ŞUÂLAR – Dördüncü Şuâ (94-131)

94

Dördüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 Mânen ve rütbeten Beşinci Lem’a [parıltı] ve sureten [görünüş itibarıyla] ve makamen [makam yönünden] Otuz Birinci Mektubun Otuz Birinci Lem’asının [parıltı] kıymettar Dördüncü Şuâı ve Âyet-i Hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] mühim bir nüktesidir. [derin anlamlı söz]

 İHTAR: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak, başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf [açığa çıkma] eder. Hususan bu risalede Birinci Mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî [bir mesele hakkında hislerle düşünme] ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî [imânı temel alarak yapılan uygulama] ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî [kalpten konuşma] suretinde, mütenevvi [çeşit çeşit] ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez…

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

Bir zaman ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni herşeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan [üzülme, etkilenme] gelen beş nevi hastalıklara giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuştum.

Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve medet edici envarına [nurlar] bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve şedit [çok şiddetli] bir muhabbet-i vücut [var olma sevgisi] ve büyük bir iştiyak-ı hayat [hayatı aşk derecesinde istemek] ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena o bekàyı söndürüyor. O hâletimde [durum] yanık bir şairin dediği gibi dedim:

95

Dîl [gönül] bekàsı, Hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir [insan vücudu] devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.

Meyusâne [ümitsiz] başımı eğdim. Birden حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] sûretinde inkişaf [açığa çıkma] eden çok kıymettar envârından [nurlar] bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen [kısaca, özet olarak] yazıp, eskiden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile değil, belki ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bilinen tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale ediyorum.

BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Bendeki aşk-ı bekà, [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub [sevimli/sevgili] olan kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] sahibi Zât-ı Zülkemâlin [sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah] ve Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] bir isminin bir cilvesinin mâhiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] varlığına ve kemâline ve bekàsına müteveccih [yönelen] olan muhabbet-i fıtriye, [yaratılıştan var olan muhabbet, sevgi] gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekàsına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] zevkettim ki, bekàmın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin [sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah] bekàsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna imanımda ve iz’ânımda [kesin şekilde inanma] ve îkanımda [delil ve ispat üzerine inanma] vardır. Çünkü Onun bekàsıyla benim için lâyemut [ölümsüz] bir hakikat tahakkuk [gerçekleşme] eder. Zira “Benim mâhiyetim hem bâki, hem sermedî [daimi, sürekli] bir ismin gölgesi olur; daha ölmez” diye şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile takarrur [karar bulma] eder.

Hem o şuur-u imanla [iman şuuru, bilinci] mahbub-u mutlak [sonsuz sevgili] olan Kemâl-i Mutlakın [her yönüyle mükemmel olma] varlığı bilinmekle, şedit [çok şiddetli] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olan muhabbet-i Zâtî [Allah’ın kendi Zâtına karşı duyulan sevgi] tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedînin [varlığı sonsuz ve sürekli olan Allah]

96

bekàsına ve varlığına ait o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile kâinatın ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bilinir ve bulunur. Ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] karşı fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meftuniyet, [düşkünlük] hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile o Bâki-i Sermedîye [varlığı sonsuz ve sürekli olan Allah] bir intisap [bağlanma] ve o intisabın [bağlanma, mensup olma] imanıyla umum mülküne bir münasebet peydâ olur. Ve o münasebet-i intisabî [bağlanmaya dayalı ilişki] ile, hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet [sahiplik] gibi iman gözüyle bakar, mânen istifade eder.

Hem şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile ve intisap [bağlanma] ve münasebetle umum mevcudata [var edilenler, varlıklar] bir alâka, bir nevi ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] peydâ olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden [şahsî varlık] başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ve intisap [bağlanma] ve münasebet ve alâka ve ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk teskin edilir.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ve intisap [bağlanma] ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemâlâta [kemâl sahibi olgun kimseler] karşı bir uhuvvet [kardeşlik] peydâ olur. O halde Bâki-i Sermedînin [varlığı sonsuz ve sürekli olan Allah] varlığıyla ve bekàsıyla o hadsiz ehl-i kemâl [kemâl sahibi olgun kimseler] mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] merbut [bağlı] ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekàları ve devam-ı kemâlâtı [mükemmel özelliklerin devamı] o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] sahibine ulvî bir zevk verir.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ve intisap [bağlanma] ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet [kardeşlik] vasıtasıyla bütün dostlarımın—ki hayatımı ve bekàmı maalmemnuniye [memnuniyetle] onların saadetleri için feda ediyorum—onların mes’udiyetleri [mutluluk] ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm. Çünkü, bir samimi dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemâlin [sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah] bekàsı ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve âl ve ashabı olarak, umum sâdâtım [seyyidler; Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] ve ahbabım olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye [sürekli devam eden mutluluk] mazhariyetlerini o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci]

97

ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, [kardeşlik] dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikâs [yansıma] edip saadetlendirdiğini zevk ettim.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile, rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i akraba [akrabaya karşı duyulan şefkat] yüzünden gelen hadsiz teellümattan [elem çekme] kurtulup hadsiz bir zevk-i ruhanî [ruhun aldığı zevk] duydum. Çünkü, hayatımı ve bekàmı maaliftihar [iftiharla, memnuniyetle] onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] arzu ettiğim, başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî [aynı nesilden olma] ve nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] ve mânevî akrabalarım, Bâkî-i Hakikînin [gerçek anlamda sonsuzluğun tek sahibi olan Allah] bekàsı ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile hissettim. Ve medar-ı gam [keder, acı sebebi] ve elem olan cüz’î [ferdî, küçük] ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin [çocuk] lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi, ben de o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla [kurtuluş] ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile, netice-i hayatım [hayatın neticesi, gayesi] ve sebeb-i saadetim [mutluluk sebebi] ve vazife-i fıtratım [yaratılış görevi] olan Resâil-i Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve mânen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar, bâki kalmalarını o intisab-ı imanî [iman ile Allah’a bağlanma] ile bildim, hissettim, kanaat getirdim; kendi bekàmın lezzetinden çok ziyade bir mânevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünkü, iman ettim ki, Bâkî-i Zülkemâlin bekàsı ve varlığıyla, Resâilü’n-Nur [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] yalnız insanların hafızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor. Belki, hadsiz zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkatın ve ruhânîlerin bir mütalâagâhları olmakla beraber, rıza-i İlâhîye [Allah rızası] mazhar [erişme, nail olma] ise, Levh-i Mahfuzda [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] ve elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] irtisam [resmedilme] ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’ân’a mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kabul etmesi] ve inşaallah [Allah dilerse] marzî-i İlâhî [Allah’ın razı olduğu şey] cihetiyle bir anda

98

vücudu ve nazar-ı Rabbâniyeye [her bir varlığı terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın bakışı] mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] takdirinden daha ziyade kıymettar bildim.

İşte hayatımı ve bekàmı o resâilin [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] hakaik-ı imaniyeyi ispat eden herbir risalenin bekàsına, devamına, ifadesine, makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] feda etmeye her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ân’a hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde, bekà-i İlâhî [Allah’ın varlığının sürekli ve kalıcı olması] ile, yüz derece insanların tahsinlerinden [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî [iman ile Allah’a bağlanma] ile anladım. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim.

Hem o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile, ebedî bir bekà ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve varlığı kalıcı ve devamlı olan Allah] bekàsına ve vücuduna iman ve imanın a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekànın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu bekà-i dünyevînin [dünya hayatında devamlılık, uzun ömür] kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Onun bekàsı bize yeter” dedim.

Hem şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ve intisab-ı ubudiyetle [kulluk bağı] toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türâbiye [toprak tabakası] dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi adem-âlûd [yoklukla karışık] karanlıklar olmadığını ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] ile hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekà, [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] Bâki-i Zülkemâlin [sınırsız mükemmellik sahibi ve varlığı devamlı ve kalıcı olan Allah] bekàsına, varlığına iki cihetle bakarken, enâniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış,

99

âyinesine perestiş [aşırı derece sevme] etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekà, [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş [aşırı derece sevme] edilen kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekà[devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] vermiş. Ve muhabbet için hiçbir illet [asıl sebep] ve hiçbir garazı ve Zâtından başka hiçbir sebep iktiza [bir şeyin gereği] etmeyen kemâl-i Zâtı [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] perestişe [aşırı derece sevme] kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] iken, sâbıkan [önceki, geçmiş] beyan ettiğimiz ve herbirisine bir hayat ve bir bekà değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye [dünya hayatı] ve bekà feda edilmeye lâyık olan mezkûr [adı geçen] bâki meyveleri dahi ihsan [bağış] etmekle, o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi bütün zerrât-ı vücûdumla [bedeni oluşturan zerreler, atomlar] حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekàsını arayan ve bekà-yı İlâhîyi [Allah’ın varlığının devamlı ve kalcı olması] bulan o şuur-u imanî—ki [iman şuuru, bilinci] bir kısım meyvelerine sâbıkan [önceki, geçmiş] “Hem… Hem… Hem”ler ile işaret ettim—bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.

İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] desiseleriyle, [hile, aldatma] casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda [ân, zaman] kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad [dayanak noktası] yok mu?” diye حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki:

“İntisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] öyle bir Sultana istinad edersin ki, zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] nebatat [bitkiler] ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] vermekle beraber, her

100

sene eşcar [ağaçlar] ve tuyur [kuşlar] denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar [elbise] giydirir, urbalarını [bir tür elbise] ve formalarını [kitabın bir parçası] değiştirir; ve tavuğun ve kuşun fistanlarını [bir tür elbise] ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını [elbise] ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesaire taamların hülâsaları [esas, öz] gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan [esas, öz] daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara [esas, öz] koyup ve o hülâsaları [esas, öz] dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına [genişleme, yayılma] dair kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] târifeleri içine sarıp, muhafaza için küçücük sandukçalara [küçük sandık] koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı kâf-nûn [Arap alfabesinde yer alan iki harften oluşan ve Allah’ın varlıkları dilediği şekilde yaratmasını ifade eden “kün”, yani “ol” emri] fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’ân der: ‘Bir emirle yapılır.’ Hem o umum hülâsalar [esas, öz] bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzâk-ı Kerîm [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi [çeşit çeşit] ve leziz taamlar zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî [iman ile Allah’a bağlanma] tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.”

Ben de, âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî [imandan kaynaklanan güç] hissederek bütün ruhumla حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki:

“Sen memlûkiyet [Allah’ın kulu olma] ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] intisabıyla [bağlanma, mensup olma] öyle bir Mâlik-i Kerîme [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] mensup ve iaşe defterinde mukayyetsin [kayıt altında, bağlı] ki, her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten, umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin [süsleme] eder, serer. Güya zamanın seneleri ve

101

her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan [bağış] meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzâk-ı Rahîmin [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. [sergi] İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlakın [sınırsız zenginliğe sahip olan Allah] abdisin. Abdiyetine [kulluk] şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha [arzu, istek] olur.”

Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur” deyip mütevekkilâne [Allah’a güvenip ve Onu vekil kabul eder bir şekilde] حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzet [aday] olduğumu iman telkin ettiği hengâmda [ân, zaman] “of, of”tan vazgeçtim “oh, oh” dedim. Fakat bu gaye-i hayal [hayal edilen gaye] ve hedef-i ruh [ruhun hedefi] ve netice-i fıtratın [yaratılış neticesi] tahakkuku [gerçekleşme] ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını [durgunluklar, hareketsiz olmalar] ve ahvâl [haller] ve a’mallerini [ameller, fiiller] kavlen [söz] ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak [güçsüzlüğü sınırsız olan] olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını [açığa çıkma] ve kalbin itmi’nanını [huzur bulma] veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: ” حَسْبُنَا 2daki نَا 3 ya dikkat edip seninle beraber lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile kimler حَسْبُنَا ‘yı söylüyorlar, dinle” emretti.

102

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, [bitki] yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal [beden dili] ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 in mânâsını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini [hayat şartları] tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli [benzer] gibi katreler [damla] ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih [benzer] çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın [bitki] yüz bin nev’ini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, [karıştırmadan] süslü, mizanlı, [ölçü] intizamlı, birbirinden ayrı, fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar, kudretinin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete [Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili] ve bir tasarruf-u hallâkıyete [Allah’ın varlıkları istediği şekilde yaratma faaliyeti] müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.

Sonra حَسْبُنَا 2 daki نَا 3 da bulunan ene’ye, yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim [kaynak] olan bir katre [damla] sudan yaratan yaratmış, mu’cizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, [akıl, beyin] sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ [akıl, beyin] ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar [biriktirme, depolama] edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri [hediye, bağış, ihsan] [bağış] tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, [ölçü] ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.

103

Hem kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu mânevî lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] ve bâtınî hâsseleri [özel; bir ferde delâlet eden söz] bu cismimde derc [yerleştirme] etmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevârihi [organlar] ve hayat-ı insaniyece [insan hayatı] gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar âzâ ve âletleri bu vücudumda kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas [hissettirme] etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmâsının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücûdumu, her mü’minin vücudu gibi kâinata bir güzel takvim [program] ve rûznâme [günlük, olayların zaman sırasına göre yazıldığı defter, takvim] [program] ve âlem-i ekbere [en büyük âlem] muhtasar [kısa] bir nüsha-i enver [en nurlu nüsha, kopya] ve şu dünyaya bir misal-i musağğar [küçültülmüş nümune] ve masnuatına [san’at eseri] bir mu’cize-i azhar [çok zahir ve açık mu’cize] ve nimetlerinin her nev’ine talip bir müşteri ve medar [kaynak, dayanak] ve rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar [erişme, nail olma] ve hikmet ve rahmet atiyelerine [hediye, bağış, ihsan] [bağış] ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabât-ı Sübhâniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum [varlık nimeti] âlem-i şehadet [görünen alem] kadar inbisat [genişleme, yayılma] edebiliyor.

Hem insaniyeti verdi. O insaniyetle o nimet-i vücut mânevî ve maddî âlemlerde inkişaf [açığa çıkma] ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.

Hem İslâmiyeti bana ihsan [bağış] etti. O İslâmiyetle o nimet-i vücut âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve şehadet kadar genişlendi.

Hem iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] in’âm [nimet verme] etti. O imanla o nimet-i vücud, [varlık nimeti] dünya ve âhireti içine aldı.

Hem o imanda mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve muhabbetini verdi. Ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve muhabbetle o

104

nimet-i vücut içinde daire-i mümkinattan [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] âlem-i vücuba [Allah’ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem] ve daire-i esmâ-i İlâhiyeye [Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecellî ettiği daire] kadar hamd ü senâ ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan [bağış] etti.

Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye [imana dayalı hikmet ilmi] verdi. Ve o ihsanıyla [bağış] çok mahlûkat üstüne bir tefevvuk [üstün gelme] verdi.

Ve sâbık [önceki, geçmiş] noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet [kapsayıcılık] vermiş ki, ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve samediyetine [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] tam bir âyine [ayna] ve küllî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] geniş ve küllî bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilen bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] vermiş. Ve enbiyalarla [nebiler, peygamberler] insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve fermanların icmâıyla ve bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ittifakıyla bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi—âyet-i Kur’âniyenin nassıyla—benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi olmasın. Ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti vereceğini kat’î bir surette çok tekrarla vaad ve ahdettiğini [söz, vaad] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve tam iman ile anladım.

Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın [bitki] yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini, Fettah [fetheden, açan] ismiyle, mahdut [sınırlanmış] ve müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] katrelerden [damla] ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ehemmiyetli işlerine medar [kaynak, dayanak] yapan bir Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve’l-İkram olan Rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cenneti ihsan [bağış] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] halk edeceğini bu Âyet-i Hasbiyeden [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] ders aldım. Elimden

105

gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, [niyet ederek] bittasavvur, [tasavvur ederek, zihinde şekillendirerek] bilhayal, [hayal ederek] bütün mahlûkat dilleriyle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim ve ebedü’l-âbidîn [sonsuzların sonsuzu] daima tekrar etmek istiyorum.

DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlûbiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetli alâkadar ve meftun [aşık] olduğum vücudum, belki mahlûkatın vücutları ademe gidiyor diye, elîm bir endişe verirken, yine Âyet-i Hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Mânama dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi [aynası] ve nihayetsiz bir inbisatla [genişleme, yayılma] hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, bâki, müteaddit [bir çok] vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet [hikmet ifade eden kelime] hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim.

Çünkü, şuur-u imanla [iman şuuru, bilinci] bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz mufarakat [ayrılık] ve firakların [ayrılık] elemlerinden kurtulup mevcudata, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayatlara [canlı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ef’âlde, [fiiler, davranışlar] esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet [kardeşlik] rabıtalarıyla [bağ] münasebet peydâ ettiğim bütün sevdiğim mevcudata [var edilenler, varlıklar] muvakkat [geçici] bir firak [ayrılık] içinde daimî bir visâl [kavuşma] var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri [köy] ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları [bağ] bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet [kardeşlik] ve dostâne bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan [bağ] mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azap çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi [sohbet eden, arkadaş] ve nâzırı

106

olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları [ayrılık] hissedecek.

İşte imanla, imandaki intisapla, [bağlanma] her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız [ayrılık] envârını [nurlar] kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber, Yirmi Dördüncü Mektup’ta tafsilen kat’î ispat edildiği gibi, her zîhayatın, [canlı] hususan zîruhun [ruh sahibi] vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücutları sayılan hem mânâsı, hem hüviyet-i misaliyesi [bir şeyin yansıyan kimliği] ve sûreti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücutlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen öyle de, bu vücudum ve her zîhayatın [canlı] vücudu, zâhirî vücuttan gitse, zîruh [ruh sahibi] ise hem ruhunu, hem mânâsını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin [şahsî mahiyet ve asıl kişilik] dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, [meyve] hem hüviyet ve suretini hafızalarda ve elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] ve sermedî [daimi, sürekli] manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin [Allah’ın herşeyi ve bütün zamanları kuşatan sonsuz ilmi] meşherlerinde [sergi] ve kendini temsil eden ve bekà veren fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] tesbihatını defter-i a’mâlinde [amel defteri] ve esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvelerine ve mukteziyatlarına [bir şeyin gerekli neticeleri] fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] mukabelelerini [karşılama; karşılık verme] ve vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] âyinedarlıklarını [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] daire-i esmâda [Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli ettiği daire] ve daha bunlar gibi zâhirî vücudundan daha kıymettar müteaddit [bir çok] mânevî vücutlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] sûretinde bildim.

İşte iman ve imandaki şuur ve intisapla [bağlanma] bu mezkûr [adı geçen] bâki, mânevî vücutlara sahip olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücutlardan mahrum olmakla beraber, zâhirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zâyi olur.

Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nâzeninlere [ince, narin, duyarlı] acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye [iman gerçeği] gösterdi ki, o çiçekler âlem-i mânâda [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] çekirdeklerdir. Sâbıkan [önceki, geçmiş] beyan ettiğimiz, ruhtan başka bütün o vücutları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde

107

nur-u vücut [varlık nuru] noktasında kazançları bire yüzdür. Zâhirî vücutları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-i nev’iyesinin [türün temel özelliği, hakikati] tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] bu bahardakinin mislidirler. [benzer] Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddit [bir çok] mânâları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Maşallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim.

İşte, imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, [bağ] Arz ve Semâvât San’atkârına [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] intisap [bağlanma] noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahlûklarla [varlıklar] yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] eser-i san’atı [san’at eseri] ve böyle hadsiz harikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymettar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semâvât ve arzın [gökler ve yer] büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehap [seçilmiş] ve mükemmel bir hülâsa [esas, öz] yapsa, o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir kıymete medar [kaynak, dayanak] ve iman ile mazhar [erişme, nail olma] ve şuur ve intisap [bağlanma] ile o şerefe sahip olacağını bu âyetten ders aldığımdan niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] dilleriyle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim.

BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Yine bir vakit hayatım çok ağır şeraitle sarsıldı, nazar-ı dikkatimi [dikkat içeren bakış] ömre ve hayata çevirdi. Gördüm:

Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat [baskılar] altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hayy [diri, canlı] ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri, böyle çabuk sönmeye

108

değil, belki pek uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimâne [elem çekerek, acı duyarak] düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetine müracaat ettim. Dedi:

“Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] göre hayata bak”

Ben de baktım, gördüm ki hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyîye [bütün canlılara hayat veren Allah] bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar [güçlü delil, sarsılmaz kanıt] ile izah edildiğinden, burada dört mesele içinde kısa bir hülâsa[esas, öz] beyan edilecek.

Birinci mesele

Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] baktığı cihetle baktım. Gördüm ki mahiyet-i hayatım [hayatın mahiyeti, esası, içyüzü] esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] definelerini açan anahtarların mahzeni [depo] ve nakışlarının [işleme] bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas [ölçü] ve mizan [ölçü] ve Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] mânidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim [anlatma] eden yazılmış bir kelime-i hikmettir [hikmet ifade eden kelime] anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikati bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye [varlığının başlangıcı olmayıp zaman üstü sonsuz olan Zât, Allah] münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.

İkinci mesele

Hayatın hakiki hukukuna baktım. Gördüm ki:

Hayatım Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] bir mektuptur; kardeşlerim olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkata kendini okutturur, Yaratanı bildirir bir mütalâagâhtır.

Hem Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] teşhir eden bir ilânnâmeliktir.

Hem hayatı yaratanın hayatla ihsan [bağış] ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlarla

109

bilerek süslenip hergün tekerrür eden resmî küşatta mü’minâne, şuurdarâne, [şuurlu bir şekilde] şâkirâne, [şükreder bir şekilde] minnettarâne Padişah-ı Bîmisâlinin nazarına arz etmektir.

Hem hadsiz zîhayatların [canlı] Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] vâsıfâne [vasıfları dile getirerek] tahiyyatlarını [selamlar ve dualar] ve şâkirâne [şükreder bir şekilde] tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir.

Hem lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve lisan-ı ubudiyet [kulluk dili] ile Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] mehâsin-i rubûbiyetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden [hayat boyu sahip olunan haklar] yüz derece daha kıymettardır diye ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildim ve dedim: Sübhânallah! İman ne kadar kıymettar ve hayattardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şûlesi [gür ışık/alev] böyle fâni hayatı, bâkiyâne [daimî, kalıcı bir şekilde] hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.

Üçüncü mesele

Hayatımın Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] bakan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerine ve mânevî faidelerine baktım. Gördüm ki hayatım, hayatın Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] üç cihetle âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ediyor:

Birinci vecih: [yön] Hayatım, acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıyla [acizlik ve zayıflık] ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı hayatın [hayatı yoktan yaratan Allah] kudret ve kuvvetine ve gınâ [zenginlik] ve rahmetine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.

Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla [ölçü] hararetin mizan [ölçü] dereceleri bilinir; öyle de, hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale [giderme] ve hadsiz düşmanlarımı def etmek noktasında Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül [alçalma] ve ubudiyet [Allah’a kulluk] vazifesini anladım ve aldım.

110

İkinci vecih: [yön] Hayatımdaki cüz’î [ferdî, küçük] ilim ve irade ve sem’ [işitme] ve basar [görme] gibi mânâlarıyla Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] küllî ve ihâta[kavrayış] sıfatlarına ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] âyinedarlıktır. [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan]

Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok mânâlarıyla bildim ki, bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta [ölçü] Hâlıkımın [her şeyi yaratan Allah] muhit ilmini, iradesini, sem’ [işitme] ve basar [görme] ve kudret ve hayat gibi evsafını [vasıflar, nitelikler] ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] yolunu daha buldum.

Üçüncü vecih: [yön] Hayatımda nakışları [işleme] ve cilveleri bulunan esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlıktır. [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan]

Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizâne eserler, nakışlar, [işleme] san’atlar görmekle beraber, çok şefkatkârâne [şefkat dolu] beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan Zât, ne kadar fevkalâde sehâvetli, [cömert] merhametli, san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı—tâbirde hata olmasın—maharetli, hüşyar, [uyanık] işgüzar [becerikli, iş görür] olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve hamd ve şükür ve tekbir ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve tevhid ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat [yaratılış] gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymettar mahlûk hayat olduğunun sebebini ve herşey hayata musahhar [boyun eğdirilmiş] olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir iştiyak [arzu, istek] bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile anladım.

Dördüncü mesele

“Dünyadaki bu hayatımın hakiki lezzeti ve saadeti nedir?” diye, yine bu حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetine baktım. Gördüm ki:

111

Bu hayatımın en saf lezzeti ve en halis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîmin mahlûku ve masnuu [san’at eseri] ve memlûkü [köle, kul] ve terbiyegerdesi [terbiye edilmiş, yetiştirilmiş] ve nazarı altında olmasına ve Ona her vakit muhtaç bulunmasına ve O ise hem Rabbim, hem İlâhım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ 1 ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.

İşte hayatın hakikatine ve hukukuna ve vazifelerine ve mânevî lezzetine ait olan bu dört mesele gösterdiler ki, hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-ı Kayyûma [varlığının sonu olmayan, hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıkların ayakta durmaları, devam ve bekàları Kendine bağlı olan Zât; Allah] baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem bekà bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet [daimîlik, süreklilik] cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım. Ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların [canlı] namına حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 2 dedim.

ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE

Mufarakat-ı umumiye [umumî ayrılıklar, genel göç] hengâmı [ân, zaman] olan harab-ı dünyadan [dünyanın sona ermesi, kıyamet] haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde müfarakat-ı hususiyemi [özel göç, kişisel ayrılıklar] ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde [olağanüstü duyarlılık] ile fıtratımdaki cemâlperestlik [güzelliğe düşkün] ve güzellik sevdası ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] meftuniyet [düşkünlük] hisleri inkişaf [açığa çıkma] ettikleri bir zamanda, daimî ve tahribatçı olan zevâl [batış, kayboluş] ve fenâ ve mütemâdi [aralıksız, devamlı] ve tefrik edici olan mevt [ölüm] ve adem, [hiçlik, yokluk] dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle [üzülme, etkilenme] gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli [teselli kaynağı]

112

bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle mânâma bak.” Ben de, Sûre-i Nur’daki Âyet-i Nurun [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] rasathanesine [büyük dürbün] girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] hurdebîni [gözle görülemeyecek kadar küçük, mikroskobik] ile en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvân-ı seb’a [yedi renk] denilen yedi renginin [rengârenk, süslü, parlak] mütenevvi [çeşit çeşit] güzelliklerini gösteriyorlar. Ve teceddüt [yenileme] ve teharrükleriyle [hareketlenme] ve ayrı ayrı kàbiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla [kırılma] o cemâli ve o güzellikleri tazelendiriyorlar. Ve inkisaratlarıyla [kırılma] güneşin ve ziyasının ve elvân-ı seb’asının [yedi renk] gizli güzelliklerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] olan Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] cemâl-i kudsîsine [Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] güzelliği] ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] sermedî [daimi, sürekli] güzelliklerine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahlûklar [varlıklar] ve bu cemâlli mevcudât [varlıklar] hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemâller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî [daimi, sürekli] ve mukaddes bir cemâlin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret [soyut] ve münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] bir hüsnün [güzellik] işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları [parıltı] ve cilveleri olduğu pek çok kuvvetli delilleriyle Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o burhanlardan [delil] üç tanesine kısaca işaret edilecek.

Birinci Burhan [delil]

Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, ustalığın o san’attan gelen ünvanın güzelliğine; ve ustadaki san’atkârlık [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ünvanının güzelliği, o san’atkârın [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o san’ata ait sıfatının güzelliğine; ve sıfatının güzelliği, kàbiliyet ve istidadının [kabiliyet] güzelliğine; ve kàbiliyetinin güzelliği, zâtının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette [apaçıklık derecesi] gayet kat’î bir sûrette delâlet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahlûklarında [varlıklar] ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün [güzellik] ve cemâl dahi, San’atkâr-ı Zülcelâldeki [sonsuz haşmet ve görkem sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah]

113

fiillerinin hüsün [güzellik] ve cemâline kat’î şehadet; ve ef’âlindeki [fiiler, davranışlar] hüsün [güzellik] ve cemâl ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün [güzellik] ve cemâline şüphesiz delâlet; ve isimlerin hüsün [güzellik] ve cemâli ise, isimlerin menşei [kaynak] olan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatların hüsün [güzellik] ve cemâline kat’î şehadet; ve sıfatların hüsün [güzellik] ve cemâli ise, sıfatların mebde‘i [başlangıç] olan şuûnât-ı zâtiyenin [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] hüsün [güzellik] ve cemâline kat’î şehadet; ve şuûnât-ı zâtiyenin [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] hüsün [güzellik] ve cemâli ise, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ve mevsuf [bir sıfatla nitelenen] olan zâtının hüsün [güzellik] ve cemâline ve mâhiyetinin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kemâline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecede kat’î bir sûrette şehadet eder. Demek Sâni-i Zülcemâlin [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] kendi Zât-ı Akdesine [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] lâyık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemâli [güzellik] var ki, bir gölgesi bütün mevcudâtı [varlıklar] baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser [baştan başa] güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] hüsün [güzellik] ve cemâl lem’alarıyla [parıltı] tezyin [süsleme] edip ışıklandırmış.

Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz. Ve isimler müsemmâsız [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olması muhâl [imkansız] olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle [ap açık bir şekilde] o eseri işleyenin fiiline delâlet; ve o fiilin vücûdu, fâilinin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve ünvanının ve eseri intaç [netice verme] eden sıfatın ve isminin vücutlarına delâlet eder. Elbette bir eserin kemâli ve cemâli dahi, fiilin kendine mahsus kemâl ve cemâline, o da ismin kendine münasip, muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın—fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık—kemâline ve cemâline ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile ve bedahetle [ap açık bir şekilde] delâlet eder.

Aynen öyle de bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime [sürekli çalışma] fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olması muhal [bâtıl, boş söz] olduğu gibi, bu masnuat [sanat eseri] üstünde cilveleri ve nakışları [işleme] gözle görünen isimler dahi müsemmâsız [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] olması muhâl [imkansız] olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahlûklar, [varlıklar] masnular hadsiz vücutlarıyla, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Fâillerinin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] vücud-u ef’âline [fiillerin varlığı] ve esmâsının vücûduna ve evsafının [vasıflar, nitelikler] vücuduna

114

ve şuûnât-ı zâtiyesinin [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler] vücuduna ve Zât-ı Akdesinin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi, o masnuatın [san’at eseri] umumunda görünen muhtelif kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve ayrı ayrı cemâller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni-i Zülcelâlde [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin [belirleyici özellik] ve Zâtının kendilerine mahsus, münasip ve lâyık ve vâcibiyetine [varlığının zorunlu oluşu] ve kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] muvafık olarak hadsiz kemâlâtlarına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve nihayetsiz cemâllerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih [açık] şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.

İkinci Burhan‘ın [delil] beş noktası var:

Birinci nokta: Meşreplerinde, [hareket tarzı, metod] mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek, icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] hüsün [güzellik] ve cemâl, bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücudda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] bulunan mukaddes hüsün [güzellik] ve cemâlin gölgesi ve lemeâtı ve perdelerin arkasında cilvesidir.

İkinci nokta: Bütün güzel mahlûklar, [varlıklar] kàfile kàfile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenâya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül [başkalaşma, değişme] etmez bir güzellik, tecellîsinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemâli değildir. Belki güneşin cemâl-i şuaâtı [parıltıların güzelliği] cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî [daimi, sürekli] bir cemâlin ışıklarıdırlar.

Üçüncü nokta: Nurun gelmesi elbette nuranîden ve vücut vermesi her halde mevcuttan ve ihsan [bağış] ise gınâdan [zenginlik] ve sehavet [cömertlik] ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî [açık, aşikâr] olduğu gibi, hüsün [güzellik] vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemâl vermek cemilden [güzel] olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki, bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki,

115

bu mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] dilleriyle o güzelin cemâlini tavsif [bir sıfatla niteleme] ve târif eder.

Dördüncü nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız [ifade, kelime] mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet [görünen alem] dahi bir cesettir, bir lâfızdır, [ifade, kelime] bir surettir; âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden [Allah’ın isimleri] feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envâı [tür] ve çeşitleri, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] arkasında tecellî eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerret [soyut] [maddeyle sınırlı olmayan, maddeten yüce] bir cemâlin esmâ [Allah’ın isimleri] vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emârâtlarıdır. [belirtiler, işaretler] Fakat nasıl ki, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Zât-ı Akdesi, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâli, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] ve mahlûkatın hüsünlerine [güzellik] benzemez, hadsiz derecede daha âlidir.

Evet, koca Cennet bütün hüsün [güzellik] ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, [sürekli devam eden güzellik] elbette nihayeti ve şebîhi [benzer] ve nazîri [benzer] ve misli [benzer] olmaz. Malûmdur ki, herşeyin hüsnü [güzellik] kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün [güzellik] bir olmaması ve akılla fehmedilen [anlaşılan] bir hüsn-ü aklî, [akıl yoluyla anlaşılan güzellik] ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam [yemeğin güzelliği, lezzet] bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan [beğenme, güzel bulma] ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Meselâ, imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü [güzellik] ve çiçeğin hüsnü [güzellik] ve ruhun cemâli ve suretin cemâli ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin

116

hüsnü [güzellik] ve hikmetin hüsnü [güzellik] ayrı ayrı oldukları gibi; Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bulunan hüsünler [güzellik] ayrı ayrı düşmüş.

Eğer Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] esmâsındaki hüsünlerin [güzellik] mevcudat [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hakîmiyet, âdiliyet [Allah’ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması] gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine [belirleyici özellik] işaret ederler.

İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan [gayb perdesi] gelen erzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin [Allah’ın merhamet ve şefkat edicilik vasfı] cemâlini gör.

Hem bütün yavruların mu’cizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın herbir varlığa şefkat ve merhameti] câzibedar cemâlini gör.

Hem bütün kâinatı envâıyla [tür] beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, [bir kitabın bölümlerinden her biri] her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın her şeyi belli bir amaç ve fayda doğrultusunda yerli yerinde yaratması] cemâl-i bîmisâline [benzersiz güzellik] bak, gör.

Hem kâinatı bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] mizanı [ölçü] altına alan ve bütün ecram-ı ulviye [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] ve süfliyenin muvazenelerini [karşılaştırma/denge] idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü [uygunluk] veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata [canlı] hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] verip ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] eden ve mütecavizleri [aşkın] durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin [Allah’ın haklıyı haksızı ayırması, her hakkı yerine getirmesi, sonsuz adalet sahibi olması] haşmetli güzelliğine bak, gör.

117

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] ve her nebat [bitki] ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini [ikinci hayatın tarihçesi] çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın [canlı] muhafazasına lüzumu bulunan âlât [aletler] ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] letafetli [hoş, güzel] cemâlini gör.

Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak [lütuf ve cömertliği sınırsız olan Allah] olan Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] misafirlerine rahmet tarafından ihzar [hazırlama] edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, [çeşit çeşit] hoş tatlarına ve her zîhayatın [canlı] zevk ve safâsına [gönül hoşnutluğu] yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin [her şeyi idare ve terbiye eden Allah’ın sonsuz ikram ve cömertliği] gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.

Hem Fettâh [herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açan, fetihler ve açılımlar müyesser eden Allah] ve Musavvir [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden [damla] açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe [dane, tohum] ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet [Allah’ı herşeyi lâyık olduğu şekil ve suretlerde açması] ve musavviriyet-i İlâhiyenin [Allah’ın her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler vermesi] mu’cizatlı cemâlini gör.

İşte, bu mezkûr [adı geçen] misallere kıyasen, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbirisinin kendine mahsus öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir cemâli var ki, birtek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.

Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini [güzelliğin görüntüsü] gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin [sürekli devam eden güzellik] derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet [Allah’a kulluk] cemâliyle mukabele [karşılama; karşılık verme] etsen çok güzel bir mahlûk olursun. Eğer dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla [çirkinlik] mukabele [karşılama; karşılık verme] edip karşılasan, en çirkin bir mahlûk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mânen menfurları olursun.

118

Beşinci nokta: Nasıl ki yüzer hüner ve san’at ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâlleri bulunan bir zât, herbir hüner kendini teşhir etmek ve herbir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] kendini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek ve her bir cemâl kendini göstermek istemesi kaidesince, o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve gizli güzelliklerini târif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temâşâ etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehâsinine [güzellikler] ve kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, [fiillerin asıl kökü] mûcidi [icad eden, yoktan var eden, Allah] ve taklitsiz muhterii [icad eden, yeni bir şey meydana getiren] olamaz. Belki onun mânevî hüsünleri [güzellik] ve kemâlleri bu sarayla tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş gibidir” hükmeder.

Aynen öyle de, bu kâinat denilen dünyadan, meşher-i acaip [şaşırtıcı şeylerin sergilendiği yer] ve saray-ı muhteşemin [ihtişamlı, görkemli saray] hüsünlerini [güzellik] gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir âyinedir; başkasının cemâlini ve kemâlini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı âlemin [âlem sarayı] başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas [alıntı] edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas [alıntı] ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış.

Üçüncü Burhan‘ın [delil] üç nüktesi [derin anlamlı söz] var.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz] Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında [bölüm, kısım] gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle [delil] beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız. Şöyle ki:

Bu masnuata, [san’at eseri] hususan hayvanat ve nebatata [bitki] bakıyoruz, görüyoruz ki, kast ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, [süsleme] bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.

Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için herşeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet

119

ve âlî [yüce] zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında öyle bir san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] var ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] teşhirle kendini sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ister.

Hem zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] minnettar ve mesrur [mutlu] ve kendine dost etmek için tesadüfe havâlesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan [bağış] ediyor.

Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas [hissettirme] eden mânevî ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] bir muamele, bir muarefe [karşılıklı görüşme, tanışma] ve lisan-ı hal [beden dili] ile ve dostâne bir mükâleme [karşılıklı konuşma] ve dualarına rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir mukabele [karşılama; karşılık verme] görünüyor.

Demek bu güneş gibi zâhir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat [şefkat göstermeyi dileme, isteme] ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten [merhamet etme arzusu] ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat [şefkat göstermeyi dileme, isteme] ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağnî-i [çok uzak ve arınmış] Mutlakta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mâhiyetinin mukteza[bir şeyin gereği] ve tebarüz etmek, [açık bir şekilde ortaya çıkmak] hakikatinin şe’ni [belirleyici özellik] bulunan nihayet kemâlde bir cemâl-i bîmisâl [benzersiz güzellik] ve ezelî bir hüsn-ü lâyezâli [sonu olmayan güzellik] ve sermedî [daimi, sürekli] bir güzellik vardır ki, o cemâl kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur [akıl ve şuur sahibi] âyinelerinde in’âm [nimet verme] ve ihsan [bağış] vaziyetini almış, sonra tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] ve taarrüf, [kendini tanıtma] yani kendini tanıttırmak ve bildirmek keyfiyetini takmış, sonra masnua[san’at eseri] ziynetlendirmek, [süslemek] güzelleştirmek ışığını vermiş.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Nev-i insanda, [insan türü, insanlık] hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit [çok şiddetli] bir aşk-ı lâhutî [Cenâb-ı Hakka olan sevgi ve aşk] ve kuvvetli

120

bir muhabbet-i Rabbâniye, [Allah sevgisi] bilbedahe [açıkça] misilsiz [benzer] bir cemâle işaret, belki şehadet eder.

Evet, böyle bir aşk öyle bir cemâle bakar, iktiza [bir şeyin gereği] eder ve öyle bir muhabbet böyle bir hüsün [güzellik] ister. Belki bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile edilen umum hamd ve senâlar, o ezelî hüsne [güzellik] bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında, bütün kâinatta bulunan umum incizaplar, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] cezbeler, câzibeler, câzibedar hakikatler, ezelî ve ebedî bir hakikat-ı câzibedara işaretlerdir. Ve ecramı [büyük cisimler] ve mevcudâtı [varlıklar] Mevlevî-misâl [Mevlevîlik tarîkatına mensup olan ve Allah aşkıyla kendi etraflarında dönenler gibi] pervane [korku] gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarâne harekât ve deveran, o hakikat-ı câzibedarın cemâl-i kudsîsinin [Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] güzelliği] hükümdârâne tezahüratı karşısında âşıkane [âşık gibi] ve vazifedarâne bir mukabeledir. [karşılama; karşılık verme]

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Bütün ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] icmâıyla, vücut hayr-ı mahzdır, [iyiliğin ta kendisi] nurdur. Adem [hiçlik, yokluk] şerr-i mahzdır, [kötülüğün ta kendisi] zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler, tahlil neticesinde vücuttan neş’et [doğma] ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler, hattâ mâsiyetler [günah] ademe râci [ait] olduğunu ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve ehl-i kalbin [kalb ehli] büyükleri ittifak etmişler.

Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı [kaynak] vücuttur, vücutta küfür ve enâniyet-i nefsiye [nefsin kendini beğenmesi, bencilliği] dahi var?

Elcevap: Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkâr ve nefy [gönderilme, sürgün] olduğundan ademdir. Enâniyetin vücudu ise, haksız temellük [sahiplenme] ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu [gerçekte olmadığı halde var sayılan] muhakkak bilmekten ileri geldiğinden vücut rengini [rengârenk, süslü, parlak] ve suretini almış bir ademdir.

Madem bütün güzelliklerin menbaı [kaynak] vücuttur ve bütün çirkinliklerin mâdeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden

121

en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemâl ister, belki öyle bir cemâli ifade eder, belki öyle bir cemâl olur. Güneşe, ihata[herşeyi kuşatma] bir ziyanın lüzumu gibi Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] dahi sermedî [daimi, sürekli] bir cemâl istilzam [gerektirme] eder; onunla ışık verir.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ * 1

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 2

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

İHTAR: Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin [“Allah bize yeter; O ne güzel vekildir” anlamında Âl-i İmrân Sûresinin 173. âyeti.] meratibinden [mertebeler] dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe tehir edildi.

TENBİH: Risale-i Nur, Kur’ân’ın ve Kur’ân’dan çıkan burhanî [delil] bir tefsir olduğundan, Kur’ân’ın nükteli, [derin anlamlı söz] hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı [tekrarlar] gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahat[amaç, yarar] tekraratı [tekrarlar] vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevkle dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] delilleri olmasından, zaruri tekraratı [tekrarlar] kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.

ba

122

اَلْبَابُ الْخَامِسُ 1

فِى مَرَاتِبِ ﴿ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ﴾ حاشية ١ Haşiye [dipnot] 1

وَهُوَ خَمْسَةُ نُكَتٍ

اَلنُّكْتَةُ اْلاُولٰى:

فَهٰذَا الْكَلاَمُ دَوَۤاءٌ مُجَرَّبٌ لِمَرَضِ الْعَجْزِ الْبَشَرِىِّ وَسَقَمِ الْفَقْرِ اْلاِنْسَانِىِّ ﴿ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ﴾ حاشية ٢ Haşiye [dipnot] 2

123

اِذْ هُوَ الْمُوجِدُ الْمَوْجُودُ الْبَاقِى فَلاَ بَأْسَ بِزَوَالِ الْمَوْجُودَاتِ لِدَوَامِ الْوُجُودِ الْمَحْبُوبِ بِبَقَۤاءِ مُوجِدِهِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ * وَهُوَ الصَّانِعُ الْفَاطِرَ الْبَاقِى فَلاَحُزْنَ عَلٰى زَوَالِ الْمَصْنُوعِ لِبَقۤاءِ مَدَارِ الْمَحَبَّةِ فِى صَانِعِهِ * وَهُوَ الْمَلِكُ الْمَالِكُ الْبَاقِى فَلاَ تَأَسُّفَ عَلٰى زَوَالِ الْمُلْكِ الْمُتَجَدِّدِ فِى زَوَالٍ وَذَهَابٍ * وَهُوَ الشَّاهِدُ الْعَالِمُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَسُّرَ عَلٰى غَيْبُوبَةِ الْمَحْبُوبَاتِ مِنَ الدُّنْيَا لِبَقَۤائِهَا فِى دَۤائِرَةِ عِلْمِ شَاهِدِهَا وَفِى نَظَرِهِ. وَهُوَ الصَّاحِبُ الْفَاطِرُ الْبَاقِى فَلاَ كَدَرَ عَلٰى زَوَالِ الْمُسْتَحْسَنَاتِ لِدَوَامِ مَنْشَأِ مَحَاسِنِهَا فِى اَسْمَۤاءِ فَاطِرِهَا * وَهُوَ الْوَارِثُ الْبَاعِثُ الْبَاقِى فَلاَ تَلَهُّفَ عَلٰى فِرَاقِ اْلاَحْبَابِ لِبَقَۤاءِ مَنْ يَرِثُهُمْ وَيَبْعَثُهُمْ * وَهُوَ الْجَمِيلُ الْجَلِيلُ الْبَاقِى فَلاَ تَحَزُّنَ عَلٰى زَوَالِ الْجَمِيلاَتِ الْلاَّتِى هُنَّ مَرَايَا لِلاَسْمَۤاءِ الْجَمِيلاَتِ لِبَقَۤاءِ اْلاَسْمَۤاءِ بِجَمَالِهَا بَعْدَ زَوَالِ الْمَرَايَا * وَهُوَ الْمَعْبُودُ الْمَحْبُوبُ الْبَاقِى فَلاَ تَأَلُّمَ مِنْ زَوَالِ الْمَحْبُوبَاتِ الْمَجَازِيَّةِ لِبَقَۤاءِ الْمَحْبُوبِ الْحَقِيقِىِّ * وَهُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ الْوَدُودُ الرَّؤُوفُ الْبَاقِى فَلاَ غَمَّ وَلاَمَأْيُوسِيَّةَ وَلاَ اَهَمِّيَّةَ مِنْ زَوَالِ الْمُنْعِمِينَ الْمُشْفِقِينَ الظَّاهِرِينَ لِبَقَۤاءِ مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ وَشَفَقَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ * 1

124

وَهُوَ الْجَمِيلُ اللَّطِيفُ الْعَطُوفُ الْبَاقِى فَلاَ حُرْقَةَ وَلاَعِبْرَةَ بِزَوَالِ اللَّطِيفَاتِ الْمُشْفِقَاتِ لِبَقَۤاءِ مَنْ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّهَا، وَلاَيَقُومُ الْكُلُّ مَقَامَ تَجَلٍّ وَاحِدٍ مِنْ تَجَلِّيَاتِهِ فَبَقَۤاؤُهُ بِهٰذِهِ اْلاَوْصَافِ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّ مَا فَنٰى وَزَالَ مِنْ اَنْوَاعِ مَحْبُوبَاتِ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ الدُّنْيَا. ﴿ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعمَ الْوَكِيلُ ﴾ نَعَمْ، حَسْبِى مِنْ بَقَۤاءِ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا بَقَۤاءُ مَالِكِهَا وَصَانِعِهَا وَفَاطِرِهَا

 اَلنُّكْتَةُ الثَّانِيَةُ :

حَسْبِى حاشية ١ Haşiye [dipnot] 1 مِنْ بَقَۤائِى أَنَّ اللهَ هُوَ إِلٰهِىَ الْبَاقِى، وَخَالِقِىَ حاشية ٢ Haşiye [dipnot] 2 الْبَاقِى، وَمُوجِدِىَ الْبَاقِى، وَفَاطِرِىَ الْبَاقِى، * وَمَالِكِىَ الْبَاقِى، وَشَاهِدِىَ الْبَاقِى، وَمَعْبُودِىَ الْبَاقِى، وَبَاعِثِىَ الْبَاقِى ، * 1

125

فَلاَ بَأْسَ وَلاَ حُزْنَ وَلاَ تَأَسُّفَ وَلاَ تَحَسُّرَ عَلٰى زَوَالِ وُجُودِى لِبَقَۤاءِ مُوجِدِى، وَاِيجَادِهِ بِاَسْمَۤائِهِ * وَمَافِى شَخْصِى مِنْ صِفَةٍ إِلاَّ وَهِىَ مِنْ شُعَاعِ اِسْمٍ مِنْ اَسْمَۤائِهِ الْبَاقِيَةِ، فَزَوَالُ تِلْكَ الصِّفَةِ وَفَنَۤاؤُهَا لَيْسَ اِعْدَامًا لَهَا، ِلاَنَّهَا مَوْجُودَةٌ فِى دَۤائِرَةِ الْعِلْمِ وَبَاقِيَةٌ وَمَشْهُودَةٌ لِخَالِقِهَا * 1

وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْبَقَۤاءِ وَلَذَّتِهِ عِلْمِى وَاِذْعَانِى وَشُعُورِى وَاِيمَانِى بِأَنَّهُ إِلٰهِىَ الْبَاقِى الْمُتَمَثِّلَ شُعَاعُ اِسْمِهِ الْبَاقِى فِى مِرْاٰةِ مَاهِيَّتِى؛ وَمَا حَقِيقَةُ مَاهِيَّتِى اِلاَّ ظِلٌّ لِذٰلِكَ اْلاِسْمِ. فَبِسِرِّ تَمَثُّلِهِ فِى مِرْاٰةِ حَقِيقَتِى صَارَتْ نَفْسُ حَقِيقَتِى مَحْبُوبَة ً لاَ لِذَاتِهَا بَلْ بِسِرِّ مَا فِيهَا وَبَقَآءُ مَا تَمَثَّلَ فِيهَا اَنْوَاعُ بَقَۤاءٍ لَهَا.

اَلنُّكْتَةُ الثَّالِثَةُ: حاشية

﴿ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ﴾ اِذْ هُوَ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى مَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالاَتُ اِلاَّ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اِيجَادِهِ وَوُجُودِهِ، بِهِ وَبِاْلاِنْتِسَابِ اِلَيْهِ وَبِمَعْرِفَتِهِ اَنْوَارُ الْوُجُودِ بِلاَحَدٍّ، وَبِدُونِهِ ظُلُمَاتُ

الْعَدَمَاتِ وَاٰلاَمُ الْفِرَاقَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَاتِ. * 1

126

وَمَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالَةُ اِلاَّ وَهِىَ مَرَايَا * وَهِىَ مُتَجَدِّدَةٌ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ اْلاِعْتِبَارِيَّةِ فِى فَنَۤائِهَا وَزَوَالِهَا وَبَقَۤائِهَا بِسِتَّةِ وُجُوهٍ: اَلاَوَّلُ: بَقَۤاءُ مَعَانِيهَا الْجَمِيلَةِ وَهُوِيَّاتِهَا الْمِثَالِيَّةِ. * وَالثَّانِى: بَقَۤاءُ صُوَرِهَا فِى اْلاَلْوَاحِ الْمِثَالِيَّةِ * وَالثَّالِثُ: بَقَۤاءُ ثَمَرَاتِهَا اْلاُخْرَوِيَّةِ * وَالرَّابِعُ: بَقَۤاءُ تَسْبِيحَاتِهَا الرَّبَّانِيَّةِ الْمُتَمَثِّلَةِ لَهَا، الَّتِى هِىَ نَوْعُ وُجُودٍ لَهَا وَالْخَامِسُ: بَقَۤاؤُهَا فِى الْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ وَالْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ * وَالسَّادِسُ: بَقَۤاءُ اَرْوَاحِهَا اِنْ كَانَتْ مِنْ ذَوِي اْلاَرْوَاحِ، حاشية Haşiye [dipnot] وَمَا وَظِيفَتُهَا فِى كَيْفِيَّاتِهَا الْمُتَخَالِفَةِ فِى مَوْتِهَا وَفَنَۤائِهَا وَزَوَالِهَا وَعَدَمِهَا وَظُهُورِهَا وَاِنْطِفَۤائِهَا اِلاَّ اِظْهَارِ الْمُقْتَضَيَاتِ ِلاَسْمَۤاءٍ إِلٰهِيَّةٍ. فَمِنْ سِرِّ هَذِهِ الْوَظِيفَةِ صَارَتِ الْمَوْجُودَاتُ كَسَيْلٍ فِى غَايَةِ السُّرْعَةِ تَتَمَوَّجُ مَوْتًا وَحَيَاةً وَوُجُودًا وَعَدَمًا. وَمِنْ هَذِهِ الْوَظِيفَةِ تَتَظَاهَرُ الْفَعَّالِيَّةُ الدَّۤائِمَةُ وَالْخَلاَّقِيَّةُ الْمُسْتَمِرَّةُ، فَلاَبُدَّ لِى وَلِكُلِّ * اَحَدٍ أَنْ يَقُولَ: * 1

127

﴿ حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ﴾ يَعْنِىِ حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ اَنِّى اَثَرٌ مِنْ اٰثَارِ وَاجِبِ الْوُجُودِ * كَفَانِى اٰنٌ سَيَّالٌ مِنْ هٰذَا الْوُجُودِ الْمُنَوَّرِ الْمَظْهَرِ، مِنْ مَلاَيِينَ السَّنَةِ مِنَ الْوُجُودِ الْمُزَوَّرِ اْلاَبْتَرِ * نَعَمْ بِسِرِّ اْلاِنْتِسَابِ اْلاِيمَانِىِّ تَقُومُ دَقِيقَةٌ مِنَ الْوُجُودِ مَقَامَ اُلُوفِ السِّنِينَ بِلاَ اِنْتِسَابٍ اِيمَانِىٍّ، بَلْ تِلْكَ الدَّقِيقَةُ أَتَمُّ وَاَوْسَعُ بِمَرَاتِبَ مِنْ تِلْكَ اْلاٰلآفِ سَنَةً * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَقِيمَتِهِ اَنِّى صَنْعَةُ مَنْ هُوَ فِى السَّمَۤاءِ عَظَمَتُهُ وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتُهُ * وَخَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْوُجُودِ وَكَمَالِهِ أَنِّى مَصْنُوعُ مَنْ زَيَّنَ وَنَوَّرَ السَّمَۤاءَ بِمَصَابِيحَ، وَزَيَّنَ وَبَهَّرَ اْلاَرْضَ بِاَزَاهِيرَ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْفَخْرِ وَالشَّرَفِ أَنِّى مَخْلُوقٌ وَمَمْلُوكٌ، وَعَبْدٌ لِمَنْ هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتُ بِجَمِيعِ كَمَالاَتِهَا وَمَحَاسِنِهَا ظِلٌّ ضَعِيفٌ بِالنِّسْبَةِ اِلٰىكَمَالِهِٰ وَجَمَالِهِ، وَمِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهِ وَاِشَارَاتِ جَمَالِهِ * وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَنْ يَدَّخِرُ مَا لاَ يُعَدُّ وَلاَ يُحْصٰى مِنْ نِعَمِهِ فِى صُنَيْدَقَاتٍ لَطِيفَةٍ هِىَ بَيْنَ ﴿ الْكَافِ وَالنُّونِ ﴾ فَيَدَّخِرُ بِقُدْرَتِهِ مَلاَيِينَ الْقَنَاطِيرَ فِى قَبْضَةٍ وَاحِدَةٍ فِيهَا صُنَيْدَقَاتٌ لَطِيفَةٌ تُسَمَّى بُذُورًا وَنُوىً * وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ ذِى جَمَالٍ وَذِى اِحْسَانٍ، اَلْجَمِيلُ الرَّحِيمُ الَّذِى مَا هٰذِهِ الْمَصْنُوعَاتُ الْجَمِيلاَتُ اِلاَّ مَرَايَا مُتَفَانِيَةٌ لِتَجَدُّدِ اَنْوَارِ جَمَالِهِ بِمَرِّ الْفُصُولِ وَالْعُصُورِ وَالدُّهُورِ، وَهٰذِهِ النِّعَمُ الْمُتَوَاتِرَةُ وَاْلاَثْمَارُ الْمُتَعَاقِبَةُ فِى الرَّبِيعِ وَالصَّيْفِ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ مَرَاتِبِ إِنْعَامِهِ * 1

128

وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَمَاهِيَّتِهَا أَنِّى خَرِيطَةٌ وَفِهْرِسْتَةٌ وَفَذْلَكَةٌ وَمِيزَانٌ وَمِقْيَاسٌ لِجَلَوَاتِ اَسْمَۤاءِ خَالِقِ الْمَوْتِ وَالْحَيَاةِ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَوَظِيفَتِهَا كَوْنِى كَكَلِمَةٍ مَكْتُوبَةٍ بِقَلَمِ الْقُدْرَةِ، وَمُفْهِمَةٍ دَۤالَّةٍ عَلٰى اَسْمَۤاءِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ الْحَىِّ الْقَيُّومِ بِمَظْهَرِيَّةِ حَيَاتِى لِلشُّؤُونِ الذَّاتِيَّةِ لِفَاطِرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الْحُسْنىٰ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَحُقُوقِهَا اِعْلاَنِى وَتَشْهِيرِى بَيْنَ اِخْوَانِى الْمَخْلُوقَاتِ وَاِعْلاَنِى وَاِظْهَارِى لِنَظَرِ شُهُودِ خَالِقِ الْكَۤائِنَاتِ بِتَزَيُّنِىِ بِجَلَوَاتِ اَسْمَۤاءِ خَالِقِى الَّذِى زَيَّنَنِىِ بِمُرَصَّعَاتِ حُلَّةِ وُجُودِى وَخِلْعَةِ فِطْرَتِى وَقِلاَدَةِ حَيَاتِى الْمُنْتَظَمَةِ الَّتِى فِيهَا مُزَيَّنَاتُ هَدَايَا رَحْمَتِهِ * وَكَذَا حَسْبِى مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى فَهْمِى لِتَحِيَّاتِ ذَوِى الْحَيَاةِ لِوَاهِبِ الْحَيَاةِ وَشُهُودِي لَهَا وَشَهَادَاتٌ عَلَيْهَا. وَكَذَا حَسْبِى مِنْ حُقُوقِ حَيَاتِى تَبَرُّجِى وَتَزَيُّنِىِ بِمُرَصَّعَاتِ جَوَاهِرِ إِحْسَانِهِ بِشُعُورٍ اِيمَانِىٍّ لِلْعَرْضِ لِنَظَرِ شُهُودِ سُلْطَانِىَ اْلاَزَلِىِّ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَلَذَّاتِهَا عِلْمِى وَاِذْعَانِى وَشُعُورِى وَاِيمَانِى بِأَنِّى عَبْدُهُ وَمَصْنُوعُهُ وَمَخْلُوقُهُ وَفَقِيرُهُ وَمُحْتَاجٌ اِلَيْهِ، وَهُوَ خَالِقِى رَحِيمٌ بىِ كَرِيمٌ لَطِيفٌ مُنْعِمٌ عَلَىَّ يُرَبِّينِىِ كَمَا يَلِيقُ بِحِكْمَتِهِ وَرَحْمَتِهِ * وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْحَيَاةِ وَقِيمَتِهَا مِقْيَاسِيَّتِى بِاَمْثَالِ عَجْزِىَ الْمُطْلَقِ وَفَقْرِىَ الْمُطْلَقِ وَضَعْفِىَ الْمُطْلَقِ، لِمَرَاتِبِ قُدْرَةِ الْقَدِيرِ الْمُطْلَقِ وَدَرَجَاتِ رَحْمَةِ الرَّحِيمِ الْمُطْلَقِ وَطَبَقَاتِ قُوَّةِ الْقَوِىِّ الْمُطْلَقِ. * 1

129

وَكَذَا حَسْبِى بِمَعْكَسِيَّتِى بِجُزْئِيَّاتِ صِفَاتِى مِنَ الْعِلْمِ وَاْلاِرَادَةِ وَالْقُدْرَةِ الْجُزْئِيَّةِ لِفَهْمِ الصِّفَاتِ الْمُحِيطَةِ لِخَالِقِى. فَأَفْهَمُ عِلْمَهُ الْمُحِيطَ بِمِيزَانٍ عِلْمِىَ الْجُزْئِيِّ. وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ، عِلْمِى بِأَنَّ إِلٰهِى هُوَ الْكَامِلُ الْمُطْلَقُ، فَكُلُّ مَافِى الْكَوْنِ مِنَ الْكَمَالِ، مِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهِ اِشَارَاتٌ اِلٰىكَمَالِهِ. وَكَذَا حَسْبِى مِنَ الْكَمَالِ فِى نَفْسِى، اْلاِيمَانُ بِاللهِ، اِذِ اْلاِيمَانُ لِلْبَشَرِ مَنْبَعٌ لِكُلِّ كَمَالاَتِهِ. وَكَذَا حَسْبِى مِنْ كُلِّ شَيْءٍ ِلاَنْوَاعِ حَاجَاتِىَ الْمُطْلُوبَةِ بِاَنْوَاعِ أَلْسِنَةِ جِهَازَاتِىَ الْمُخْتَلِفَةِ، إِلٰهِى وَرَبِّى وَخَالِقِى وَمُصَوِّرِىَ الَّذِى لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ لْحُسْنٰى اَلَّذِى هُوَ يَطْعِمُونِى وَيُسْقِينِىِ وَيُرَبِّينِىِ وَيُدَبِّرُنِى وَيُكَلِّمُنِىِ جَلَّ جَلاَلُهُ وَعَمَّ نَوَالُهُ :

اَلنُّكْتَةُ الْرَّابِعَةُ :

حَسْبِى لِكُلِّ مَطَالِبِى مَنْ فَتَحَ صُورَتِى وَصُورَةَ اَمْثَالِى مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ فِى الْمَۤاءِ بِلَطِيفِ صُنْعِهِ وَلَطِيفِ قُدْرَتِهِ وَحِكْمَتِهِ وَلَطِيفِ رُبُوبِيَّتِهِ * وَكَذَا حَسْبِى لِكُلِّ مَقَاصِدِى مَنْ اَنْشَأَنِى وَشَقَّ سَمْعِى وَبَصَرِى، وَأَدْرَجَ فِى جِسْمِى لِسَانًا وَجَنَانًا، وَاَوْدَعَ فِيهَا وَفِى جِهَازَاتِى مَوَازِينَ حَسَّاسَةً لاَ تُعَدُّ لِوَزْنِ مُدَّخَّرَاتِ اَنْوَاعِ خَزَۤائِنِ رَحْمَتِهِ *  وَكَذَا أَدْمَجَ فِى لِسَانِى وَجَنَانِى وَفِطْرَتِى اْلاٰلاَتٍ حَسَّاسَةٍ لاَتُحْصٰى لِفَهْمِ اَنْوَاعِ كُنُوزِ اَسْمَۤائِهِ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ اَدْرَجَ فِى شَخْصِىَ الصَّغِيرِ الْحَقِيرِ، وَاَدْمَجَ فِى وُجُودِىَ الضَّعِيفِ الْفَقِيرِ هٰذِهِ اْلاَعْضَۤاءَ وَاْلاٰلاَتِ وَهٰذِهِ الْجَوَارِحَ وَالْجِهَازَاتِ وَهٰذِهِ الْحَوَاسَّ وَالْحِسِّيَاتِ وَهٰذِهِ اللَّطَۤائِفَ وَالْمَعْنَوِيَّاتِ، ِلاِحْسَاسِ جَمِيعِ اَنْوَاعِ نِعَمِهِ وَِلاِذَاقَةِ اَكْثَرِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِهِ بِجَلِيلِ اُلُوهِيَّتِهِ وَجَمِيلِ رَحْمَتِهِ وَبِكَبِيرِ رُبُوبِيَّتِهِ وَكَرِيمِ رَأْفَتِهِ وَبِعَظِيمِ قُدْرَتِهِ وَلَطِيفِ حِكْمَتِهِ. * 1

130

: اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ

لاَ بُدَّ لِى وَلِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ حَالاً وَقَالاً وَمُتَشَكِّرًا وَمُفْتَخِرًا: * حَسْبِى مَنْ خَلَقَنِىِ، وَاَخْرَجَنِىِ مِنْ ظُلْمَةِ الْعَدَمِ وَأَنْعَمَ عَلَىَّ بِنُورِ الْوُجُودِ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِىِ حَيًّا فَأَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ الْحَيَاةِ الَّتِى تُعْطِى لِصَاحِبِهَا كُلَّ شَىْءٍ وَتُمِدُّ يَدَ صَاحِبِهَا اِلٰىكُلِّ شَىْءٍ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِىِ اِنْسَانًا فَأَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ الَّتِى صَيَّرَتِ اْلاِنْسَانَ عَالَمًا صَغِيرًا اَكْبَرَ مَعْنىً مِنَ الْعَالَمِ الْكَبِيرِ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِىِ مُؤْمِنًا فَأَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ اْلاِيمَانِ الَّذِي يُصَيِّرُ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةَ كَسُفْرَتَيْنِ مَمْلُوءَتَيْنِ مِنَ النِّعَمِ يُقَدِّمُهُمَا اِلٰى الْمُؤْمِنِ بِيَدِ اْلاِيمَانِ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِىِ مِنْ اُمَّةِ حَبِيبِهِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ، فَأَنْعَمَ عَلَىَّ بِمَا فِى اْلاِيمَانِ مِنَ الْمَحَبَّةِ وَالْمَحْبُوبِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، اَلَّتِى هِىَ مِنْ أَعْلٰى مَرَاتِبِ الْكَمَالاَتِ الْبَشَرِيَّةِ، وَبِتِلْكَ الْمَحَبَّةِ اْلاِيمَانِيَّةِ تَمْتَدُّ اَيَادِى اِسْتِفَادَةِ الْمُؤْمِنِ اِلٰى مَا لاَ يَتَنَاهٰى مِنْ مُشْتَمِلاَتِ دَۤائِرَةِ اْلاِمْكَانِ وَالْوُجُوبِ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ فَضَّلَنِىِ جِنْسًا وَنَوْعًا وَدِينًا وَاِيمَانًا عَلٰى كَثِيرٍ مِنْ مَخْلُوقَاتِهِ، فَلَمْ يَجْعَلْنِىِ جَامِدًا وَلاَ حَيَوَانًا وَلاَ ضَۤالًّا، فَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الشُّكْرُ * وَكَذَا حَسْبِى مَنْ جَعَلَنِىِ مَظْهَرًا جَامِعًا لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِهِ وَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةٍ لاَ تَسَعُهَا الْكَۤائِنَاتُ بِسِرِّ حَدِيثِ: ﴿ لاَيَسَعُنِىِ اَرْضِى وَلاَ سَمَۤائِى وَيَسَعُنِىِ قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ ﴾ يَعْنِىِ اِنَّ الْمَاهِيَّةَ اْلاِنْسَانِيَّةَ مَظْهَرٌ جَامِعٌ لِجَمِيعِ تَجَلِّيَاتِ اْلاَسْمَۤاءِ الْمُتَجَلِّيَةِ فِىجَمِيعِ الْكَۤائِنَاتِ. * 1

131

وَكَذَا حَسْبِى مَنِ اشْتَرٰى مُلْكَهُ الَّذِى عِنْدِى مِنِىِّ، لِيَحْفَظَهُ لِى ثُمَّ يُعِيدَهُ اِلَىَّ، وَاَعْطَانَا ثَمَنَهُ الْجَنَّةَ، فَلَهُ الشُّكْرُ وَلَهُ الْحَمْدُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودِى فِىذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ

* حَسْبِى رَبىِِِّ جَلَّ اللهُ

* نُورْ مُحَمَّدْ صَلَّى اللهُ

* لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ

* حَسْبِى رَبىِِِّ جَلَّ اللهُ

* سِرُّ قَلْبِى ذِكْرُ اللهُ

* ذِكْرُ اَحْمَدْ صَلَّى اللهُ

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ * 1