsefe] burçları semada; hikmet-i cedide [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] ise, medâr-ı arzda [dünyanın yörüngesi, dünyanın güneş etrafında dolaşırken çizdiği daire] farz etmişlerdir. Bu tevil, yeni hikmetin [yeni felsefe, çağdaş bilim] nazarında büyük bir kıymeti tazammun [içerme, içine alma] eder.

Hem de mervîdir: [nakledilen, rivayet edilen] Sual taaddüd [birden fazla olma] etmiş. Bir kere “Hût [balık] üstündedir”; demek bir

75

aydan sonra “Sevr [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] üstündedir” denilmiştir. Yani, feza-yı gayr-ı mahdudenin [sınırsız uzay boşluğu] her tarafında münteşir [yaygın olan] olan mezbur [adı anılan, bahsi geçen] kanunun huyût [ipler, teller] ve eşi’alarının [şualar, ışınlar, bir kaynaktan çıkıp dağılan ince ışık hüzmeleri] nokta-i mihrakiyesi [odak noktası] olan Hût [balık] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] temerküz [bir merkezde toplanma] ettiğinden, küre-i arz [yer küre, dünya] Delv burcundan [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] koşup Hût‘taki [balık] tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] eden kanunu tutup, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] bir dalıyla semere gibi asıldı. Veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar [uçan] olan yer, yuvasını burc-u Sevr [Boğa (öküz) burcu] üstünde yapmış demektir. Bunu bildikten sonra, insafla dikkat et. Beşinci Mukaddemenin [evvel, önce] sırrıyla ehl-i hayalin [hayalciler, hayalperestler] ihtirâ-kerdesi [uydurdukları eşsiz şey] olan kıssa-i acîbe-i meşhurede [hayret verici meşhur kıssa] acaba hikmet-i ezeliyeye [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] isnad-ı abesiyet [faydasızlık, anlamsızlık isnad etme] ve san’at-ı İlâhiyede [Allah’ın san’atı] isbat-ı israf [gereğinden fazla kullandığını gösterme] ve burhan-ı Sâni [Allah’ın herşeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratmasının delili] olan nizam-ı bedîi [eşsiz derecede güzel, benzersiz düzen, kanun] ihlâl etmekten başka neyle tevil olunacaktır? Nefrin, [beddua] hezârân [binlerce, pek çok] nefrin, [beddua] cehlin yüzüne!

Üçüncü Mesele

 Kaf Dağıdır.

İşaret

Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır; o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek, tâ imkândan, imtinâ derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddemeden [evvel, önce] sual et; sana “Neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri [sağlam] kat’î iken, delâletlerinde zunûn [kesinlik ifade etmeyen zanlar, tahminler] tezahum [biraraya toplanıp, sıkışma; birbiriyle uyuşmayıp çatışma, mücadele etme] eylemişlerdir. Belki, “Murad nedir?” olan sualinin cevabında, efham [anlayışlar, idrakler] mütehayyir [hayrete düşen] olmuşlardır. İstersen On Birinci Mukaddemenin [evvel, önce] sadefini [içinde inci bulunan kabuk] aç. Bu cevheri bulacaksın.

76

Tenbih

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyyü’l-metinlerden, [metnin (sözün) kesin ve şüphesiz oluşu; ibarenin ilk kaynaktan aynen geldiğinin kesin olarak bilinmesi (meselâ metnin âyet veya hadis olduğu kesin olarak bilinmesi)] yalnız قۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ 1 dir. Halbuki, caizdir: Kaf, Sad gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki ağzın garbındadır. [batı] Şu ihtimalle delil yakîniyetten [şüphesizlik; kesinlik] düşer. Hem de kat’îyü’d-delâlet bundan başka olmadığının bir delili, şer’in müçtehidlerinden olan Karâfî’nin لاَ اَصْلَ لَهُ 2 demesidir. Lâkin, İbni Abbas’a isnat olunan keyfiyet-i meşhuresi, [meşhur olan keyfiyet, durum] Dördüncü Mukaddemeye [evvel, önce] bak. Vech-i nisbeti [bağ yönü, ilgi yönü] sana temessül [belirme, görünme] edecektir. Halbuki, İbni Abbas’ın her söylediği sözü, hadis olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbni Abbas gençliğinde İsrailiyata, [İsrailoğullarına ait bilgiler] bazı hakaikin [doğru gerçekler] tezahürü için, hikâyet [hikâye] tarikiyle bir derece atf-ı nazar [göz atma, bakma] eylemiştir.

Eğer dersen, “Muhakkikîn-i sofiye, [gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf mesleğindeki âlimler] ‘Kaf’a dair pek çok tasviratta [tasvirler, anlatımlar] bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim:

Meşhur olan âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] onların cevelângâhıdır. [akma, dolaşma] Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesetlerini çıkarıp seyr-i ruhaniyle o ma’razgâh-ı acaibe [hayret uyandırıcı eserlerin sergilendiği yer] temaşa ediyorlar. “Kaf” ise, o âlemde onların târif ettikleri gibi mütemessildir. [cisim şeklinde görünen] Bir parça âyinede, semavat ve nücum [yıldızlar] temessül [belirme, görünme] ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette [görünen alem] velev küçük şeyler de olsa, çekirdek gibi, âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] tecessüm-ü maânînin [mânâların cisimleşmesi, somutlaşması] tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları [hükümler] birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına [ifadenin, sözün özü ruhu] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olan, bunu tasdik eder. Amma

77

avâmın yahut avam [halk] gibi adamların mabeynlerinde [ara] müştehir [meşhur, ünlü] olan keyfiyeti—ki, “Kaf yere muhîttir [her şeyi kuşatan] ve müteaddiddir; [çeşitli, birden fazla] her ikisinin ortasında beş yüz senedir; ve zirvesi semanın ketfine [omuz] mümasstır, [temas eden, dokunan] ilâ âhiri hayalâtihim bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddemeden [evvel, önce] fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat [hayat suyu] olan belâğatini [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göreceksin.

Eğer bizim bu meselede olan itikadımızı [inanç] anlamak istersen, bil ki, ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise havale ederim. Eğer bir hadis-i sahih [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] ve mütevatir, [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] keyfiyetin beyanında sabit olursa, iman ederim ki, murad-ı Nebî [Hz. Peygamberin arzusu, kasdettiği şey] sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine! Yoksa, nâsın mütehayyelleri [hayal edilen şey] üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu meselede malûmumuz budur:

Kaf Dağı, ekser şarkı ihata [herşeyi kuşatma] eden ve eski zamanda bedevî ve medenîlerin aralarında fâsıl olan ve âzam-ı cibal-i dünya [dünyanın en büyük dağları] olan Çamularının [Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi] annesi olan Himalaya silsilesidir. [Himalaya sıradağları] Bu silsilenin ırkından cibâl-i dünyanın [dünyanın dağları] ekserisi teşaub [şubelere, kısımlara ayrılma] eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki, “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın [herşeyi kuşatma] fikir ve hayali bu asl-ı teşaubdan [dallanmanın kaynağı, aslı] neş’et [doğma] etmiş olmak gerektir.

Ve saniyen, [ikinci olarak] âlem-i şehadete, [görünen alem] suretiyle ve âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] mânâsıyla müşabih [benzer] ve ikisinin mabeyninde [ara] bir berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] olan âlem-i misal, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] o muammâyı halleder. Kim isterse, keşf-i sâdık penceresiyle veya rüya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa, hayalin verâ-i perdesiyle [perde arkası, perdenin gerisi] o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] vücuduna ve onda maânînin [mânâlar] tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmelerine pek çok delâil [deliller] vardır. Binaenaleyh, bu kürede olan Kaf, o âlemde zi’l-acaip [şaşırtıcı, garip olan] olan Kaf’ın çekirdeği olabilir.

78

Hem de Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mülkü geniştir; bu sefil küreye münhasır değildir. Feza [uzay] ise, gayet vâsi, [geniş] Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan, zü’l-acaip [şaşırtıcı, garip olan] olan Kaf’ı istiab [içine alma, kaplama] edebilir. Fakat eyyâm-ı İlâhiye [İlâhi günler; Kur’ân-ı Kerîmin bahsettiği günler] ile beş yüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber, mevc-i mekfuf [dalgaları karar kılmış, sabitleşmiş, durgunlaşmış] olan semâya temas etmek, imkân-ı aklîden [aklen mümkün bilinen, aklen mümkün olma] hâriç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î [görünmez, görünmeyen] olmak caizdir.

Ve rabian: [dördüncü olarak] Neden caiz olmasın ki, Kaf, daire-i ufuktan [ufuk dairesi] tecellî eden silsile-i azamdan [büyük silsile, ard arda gelen şeylerin oluşturduğu büyük sıra] ibaret ola? Nasıl ufkun ismi de Kaf’a me’haz [kaynak] olabilir. Zira devair-i mütedahile [iç içe daireler] gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise, selâsil-i cibalden [sıradağlar] bir daire-i muhiti [kuşatıcı daire] tahayyül [hayal etme] eder ki, semânın etrafına temas ediyor. Küreviyet [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa, yine muttasıl [bitişik] görünür.

Dördüncü Mesele

 Sedd-i Zülkarneyndir.

Nasıl bildin ki, bir şeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye [hüküm, önerme] çok ahkâmı [hükümler] tazammun [içerme, içine alma] eder. O ahkâmın [hükümler] bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] ve muhtelefün fîhâdır. [hakkında ihtilaf olunan mesele]

Hem de malûmdur: Bir müteannid [inad eden, ayak direyen, inatçı] ve mukallid [taklitçi, taklid eden, başkasına özenerek onun gibi olmaya çalışan] bir sâil, [soru soran] imtihan cihetiyle, bir kitapta gördüğü bir meseleyi, eğerçi [her ne kadar, olsa da, ise de] bir derece de muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] olsa, bir adamdan sual etse, tâ gaybda olan malûmuna cevap verse, o cevap iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevap verse; veyahut sâil-i müteannidin [ısrarla soru soran; karşı tarafı zora sormak için soru soran] malûmuna ya bizzat veya teville cevab-ı muvafık [uygun cevap] veriyor. İkisi de doğrudur. Demek bir cevap, hem vâkii razı eder, zira haktır; hem sâili ikna eder. Zira eğerçi [her ne kadar, olsa da, ise de] murat değilse,

79

malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor. Zira cevapta ukde-i hayatiyeyi [hayat düğümü] derc [yerleştirme] eder ki, makasıd-ı kelâm [sözün gayeleri, maksatları] ondan istimdâd-ı hayat [hayat alma, hayat bulma, canlılık kazanma] eder.

İşte cevab-ı Kur’ân [Kur’ân’ın cevabı] dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi [zorunlu olmayan] tefrik edeceğiz. İşte, cevab-ı Kur’ânîde [Kur’ân’ın cevabı] mefhum [anlam] olan zarurî hükümler ki, inkârı kabul etmez, şudur:

Zülkarneyn müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] min indillah bir şahıstır. Onun irşad [doğru yol gösterme] ve tertibiyle, iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir: Zâlimlerin ve bedevîlerin def-i fesatları [bozgunculuğu def etmek, ona engel olmak] için… Ve Ye’cüc-Me’cüc, [Kur’ân-ı Kerimde bahsi geçen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi] iki müfsit [bozguncu] kabiledirler. Emr-i İlâhî [Allah’ın emri] geldiği vakit sed harap olacaktır, ilâ âhirihî. [sonuna kadar] Bu kıyasla, ona Kur’ân delâlet eden hükümler, Kur’ân’ın zaruriyatındandırlar. [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] Bir harfin inkârı dahi kabil [mümkün] değildir. Fakat o mevzuat ve mahmulâtın [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] keyfiyatlarının teşrihatları [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur’ân onlara kat’iyyü’d-delâlet [metnin mânâya olan işareti kesin olması, “Acaba metinden [sağlam] bu mânâ mı kastediliyor?” şeklinde bir şüphenin bulunmaması] değildir. Belki “Âmm [genel] hâssa, [ayırıcı vasıf, özellik] delâlet-i selâseden hiçbirisiyle delâlet etmez” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi, “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] vech-i mâ [herhangi bir yön, şekil] ile tasavvur etmek, kâfi [yeterli] olduğu”nun düsturuyla [kâide, kural] sabittir ki, Kur’ân onlara delâlet etmez. Fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, [ayrıntılı ve detaylı açıklamalar] ahkâm-ı nazariyedendir. [teorik hükümler] Başka delâile [deliller] muhavveldir. [havale edilmiş, gönderilmiş] İçtihadın mazannesidir. [zan taşıyan, tahmin yürütülen mevzular, konular, yerler] Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ihtilâfatı, [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] nazariyetine [teori] delildir. Fakat vâ esefâ! [esefler olsun!] Cevabın suale her cihetle lüzum-u mutabakatın [uygunluğun lüzumu, gereği] tahayyülüyle, [hayal etme] sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek, cevabın zarurî ve nazarî [henüz doğruluğu ispat edilmemiş, kesinlik kazanmamış, teorik olan] olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden [soru soranın kaynağı] ve menbit-i sualden [sorunun yeri, sorunun geldiği yer, mahal] hûşeçîn [başak toplayan; harman sonunda tarlada kalan başakları toplayan] olup, alıp müfessir [açıklayan, yorumlayan] oldular.

80

Yok, belki müevvil, [tevil eden, yorumlayan] yok belki mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] mânâ yerine mânâ gösterdiler. Yok, belki mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] ve mefhum [anlam] olarak tevil ettiler. Halbuki, Üçüncü Mukaddemenin [evvel, önce] sırrıyla zahirperestler [dış görünüşe ehemmiyet veren] kabul ederek ve muhakkikîn [gerçekleri araştıran ve delilleriyle ortaya koyan âlimler] dahi hikâyat [hikayeler] gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkitsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse, akide-i Ehl-i Sünnet ve Cemaatte [Ehl-i Sünnet inancı] olan mâsumiyet-i enbiyaya [peygamberlerin masumluğu, günahsızlığı; ismet sıfatına sahip olmaları] muhalefet oluyor. Kıssa-i Lût ve Davud [incil ve Tevrat’ta Hz. Lût (a.s.) ve Hz. Davud’un (a.s.) hayatıyla ilgili aktarılan hadiseler] Aleyhimesselâm, buna iki şahittir.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki, keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikillâh [Allah’ın tevfîki, yardımı ile] derim: İtikad-ı câzim, Hüdâ [Allah] ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyen [kesinlikle] vaciptir; zira zaruriyat-ı diniyedendir. [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhtir. [hakkında ihtilaf olunan mesele] Şöyle:

Zülkarneyn, İskender demem; zira isim bırakmaz. Bazı müfessir [açıklayan, yorumlayan] melik [hükümdar] (lâm’ın kesriyle), bazı melek (lâm’ın fethiyle), bazı nebî, [peygamber] bazı velî, ilâ âhir [sonuna kadar] demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn, müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] min indillâh ve seddin binasına mürşid bir şahıstır. Amma sed ise, bazı müfessir [açıklayan, yorumlayan] sedd-i Çin ve bazı müfessir [açıklayan, yorumlayan] “Başka yerde cebelleşmiş” [dağ] ve bazı müfessir [açıklayan, yorumlayan]Sedd-i mahfîdir; [gizli sed, yığınak] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve ahval-i âlem [dünyanın halleri, vaziyetleri, şartları] setreylemiştir” [örtme] ve bazı ve bazı, demişlerdir, demişlerdir… Herhalde müfsidlerin [bozguncu] def-i şerleri [zararları, kötülükleri defetme, kötülüğe engel olma] için bir redm-i azîm ve cesîm [büyük] bir duvardır.

Amma Ye’cüc-Me’cüc, [Kur’ân-ı Kerimde bahsi geçen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi] bazı müfessir, [açıklayan, yorumlayan]veled-i Yafesden [Yafes’in çocuğu (Yâfes] iki kabile” ve bazı diğer, “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi, “akvam-ı şarkiye-i şimalî[kuzeydoğu kavimleri, [insan topluluğu] milletleri, ulusları] ve bazı dahi, “benî Âdem‘den [Âdemoğlu, insan] bir cemiyet-i azîme, [büyük topluluk] dünya ve medeniyeti hercümerc [alt üst olma] eden bir taife” ve bazı dahi, “mahlûk-u İlâhîden [Allah tarafından yaratılmış] yerin zahrında [sırt, dış yüz] veyahut batnında [iç] âdemî [insanoğluna ait, insan]

81

veya gayr-ı âdemî [insan türünden olmayan] bir mahlûktur ki, kıyamete, böyle nev-i beşerin hercümercine [alt üst olma] sebep olacaktır”; bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iye [kesin olan nokta] ve cihet-i ittifakî [görüş birliğiyle kabul edilen yön, taraf] budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesad [baskın yapıp yağmalayan çapulcu ve bozguncu güruh] ve ehl-i hadâret ve medeniyete, [şehirlerde yaşayanlar, medenîler] ecel-i kaza [Allah’ın tarafından takdir edilen şeylerin gerçekleşme vakti] hükmünde iki tâife-i mahlûkullahtır. [Allah’ın yarattığı taife, grup]

Amma harabiyet-i sed; [seddin yıkılışı, yok oluşu] bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harap olmuştur. Fakat dekk [ufalanma, parça parça olma] olmamış. Kıyle‘ler [“denildi, söylendi” anlamına gelen bu kelime, bir mesele hakkındaki farklı rivayetleri fade eder] çok. Herhalde nokta-i ittifak, [üzerinde görüş ve fikir birliği olan nokta] seddin inhidamı, [yıkılma, harab olma] yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] de ihtiyar olmasına bir alâmettir. Eğer bu müzakeratı [bir mesele hakkında karşılıklı görüş alışverişleri] muvazene [karşılaştırma/denge] ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz [caiz görme, izin verme, cevaz verme] edesin, sedd-i Kur’ân, [Kur’ân seddi] sedd-i Çindir ki, çok fersahlarla uzun ve acaib-i seb’a-i meşhureden [dünyanın yedi harikası] bir müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] min indillâhın irşadıyla [doğru yol gösterme] bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] ehl-i bedeviyetin [göçebeler, köylüler] şerlerinden temin eylemiştir.

Evet, o vahşîlerden Hun kabilesi Avrupa’yı hercümerc [alt üst olma] ettiği gibi, onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber [alt üst] eylemiştir. Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bahusus [hususan, özellikle] dekk, [ufalanma, parça parça olma] ondan başkadır. Peygamber, “Eşrat-ı saattenim. [kıyamet alâmetleri] Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz” dese, neden istiğrab [garip görme] olunsun ki, harabiyet-i sed, [seddin yıkılışı, yok oluşu] zaman-ı saâdetten [mutluluk çağı; Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] sonra alâmet-i kıyamet [kıyamet alâmeti] olsun?

Hem de seddin inhidamı, [yıkılma, harab olma] ömr-ü arza [yerin (dünyanın) ömrü] nispeten, yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki, tamam-ı nehara [gündüzün tamamı] nispeten vakt-ı ısfırar [gün batımına doğru güneşin sararma vakti] gibidir—eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik [böylece, bunun gibi] Ye’cüc ve Me’cücün ihtilâlleri, nev-i beşerin şeyhuhetinden [yaşlılık, ihtiyarlık] gelme bir hummâ ve sıtması hükmündedir.

82

Bundan sonra On İkinci Mukaddeme’nin [evvel, önce] fatihasında [açılış kısmı, baş, baş kısım] bir tevil-i âhar [diğer tevil, bir başka yorum] sana feth-i bab eder. [kapı açar] Şöyle:

Kur’ân hısas [hisseler, paylar, kıssadan alınan dersler] için kasası [kıssalar] zikrettiği gibi, ukad-ı hayatiye [hayat düğümleri; can alıcı noktalar] hükmünde ve makasıd-ı Kur’âniyeden [Kur’ân-ı Kerimin maksatları, hedefleri, gayeleri] bir maksadına münasip noktaları intihap [seçmek] ve rabt-ı maksada ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ettiriyor. Eğerçi [her ne kadar, olsa da, ise de] hariçte ve husulde [meydana gelme] birbirinin narı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslûpta teânuk [birbirine sarılma] ve musahabet [beraberlik, arkadaşlık] edebilirler. Hînâ [ne zaman ki, vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki] ki, kıssa hisse içindir. Sana ne lâzım teşrihatı [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] nasıl olursa olsun, sana taâlluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddemeden [evvel, önce] istizhâr [yardım istemek, yardım talep etmek] et. Göreceksin: Mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] mecaza kapı açar, تَغْرُبُ فِىعَيْنٍ حَمِئَةٍ 1 zâhirperestleri dışarıya sürüyor.

Malûm olsun ki, esâlîb-i Arapta [Araplar’ın üslupları; Arap Edebiyatında kullanılan ifade tarzları] tecellî eden hüccetullahın [delil] miftahı, [anahtar] yalnız istiare [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ve mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] üzerine müesses [kurulmuş] ve asl-ı i’câz [mu’cizeliğin aslı; insanları aczde bırakan sözün aslı, esası] olan belâğattir. [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] Yoksa, şöhret sebebiyle yalancı hadsle lâkîta [buluntu; kaybolmuş mal, meta] olunan ve rızaları olmadığı halde esdâf-ı âyâtta [ayetlerin sadefleri; [içinde inci bulunan kabuk] inci kabuğu gibi değerli olan mahfazaları] saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddemenin [evvel, önce] Hâtimesini [son] istişmamla [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] zevk et. Zira, hitamı [son, sonuç] misktir. Ve içinde baldır. Hem de caizdir ki, meçhulü’l-keyfiyet [bir şeyin keyfiyet ve niteliğinin bilinmemesi] olan sed, başka yerde sair alâmât-ı kıyamet [kıyametin alâmetleri, işaretleri] gibi mestur ve kıyamete kadar bakî ve bazı inkılâbatıyla [değişim, devrim] meçhul kalarak kıyamette harap olacaktır.

İşaret

Malûmdur: Mesken, sakinlerinden daha ziyade yaşar. Kale, ehl-i tahassundan [sığınanlar]

83

daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, [sığınma, korunma] vücudunun illetidir, [asıl sebep] beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da, istimrar [devam etme] ve adem-i hulüvvü iktiza [bir şeyin gereği] etmez. Bir şeydeki garazın devamı, belki terettübü, [lâzım gelme, gerekme] o şeyin devamının zaruriyatından [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] değildir. Pek çok binalar süknâ veya tahassun [sığınma, korunma] için yapılmışken, hâvî ve hâlî [boş] olarak ortada muallâk kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere [kuruntu] yol açılmıştır.

Tenbih

Şu tafsilden maksat; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücûdu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] mânâyı masadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrikle bir yol açmaktır.

Beşinci Mesele

Meşhurdur: Cehennem yer altındadır. Fakat biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat, kat’an [kesinlikle, kesin olarak] ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan, tahtiyettir. Ve yeraltında olmasıdır. Buna binaen derim:

Şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] gibi olan hilkat-i âlemin, [âlemin yaratılışı] sair nücumları [yıldızlar] gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. [meyve] Semerenin [meyve] altı, o ağacın umum ağsanı altına şamil olur. Buna binaen, Cehennem yeraltında, o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] iktiza [bir şeyin gereği] etmez. Hikmet-i cedidenin [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] nokta-i nazarında, [bakış açısı] ateş ekser kâinata müstevlîdir. [istila eden, bir alanı ele geçiren] Bu hal arka tarafında gösterir ki, bu ateşin asıl ve esası ve nev-i beşerle beraber ebede giden ve yolda refakat eden Cehennem, birgün perdeyi yırtacak, “Hazır olun” diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim.

84

Saniyen: [ikinci olarak] Kürenin tahtı ve altı, merkezi ve dahilîsidir. Bu noktaya binaen, küre-i arz [yer küre, dünya] şecere-i zakkum-u Cehennemin [Cehennem’deki zakkum ağacı] çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada [uzay] tayeran [uçma, uçuş] eden arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki, o yumurtada Cehennem tamamıyla olmaz ise de, başı veya diğer bir âzasını matvî [dürülmüş, sıkıştırılmış] olarak tazammun [içerme, içine alma] etmiş ki, yevm-i kıyamette [kıyamet günü] derekât [alt tabakalar] ve âzâ-yı sairesiyle [diğer organlar; diğer kısımlar] birleşecek, dev-i acîb-i Cehennem, [acayip ve dehşet veren cehennem devi] ehl-i isyana [Allah’a isyan eden kimseler] hücum edecektir.

Yahu, kendin Cehenneme gitmezsen, hesap ve hendese [geometri] seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben [yaklaştırma] bir derece-i hararet [sıcaklık derecesi] tezayüd [artma] eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcut oluyor. Bu nar-ı merkeziyenin [merkezdeki ateş, sıcaklık] bizim galiben [çoğunlukla] bin dereceye baliğ olan ateşimizle nispeti iki yüz defa olduğu gibi, meşhur hadisteki, “Cehennem ateşi ateşimizden iki yüz defa daha şedittir” [çok şiddetli] olan nispetin aynını ispat eder.

Hem de Cehennemin bir kısmı Zemherirdir1. [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] Zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] ise, burudetiyle [soğukluk] yandırır. Hikmet-i tabiiyede [tabiat bilgisi] sabittir ki, ateş bir dereceye gelir ki, suyu buz eder. Harareti def’aten [âni, birden bire] bel’ ettiği için, burudetle [soğukluk] ihrak [yakma] eder. Demek, umum meratibi [mertebeler] ihtiva eden ateşin bir kısmı da Zemherirdir. [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş]

Tenbih

Malûm olsun ki, ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] olan âlem-i uhrevî, [âhiret âlemi] fenayla mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle [ölçüler] mesaha [(arazi vs.) ölçme, ölçüm] ve muamele olunmaz. Muntazır [bekleyen, hazır] ol; Üçüncü Makalenin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı dîdâr [kendini gösterme] edecektir…

 İşaret

Umum fünûnun [bilim dalları] gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikrâ-i tâmmının [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım]

85

irşadıyla [doğru yol gösterme] ve cevher-i insaniyetin [insanlığın içinde gizli olan öz] remziyle [ince işaret] ve âmâl-i beşerin tenâhîsizliğinin [insanın arzu, istek ve emellerinin sonsuzluğu, bitmez ve tükenmez olması] imâsıyla, yevm [gün] ve sene gibi çok envâda olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin [sürekli tekrar eden kıyamet, varlık âleminde görülen sürekli değişimler, ölen veya yok alan varlıkların yerine yenilerinin gelmesi] telmihiyle [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve adem-i abesiyetin [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] delâletiyle ve hikmet-i ezeliyenin [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] telvihiyle ve rahmet-i bîpâyân-ı İlâhiyenin [Allah’ın sonsuz rahmeti, sonsuz İlâhî rahmet] işaretiyle ve Nebiyy-i Sadıkın [doğru söyleyen nebî; Hz. Muhammed (a.s.m.)] lisan-ı tasrihiyle [açıkça ifade eden dil] ve Kur’ân-ı Mu’cizin [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hidayetiyle, cennet-âbâd [cennet inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] eden, cennet gibi] olan saadet-i uhreviyeden [âhiret hayatındaki mutluluk] nazar-ı aklın temâşâsı için sekiz kapı, iki pencere açılır.

Altıncı Mesele

Muhakkaktır ki, Tenzîl‘in [Kur’ân-ı Kerim (Kur’ân-ı Kerim 23 yılda bölüm bölüm indirildiği için “indirilen, parça parça indirilmiş” anlamına gelen Tenzîl ismi verilmiştir)] hâssa-i cazibedarı [cazibeli, çekici özellik] i’câzdır. [mu’cize oluş] İ’câz ise, belâğatin [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] yüksek tabakasından tevellüd [doğma] eder. Belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ise, hasâis ve mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] bahusus [hususan, özellikle] istiare [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ve mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] üzere müessesedir. [kurulmuş] Kim istiare [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ve mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] dürbünüyle temaşa etmezse, mezâyâsını [meziyetler, üstün özellikler] göremez. Zira ezhan-ı nasın [insanların zihinleri, fikirleri, anlayışları] te’nisi [alıştırma] için esâlîb-i Arab‘ta [Arap Edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları] yenâbî-i ulûmu [ilimlerin kaynakları] isâle eden Tenzî’lin içinde, tenezzülât-ı İlâhiyye tabir olunan müraât-ı efhâm [anlayış derecelerine riayet etme, uygun davranma] ve ihtiram-ı hissiyat [duygulara, hislere saygı gösterme] ve mümaşat-ı ezhan [zihinlerle beraber yürüme, zihinlerle uyuşma] vardır.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki bu böyledir. Ehl-i tefsire [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar] lâzımdır: Kur’ân’ın hakkını bahş; ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâğatin [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tasdik ve sikkesi [mühür] olmayan bir şeyle Kur’ân’ı tevil etmesinler. Zira her hakikatten daha zâhir ve daha vâzıh [açık] tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, Kur’ân’ın mânâları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] ve sûret-i mânâsı dahi beliğane [belâgatli]

86

ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene ircâ [döndürme] ve teferruatı o menbaa ilhak [ekleme] etmeyen, Kur’ân’ın ifâ-i hakkında [hakkın yerine getirilmesi] mutaffifînden [ölçüde ve tartıda hile yapanlar, haksızlık edenler] oluyor. Bir-iki misal göstereceğiz; zira nazarı celb [çekme] eder.

BİRİNCİ MİSAL: وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا 1 Allahu â’lemu bimuradihi, [asıl maksadını en iyi bilen ancak Allah’tır] caizdir: İşaret olunan mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] böyle bir tasavvuru ima eder ki, sefine [gemi] gibi olan küre, bahr-i muhit-i havâinin [hava okyanusu; yıldızların, gezegenlerin içinde dolaştığı geniş feza [uzay] denizi] içinde tahtelbahir [denizaltı] bir gemisi; ve umman gibi fezada [uzay] direk veya demir gibi dağlarıyla irsâ [yere çakma, sabitleme, demir atma, sağlamlaştırma] ve ta’mid [direk yapma, direklerle destekleme] ederek havayla iştibak [birbirine geçme, ağ, örgü] ettiğinden, muvazeneti [karşılaştırma/denge] muhafaza olunmuştur. Demek, dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Saniyen: [ikinci olarak] İnkılâbât-ı dahiliyeden ihtizazat [sarsıntılar] o dağlarla iskât [susturma] olunurlar. Zira dağlar yerin mesâmâtı [gözenekler, pencereler] hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit, arz dağlarla teneffüs ettiğinden, gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Salisen: [üçüncü olarak] İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin [insan hayatı] direği dahi, menabi-i hayat [hayat kaynakları] olan mâ ve türab [toprak] ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır.

Halbuki, şu üç şerait-i hayatın [hayat şartları] kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal [dağlar] mehazin-i mâ [su mahzenleri, su depoları] olduğu gibi, cezb-i rutubet [nemi çekme] hasiyetiyle havaya meşşâta [tarak, tarayıcı; süzgeç, filtre] oluyor. Hararet ve bürudeti [soğukluk] tâdil ettiği gibi, havaya mahlût [karışmış, karışan] olan muzır [zararlı] gazların teressübüne [alçak, kâfir] ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi, toprağa da terahhum [acıma, şefkat etme] ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan [hükmetme, musallat olma] muhafaza eder.

87

Rabian: [dördüncü olarak] Belâğatçe [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] vech-i münâsebet ve müşâbehet budur: Faraza bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa, dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi [toprak katmanı] direkler üstüne serilip atılmış bedevî haymeler [çadır] gibi tahayyül [hayal etme] ederse ve münferit dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale [hayâlin tabiatı, yapısı] muhalefet olur mu? Faraza sen o silsileleri müstakil [bağımsız] dağlarla beraber sath-ı arza [yeryüzü] keyfiyet-i vaziyeti [duruş şekli] bir bedevî A’rabın [vatanı çöl olan ve medeniyetten uzak yaşayan Arap] karşısında tasvir tarzında tahayyül [hayal etme] ve tahyil [akla getirme, zihinde canlandırma] edersen, şöyle: “Bu silsileler Arab-ı bedeviyenin haymeleri [çadır] gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül [araya girme, içine karışma] etmiş” desen, Arapların hayalî olan uslûplarından uzak düşmüyorsun.

Hem de eğer vehimle bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden [sağlam yapılmış âlem sarayı] tecerrüd [sıyrılma] edip uzaktan hikmet dürbünüyle mehd-i beşer [insanın beşiği] olan yere ve sakf-ı merfû [yükseltilmiş dam, tavan] olan semaya temaşa edersen, sonra silsile-i cibalde [dağ silsilesi, sıra dağlar] temessül [belirme, görünme] ve etraf-ı semaya [semanın çevresi, tarafları, ufukları] temas eden daire-i ufukla [ufuk dairesi] mahdud [sınırlanmış] olan semayı, bir fustat [kıldan yapılmış büyük çadır] gibi yerin üstüne vaz’ [koyma, yerleştirme] ve cibal [dağlar] evtadıyla [direkler, kazıklar] rapt [bağlama] olunmuş bir çadır kubbesini [yarım küre şeklinde olan çatı] tahayyül [hayal etme] ve tevehhüm [kuruntu] edersen, müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] edemezler. Sekizinci Meselenin tenbihinde bir-iki misal daha gelecektir.

Yedinci Mesele

Kur’ân’da zikrolunan, دَحٰيهَا 1 ve سُطِحَتْ 2 ve فَرَشْنَاهَا 3 ve وَتَغْرُبُ الشَّمْسُ فِىعَيْنٍ حَمِئَةٍ 4 ve emsalleri gibi, bazı ehl-i zahir, [âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, [ifade, kelime] şekil mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler] tağlit-i ezhan [zihinleri yanıltma, zihinleri yanılgıya düşürme] için onlarla temessük [sarılma] ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izâm, âyâtın zamâirindeki serâirleri [yer, dünya] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eylemişlerdir. Bize hacet bırakmamışlar, fakat bir ders-i ibret [ibret dersi]

88

vermişler ve sermeşk [örnek] yazmışlar.

وَلٰكِنْ بَكُوا قَبْلِى فَهَيَّجُوا لِى الْبُكَۤاءَ * وَهَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبَكَۤائِى * 1

Malûmdur: Malûmu ilâm, bahusus [hususan, özellikle] müşâhed [görülen, seyredilen] olursa, abestir. Demek, içinde bir nokta-i garabet [hayret verici nokta] lâzımdır—ta onu abesiyetten [anlamsızlık] çıkarsın.

Eğer denilse: “Bakınız, nasıl arz, küreviyetiyle [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] beraber musattaha [düzeltilmiş, yayılmış] ve size mehd [beşik, yatak, döşek] olmuştur; denizin tasallutundan [hükmetme, musallat olma] kurtulmuş.” Veyahut “Nasıl şems, istikrarla [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] beraber tanzim-i maişetiniz [hayatın düzenlenmesi] için cereyan ediyor.” Veyahut “Nasıl binler seneyle uzak olan şems, ayn-ı hamiede [çamurlu çeşme] gurub [batış] ediyor.” Maânî-i âyât [âyetlerin mânâları, anlamları] kinayetten [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] sarahate [açıklık] çıkmış oluyor. Evet, şu garabet [gariplik, hayret vericilik] noktaları, belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] nükteleridir. [derin anlamlı söz]

Sekizinci Mesele

İşaret

Ehl-i zahiri [âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, [ifade, kelime] şekil mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler] hayse-beyse vartalarına [tehlike] atanlardan birisi, belki en birincisi, imkânâtı, vukuâta karıştırmak ve iltibas [karıştırma] etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlâhiyede [Allah’ın güç ve iktidarı] mümkündür. Hem ukûlümüzce [akıllar] azametine daha ziyade delâlet eder. Öyleyse bu vaki olmak gerektir.”

Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î [ferdî, küçük] aklınızla hüsn-ü küllîyi [bütün fertleri içine alan kapsamlı, şümul[kapsam] güzellik] ihata [herşeyi kuşatma] edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur!

Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir [kuruntu] ki, imkân-ı zâtî, [bir şeyin özünde mümkün olması] yakîn-i ilmîye [kesin ve sağlam bilgi]

89

münafidir. [aykırı] O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede [dış duyular vasıtasıyla herkes tarafından bilinen şeyler] tereddüt ettiklerinden, lâ edrî’lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki, mesleklerinde lâzım gelir: Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî [açık, aşikâr] şeylerde tereddüt edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür, Van Denizi düşâb [pekmez] ve Sübhan Dağı da şekerle örtülmüş bala inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etsin. Veyahut o ikisi, bazı arkadaşımız gibi küreviyetten [yuvarlaklık, dünyanın küre şeklinde olması] razı olmayarak sefere gittiklerinden, ayakları sürçerek umman-ı ademe [hiçlik, yokluk deryası] gitmeleri muhtemeldir. Öyleyse, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bakî olduklarını tasdik etmemek gerektir!

Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, [kesin hatlarıyla ortaya konulmuş] mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. [delil ve isbata ihtiyacı olmayacak şekilde açık olan şeyler] Eğer bu bedaheti [açık, âşikar, belirgin] inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye [dış duyular vasıtasıyla herkes tarafından bilinen şeyler] sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.

Dördüncü belâ ki, ehl-i zahiri [âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, [ifade, kelime] şekil mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] eder; imkân-ı vehmîyi, [vehim ve kuruntuyla bir şeyi mümkün görme, olabilir zannetme] imkân-ı aklî [aklen mümkün bilinen, aklen mümkün olma] ile iltibas [karıştırma] ettikleridir. Halbuki, imkân-ı vehmî, [vehim ve kuruntuyla bir şeyi mümkün görme, olabilir zannetme] esassız olan ırk-ı taklitten [taklit damarı; taklitçilik] tevellüdle [doğma] safsatayı tevlid [doğurma] ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki,” bir “İhtimal,” bir “şekke” yol açar. Bu imkân-ı vehmî, [vehim ve kuruntuyla bir şeyi mümkün görme, olabilir zannetme] galiben [çoğunlukla] muhakemesizlikten, [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] kalbin zaaf-ı âsâbından [sinirlerin zayıflığı, hastalığı] ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] adem-i tasavvurundan [düşünememe] ileri gelir. Halbuki, imkân-ı aklî [aklen mümkün bilinen, aklen mümkün olma] ise, vâcib ve mümteni [imkansız] olmayan bir maddede, vücut ve ademe bir delil-i kat’îye [kesin delil] dest-res olmayan [yetişme, ulaşma; br konuda delil vs. gelme, olma] bir emirde tereddüt etmektir. Eğer delilden neş’et [doğma] etmişse makbuldür; yoksa muteber değildir.

Bu imkân-ı vehmînin [vehim ve kuruntuyla bir şeyi mümkün görme, olabilir zannetme] ahkâmındandır [hükümler] ki, bazı vehhamlar [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] diyor: “Muhtemeldir,

90

burhanın [delil] gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl herbir şeyi derk [anlama, algılama] edemez. Aklımız da buna ihtimal verir.”

Evet, yok; belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni [belirleyici özellik] burhan [delil] üzerine gitmektir. Evet, akıl herbir şeyi tartamaz; fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın [görme] kabzasından [avuç] kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.

Tenbih

Ben “zahirperest[dış görünüşe ehemmiyet veren] ve “nazar-ı sathî [derine inmeyen, yüzeysel bakış] sahibi” tâbiriyle yad ettiğim ve tevbih [azarlama] ve tânif [şiddetle kınama] ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem, [zihnin muhatabı, fikren muhatap alınan kimse] ağleb-i halde [çoğunlukla; çoğu halde] ehl-i tefrit [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] olan ve cemâl-i İslâmı [İslâmın güzelliği] görmeyen ve nazar-ı sathiyle [yüzeysel bakış] uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. [din düşmanı] Fakat, bazan ehl-i ifrat [aşırılar; bir şeyin gereğinden daha çok, fazla olması gerektiğini savunanlar] olan, iyilik bilerek fenalık eden dinin cahil dostlarıdır.

Beşinci belâ: Ehl-i tefrit [doğru yolu reddedenler, doğru yolun gerisinde kalanlar] ve ifrat [aşırılık] olan biçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de, her mecazın her yerinde taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] bulunmak lâzımdır ki, mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ondan neşvünema [büyüyüp gelişme] bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ise, ziyasını tezyid [artırma, çoğaltma] eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; [akıl, beyin] elde ve ayakta aramak abestir.

Altıncı belâ: Nazarı tams [örtme, söndürme, silme] eden ve belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] setreden, [örtme] zahire olan kasr-ı nazardır. [dar görüşlülük] Demek, ne kadar akılda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meâli tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün [güzellik] ve belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, [mecaza ait işaret; bir sözün asıl mânâsının anlaşılmasına engel teşkil eden işaret] aklen hakikatin imtinâıdır. Halbuki, karine-i mânia, [bir kelimenin asıl mânâda anlaşılmasına engel olan nokta ki, o sözün mecaz [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] mânâda kullanıldığını gösterir] aklî olduğu gibi, hissî ve âdî

91

ve makamî, daha başka çok şeylerle de olabilir. Eğer istersen, Cennetü’l-Firdevs [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] gibi olan Delâilü’l-İ’câz’ın [deliller] iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin, o koca Abdülkahir, gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri [doğru yoldan sapan, şaşıran] yanına çekmiş, tevbih [azarlama] ve tekdir [azarlama] ediyor.

Yedinci belâ: Muarrefi [bilinen] münekker [bilinmeyen, bilinmez] eden biri de, hareke [Arapça harflerin nasıl okunacağını gösteren işaretler] gibi bir arazı, zâtiye [kendisinden olan, ilinti olmayan] ve eyniyeye [mekânsal (“Eyne?” Arapçada “Nerede?” mânâsına gelir ve yer ve mekân bu soru edatıyla sorulur.)] hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve [“O”, Allah] leh[sahibinden başkası, sahibinin kendi dışında; kendisi için olmayan] olan vasf-ı cârîyi [mütedavil olan özellik, yürürlükte olan nitelik] inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat [hakikat güneşi] tarz-ı cereyanından [akış tarzı, hareket tarzı] çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arapların uslûplarına hiç nazar etmemişlerdir ki, nasıl diyorlar: “Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden mufarakat [ayrılık] eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu, ilh...” [(ilâ âhir) sonuna kadar] Miftah-ı Sekkâkî’de beyan olunduğu gibi, pek çok yerlerde san’at-ı beyaniyeden [beyân ilmi ile ilgili san’at (beyân] olan kalb-i hayali, [hayâlin, gerçekte carî olan şeyleri tersine çevirmesi] esrar-ı beyaniye [beyân ilminin sırları; söze sırlar katmak] için istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmektedirler. Bu ise, deveran sırrıyla mağlâta-i vehmiye [vehmin yanlışı doğru göstermesi, olmayan bir şeyi varmış gibi tasvir etmesi] üzerine müesses [kurulmuş] bir letafet-i beyaniyedir. [beyan ilmine ait güzellik ve şirin özellik]

Şimdi sermeşk [örnek] olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzerine işleyesin. Şöyle:

وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 1* وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا * 2

Şu iki âyet gayet şâyân-ı dikkattirler. [dikkate değer] Zira zahire cümud, [katılık, sertlik] belâğatin [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hakkını cühud [bilerek inkâr etme] demektir. Zira birinci âyette olan istiâre-i bedia [güzel istiâre; daha önce eşine, benzerine rastlanmamış şekilde bir kelime veya cümleyi asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanma sanatı] o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu [katılık, sertlik] eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk [şimşek] gibi yırtar. İkinci âyette belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] o kadar müstakar [istikrarlı, sabit ve sakin] ve muhkem [değiştirilemez] ve parlaktır ki, seyri için güneşi

92

durdurur. Evvelki âyet, قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ 1 naziresidir. [benzer] O da onun gibi bir istiâre-i bedia[güzel istiâre; daha önce eşine, benzerine rastlanmamış şekilde bir kelime veya cümleyi asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanma sanatı] tazammun [içerme, içine alma] eylemiştir. Şöyle ki:

Cennetin evânîleri şîşe [lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca] olmadığı gibi, gümüş dahi değildir. Belki şîşenin [lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca] gümüşe olan mübayeneti, bir istiâre-i bedianın [güzel istiâre; daha önce eşine, benzerine rastlanmamış şekilde bir kelime veya cümleyi asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanma sanatı] karinesidir. [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] Demek şîşe [lâmbaya geçirilen sırça, camdan yapılmış küçük baca] şeffafiyetiyle, [şeffaflık] fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki, Sâni-i Rahmân bu âleme göndermiş, tâ nefis ve mallarıyla Cennete müşteri olanların rağabatını [rağbetler, gösterilen ilgiler] tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] ve iştahlarını [şiddetli istek, arzu] açsın.

Aynen bunun gibi, مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ 2 bir istiâre-i bedia [güzel istiâre; daha önce eşine, benzerine rastlanmamış şekilde bir kelime veya cümleyi asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanma sanatı] ondan takattur ediyor. O istiârenin zemini ise, zemin ve âsuman [gökyüzü] mabeyninde [ara] hükm-ü hayalle tasavvur olunan müsabakat [müsabakalar, yarışmalar] ve rekabetin tahayyülü [hayal etme] üzerine müessestir. [kurulmuş] Mezraası [tarla] şöyledir ki, zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm [yayılma, genelleşme] eden dağlarıyla ve rengârenk besâtîniyle süslendiği gibi, güya ona rekabeten ve inaden, âsuman [gökyüzü] dahi cibâl [dağlar] ve besâtîni andıran rengârenkle teşekkül [kendi kendine oluşma] eden ve dağlara nazireler [benzer] yapmak için, parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar, sefineler, [gemi] veyahut dağlar, veyahut develer, veyahut bostan ve dereler denilse, teşbihte hatâ edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin [gezegen] çobanı ra’ddır. [gök gürültüsü] Kamçı gibi, berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O musahhar [boyun eğdirilmiş] sâbihalar ise, o bahr-i muhit-i havâîde [hava denizi] seyir ve cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını [atomlar] ra’d [gök gürültüsü] ile silâh başına davet ettiği gibi, “Rahat olun” emriyle herkes yerine gider, gizlenir.

Evet, çok defa bulut dağın libasını [elbise] giydiği gibi, heykeliyle teşekkül [kendi kendine oluşma] etmekle beraber, bered ve kar’ın beyazıyla televvün ve rutubet ve burudetiyle [soğukluk] tekeyyüf

93

eder. Öyleyse, bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet [kardeşlik] ve mübadeleti, [değiş tokuş] Kur’ân’ın çok yerleri gösterir. Zira bazan onu, onun libasında [elbise] ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzîl‘in [Kur’ân-ı Kerim (Kur’ân-ı Kerim 23 yılda bölüm bölüm indirildiği için “indirilen, parça parça indirilmiş” anlamına gelen Tenzîl ismi verilmiştir)] pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] bir sahifesi olan zeminde muânaka [birbirine sarılma, sarmaş dolaş olma] ve musafahaları [el sıkışma, kucaklaşma] şahittir. Zira umman-ı havada [hava deryası] iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz [demir atan, demir atmış, iyice yerleşmiş] olduklarını görüyoruz.

İkinci âyet: وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1 Evet, تَجْرِى 2 bir üslûba işaret ettiği gibi, لِمُسْتَقَرٍّ 3 dahi bir hakikati telvîh eder. Demek câizdir ki; تَجْرِى lâfzıyla [ifade, kelime] şöyle bir uslûba işaret olsun. Şöyle:

Şems, demiri altından yapılmış mühezzeb, [terbiye edilmiş, düzeltilmiş] müzehheb, [altından yapılmış; altın suyu ile süslenmiş, yaldızlanmış] zırhlı bir sefine [gemi] gibi esîrden olan ve “mevc-i mekfûf[dalgaları karar kılmış, sabitleşmiş, durgunlaşmış] tâbir olunan umman-ı semada [sema, gökyüzü deryası] seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan [gerçi] müstakarrında [istikrarlı, sabit ve sakin] lenger-endazdır. [demir atan, demir atmış, iyice yerleşmiş] Lâkin o bahr-i semada [gökyüzü denizi] o zeheb-i zâib [eriyen altın] cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî [birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti] ve tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve tefhim [anlatma] için mürâat [gözetme, yerine getirme] ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] olunan nazar-ı hissî [hissî, maddî bakış] iledir. Fakat hakikî iki cereyanı vardır. Olmazsa da olur. Zira maksat beyan-ı intizamdır. [intizamın anlatılması] Esâlîb-i Arab‘ta [Arap Edebiyatında kullanılan üsluplar, ifade ve anlatım tarzları, Arap kelâmının kalıpları] olduğu gibi tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ise veya zâtî ise, nizamın nokta-i nazarında [bakış açısı] birdir.

Saniyen: [ikinci olarak] Şems müstakarrında, [istikrarlı, sabit ve sakin] mihveri üzerinde müteharrik [hareket eden] olduğundan, o erimiş altın gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye [gerçek hareket] evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zembereğidir.

94

Salisen: [üçüncü olarak] Şemsin müstakar[istikrarlı, sabit ve sakin] denilen tahtırevanıyla [deve, fil, at vb. hayvanlara yüklenerek veya omuzlarda taşınan üstü örtülü taşıma aracı] ve seyyarat [gezegenler] denilen asakir-i seyyaresiyle [gezegen denen askerler] göçüp sahrâ-yı âlemde [kâinat çölü] seyr ü seferi, [gidiş-geliş] mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] görünüyor. Zira kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] herşeyi hayy [diri, canlı] ve müteharrik [hareket eden] kılmıştır ve sükûn-u mutlakla [mutlak hareketsizlik, durgunluk] hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin [ölüm] biraderi ve ademin ammizadesi [amca oğlu] olan atâlet-i mutlakla, [mutlak tembellik, işsizlik] rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyleyse, şems de hürdür. Kanun-u İlâhiye [İlâhî kanun, İlâhî irade] itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet, şems, emr-i İlâhîye [Allah’ın emri] temessül [belirme, görünme] eden ve herbir hareketini meşiet-i İlâhiyeye [Allah’ın dilemesi] tatbik eden bir çöl paşasıdır.

Evet, cereyan hakikî ve zâtî olduğu gibi arazî [birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti] ve hissî de olabilir. Nasıl hakikîdir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı تَجْرِى 1 ‘dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine [hayat düğümü] telvih eden lâfız [ifade, kelime] لِمُسْتَقَرٍّ 2 dir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Maksad-ı İlâhîsi, [Allah’ın maksadı, hedefi] nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise, şems gibi parlıyor. كُلِ الْعَسَلَ وَلاَ تَسَلْ 3 kaidesine binaen, nizamı intaç [netice verme] eden harekete şems veyahut deveran-ı arz, [dünyanın dönüşü] hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için, sebeb-i aslînin [gerçek sebep] taharrîsine [araştırma] mecbur değiliz. Meselâ, قَالَ ‘nin elif’iyle hıffet [hafiflik; kolaylık] hâsıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.

95

İşaret

Bu tasviratla [tasvirler, anlatımlar] beraber, hiss-i zahire [görünen varlık ve hadiselere göre hüküm veren hisler] istinaden, zahir, mutaassıbane [taassup göstererek, tutucu davranarak] bir cümud-u bâridi göstermek, [aşırı katı, soğuk tutum göstermek] nasıl ki belâğatin [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hararet ve letafetine [güzellik, hoşluk] münafidir. [aykırı] Öyle de, delil-i Sâni [herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah’ın delili] olan nizam-ı âlemin [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] esası olan hikmetullahın [Allah’ın hikmeti] şahidi olan istihsan-ı aklîye [akıl tarafından beğenilme, güzel bulunma] cârih [şahitliği reddeden, yaralayan] ve muhaliftir. Şöyle:

Meselâ, Sübhan Dağına çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih [yönelen] olsan ve istesen ki, Sübhan senin cihât-ı erbaana [sağ, sol, ön, arka, dört yön, ana yönler] mukabil gelse, veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün. Bu tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye [hareket şekli, hareket konumu ve pozisyonu] ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi [büyük cisim] seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi [geniş ve büyük daire] kat etmesini tahayyül [hayal etme] veya teklif etmek gibi gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete [anlamsızlık] acip bir misali nizam-ı âleme [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir. Şimdi insafla, nazar-ı hakikatle [gerçek, doğru bakış] bu taassub-u barideye [katı, soğuk taassup] [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] bak: Nasıl istikra-i tâmmın [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak nitelikleri tesbit edip genel bir sonuç çıkarma; tümevarım, endüksiyon] şehadetiyle sabit olan bir hakikat-i bâhireye [ap açık hakikat, gerçek] muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ediyor. O hakikat ise budur:

Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] kısa ve müstakim [doğru ve düzgün] yolu terk etmez. Uzun ve müteassif [doğru yoldan sapan, şaşıran] yolu ihtiyar etmez. Öyleyse, acaba istikrâ-i tâmmın [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] mecaza karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden câiz olmasın?

Tenbih

Eğer istersen Mukaddemata [evvel, önce] gir. Birinci Mukaddemeyi, [evvel, önce] suğrâ [küçük] ve Üçüncü Mukaddemeyi [evvel, önce] kübrâ [büyük] yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin [âyet ve hadislerin sadece lâfızlarına, [ifade, kelime] şekil mânâlarına göre tefsir yapıp hüküm veren âlimler] zihinlerini teşviş [karıştırma, karmakarışık etme]

96

eden, felsefe-i Yunaniyeye [Yunan felsefesi] incizaplarıdır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Hattâ o felsefeye fehm-i âyette [âyetin anlaşılması, idrak edilmesi] bir esas-ı müselleme [doğruluğu şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz kabul edilen temel esas] nazarıyla bakıyorlar. Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, [felsefenin bakır paraları, kuruşları; felsefenin kıymetsiz malları] cevher-i hakikatten [hakikatin cevheri, özü] temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî [yüce] olan o zât-ı nakkad, Kürtçe demiş ki: عَناَصِرْ جِهَارِنْ زِوَانِنْ مَلَكْ 1 Halbuki, bu sözle hükemanın [âlimler, filozoflar] mezhebi olan ki, “Melâike-i kiram [aziz, şeref ve kerem sahibi melekler] maddeden mücerreddirler” [bekar] red yolunda tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor ki, “Melâike-i kiram [aziz, şeref ve kerem sahibi melekler] anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] mahlûk ecsam-ı nurâniyedirler.” [nurlu cisimler] Onlar fehmetmişler ki, anasır [unsurlar, elementler] dört oldukları İslâmiyettendir. Acaba?.. Dörtlüğü ve unsuriyeti [ırkçılık] ve besateti, [basitlik, sadelik] hükema [âlimler, filozoflar] ıstılahatından [her hangi bir ilme ait kelimeler, tabirler, terimler] ve müzahref [pislik, kof, süprüntü] olan ulûm-u tabiiyenin [tabiî bilimler, fen ilimleri] esaslarındandır. Hiç usul-ü İslâmiyeye [İslâm’ın esasları, temelleri] taallûkları yoktur. Belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. [hüküm, önerme]

Evet, dine teması olan herşey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyetle imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] eden herbir madde İslâmiyetin anâsırından [kâinattaki unsurlar, elementler] olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyetin [İslâmiyetin esası] hâsiyetini [özellik] bilmemek demektir. Zira Kitap ve sünnet ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve kıyas olan anasır-ı erbaa-i İslâmiye, [İslâmî dört temel unsur (kitap, sünnet, icma, [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] kıyas)] böyle maddeleri terkip [birleşim, sentez] ve tevlit [doğurma] etmez.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Unsuriyet [ırkçılık] ve besatet [basitlik, sadelik] ve erbaiyet, [dörtlük, dörtlü oluş] felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden [arınmış, duru kaynak] değildir. Fakat felsefenin yanlışı seleflerimizin [önce gelen, önceki, yerine geçilen] lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih [bir şeye yüklenilen doğru ve sağlam mânâ, hüküm] bulmuştur. Zira selef [önce gelen, önceki, yerine geçilen] “Dörttür” dediklerinden murat, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi [organik cisimler, organlara ait cisimler] teşkil eden müvellidülmâ[hidrojen] ve müvellidülhumuza [oksijen] ve azot ve karbon, yine dörttür.

97

Eğer hür fikirsen, bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı [zihinler] esaretle sefalete atmıştır. Aferin hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] himmetine [ciddi gayret] ki, o müstebid [baskıcı, despot] hikmet-i Yunaniyeyi [Yunan felsefesi] dört duvarıyla zîr-ü zeber [altüst, karmakarışık, darmadağın] etmiştir. Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i’câzının miftahı [anahtar] ve esrar-ı belâğatın [belâgat sırları (Kur’ân’ın belâgat sırlarını açan mu’cizeliğini ispat eden Abdülkahir Cürcânî’nin belâgat ilmine dair eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] keşşafı, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa, felsefe-i Yunaniyenin [Yunan felsefesi] destgâhından [iş yeri] değildir.

Ey birader! Vaktâ [ne vakit] ki keşf-i esrar [sırları keşfetme, incelikleri meydana çıkarma] merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik, seni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsuru’l-Belâğat ve i’câzın [mu’cize oluş] miftahı [anahtar] olan İkinci Makalenin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlâk-ı uslûbu [üslubun kapalılığı; ifade tarzının kapalı oluşu, anlaşılmasının zorluğu] ve içinde cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olan mesailin [meseleler] elbiselerinin perişaniyeti seni temaşasından müteneffir etmesin. [nefret ettirme] Zira iğlâk [kapalı olma] eden, mânâsındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve ziynet-i zahiriyeden [dış görünüşün süslenmesi, ziynetlenmesi] müstağnî [çok uzak ve arınmış] eden, mânâsındaki cemâl-i zâtiyesidir. [Allah’ın Zâtının güzelliği]

Evet, nazlanan ve istiğna [ihtiyaç duymama] gösteren nazeninlerin [ince, duyarlı] mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. [kalbin siyah noktası; kalpteki basiret ve idrak merkezi, İlâhî aşkın tecelli ettiği yer] Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Şarkî Anadolu [Doğu Anadolu] mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan, alaturka terziliğe [rezil ve alçak gösterme] alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyanı, [açıklama tarzı] şahsın timsal-i şahsiyetidir. [şahsiyetin heykeli; kişiliğin yansıması, görüntüsü] Ben ise, gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil [zor] bir muammâyım.

تَمَّ تَمَّ * 1