MEKTUBAT – On Dokuzuncu Mektup -5 (281-316)

281

 Mu’cizat-ı Ahmediye’nin Birinci Zeyli [ek]

On Dokuzuncu Söz, Risâlet-i Ahmediye’ye (a.s.m.) ve zeyli [ek] şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cizesine dair olduğundan; makam münâsebetiyle buraya alınmıştır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

On Dört Reşahâtı [sızıntılar, damlalar] tazammun [içerme, içine alma] eden On Dördüncü Lem’anın [parıltı]

BİRİNCİ REŞHASI [sızıntı]

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif [tanıtıcı, tarif edici] var: Birisi şu kitab-ı kâinattır [kâinat kitabı] ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a [parıltı] ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] âyet-i kübrâ[en büyük delil] olan Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] olan Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın [delil] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bak:

Sath-ı arz [yeryüzü] bir mescid, Mekke bir mihrap, [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer] Medine bir minber; [câmide hutbe okunan yer] o burhan-ı bâhir [açık delil] olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana [Allah’a inanan] imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya [nebiler, peygamberler] reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir halka-i zikrin [zikir halkası] serzâkiri; [zikredenlerin başı] bütün enbiya [nebiler, peygamberler] hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar [tap taze] semereleri [meyve] bir şecere-i nuraniyedir [nurlu ağaç] ki, herbir dâvâsını,

282

mu’cizâtlarına istinat eden bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o 1 لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, [zikreden] aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ederek, mânen 2 صَدَقْتَ وَبِالْحَقِّ نَطَقْتَ derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya [dava, tez; iddia edilen şey] parmak karıştırsın?

İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

O nuranî burhan-ı tevhid, [Cenab-ı Allah’ın birlik delili] nasıl ki iki cenâhın [kanat] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürüyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyeninHaşiye [vahye dayanan kutsal kitaplar] yüzler işârâtı3 [işaretler] ve irhasatın binler rumuzâtı4 [ince işaretler] ve hâtiflerin [gelecekten haber veren cinnî] meşhur beşârâtı [müjdeler] ve kâhinlerin mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] şehâdâtı5 [şahitlikler ve tanıklıklar] ve şakk-ı kamer6 [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi binler mu’cizâtının delâlâtı [delil olmalar, işaretler] ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi [övgüye değer huylar] ve vazifesinde nihayet hüsnündeki [güzellik] secâyâ-yı gàliyesi [çok kıymetli ve yüksek huylar] ve kemâl-i emniyeti [güvenilirliğin mükemmelliği] ve kuvvet-i imanını [iman gücü] ve gayet itminanını [inanma, kalben tatmin olma] ve nihayet vüsukunu [doğruluk, güvenilirlik] gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, [Allah’a kulluk] fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, [gayret, kararlılık] dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.

283

ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] Ceziretü’l-Araba [yarımada] gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

İşte, bak: Hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve cemâl-i suretle [görünüş güzelliği] mümtaz [seçkin] bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ [gerçekleri bilen] bir hitap, bütün benî Âdeme, [Âdemoğlu, insan] belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] olan muammâ-i acibânesini [hayret verici, bilinmeyen iş] hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat [evrenin sırrı] olan tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] feth ve keşfederek, bütün mevcudattan [var edilenler, varlıklar] sorulan, bütün ukulü [akıllar] hayret içinde meşgul eden üç müşkül [zorluk] ve müthiş sual-i azîm [büyük soru] olan “Necisin? [pis] Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, [ikna edici] makbul cevap verir.

DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Bak, öyle bir ziya-yı hakikat [hakikat ışığı] neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî [genel yas evi] hükmünde ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı [canlılar] zevâl [batış, kayboluş] ve firakın [ayrılık] sillesiyle [tokat] ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumî, [genel yas evi] şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. O ecnebî, düşman mevcudat, [var edilenler, varlıklar] birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, [suskun, ölü ve cansız varlıklar] birer mûnis [cana yakın] memur, birer musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ [şikayet] edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir [zikreden] veya vazife paydosundan şâkir [Allah’a şükreden] suretine girdi.

BEŞİNCİ REŞHA [sızıntı]

Hem o nur ile, kâinattaki harekât, tenevvüat, [çeşitlenmeler] tebeddülât, [başkalaşma, değişme] tagayyürat, [başkalaşmalar]

284

mânâsızlıktan ve abesiyetten [anlamsızlık] ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbâniye, [Rabbânî mektuplar, İlâhî mesajlar] birer sahife-i âyât-ı tekvîniye, [yaratılışa ait delillerin sahifesi] birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiye [İlâhî isimlerin aynaları] ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye [Samed olan Allah’ın hikmetli kitabı] mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvânâtın mâdûnuna [aşağı, alt derece] düşüren hadsiz zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam [üzüntü, acı ve sıkıntı nakleden vasıta] olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin [ince, duyarlı] bir sultan ve fîzar [ağlayıp inleme] ile nazdar [nazlı] bir halife-i zemin [yeryüzü halifesi] olur.

Demek o nur olmasa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir kâinatta böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk [felekler, âlemler] olmamalıdır.

ALTINCI REŞHA [sızıntı]

İşte, o zât, bir saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin [sonsuz rahmet] kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehâsininin [güzellikler] dellâlı, [davetçi, ilan edici] seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] keşşâfı, [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] göstericisi olduğundan, böyle baksan—yani ubûdiyeti [Allah’a kulluk] cihetiyle—onu bir misal-i muhabbet, [sevgi misali] bir timsal-i rahmet, [rahmet örneği] bir şeref-i insaniyet, [insanlığın şerefi] en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat [yaratılış ağacının meyvesi] göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti [elçilik, peygamberlik] cihetiyle—bir burhan-ı hak, [hakdelili] bir sirac-ı hakikat, [hakikat lambası] bir şems-i hidayet, [hak ve doğru yol güneşi] bir vesile-i saadet [mutluluk vesilesi] görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hâtıf [göz kamaştıran şimşek] gibi, onun nuru şarktan garbı [batı] tuttu. Ve nısf-ı arz [yeryüzünün yarısı] ve hums-u beşer, [insanlığın beşte biri] onun hediye-i hidayetini [hak ve doğru yol hediyesi] kabul edip hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan  لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 ‘ı, bütün meratibiyle [mertebeler] beraber kabul etmesin?

285

YEDİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada [geniş yarımada] vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, [kavimler] ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini [ilkel ve kötü ahlâk] def’aten [âni, birden bire] kal’ ve ref’ [kaldırma] ederek, bütün ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme [milletler] üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, [hükmetme, musallat olma] belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir [boyun eğdirme] ediyor. Mahbub-u kulûb, [kalplerin sevgilisi] muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, [nefislerin terbiyecisi] sultan-ı ervah [ruhların sultanı] oldu.

SEKİZİNCİ REŞHA [sızıntı]

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, [insan topluluğu] büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, [ciddi gayret] ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zât, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, [insan topluluğu] zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, [ciddi gayret] az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] dem [an, vakit] ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı [yarımada] gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA [sızıntı]

Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı [tartışmalı] bir dâvâda, hicapsız, [utanmadan] pervâsız, [korkusuz] küçük fakat hacâlet-âver [utanç verici] bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür [üzülme, etkilenme] ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, [korkmadan] bilâtereddüt, [tereddütsüz] bilâhicap, [utanmaksızın] telâşsız, samimî bir safvetle, [arılık, berraklık] büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, [çok şiddetli] ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf [aykırı ve zıt olan] bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

286

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 1 Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn [doğru görüşlü] aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Hakikatbînin [doğru görüşlü] gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?

ONUNCU REŞHA [sızıntı]

İşte, bak: Ne kadar merak-âver, [merak verici] ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı [doğru gerçekler] gösterir ve mesâili [meseleler] ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden [ay] ve Müşteriden biri gelir, Kamerde [ay] ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini [haller] sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zât öyle bir Sultanın ahbârını [haberler] söylüyor ki, memleketinde Kamer, [ay] bir sinek gibi, bir pervane [korku] etrafında döner. O Arz olan o pervane [korku] ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar [lamba] içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] haber veriyor ki, binler küre-i arz [yer küre, dünya] bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ * اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ * اَلْقَارِعَةُ 2 gibi sûreleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre [damla] serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ona nisbeten bir berk-i zâilin [bir an parlayıp yok olan şimşek] bir şems-i sermede [devamlı ve sürekli güneş] nisbeti gibidir.

ON BİRİNCİ REŞHA [sızıntı]

Böyle acip ve muammâ-âlûd [anlaşılması zor ve karışık] şu kâinatın perde-i zahiriyesi [görünürdeki perde] altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir zât lâzımdır.

287

Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden şu semâvât ve arzın [gökler ve yer] İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, [merak verici] lüzumlu hakaikı [doğru gerçekler] ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

ON İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte, şu zât, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vahdâniyetinin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, [konuşan delil] bir delil-i sadık [doğru delil] olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dahi bir burhan-ı katıı, [sağlam delil] bir delil-i sâtııdır. [parlak delil] Belki, nasıl ki o zât, hidayetiyle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sebeb-i husulü [meydana gelme sebebi] ve vesile-i vusulüdür; [kavuşma vesilesi] öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu [varlık sebebi] ve vesile-i icadıdır. [var ediliş vesilesi] Haşir meselesinde geçen1 şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda [büyük namaz] dua ediyor ki, güya şu cezire, [yarımada] belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda [büyük cemaat] niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile iktidâ [tabi olma, uyma] edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme [genel ihtiyaç] için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, [yer ehli, dünyalılar] belki ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] belki bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, [ey Rabbimiz] ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, [muhtaç bir şekilde] öyle hazinâne, [hüzünlü bir şekilde] öyle mahbubâne, öyle müştakâne, [arzulu, aşırı istekli] öyle tazarrukârâne [yalvarıp yakararak] niyaz ediyor ki,2 bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

288

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, [aşağıların aşağısı] sukuttan, [alçalış, düşüş] kıymetsizlikten, faidesizlikten, âlâ-yı illiyyîne, [yücelerin en yücesi] yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne [yardım isteyerek inleyip ağlamak] ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne [rahmet dilercesine dua] ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde [coşku] getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin[ey Allahım, kabul eyle] dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, [her şeyi işiten Allah] Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Kadîrden, öyle Basîr, [gören] Rahîm bir Alîmden hâcetini [ihtiyaç] istiyor ki, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] en hafî [gizli] bir zîhayatın [canlı] en hafî [gizli] bir hâcetini, [ihtiyaç] bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hâl [hal dili] ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, [hikmetli bir şekilde] basîrâne, [görerek] rahîmânede [şefkatle, merhametli bir şekilde] verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî [her şeyi işiten Allah] ve Basîr ve öyle bir Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîme hastır.

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi [insanlığın en faziletlileri] arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] müteveccihen [yönelen] el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan [insanlığın şerefi] ve ferîd-i kevn ü zaman [zaman ve varlığın bir tanesi] ve bihakkın [gerçek anlamıyla] fahr-i kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] ne istiyor?

Bak, dinle: Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor. Bekà istiyor. Lika [Allah’a kavuşma] istiyor. Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] ahkâmını [hükümler] ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun [istek] esbab-ı mucibesi [bir şeyi gerektirici sebepler] olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

289

Evet, nasıl ki onun risaleti [elçilik, peygamberlik] şu dâr-ı imtihanın [imtihan yeri] açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti [Allah’a kulluk] dahi öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve tahkike [araştırma, inceleme] لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ 1 dedirten şu meşhud [görünen] intizam-ı fâik, [üstün düzenlilik] şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve misilsiz [benzer] cemâl-i Rububiyet, [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, [ferdî, küçük] en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. [asla] Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede [yarımada] kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını [icraatın gariplikleri] ve acaib-i vezâifini, [vazifelerin şaşırtıcılıkları] yüzden birisine tamamen ihata [herşeyi kuşatma] edip temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten [hak ve doğru yol güneşi] aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebu Hanife, Şâfiî, Bayezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver [aydın] meyveler veriyor.

Meşhudâtımızın [görünen] tafsilâtını [ayrıntılar] başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edip, o mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] ve hidayet-edâya, [hidayet verici] bir kısım kat’î mu’cizâtına işaret eden bir salâvat [namazlar, dualar] getirmeliyiz.

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ. عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ * وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ

290

وَاَوْلِيَۤاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ * وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ جَۤائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ * وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَۤائِهِ الْمَطَرُ * وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ * وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ * وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ * صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ * سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّمَانِ*وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا * اٰمِينَ. * 1

291

 Şuâât-ı Mârifetü’n-Nebî namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmâlen [özet] işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i [peygamberlik delilleri] Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vücuh-u i’câzı [mu’cize olma yönleri] icmâlen [özet] zikredilmiş. Yine Lemeât [Lem’alar isimli eser] namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu icmâlen [özet] beyan ve kırk vücuh-u i’câzına [mu’cize olma yönleri] işaret etmişim. O kırk vecihte, [yön] yalnız nazımda [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] olan belâğati, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki bir tefsir-i Arabîde, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] olan Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana [delil] hâcet [ihtiyaç] bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit [tenkide sebep] olmuş bir iki lem’a-i i’câzına [mu’cizelik parıltısı] işaret ederiz.

İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

· şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir tercüme-i ezeliyesi, [ezelî tercüme]

· şu sahâif-i arz ve semâda müstetir [gizli, örtülü] künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] keşşâfı, [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)]

· şu sutûr-u hâdisâtın [Cenab-ı Hak tarafından kâinat kitabında satırlar gibi yazılan olaylar zinciri] altında muzmer [gizli, saklı] hakaikın [doğru gerçekler] miftâhı,

· şu âlem-i şehadet [görünen alem] perdesi arkasındaki âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,

· şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, [geometri]

· âvâlim-i uhreviyenin haritası,

· Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin [Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kavl-i şârihi, [açıklayıcı söz; kesin delil] tefsir-i vâzıhı, [açık tefsir] burhan-ı nâtıkı, [konuşan delil] tercüman-ı sâtıı, [parlak, güçlü tercüman]

· şu âlem-i insaniyetin [insan âlemi] mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici] hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,

292

· hem bir kitab-ı hikmet [hikmet kitabı] ve şeriat,

· hem bir kitab-ı dua [dua kitabı] ve ubûdiyet, [Allah’a kulluk]

· hem bir kitab-ı emir ve davet, [emir ve davet kitabı]

· hem bir kitab-ı zikir [zikir kitabı] ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] gibi,

· beşerin bütün hâcât-ı mâneviyesine [mânevî ihtiyaçlar] karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib [mânevî usül, tarz ve yol sahipleri] olan evliya ve sıddıkînin, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] herbirinin meşreplerine [hareket tarzı, metod] lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.

Sebeb-i kusur [kusur sebebi] tevehhüm [kuruntu] edilen tekraratındaki [tekrarlar] lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı] hem bir kitab-ı dua, [dua kitabı] hem bir kitab-ı davet [davet kitabı] olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, [güzel görülen, beğenilen] belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun [kusur arayanlar] zannı gibi değil. Zira, zikrin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile tenvirdir. [aydınlatma] Duanın şe’ni, [belirleyici özellik] terdad [tekrar] ile takrirdir. [yerleştirme] Emir ve davetin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile te’kittir.

Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın maksatları] ekser uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşirve kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: بِسْمِ اللهِ gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, [âyetin tekrarı] tekerrür-ü ihtiyaçtan [ihtiyacın tekrarlanması] ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı [arzu, istek] ve iştiha[arzu, istek] tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur’ân müessistir, [tesis eden, kuran] bir din-i mübînin [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] esasatıdır [esaslar] ve şu âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] değiştirip muhtelif tabakatın, mükerrer

293

suallerine cevaptır. Müessise, [tesis eden, kuran] tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid [kuvvetlendirme] için terdad [tekrar] lâzımdır. Te’yid için takrir, [yerleştirme] tahkik, [araştırma, inceleme] tekrir [tekrarlama] lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme [büyük meseleler] ve hakaik-ı dakikadan [ince hakikatler] bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sureten [görünüş itibarıyla] tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh [vecihler, yönler] ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.

Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin [yaratılışla ilgili meseleler] bazısında ipham [gizleme] ve icmâli [özet] ise, irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] bir lem’a-i i’cazdır. [mu’cizelik parıltısı] Ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] tevehhüm [kuruntu] ettikleri gibi medar-ı tenkit [tenkide sebep] olamaz ve sebeb-i kusur [kusur sebebi] değildir.

Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] felsefenin mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili [meseleler] mücmel [kısa, kısaca] bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi [genelin bakışı] okşayacak, hiss-i âmmeyi [genelin duygusu] rencide etmeyecek, fikr-i avâmı [avâmın, halkın düşüncesi] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede [görünüşteki basit şekil] söylüyor.”

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] maânîsini [mânâlar] anlattırıp, tâ Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanıttırsın. Demek, mevcudata [var edilenler, varlıklar] kendileri için değil, belki Mûcidleri [icad eden, yoktan var eden, Allah] için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne [bilim adamları] hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] delil yapıyor, burhan [delil] yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma [genelin bakışı] çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid [doğru yolu gösterici Kur’ân] bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] hitap eder. Kesretli [çokluk] tabaka ise tabaka-i avamdır. [halk tabakası] Elbette, irşad [doğru yol gösterme] ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham [gizleme] ile icmal [kısaca, özet olarak] etsin; ve dakik [derin ve ince] şeyleri temsil ile takrib [yaklaştırma] etsin; ve muğâlatalara [demagoji, aldatma] düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî [açık, aşikâr] olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir [değiştirme] etmemektir.

294

Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, [kandil, lamba] bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] âyine-i marifeti [Allah’ı tanıma ve bilme aynası] olduğundan bahsediyor.

Evet, der: وَالشَّمْسُ تَجْرِى 1””Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] ihtar ile azamet-i Sânii [her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah’ın büyüklüğü] ifham [(he ile) anlatma] eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud [görünen] olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 2 Şu “sirac[kandil, lamba] tabiriyle, âlemi bir kasır [köşk, saray] suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata [canlı] ihzar [hazırlama] edilmiş müzeyyenat [süslemeler] ve mat’ûmat [yiyecekler] ve levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] olduğunu ve güneş dahi musahhar [boyun eğdirilmiş] bir mumdar [ışık veren] olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı [Yaratıcının ihsanı, bağışı] ifham [(he ile) anlatma] eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. [sıvı haldeki büyük ateş kütlesi] Ondan fırlamış olan seyyârâtı [gezegenler] etrafında döndürüp, cesâmeti [büyüklük] bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Mûhiş [korkutucu, dehşet verici] bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî [ilmî mükemmellik] vermiyor. Bahs-i Kur’ân [Kur’ân’ın bahsi] gibi etmiyor.

Buna kıyasen, bâtınen kof, [boş] zâhiren mutantan [tantanalı, gösterişli] felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine [görünüşteki parlaklık ve gösteriş] aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] beyanına karşı hürmetsizlik etme.

İHTAR: Arabî Risale-i Nur’da On Dördüncü Reşhanın [sızıntı] Altı Katresi [damla] var. Bahusus [hususan, özellikle] Dördüncü Katrenin [damla] Altı Nüktesi [derin anlamlı söz] var. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kırk kadar envâ-ı i’câzından [mu’cizelik çeşitleri] on beşini beyan eder. Ona iktifâen [yeterli görerek] burada ihtisar [kısaltma] ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mu’cizat [mu’cizeler hazinesi] bulursun.

295

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَۤاءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثَالِهِ مِنْ كُلِّ دَۤاءٍ، وَمُونِسًا لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْيَا قَرِينًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيٰمَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا، وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ * 1

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî

ba

296

 Şakk-ı Kamer Mu’cizesine Dairdir (a.s.m.)

On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin Zeyli [ek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ * 1

KAMER [ay] GİBİ parlak bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) olan inşikak-ı kameri, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] evhâm-ı fâside [asılsız, boş kuruntular] ile inhisâfa [ay tutulması; gözden düşürme, perdeleme] uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] mukallitleri [taklitçi] diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vuku bulsaydı, umum âleme malûm olurdu; bütün tarih-i beşerin [insanlık tarihi] nakletmesi lâzım gelirdi.

Elcevap: İnşikak-ı kamer, dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, [dalgınlık vakti, uyku anı] âni olarak gösterildiğinden, hem ihtilâf-ı metâli [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] ve sis ve bulut gibi rüyete [Allah’ın cemâlini görme] mâni esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm [yayılma, genelleşme] etmediğinden ve hususî kaldığından ve tarassudât-ı semâviye [gökyüzünü gözetlemeler] pek az olduğundan, bütün etraf-ı âlemde [dünyanın her tarafı] görülmek, umum tarihlere geçmek elbette lâzım değildir.2 Şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] yüzünden bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan, şimdilik Beş Noktayı dinle:

BİRİNCİ NOKTA

O zaman, o zemindeki küffârın gayet şedit [çok şiddetli] derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 3 demesiyle şu vak’ayı

297

umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’ân’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, [yalanlama] yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise o küffarca kat’î ve vaki bir hâdise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe [yalanlama] ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dair siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve tarih, o vak’a ile münasebettar [alâkalı, ilgili] küffârın adem-i vukuuna dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız, وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرّ 1 âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar “Sihirdir” demişler ve “Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kàfileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş” demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kàfileler ihbar ettiler ki, “Böyle bir hâdiseyi gördük.” Sonra küffar, Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) hakkında—hâşâ!—”Yetim-i Ebu Talib’in sihri semâya da tesir etti” dediler.2

İKİNCİ NOKTA

Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: “İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ayrılığı] (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.3 [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe [yalan] ittifakları muhaldir. Hâle gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] vücudu kat’îdir” demişler. İşte böyle gayet kat’î ve şuhudî mesâilde [meseleler] teşkikât-ı [şüphede bırakma] vehmiye yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal [bâtıl, boş söz] olmamak kâfidir. Halbuki, şakk-ı kamer, [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] bir volkanla inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] eden bir dağ gibi mümkündür.

298

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Mu’cize, dâvâ-yı nübüvvetin [peygamberlik dâvâsı] ispatı için, münkirleri [Allah’a inanmayan] ikna etmek içindir, icbar [zoraki, zorlama] için değildir. Öyle ise, dâvâ-yı nübüvveti [peygamberlik dâvâsı] işitenler için, ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar [zoraki, zorlama] derecesinde bir bedâhetle [açıklık] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hikmetine münâfi [aykırı] olduğu gibi, sırr-ı teklife [imtihan sırrı] dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] inşikak-ı kameri, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksaydı ve beşerin umum tarihlerine geçseydi, o vakit sair hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-yı nübüvvete [peygamberlik dâvâsı] delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedâhet [açıklık] derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki, aklı icbar [zoraki, zorlama] edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebu Cehil [bilgisizlik] gibi kömür ruhlu, Ebu Bekr-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif [imtihan sırrı] zayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, [dalgınlık vakti, uyku anı] hem ihtilâf-ı metâli, [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] sis ve bulut gibi sair mevânii [maniler, engeller] perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Şu hâdise, gece vakti, herkes gaflette iken, âni bir surette vuku bulduğundan, etraf-ı âlemde [dünyanın her tarafı] elbette görülmeyecek. Bazı efrada [bireyler] görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

Bazı kitaplarda “Kamer [ay] iki parça olduktan sonra yere inmiş” ilâvesi ise, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] reddetmişler. “Şu mu’cize-i bâhireyi [ap açık mu’cize] kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak [ekleme] etmiş” demişler.1

299

Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurup, [batış] Amerika’da gündüz, Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize [itiraz eden] bak: Diyor ki, “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın [kavimler] tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin [beddua] onun gibi Avrupa kâselislerinin başına!

BEŞİNCİ NOKTA

İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin [ay] Hâlık-ı Hakîmi, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] Resulünün [Allah’ın elçisi] risaletini [elçilik, peygamberlik] tasdik ve dâvâsını tenvir [aydınlatma] için, harikulâde olarak o hâdiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif [imtihan sırrı] ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, [bir şeyin gereği] hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam[susturma] hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] iktiza [bir şeyin gereği] etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-yı nübüvveti [peygamberlik dâvâsı] henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki [yeryüzünün dört bir tarafı] insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâli [Ay’ın doğuşunun zaman olarak, farklı yerlerde farklı oluşu] haysiyetiyle, bazı memleketin kameri [ay] daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub [batış] etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mâni pek çok esbaba binaen gösterilmemiş. Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti [elçilik, peygamberlik] bedâhet [açıklık] derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı—iman ise, aklın ihtiyarıyladır—sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye [göklerle ilgili olay] olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı. Elhasıl: [kısaca, özetle] Şakk-ı kamerin [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] imkânında şüphe kalmadı, kat’î ispat edildi. Şimdi, vukuuna delâlet eden çok burhanlarından [delil] altısınaHaşiye işaret ederiz. Şöyle ki:

300

Ehl-i adalet [adaletle davranan kimseler] olan Sahabelerin, vukuuna icmâı; ve ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] umum müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 tefsirinde onun vukuuna ittifakı;2 ve ehl-i rivâyet-i sadıka [Peygamberimizden duyulan şeyleri dosdoğru bir şekilde nakleden kimseler] bütün muhaddisînin, [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi;3 ve ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bütün evliya ve sıddıkînin [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] şehadeti; ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarının ve mütebahhir [çok bilgili] ulemanın tasdiki; ve nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] üzerine icmâları [özet] vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin4 [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) o vak’ayı telâkki-i bilkabul [kabul ile karşılama] etmesi, güneş gibi inşikak-ı kameri [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] ispat eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] buraya kadar tahkik [araştırma, inceleme] namına ve hasmı ilzam [susturma] hesabına idi. Bundan sonraki cümleler hakikat namına ve iman hesabınadır. Evet, tahkik [araştırma, inceleme] öyle dedi; hakikat ise diyor ki:

Semâ-yı risaletin [peygamberlik semâsı, göğü] kamer-i münîri [nurlandıran ve aydınlatan ay] olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, [peygamberlik divanının mührü, sonu] nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki [Allah’a kulluk] velâyetin [velilik] keramet-i uzmâ[en büyük keramet] ve mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] olan Miracla, [Allah’ın huzuruna yükselme] yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle

301

semâvâtın sekenesine [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve âlem-i ulvî [yüce âlem] ehline rüçhaniyeti [üstünlük] ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini [velilik] ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, [ay] bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] o arzlının risaletine [elçilik, peygamberlik] öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.), kamerin [ay] açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet [elçilik, peygamberlik] ve velâyet [velilik] gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar [ışıklı] cenahla [kanat] evc-i kemâlâta [mükemmelliklerin en üst derecesi] uçmuş, tâ Kàb-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] çıkmış; hem ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] hem ehl-i arza [yer ehli, dünyalılar] medar-ı fahr [övünç kaynağı] olmuştur.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالتَّسْلِيمَاتُ مِلْاَ اْلاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

302

 Mu’cizat-ı Ahmediye (a.s.m.)Zeylinin bir parçasıdır

Risalet-i Ahmediyye (a.s.m.) delâili [deliller] hakkında olup, Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Risâlesinin Üçüncü Esasının nihayetindeki üç mühim müşkilden [zor] birinci müşkile [zor] ait suâle, muhtasar [kısa] bir fihriste sûretinde verilen cevaptır.

Sual: Şu Mi’râc-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?

Elcevap:

BİRİNCİ MÜŞKÜLÜNÜZ: Otuz üç adet Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada, zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve delâil-i nübüvvetine [peygamberlik delilleri] ve o Mirac-ı Âzama en elyak [daha layık] o olduğuna icmâlî işaretler nev’inde bir muhtasar [kısa] fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddese, [kutsal kitaplar] pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] nübüvvet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) dair o kitaplardan yüz on dört işarî beşaretleri [müjde] çıkarıp Risale-i Hamidiye’ de göstermiştir.1

Saniyen: [ikinci olarak] Tarihçe müsbettir [isbat edilmiş, sabit] ki, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve Âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler [müjde] sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.2

303

Salisen: [üçüncü olarak] Velâdet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğuşu] (a.s.m.) gecesinde Kâbedeki sanemlerin [put] sukutuyla,1 [alçalış, düşüş] Kisrâ-yı Fârisin [eski İran hükümdarı, kralı] saray-ı meşhuresi [meşhur saray] olan Eyvânı [köşk, saray] inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] etmesi2 gibi, irhasat denilen yüzer hârikalar tarihçe meşhurdur.

Rabian: [dördüncü olarak] Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi3 ve câmide, bir cemaat-i azîme [büyük topluluk] huzurunda kuru direğin, minberin [câmide hutbe okunan yer] naklinden dolayı mufarakat-i Ahmediyeden [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ayrılığı] (a.s.m.) deve gibi enîn [inilti] ederek ağlaması4, وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 5 nassıyla, şakk-ı kamer6 [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi, muhakkiklerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] tahkikatıyla [araştırma, inceleme] bine bâliğ [erişen, ulaşan] mu’cizatiyle serfiraz [benzerlerinden üstün olan] olduğunu tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] gösteriyor.

Hamisen: [beşinci olarak] Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin [güzel ahlâk] şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının [davranışlar] şehadetiyle, secâyâ-yı sâmiye, [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] vazifesinde ve tebliğatında en âli [yüce] bir derecede; ve din-i İslâmdaki [İslâm dini] mehâsin-i ahlâkın [ahlak güzelliği] şehadetiyle, şeriatinde en âli [yüce] hısâl-i hamîde [övülmeye lâyık güzel hasletler, huylar] en mükemmel derecede bulunduğunu ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve dikkat tereddüt etmez.

Sadisen: [altıncı olarak] Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi, Ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] olarak tezahür istemesine mukàbil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) dinindeki âzamî ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlemin [âlemin yaratıcısı Allah] nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] ve hakikat olarak göstermek istemesine mukàbil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe [açık bir şekilde] yine o zâttır.

304

Hem Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı [eksiksiz ve mükemmel san’at] üzerine enzâr-ı dikkati [dikkatli bakışlar] celb [çekme] etmek, teşhir etmek istemesine mukàbil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık [davetçi, ilan edici] eden, yine bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret [çokluk] tabakatında vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilân etmek istemesine mukàbil, en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi [Allah’ın bir olduğuna inanmanın mertebeleri, dereceleri] ilân eden, yine bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] o zâttır.

Hem Sahib-i Âlemin [bütün âlemin, yaratılmış herşeyin sahibi Allah] nihayet derecede âsârındaki [eserler/asırlar] cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini [güzellikler] ve hüsnünün letâifini [duygular] âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet [İlâhî gaye ve hakikatın gereği] olarak görmek ve göstermek istemesine mukàbil, en şâşaalı bir surette âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin [âlem sarayı] Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] gayet hârika mu’cizeleriyle ve gayet kıymettar cevherler ile dolu hazine-i gaybiyelerini [gayb hazinesi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tarif etmek ve bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette teşhir edici ve tavsif [bir sıfatla niteleme] edici ve tarif edici, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] şu kâinatı envâ-ı acaip ve ziynetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkatını seyir ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve ibret ve tefekkür için ona idhal [dahil etme, içine alma] etmesi ve mukteza-yı hikmet [Allah’ın hikmetinin gereği] olarak onlara o âsar [eserler/asırlar] ve sanayiin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ [seyredenler, izleyenler] ve tefekküre bildirmek istemesine mukàbil, en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melâikelere [melekler] de Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

305

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] şu kâinatın tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] maksat ve gayeyi tazammun [içerme, içine alma] eden tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] “nereden, nereye ve ne oldukları” olan şu üç sual-i müşkilin [zor soru] muammâsını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] açtırmak istemesine mukàbil, en vâzıh [açık] bir surette ve en âzamî bir derecede, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün güzel masnuatıyla [san’at eseri] kendini zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] onun mukàbilinde, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olanlara marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukàbil, en âlâ ve ekmel [daha mükemmel] bir surette, Kur’ân vasıtasıyla o marziyât [Allah’ın razı olduğu davranışlar] ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

Hem Rabbü’l-Âlemîn, [âlemlerin Rabbi olan Allah] meyve-i âlem [kâinatın meyvesi] olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat [kabiliyet genişliği] verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye [büyük ve umumî kulluk] müheyyâ [hazır] ettiğinden ve hissiyatça kesrete [çokluk] ve dünyaya müptelâ [bağımlı] olduğundan bir rehber vasıtasıyla yüzlerini kesretten [çokluk] vahdete, [Allah’ın birliği] fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukàbil, en âzam bir derecede, en eblâğ bir surette, Kur’ân vasıtasıyla en ahsen [daha güzel] bir tarzda rehberlik eden ve risaletin [elçilik, peygamberlik] vazifesini en ekmel [daha mükemmel] bir tarzda ifa eden, yine bilbedâhe [açık bir şekilde] o zâttır.

İşte, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en eşrefi [en şerefli] olan zîhayat [canlı] ve zîhayat [canlı] içinde en eşref [en şerefli] olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] içinde en eşref [en şerefli] olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi [görevler] en âzamî bir derecede, en ekmel [daha mükemmel] bir surette ifa eden zât, elbette bir Mirac-ı Azâm [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği büyük yolculuk] ile Kàb-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] çıkacak, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını çalacak, hazine-i rahmeti [Allah’ın rahmet hazinesi] açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] görecek, yine o olacaktır.

Sabian: [yedincisi] Bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] şu masnuatta [san’at eseri] gayet güzel tahsinat, [güzelleştirmeler] nihayet derecede

306

süslü tezyinat [süslemeler] vardır. Ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] şöyle tahsinat [güzelleştirmeler] ve tezyinat, [süslemeler] onların Sâniinde [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayet şiddetli bir irade-i tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve kasd-ı tezyin [süsleme kasdı, amacı] var olduğunu gösterir. Ve irade-i Tahsin [güzelleştirme iradesi, isteği] ve tezyin [süsleme] ise, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] o Sânide san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat [sanat eseri] içinde en câmi’ [kapsamlı] ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki [san’at eseri] güzellikleri “Maşaallah” deyip istihsan [beğenme, güzel bulma] eden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nazarında en ziyade mahbup [sevgili] o olacaktır.

İşte, masnua[san’at eseri] yaldızlayan mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] ve mehâsine [güzellikler] ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ışıklandıran letâif [duygular] ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] karşı “Sübhanallah, Maşaallah, Allahu ekber” diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla [nağmeler, ezgiler] kâinatı velveleye verdiren, istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdirle, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle berr [kara] ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] o zâttır.

İşte, böyle bir zât ki, اَلسَّبَبُ كَا لْفَاعِلِ 1 sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli, [benzer] onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı [namazlar, dualar] onun mânevî kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] imdat2 veren ve risaletinde [elçilik, peygamberlik] gördüğü vezâifin [görevler] netâicini [neticeler] ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin [Allah sevgisi] nihayetsiz feyzine mazhar [erişme, nail olma] olan bir zât, elbette Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] Arşa

307

ve Kàb-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] kadar gitmek,1 ayn-ı hak, [hakkın ta kendisi] nefs-i hakikat [hak ve hakikatin bizzat kendisi] ve mahz-ı hikmettir.Haşiye [hikmetin ta kendisi] [dipnot]

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

308

 Âyetü’l-Kübrâ Risalesi’nin Risalet-i Ahmediyeden [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) bahseden

On Altıncı Mertebesi

Makam münasebetiyle buraya ilhak [ekleme] edilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

“Madem bu kâinatın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] Malikimi ve Hâlıkımı [her şeyi yaratan Allah] arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en meşhuru ve a’dâsının [düşmanlar] tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] gitmeliyiz'” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye [insanlığın mutluluğu] asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbârâtının [haber vermeler] doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] ondan sormalıyız” diyerek taharriye [araştırma] başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz küllîlerine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.), hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin [huy, karakter] bulunması; ve

وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 * وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 2 âyetlerinin sarahatiyle, [açıklık] bir parmağının işaretiyle kamer [ay] iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından akan kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi suyu kifayet [yeterli olma] derecesinde

309

içirmesi gibi, nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ile ve bir kısmı tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

“Bu kadar ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beraber bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi [ap açık mu’cizeler] bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil [gibi] değil.”

İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] yedi vech [cihet, yön, taraf] ile harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu ve Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] sözü bulunduğunu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’âniye namında ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli [benzer] var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, [beşte bir] âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl [fiiler, davranışlar] ve akvâl [sözler] ve ahvâlinden [haller] çıkan islâmiyet, her

310

asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] ve musaffîsi [safileştiren, temizleyen] ve nefislerinin mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve müzekkîsi [temizleyen, ıslah eden] ve ruhlarının medâr-ı inkişafâtı [gelişme, yükselmeye sebep olan] ve maden-i terakkiyatı [terakkiye, ilerlemeye kaynak olan] olması cihetiyle, misli [benzer] olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın [ibadetler] bütün envâında [tür] en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî mücahedat [mücadeleler] ve dağdağalar [gürültü, dehşet verici] içinde tam tamına ubûdiyetin [Allah’a kulluk] en ince esrarına kadar müraatı; [gözetme, riayet etme] ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne [ilk olarak] fakat mükemmel olarak, hem iptidâ [başlangıç] ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli [benzer] görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından [Allah’a yalvarış, dua] yalnız Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ı bilme ve tanıma] ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] telâhuk-u efkârla [düşünce ve tecrübelerin birikimi] beraber, ne o mertebe-i marifete [Allah’ı tanıma ve bilme derecesi] ve ne de o derece-i tavsife [Allah’ı vasıflandırma, bildirme derecesi] yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli [benzer] yoktur. Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından [bölüm] bir fıkranın [bölüm] kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli [benzer] yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette [peygamberliğin tebliği, ilânı] ve nâsı hakka davette o derece metanet [gayret, kararlılık] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim [insan topluluğu] ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adâvet [düşmanlık] ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, [tereddüt belirtisi] bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli [benzer] olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf [açığa çıkma] ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad [inanç] taşımış ki, o zamanın hükümranı

311

olan bütün efkârı [fikirler] ve akideleri [inanç] ve hükemanın [âlimler, filozoflar] hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve muhalif ve münkir [Allah’a inanmayan] oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, [inanç] ne itimadına, ne itminanına [inanma, kalben tatmin olma] hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki [ilerleme] eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] her vakit, onun, mertebe-i imanından [iman mertebesi, derecesi] feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz [benzer] bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne [dünyaya meydan okurcasına] bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine [elçilik, peygamberlik] gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar [kaynak, dayanak] olan ne kadar kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zatta (a.s.m.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. [doğrulanan] Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret [müjde] vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin [kutsal kitaplar] o beşaretli [müjde] işârâtından [işaretler] yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, [beden dili] yani nübüvvetleriyle [peygamberlik] ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal [beden dili] ile ve ittifak ile de, bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] şehadet ediyorlar diye anladı.

312

Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla [kâide, kural] ve terbiyesi ve tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] ve arkasında gitmeleriyle hakka, hakikate, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kerâmâta, [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] keşfiyata, [keşifler] müşahedata [gözlem yapmalar] yetişen binler evliya, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle [velâyet, velililk nuru] müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u iman [iman aydınlığı] ile, ya ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] veya aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] veya hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] suretinde itikad [inanç] ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet [gerçeklik derecesi] ve sadıkıyetini [doğruluk] güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye [mukaddes hakikatler, gerçekler] ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme, tanıma] dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede [ilim mertebesi, derecesi] en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn [Hz. Peygambere vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük islâm âlimleri] ve sıddîkîn-i [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas [temel esas] dâvâsı olan vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] kuvvetli burhanlarıyla [delil] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin [en büyük öğretmen] ve bu üstâd-ı âzamın [en büyük öğretmen olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti [peygamberliğin delili] ve sadıkıyetidir. [doğruluk] Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek burhanıdır. [delil]

Yedincisi: Âl [aile, soy] ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve dirayet ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] en meşhur, en muhterem, en namdarı, [namlı, şan ve şöhret sahibi] en dindar ve en keskin

313

nazarlı [görüşlü, bakışlı] taife-i azîmesi, kemâl-i merakla [merakın son derecesi] ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî [araştırma] ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi tasarruf eden Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kâtibine ve Nakkâşına [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki [yaratılış] makàsıd-ı İlâhiyeyi [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, [davetçi, ilan edici] bir doğru keşşaf, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla [san’at eseri] kendi hünerlerini ve san’atkârlığının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların [arzu, istek] her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar [hazırlama] edilen Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] it’amlar [doyurma, yedirip besleme] ve ziyafetlerle

314

kendi rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] karşı minnettarâne ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] ve perestişkârâne [taparcasına] ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili [başka bir şeyle değiştirme] ve gece-gündüzün tahvili [değişme, dönüşme] ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] kendi ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek, o ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] karşı iman ve teslim ve inkıyad [boyun eğme] ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale [giderme] ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr [adı geçen] maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] tılsımını ve muammâsını hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfeden ve daima o Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] namına hareket eden ve Ondan istimdat [medet isteme] eden ve muvaffakiyet [başarı] isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike [başarı] mazhar [erişme, nail olma] olan ve Muhammed-i Kureyşî [Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] denilen bu zât (a.s.m.) olacak.

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr [adı geçen] dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına [doğruluk] şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] medar-ı şerefi [şeref kaynağı] ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. [övünç kaynağı] Ve ona “Fahr-i Âlem[bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] ve “Şeref-i Benî Âdem[insanoğlunun şerefi, şeref vesilesi] denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî [Rahmân olan Allah’ın buyruğu, Kur’ân-ı Kerim] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin [mânevî hükümranlığının azameti, büyüklüğü] nısf-ı arzı [yeryüzünün yarısı] istilâsı ve şahsî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve yüksek hasletleri [huy, karakter] gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir [açık] kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve

315

sıfâtına ve esmâsına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ispat ve ilân ve i’lâm etmektir. [bildirmek, öğretmek]

Demek bu kâinatın bir mânevî güneşi ve Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] en parlak burhanı, [delil] bu Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] denilen zattır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] var.

Birincisi: “Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”1 diyen İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve İsrafil’in azamet-i heykelini [boy ve yapı itibariyle çok büyük olma] temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.)2 gibi keskin nazar ve gayb-bîn [gaybı gören; görünmeyenden haberi olan] gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi ve Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem [âleme şöhret salmış] olan cemaat-i nuraniyenin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevî bir kavim [insan topluluğu] ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] ve efkâr-ı siyasiyeden hâli [boş] ve kitapsız ve fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] olarak, şarktan garba [doğudan batıya] kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe nâmıyla dünyada namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] olan cemaat-ı meşhurenin, [meşhur topluluk] ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı [bireyler] bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve

316

mütebahhir [çok bilgili] ulemasının cemaat-ı uzmâsının, [büyük cemaat] tevafukla ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadeti, şahsî ve cüz’î [ferdî, küçük] değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde,

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ عَالَمٍ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَۤائِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَۤاتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدَّقَةِ الْمُصَدِّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَۤائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِي اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى أُمَّتِهِ ذَوِي الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَۤائِرِ النَّوَّارَةِ * 1

denilmiştir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî