SÖZLER – Konferans (1011-1041)

1011

Konferans

 Teşrin-i Sâni 1950’de Ankara Üniversitesinde profesör ve meb’uslarımız ve Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, Fakülte Mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلٰوةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

İmân ve İslâmiyet âb-ı hayatına [hayat suyu] susamış kıymetli kardeşlerim,

Evvela: İtiraf edeyim ki, bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibariyle sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nâfî [faydalı, yararlı] bir dersimdir. Muhatap kendimdir. Dersimi müzakere nev’inden, siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mâni başımıza gelmezse, haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün birincisi imâna dairdir. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursî’nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi, “Kâinatta en yüksek hakikat imândır, imândan sonra namazdır.” Bunun için biz de konferansımızın Kur’ân, imân, Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olmasını münasip gördük. İkincisi de inşaallah [Allah dilerse] namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım

1012

asra yakındır, büyük bir itimat ve emniyete mazhar [erişme, nail olma] olmakla en mûteber dinî bir eser olan “Risale-i Nur”u intihap [seçmek] ettik. Şimdi, ilk konferansımızın niçin imân mevzuunda olduğunu izah ile bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malûmat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] yapılan suikastlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki, imânın rükünlerinden [esas, şart] birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lakaytlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir; imânı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imânın esasatıyla [esaslar] meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem [kaçınılmaz, vazgeçilmez] bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı imâniyedir. [imanın şartları, esasları] İnsan, bir şeceredir, [ağaç] kökü esâsât-ı imâniyedir. [imanın esasları] İmânın rükünlerinden [esas, şart] en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet [peygamberlik] ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.

İmân, yalnız icmalî [kısaca, özet olarak] bir tasdikten ibaret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] bir imân, hususan bu zamandaki dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî imân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin, imân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına [köşk, saray] da mâruz kalsa, o kasırgalar [köşk, saray] bu imân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur.

1013

Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.

İşte, bu hakikatlara binaen biz de tahkikî imânı ders vererek, imânı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’ân ve imân hakikatlarını câmi’ [kapsamlı] bir eseri, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur’ân tefsirine sarılmaktır.

Şimdi, “Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?” diye bir sualin içinizde hâsıl olduğu, nuranî bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel [en mükemmel doğru yol gösterici] olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imânını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahittir.

Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’ânî bir eserin müellifinin, [telif eden, kitap yazan] şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz [edinme, kabullenme] ettik. Bu hâsiyetlerin [özellik] de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’de mevcut olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, [telif eden, kitap yazan] yalnız Kur’ân-ı Hakîmi [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakiki ilimleri hâvi [içeren, içine alan] bir kitab-ı mukaddestir. [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap] Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. [balık] Bunun için, Kur’ân’ı tefsir ederken, hakikatın sâfi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için, müfessirin [açıklayan, yorumlayan] kendi hususî meslek ve meşrebinin [hareket tarzı, metod] tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’ân’ın mânâlarını keşif ile tezahür eden Kur’ân hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki, o

1014

müfessir [açıklayan, yorumlayan] zât, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa mâlik bir allâme [büyük âlim] ve hem gayet âli bir deha ve nüfuzlu derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye [kutsal duygu] sahip olsun…

Üçüncüsü: Kur’ân tefsirinin tam bir ihlâsla telif [kaleme alma] edilmiş olması ki, müellifin, [telif eden, kitap yazan] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasından başka hiçbir maddî, mânevi menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvî hâletin [durum] müellifin [telif eden, kitap yazan] hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…

Dördüncüsü: Kur’ân’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal [indirme] edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi [cihet, yön, taraf] olmasıdır. İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] asrımıza bakan vechesinin [cihet, yön, taraf] keşf edilip, avamdan en havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûpla izah ve ispat edilmiş olması…

Beşincisi: Müfessirin [açıklayan, yorumlayan] Kur’ân ve imân hakikatlarını, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez delil ve hüccetlerle [delil] ispat ederek tedris [öğrenim, eğitim] etmesi. Yani, pozitivizmi [gerçeğin deney ve gözlemle elde edilebileceği görüşünü savunan felsefî doktrin] (ispatiyecilik) bir esas ittihaz [edinme, kabullenme] etmiş olması…

Altıncısı: Ders verdiği Kur’ânî hakikatların, hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir [aydınlatma] ve tatmin ve nefsi musahhar [boyun eğdirilmiş] etmesi ve şeytanı dahi ilzam [susturma] edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] nâfiz [derinlere işleyen; etkili] ve müessir olması..

Yedincisi: Hakikatların derkine [anlama, algılama] de mâni olan benlik, gurur, ucub [kendini beğenme] ve enaniyet gibi kötü hasletlerden [huy, karakter] kurtarıp, tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyet [alçakgönüllülük] gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması…

Sekizincisi: Kur’ân-ı Kerimi tefsir eden bir allâmenin [büyük âlim] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetine ittiba [tabi olma, uyma] etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi

1015

üzere ilmiyle âmil olması ve âzami bir zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takvâ ve âzami ihlâs ve dine hizmetinde âzami sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] âzami sıdk [doğruluk] ve sadâkat ve fedakârlığa, âzami iktisat ve kanaata mâlik olması şarttır.

Hülâsa [esas, öz] olarak müfessirin, [açıklayan, yorumlayan] Kur’ânî risaleleriyle, Risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) âzami takvâ ve âzami ubûdiyeti [Allah’a kulluk] ve kuvve-i kudsiyesiyle [kutsal duygu] de velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] lemeâtına [Lem’alar isimli eser] mazhar [erişme, nail olma] olmuş hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] bir zât olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin, [açıklayan, yorumlayan] Kur’ânî ve şer’î meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar [küçümseme] edip, dünyaya meydan okuyacak bir imân kuvvetiyle hakikatı pervasızca [korku] söyleyen İslâmî şecaat [yiğitlik, cesaret] ve cesarete mâlik olan bir müfessir [açıklayan, yorumlayan] olması gerektir.

Hem idam [hiçlik, yokluk] plânlarının tatbik edildiği ve birtek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imhâ edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’ânî, şer’î esasatı [esaslar] telif [kaleme alma] ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil [çok olgun yol gösterici] ve İslâmın, bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli [en mükemmel rehber] ve Kur’ân’ın muteber bir müfessir-i âzamı [büyük müfessir; Kur’ân-ı Kerimi mânâ bakımından tefsir eden, yorumlayan kimse] olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr [adı geçen] dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif [telif eden, kitap yazan] Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ayniyle mevcut olduğu, hakiki ve mütebahhir [çok bilgili] ulema-i İslâmın [İslâm âlimleri] icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha [uyanış] gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, [İslâm milleti] Avrupa ve Amerikaca mâlûm ve musaddaktır. [doğrulanan]

İşte arkadaşlar, biz, böyle bir tefsir-i Kur’ân [Kur’ân tefsiri] arıyor ve böyle bir müfessir [açıklayan, yorumlayan] istiyorduk.

1016

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi imânı kurtarmak veya kaybetmek dâvâsıdır. Umumî harpler, beşere intibah [uyanış] vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiştir ve bâkî bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir dâvâyı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dâvâ vekili bulmaktaHaşiye çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki İslâmiyetin ilm-i kelâm dâhileri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dâhi müfessirlerinin [açıklayan, yorumlayan] vücuda getirdikleri eserler kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zâtlar, İslâmiyetin birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zâtların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda, dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalâlet—Kur’ân [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve İslâmiyete ve imâna taarruz—fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi [giderme] müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad [doğru yol gösterme] ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem, bundan evvelki asırlarda, müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki [ilerleme] etmemiş olduğu mâlûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip, beşeri sırat-ı müstakîme [dosdoğru yol] kavuşturmak, imânı kurtarabilmek için, ancak ve ancak Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu asra bakan vechesini [cihet, yön, taraf] keşfedip, umumun müstefid [faydalanan, yararlanan] olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi elbette bu asırda kabil [mümkün] olacaktır.

İşte, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân-ı Kerimdeki bu asrın muhtaç olduğu hakikatları keşfedip, Nur Risalelerinde, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakiyetine [başarı] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. Bunun içindir ki, Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.

1017

Ve yine Risale-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak [arzu, istek] ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikatlar [baskılar] içerisinde Risale-i Nur’u okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında telif [kaleme alma] edildiğinden Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar [erişme, nail olma] olduğunu gözlere göstermiştir…

Kıymetli kardeşlerim,

Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken, “Kim ne isterse sorsun” diye, hârikulâde bir ilânat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, [büyük âlim] Bediüzzaman’ın hücresine kafile kafile gidip, her nev’i ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkil, [zor] en muğlâk sualleri Bediüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.

Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani “şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun” diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak, beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâta[kavrayış] ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir; Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] müstesna…

Hattâ o zamanlarda, Mısır Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam [susturma] edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’den bu genç hocanın (Bediüzzaman’ın) ilzam [susturma] edilmesini isterler. Şeyh Bahît de, bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camiinden çıkılıp “çayhâne”ye oturulduğunda, bunu fırsat telâkki [anlama, kabul etme] eden Şeyh Bahît Efendi, Bediüzzaman Said Nursî’ye hitaben: مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُبَائِيَّةِ وَالْعُثْمَانِيَّةِ yani: “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?”

Şeyh Bahît Efendi Hazretlerinin bu sualden maksadı, Bediüzzaman Said Nursî’nin, şek [şüphe] olmayan bir bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını [ateş saçan zekâ; çok süratli ve keskin anlayış sahibi] tecrübe

1018

etmek değildi. Zaman-ı istikbâle ait şiddet-i ihâtasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

yani, “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Birgün gelip doğuracaklardır.”

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri, “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” demiştir. Nitekim, Bediüzzaman’ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] devrinde, şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek [alma] ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle, ve şimdi Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde, fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hadiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte, büyük ulemâ-i İslâm [İslâm âlimleri] ve meşâyih-ı kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki, Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman’ın eserleri sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] kalbiye olup, cumhur-u ulemânın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] ehl-i tasavvuf [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] ve ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve fen, Bediüzzaman’ın eserlerinden sadece istifaza [feyizlenme] ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’ân-ı Kerimden başka bir kitapla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif [kaleme alma] ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi [kitaplar] de bulunmayan, yarım ümmî bir zât, öyle misilsiz [benzer] bir ilânatla, ulûm-u cedide de dahil

1019

mütenevvi [çeşit çeşit] ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bediüzzaman’ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur” diye allâmeler [büyük âlim] tarafından tasdik edilen ve Avrupa’nın bir kısım idrâksiz ve garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] feylesoflarının, müteşâbih [benzer] âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadislerin birer mu’cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi [ilim ehli, âlimler] de kurtarıp, İslâmiyete olan hücumları akîm [neticesiz] bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, [telif eden, kitap yazan] elbette dâhi bir müfessir-i Kur’ân [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] ve onun ilminin vehbî [Allah vergisi] ve vâsî [geniş] olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bir hayat boyunca okumaya lâyık harika bir şaheser olduğuna şüphe edilemez.

Müteyakkız [uyanık ve dikkatli] kardeşlerim! Hem bizim, hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, [kurtuluş] kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] ederek dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela مَنْ قَالَ وَلِمَنْ قَالَ وَلِمَ قَالَ وَفِيمَا قَالَ yani: “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi [temel kural] nazar-ı itibara [dikkate alma] almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, [yüce] güzelliği ve kuvvetinin menbaı, [kaynak] şu dört şeydir: Mütekellim, [konuşan] muhatap, maksat ve makam. Yoksa, her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Meselâ, bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin [asker] arş sözü arasında ne kadar fark vardır. Birincisi, koca bir orduyu harekete getirir; aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî’ye karşı kalblerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi,

1020

büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba [tabi olma, uyma] etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından, buradaki bir kısım kardeşlerimiz, üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi [hareket tarzı, metod] hakkında malûmat verilmesini ısrarla istediler.

Fakat, Bediüzzaman gibi bir zâtın hayatı ve eserleri ve seciyelerini [huy, karakter] tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basiretli ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] olan ediplerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bediüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatını dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.

Aziz kardeşlerim,

Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisinde [mânevî kişilik] şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac [bileşim, karışım] etmiştir.

1. Yüksek bir kuvvet ve bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] üstadı olan hakikat-ı İslâmiye. [İslâm hakikatleri, gerçekleri]

2. Şehâmet-i imâniye. [imandan gelen cesaret, yiğitlik] Yani tezellül [alçalma] etmemek, biçarelere tahakküm [baskı] ve tekebbür [büyüklenme] etmemek.

3. Müslümanlığın insana verdiği izzet [büyüklük, yücelik] ve şeref, terakki [ilerleme] ve teâlinin [yücelme] en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye. [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği]

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadis-i şerif var ki: “Hakiki âlimler, zâlim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca [korku] söyleyen âlimlerdir.” İşte biz, ancak böyle ve muttaki [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan kimseler] bir allâmenin [büyük âlim] söz ve eserlerine itimat edebiliriz.

Asrımızda ise, hayatındaki vâkıalar ve eserleriyle bu hadis-i şerife mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman dinî mücahedesi [Allah yolunda cihad etme] ve Kur’ân’a hizmetinde ve ubûdiyetinde, [Allah’a kulluk] Resul-i Ekremin aleyhissalâtü vesselâm

1021

sünnet-i seniyesine tam ittiba [tabi olma, uyma] etmiş bir mücahittir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hadisesi olan Bedir muharebesinde, sahabe-i kirâma, nöbet nöbet cemaatla namaz kıldırmıştır. Yani, vâcip olmayan, hususan, muharebe zamanında terk edilebilen, “cemaatla namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bediüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus harbinde, harp cephesinde, avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] Kur’ân’ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirini telif [kaleme alma] etmiş ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki, Kur’ân-ı Kerim’in en ince nükte [derin anlamlı söz] ve en derin meselelerini ve misilsiz [benzer] i’câz [mu’cize oluş] ve hârikulâde yüksek belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve fesâhatını [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini [derin anlamlı söz] izhâr ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa [gürültü, dehşet verici] ve dehşetleri mâni olamamıştır.

Ezân-ı Muhammedî’nin (a.s.m.) yasak edildiği ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] girmemişlerdir.

İmân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bediüzzaman nefyedildiği [gönderilme, sürgün] yerlerde, zâlim müstebitlerin [baskıcı, diktatör] tarassudat [göz altında tutma çalışmaları] ve tazyikatı [baskılar] içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imânî eser telif [kaleme alma] ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat [kurtuluş] ve salâhı için dualar etmiş, dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica ederek yalvarmıştır.

1022

Evet, Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktidâ [tabi olma, uyma] etmiştir.

Bediüzzaman’ın bu hâli [boş] de, bütün İslâm mücahitlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve takvâyı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmâl etmiyor. Cebbar [zorba] ve zâlim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın takatsızlıkları içinde bulunması dahi telifata [kaleme alma] noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber [Hz. Peygambere bağlılıkta en ileride olan] (radiyallahü anh) demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imâna yer kalmasın.” Bediüzzaman, bu gayet ulvî seciyenin [huy, karakter] bir lem’acığına [parıltı] mazhar [erişme, nail olma] olmak için, “Birkaç adamın imânını kurtarmak için Cehenneme girmeye hazırım” diye fedakârlığın şâhikasına [zirve] yükselmiş ve böyle olduğu, Kur’ân ve İslâmiyetin fedâî ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kur’ân ve imân hizmeti için Bediüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını fedâ ettiği, mâruz kaldığı o kadar şedid [şiddetli] zulüm ve işkencelere ve giriftâr edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidâl, [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] birer şâhid-i sâdık [doğru şahit] hükmündedirler.

Bediüzzaman, Kur’ân, imân, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını fedâ etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takvâ ve riyâzet, iktisad [tutumluluk] ve kanaatla ömür geçirerek dünya ile alâkasını kesmiştir.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizmetine vakf ve hasretmek [bir mesele üzerinde yoğunlaşmak] ve ihlâsa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrit ederek mücerret [soyut] kalmıştır. Evet, Bediüzzaman imân ve İslâmiyet hizmeti için herşeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber ubûdiyet, [Allah’a kulluk] zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takvâda da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedâisi ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir hâdimi payesine [mertebe, rütbe] yükselmiştir.

1023

Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur dâvâsında öyle bir itmi’nânı, [emin olma, tereddütsüz inanma] öyle bir sıdk [doğruluk] ve sadakatı, öyle bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metaneti, [gayret, kararlılık] öyle bir ihlâsı vardır ki, din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, [baskı, zulüm] o kadar hücum ve tazyikatları [baskılar] ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, dâvâsından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îka’ edememiştir.

Said Nursî, Eski Said tâbir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın [batı] Sokrat’ı, Eflâtun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Fârâbî gibi dâhi hükemâlarından [filozof, felsefeci] felsefe ve hikmette Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’ân’dan başka halâskâr [kurtarıcı] ve hakikî rehber olmadığını dâvâ etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlarda şüphesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif [şeref verme] etmeden bizzat şüphesini izâle edebilir.

Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve velîlik gibi mânevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” [kurtulma] gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Millî Müdafaa Vekâletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem, âlim bir zâtın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bediüzzaman’ın nasıl bir zât olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur külliyatını dikkatle, sebatla [kalıcı olma, sabit kalma] okumak kâfidir. Size bir misal olarak, yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsiyle [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selâmet [huzur] ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inâyete [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mâliktir.”

1024

Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattır. [yaratılış olarak benzersiz olan] Fakat, yirmi beş senedir hem kendini, hem talebelerini siyasetten men etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] istihdam [çalıştırma] edildiği anlarda; zekâsı, fetâneti, [zihin açıklığı, çabuk kavrayış ve anlayış] aklı, mantığı, zihni, hayâli, hafızası, teemmülü, [düşünme, inceden inceye araştırma] ferâseti, [anlayışlılık, çabuk seziş] seziş ve kavrayışı, sür’at-i intikali [çabuk anlama ve kavrama] ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, [özel; bir ferde delâlet eden söz] duyguları ve mânevi letâifinin [duygular] emsalsiz bir tarzda olması, istihdam [çalıştırma] edildiğine âşikâr bir delildir ki; kendi ihtiyariyle, keyfiyle değil, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile Kur’ân’a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i kalbçe [kalb ehli] musaddak [doğrulanan] ve müstahsendir. [güzel görülen, beğenilen]

Mısır’da fâzıl [faziletli, değerli] ulemâdan, merhum Abdülâziz Çaviş, Bediüzzaman’ın fatinü’l-asr [asrın en dâhisi, en akıllısı] olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya [üstün zekâ] mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında [basın, medya] makale neşretmiştir.

Büyük ve salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] bir âlim olan Şeyhü’l-İslâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Risale-i Nur’a sahip çıkmış ve Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslâmiyetin gayet keskin ve elmas bir kılıcıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman’ın zâlim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar [küçümseme] ederek, hakikatı pervasızca [korku] tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil hakaik-ı Kur’âniye [Kur’ân hakikatleri, esasları] ve imâniyeyi, kendini fedâ ederek, istibdadın [baskı ve zulüm] en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikata cansiperâne [canını fedâ edercesine, canını siper ederek] hizmet etmesidir.

Bir müdde-i umumî, [savcı] iddianâmesinde: “Bediüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır, fakat bu enerjisini tarikat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’ân hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatına varılmıştır” denilmektedir.

1025

Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında, “Bediüzzaman Said-i Nursî’nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mâni olamıyoruz” demiştir.

Biz de deriz ki: Evet, Said Nursî Hazretleri, emsâli görülmemiş dinamik ve enerjik bir zâttır. Bediüzzaman’ın harika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları [itiraz eden, karşı gelen] dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursî, bazan bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lûtfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyâkım [şiddetli arzu ve istek] var.”

Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’ân’dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir.”

Evet, Bediüzzaman itikad [inanç] ediyor ve diyor ki: “Ben, derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım…” Bediüzzaman gibi bir zât böyle derse, bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.

Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] etmiştir. Arabî bir eserinde şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-i riyâdır [gösterişin ta kendisi] ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd [köle] ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyâkârlık, dalkavukluk yapar. Tasannûkâr [yapmacık] tavırlar takınır. O belâ ve musibete düşersen, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen [davranışla] bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlâhî [Allah’ın yönlendirmesi] varmış gibi, istimdatkârane [yardım istercesine] ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] olan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] seciyesi, [huy, karakter] Risale-i Nur gibi, cihanşumül bir esere hâdim [hizmetçi] olmuştur.

Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil [yükleme] ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] düsturunu [kâide, kural] bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, vermese dokunur.

1026

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmânsızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir zamanda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim” der.

Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük [bereket vesilesi] verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân, imân ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri, mütemâdî [sürekli] bir tarassud [gözetleme] ve tecessüs, [gizlice araştırma] tâkibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî [Allah’ın rızası] için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyete hizmet ettiği ve hizmet-i Kur’âniyesini [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hiçbir şeye âlet etmediği müteaddit [bir çok] mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr [adı geçen] hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hakperestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî [yüce] meziyet ve yüksek hakikata mugayir [aykırı, zıt] en küçük birşey olsa idi, en büyük ilâvelerle şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecekti.

Nitekim, bütün bütün iftira ve ithamlarla, [suçlama] cebbar, [zorba] müstebid [baskıcı, despot] din düşmanlarının tahrikatiyle mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi, tahkikat [araştırma, inceleme] ve muhakeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] ederek, beraat ettiği vakit sükût edilmesi, bu hakikatın âşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklâl için can veren, fedâî İslâm mücâhidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kur’ân ve İslâmiyete yapılan darbeler ânında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratiyle, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi, “Ey Millet-i İslâmın [İslâm milleti] ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik Üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdad [baskı ve zulüm] ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir.” Evet biz de bu kanaattayız.

1027

Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman’ı asla ye’se [ümitsizlik] düşürmemiş, bilâkis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubûdiyete [Allah’a kulluk] sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çâre-i yegânesi, [tek çâre] Kur’ân’a sarılmaktır” demiş ve sarılmış. Kur’ân’da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm [İslâmın kurtarıcısı] ve nev-i beşerin saadetine medar [kaynak, dayanak] olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet [güç, ezici kuvvet] ve şevketleri, [büyüklük, haşmet] Bediüzzaman’ı kat’iyen [kesinlikle] atâlete [hareketsizlik] düşürtememiştir. “Vazifem Kur’ân’a hizmettir. Galip etmek, mağlûp etmek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] aittir” diye imân ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azimeye [büyük gayret] mâliktir ki, ona icra edilen müthiş mezâlim, [zulümler] bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.

Bediüzzaman, arz ve semâvâttaki mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] hayret ve istihsanla [beğenme, güzel bulma] temâşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda [gezi ve seyir yeri] zihnen meşguliyet ve dakik [derin ve ince] bir tefekkür ve daimî bir huzur hâlindedir.
Ağaç ve nebatat [bitkiler] ve çiçekleri, مَا شَۤاءَ اللهُ بَارَكَ اللهُ 1* فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 2 “Ne güzel yaratılmışlar” diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her âza ve hâsseleri [özel; bir ferde delâlet eden söz] gibi, gözünü de daima Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’at mu’cizeleri] bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususî hayatında mütevâzi, [alçakgönüllü, gösterişsiz] vazife başında vakurdur. Tevâzu [alçak gönüllü olma] ve mahviyette [alçakgönüllülük] nümûne-i misâl olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer [asker] nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. [asker] Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem.”

1028

Hulâsa [özet] olarak arz ederiz ki: Bediüzzaman, ihlâs-ı tâmmeye [tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] mâlik, hârikulâde, hakikî bir müfessir-i Kur’ân‘dır. [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] Hem ihlâs-ı etemme [tam ve mükemmel ihlâs] vâsıl olmuş, kahraman ve yektâ [eşsiz] bir hâdim-i Kur’ân‘dır. [Kur’ân hizmetçisi] Risale-i Nur’un müellifi olmak itibariyle; hem bir mütekellim-i âzamdır, [büyük bir kelâmcı] hem ilimde gayet derecede mütebahhir [çok bilgili] ve râsih, [sağlam, yerleşmiş] muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve müdakkik [dikkatli] bir allâmedir, [büyük âlim] hem ilm-i mantıkın [mantık ilmi] yüksek, nazîrsiz [benzer] bir üstadıdır.

Ta’lîkat [Bediüzzaman’ın mantık ilmi üzerine yazdığı bir eseri] namındaki telifâtı, [kaleme alma] mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz [seçkin] ve hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ve hakikatbîn [doğru görüşlü] bir dâhidir, hem Kur’ân’la barışık müstakim [doğru ve düzgün] felsefenin hakikatperver [hakikat aşığı] bir feylesofudur, hem nazirsiz [benzersiz] bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)’dir, hem daima hakikat terennüm [dile getirme] etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhi bir müellif [telif eden, kitap yazan] ve ediptir.

Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdat [baskı, zulüm] ve takyîdat [sınırlandırmalar] altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] setrettiği, [örtme] gizlediği için, mezkûr [adı geçen] sıfatların herbirisine muttalî [haberdar olma, bilgi sahibi olma] olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nur’un hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikatperver [hakikat aşığı] ve faziletperver [fazilet sever, erdem sahibi] bu zamanda bir kısım ulemâ-i hakikînin [gerçek âlimler] ve ehlullahın [Allah dostları] ittifak ve icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kat’î kanaatlarımızdır.

Bediüzzaman’ın, öyle bir ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en muteber ve en birinci ve en hakikî delilimiz, Bediüzzaman Said Nursî’dir. Kimin şüphesi varsa, Risale-i Nur’u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, [büyük hakikatler, gerçekler] bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşa ve ilân ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet [İslâm âlemi] ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar [bekleme] ediyordu.

1029

Bediüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “zaman, imânı kurtarmak zamanıdır” demiş ve bütün himmet [ciddi gayret] ve mesâisini ve hayatını, ulûm-u imâniyenin [iman ilimleri] telif [kaleme alma] ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Hazret-i Üstad ulûm-u imâniyeyi [iman ilimleri] neşretmekle, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve âlem-i insaniyeti [insan âlemi] hayattar ve ziyadar [ışıklı] eylemiştir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o büyük Üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin. Âmin, âmin, âmin.

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fâtihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbii [terbiye edici] ve müzekkîsidir. [temizleyen, ıslah eden] Risale-i Nur’un bir hususiyeti de, Mektubat’ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sahifesindeki1 şu bahistir:

“Bazı sözlerde, ulemâ-i ilm-i kelâmın [kelâm ilmi âlimleri] mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhac-ı hakikînin [hakikî, gerçek yol] farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ, bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat, her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi… Aynen öyle de, ulemâ-i ilm-i kelâm, [kelâm ilmi âlimleri] esbabı, nihayet-i âlemde [dünyanın son bulması] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ve devrin muhaliyeti [imkansızlık] ile kesip, sonra Vacibü’l Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, nereye vursa âb-ı hayat [hayat suyu] fışkırtıyor.

وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ 2 düsturunu [kâide, kural] herşeye okutturuyor.

“Hem imân, yalnız ilim ile değil, imânda çok letâifin [duygular] hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma]

1030

edip tevzi [(sahiplerine) dağıtma] olunuyor. İlim ile gelen mesâil-i imâniye [imanî meseleler] dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata [dereceler] göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif [duygular] kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim [doğru ve düzgün] ve selâmetli yapıyor.

Eski hükema, [âlimler, filozoflar] ahkâm-ı şer’iyeden [dinî hükümler] ve akaid-i imâniyeden bazıları için: “Bu nakildir, imân ederiz, akıl buna yetişmez” demişler. Halbuki, bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise, “Bütün ahkâm-ı şer’iye [dinî hükümler] ve hakaik-i imâniye [iman hakikatleri] aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım” demiş. Ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.

Risale-i Nur’da, müstesna bir edebiyat ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve icaz, nazirsiz, [benzersiz] câzip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplara muvazene [karşılaştırma/denge] ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte [derin anlamlı söz] bir imâ veya ince bir mânâ veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat, o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri Risale-i Nur’la fazla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medâr-ı iftiharı merhum Mehmed Akif, bir üdebâ meclisinde: “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler, Descartes’lar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler” demiştir.

Edip ve şâirler, zevâl [batış, kayboluş] ve firaktan [ayrılık] ağlamışlar, ölümden vaveylâ [feryat, figan] etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ, dünyaca meşhur Arap edipleri “Eğer firak [ayrılık] olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi” mânâsında لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰى َرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.

Bediüzzaman ise, “Kâinattaki zevâl, [batış, kayboluş] firak [ayrılık] ve adem [hiçlik, yokluk] zâhiridir. Hakikatta firak [ayrılık]

1031

yok, visâl [kavuşma] var. Zevâl [batış, kayboluş] ve adem [hiçlik, yokluk] yok, teceddüd [yenileme] var. Ve kâinatta herşey, bir nevi bekâya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden [gelip geçici dünya] âlem-i bâkiye [sürekli ve kalıcı dünya] gitmektir. Ölüm, ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] ve ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına girmeye vâsıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] bir dâvettir. Hem, Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret [ücret alma] etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat [hayat görevi] külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur. Azrail aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safâ [gönül hoşnutluğu] geldin diye gülerek karşılayacağım” diyor.

Bediüzzaman, beşeri, Risale-i Nur’la sefâhet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor. Gayr-i meşru [helâl olmayan, dine aykırı] bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlûp olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur’da muvazenelerle [karşılaştırma/denge] küfür ve dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir zakkum-u Cehennem [Cehennemdeki zakkum ağacı] tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azapları çektirdiğini ve imân ve İslâmiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.

Risale-i Nur, nifak [ayrılık, dağılma] ve şikakı, [ayrılık] tefrikayı, [ayrılık, bölünme] fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, [din kardeşliği] tesânüd [dayanışma] ve teâvünü [yardımlaşma] yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur, gurur ve kibir ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve zillet [alçaklık] gibi, ahlâk-ı seyyieden [kötü ahlâk] kurtararak, tevâzu [alçak gönüllü olma] ve mahviyet [alçakgönüllülük] ve izzet [büyüklük, yücelik] ve vakar [ağırbaşlılık] gibi güzel ahlâklara sahip kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk [anlama, algılama] ettirir. Bediüzzaman der ki: “İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd [köle] olur.”

1032

Bu dinsizleri mağlup etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] devam ve sebatla [kalıcı olma, sabit kalma] mütalâa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çâre-i yegâne [tek çâre] de budur. Hem böylelikle, mektep mâlûmatları da maârif-i İlâhiyeye [Allah’ı tanıma ilmi] inkılap [değişim, dönüşüm] eder.

Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’ân-ı Azimüşşânın [şânı yüce Kur’ân] tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki, tahkikî imân dersleriyle, imân mertebelerinde terakki [ilerleme] ve teâli [yücelme] ettirsin. Hem korkak değil, bilâkis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] sahibi, mütedeyyin, [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] müttaki [takva ehli, Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını imân ve İslâmiyetin kurtuluşu uğrunda fedâ eden, fedâi ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem, taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî imân kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’ân ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez [aziz, değerli] Müslümanlar meydana getirsin.

Evet, bu asra öyle bir Kur’ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, Risale-i Nur gibi, akıl, fikir ve mantıkı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir [aydınlatma] etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın, intibah [uyanış] versin, gafletten kurtarsın. Sırât-ı müstakim [dosdoğru yol] olan Kur’ân yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslâmiyetin şeâirine [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (aleyhissalâtü vesselâm) ittibaı [tabi olma, uyma] ders versin ve ihya [diriltme] etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nur’un böyle hâsiyetleri [özellik] hâvi [içeren, içine alan] bir Kur’ân tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikiyle sabittir. Hem, amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet

1033

düşmanı, insafsız, cebbar [zorba] zâlimlerin entrikalariyle maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani, şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ ederek, sıddıkıyetle sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmeleri ve eşedd-i zulme [zulmün en şiddetlisi] mukavemet etmeleri, âşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur’la imân hizmetine, bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecâvüz ve taarruzuna ve taharriyata [araştırma] mâruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] içinde, Risale-i Nur’un nâşirliğini [neşreden, yayan, yayınlayan] yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olan, imân ve İslâmiyet fedâileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur’ân [Kur’ân tefsiri] arıyor, böyle bir hâdiyi bekliyorduk. O ihlâslı Nur talebeleri ki, “Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hafîzdir, ben onun inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve himâyeti altındayım, başıma ne gelse hayırdır” diye imân etmekle beraber amel ederler. İmân hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur risalelerini, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] onlara kaptırmamak için de ihtiyat [dikkat, tedbir] ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara [dikkate alma] almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zaman da, onlar yine, üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ, “Belki hapse atılırım, Nur risalelerimi [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım” diye bazı Nur’ları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit, gûya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadâkat ve teyakkuzla [uyanıklık] Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi Üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nur’lara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hadisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış, “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdit etmiş. O İslâm fedâisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir.

Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi,

1034

“Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı, bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven [yanlışlıkla, yanılarak] tahliye ederler, o da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını [kopyasını çıkarma] tamamlayacağım yeni telif [kaleme alma] edilen Nur risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] var” diye düşünerek, hapishane müdürüne, “Benim, kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi” der. Hesap ederler ki, hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim,

Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir mâlûmatı görürse, diyeceklerdir ki, “Niçin böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] malı olan Risale-i Nur’dadır. Ben bir hiçim.”

Üstadın şahsının mazhar [erişme, nail olma] ve âyine [ayna] olduğu, Kur’ânî hakikatlar ve Nur’lar itibariyle ve neşrettiği imân ve İslâmiyet dersleriyle, ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] ile, umumî ve küllî bir tarzda Kur’ân’a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] ile şahsına ait kalmıyor. Kur’ân ve İslâmiyete râcidir. [ait] Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da, Bediüzzaman’ın hâdimliğini yaptığı Kur’ân ve İslâmiyetin ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna mâtuftur. [ait olan] Zira hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imâniyeyi câmi’, [kapsamlı] o cihanşümûl [dünya çapında, evrensel] Risale-i Nur eserleri ona ihsan [bağış] edilmiştir.

İşte, bu bedihî [açık, aşikâr] hakikatı bilen maskeli, gizli ve münâfık imân ve İslâmiyet muârızları [karşı çıkan, muhalif] ve düşmanları yarım asra yakındır, Bediüzzaman’ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksatları, Risale-i Nur, rağbet ve revaç [değer, kıymet] görüp intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesin, imân ve İslâmiyet inkişaf [açığa çıkma] etmesin. Halbuki, Said Nursî’ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer nümune olan yirmi beş sene içindeki hadiseler meydandadır.

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nisbetinde, istifade ve istifâzelerinden [feyz alma, feyizlenme] doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] yazı ve sözlerden mürekkep, [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir nevi müdafaalarını

1035

perdeler arkasından men etmeye çalışıyorlar. Bunun için, sâfdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte, böyle sinsi, böyle dessas, [hilebaz, aldatıcı] böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar [açığa çıkarma, gösterme] tarzıyla müdâfaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zâlimâne ve cebbarâne [zorbaca] haksızlıkları irtikâb [yapma, işleme] eden, o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilân ederek o acip yalanlarını akîm [neticesiz] bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik [ahmak] ve sâf-derunluk [kolay aldanma, saflık] olmaz mı ki; Kur’ân ve imânın hunhar ve müstebid [baskıcı, despot] zâlim düşmanları, Kur’ân ve İslâmiyeti ve dini, Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikati beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet [faaliyette bulunma] yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Asla ve kellâ [asla] , [asla ve asla, kesinlikle öyle değil] kat’a [kesinlikle] ve asla susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can, bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh, bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar, Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] ve ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan [suçlama] tamamıyla münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve müberra [arınmış, temiz] olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ilân edeceğiz…

Kıymetli kardeşlerim, İslâm tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazîrsiz [benzer] zâtlar meydana gelmiştir. O misilsiz [benzer] zâtların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olmayacak derecede emsâlsizdir. O büyük İslâm müellifleri [telif eden, kitap yazan] ve İslâm dâhileri, herhangi bir hükümetin, senelerce ağır bir esâret ve koyu bir istibdâdı [baskı, diktatörlük] tahtında olmaksızın, Kur’ân ve İslâmiyete hakkıyla ve hâlis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan

1036

bir istibdâd-ı mutlak [mutlak diktatörlük; her yönden sınırsız bir baskı] ve eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imhâ etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı mânevi [mânevî kişilik] olan Bediüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimizin sünnetine tam ittiba [tabi olma, uyma] ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, [en büyük cihad] beşer tarihinde misli [benzer] görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bediüzzaman gibi, yüz otuz parça imânî eserlerini şiddetli bir istibdat, [baskı, zulüm] tazyikat [baskılar] ve takyidat [sınırlandırmalar] altında, gizliden gizliye telif [kaleme alma] edebilmek, hem kuvvetli bir takva ve ubûdiyete [Allah’a kulluk] sahip olmak ve hem bunlarla beraber, harp cephesinde de fedâî olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harp cephesinde, avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] dahi, fırsat buldukça Kur’ân’ın en ince nüktelerini [derin anlamlı söz] ve harika i’câzını [mu’cize oluş] beyan eden bir Kur’ân tefsiri telif [kaleme alma] etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücadelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, ücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı [baskılar] altında, cânî canavarların pek vahşî işkenceleri içinde, (sırren tenevveret) sırrıyla, perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihânın maddî, mânevi “Fâtih”i olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ [erişen, ulaşan] olan bir câmiayı, inâyet-i İlâhî [Allah’ın yardımı] ile, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] cadde-i kübrâsında [büyük ve geniş cadde] selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak, bu mezkûr [adı geçen] hususiyetlerin mânevi şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Bediüzzaman Said Nursî gibi, tarihte hangi bir zâta daha nasip olmuştur acaba?

1037

Evet kardeşlerim,

Risale-i Nur, öyle bir ziyâ-ı hakikat, [hakikatin ışığı] öyle bir burhan-ı hak [hakdelili] ve bir sirâc-ı hakikat [hakikatin lambası] neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’ân ve imân hakikatlarını ders veriyor ve öyle bir lutf-u İlâhîdir [Allah’ın lütuf ve ikramı] ki, yirmi beş seneden beri, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] gibi, herbir tabaka-i insâniye, [insanlık tabakası, grubu] bu Nur’un âşıkı, bu Nur’un pervânesi, [korku] bu Nur’un meclûbu, bu Nur’un muhibbi [Allah’ı seven] olmuşlar; bu Nur’a koşmuşlar, bu Nur’un sinesine atılmışlar, bu Nur’dan medet istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil [meydana gelen] muazzam bir kitle bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim,

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] olan Kur’ân-ı Azimüşşânın [şânı yüce Kur’ân] hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur o kadar merakâver, [merak uyandıran] o kadar câzibedâr, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatları ders veriyor ve mesâili [meseleler] ispat ediyor ki, imân ve İslâmiyetin kıt’alar [dünyanın kara paçalarından her biri] genişliğinde inkişaf [açığa çıkma] ve fütûhâtına [fetihler, zaferler] medâr [kaynak, dayanak] oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd [coşku] ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itmi’nan[huzur bulma] kalb hâsıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalâa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim,

Ecnebî parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle [hile, aldatma] entrikalar çevirmişler, hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb [yapma, işleme] ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] bulunmuşlar; iblisâne, sinsî metodlar takip etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika [ayrılık, bölünme] tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâmın bünyesinde derin rahneler [yara] açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

1038

Fakat, o musibetler, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] imdadı ile, tahrik ve istihdam [çalıştırma] olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, Rahmet-i İlâhî [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] ile mededres [imdada yetişen] ve şifâresan [şifa veren] ve cihanpesend [dünyaya meydan okuyan, hükümlerini dünyaya kabul ettiren] ve cihanşümûl [dünya çapında, evrensel] bir mâhiyeti hâiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, [kurtulma] kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için, hakiki imân derslerini almak ve Allah’a ilticâ ve emirlerine itâat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; [kusurlar] o musibetlerin ihtar ettiğini, idrâk ettirmiştir. Zaten, insanların, mü’minlerin başına gelen belâ ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet, o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihâd-ı İslâm [İslâm birliği] cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil [bağımsız] İslâm devletlerinin teşkilini intaç [netice verme] etmiştir. İnşaallahü Teâlâ, [yüce Allah’ın izniyle] cemâhir-i müttefika-i İslâmiye [birleşik İslam cumhuriyetleri, devletleri] de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

İşte, Risale-i Nur müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Bediüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâmdır [İslâm mücahidi, din için çaba harcayan] ki, ve telifâtı [kaleme alma] Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr [kurtarıcı] ve öyle fevkalade ve cihangir bir eserdir ki, din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr, [adı geçen] muzır [zararlı] ve habis [çirkin, pis] faaliyetlerini akamete [neticesizlik] dûçar [yakalanmış, düşmüş] ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını, param parça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imânî fütûhâtı, [fetihler, zaferler] perde altında, kalbden kalbe inkişaf [açığa çıkma] ettirmiş ve Kur’ân-ı Azimüşşânın [şânı yüce Kur’ân] hâkimiyet-i mutlakasına [sınırsız ve tam bir egemenlik] zemin ihzar [hazırlama] etmiştir.

Evet, Risale-i Nur, o tahribatı Kur’ân’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’ân-ı Kerimdeki en kısa ve en müstakim [doğru ve düzgün] bir tarikle tamir ve o yaraları, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] eczahâne-i kübrasındaki [en büyük eczane] edviyelerle [devâlar, çareler] tedavi ediyor ve edecektir.

1039

Hem, mâsum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri, tahaccür [taşlaşma] etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebûnu, [düşkün, tutkun] zâlim, hunhar, haris [aç gözlü, çok hırslı] ve müstebid [baskıcı, despot] uşaklarını, hâk ile yeksân [yerle bir etme] edip izmihlâl [yıkılma, çökme] ve inhidâm-ı mutlakla [tam bir çöküş] mağlup eden ve edecek yegâne çarenin, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bu asırda bir mu’cize-i mânevisi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahitleri ve âlimleri, icraat ve müşâhedâta [görülen, seyredilen] müstenid, [dayanan] yakînî bir kanaat-ı kat’iye [kesin kanaat, inanma] ile müttefiktirler.

Evet, tarih-i beşer, [insanlık tarihi] Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, Kur’ân’ın emsâlsiz bir tefsiridir.

Evet, Bediüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm [İslâm âlemi] değil, Hıristiyan dünyası da medyun [borçlu] ve minnettardır ki, dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar [erişme, nail olma] olduğu muvaffakiyet [başarı] ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürnâme [teşekkür belgesi] yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatından, imân, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat, bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazan okuyuvermek lûtfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı [kabiliyet] nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa, onu getirip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri [derin anlamlı söz] derk [anlama, algılama] eden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir, fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilâta [ayrıntılar] girişip eski mâlûmatlarıyla açıklarsa, bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatların

1040

anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine [anlama, algılama] bir perde olabilir. Bunun için, bazı lûgatların [kelime, sözcük] mânâlarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hulâsaten [özet] deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasîh ve vecîzdir. [kısa ve öz] Sözün kıymeti, îcazındadır, [az sözle çok mânâlar anlatma] kısalığındadır. Bir mesele-i imâniye ve Kur’âniye, [imanla ve Kur’ân’la ilgili mesele] umuma ders verilirken, mücmel [kısa, kısaca] olarak tedrisinde, [öğrenim, eğitim] daha fazla istifaza [feyizlenme] ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz,

Umum kadirşinas [kıymet bilir] insanlar Risale-i Nur’u ve sizi ebediyen tebcil [yüceltme, saygı gösterme] ve tekrim [saygı gösterme] edeceklerdir. Tahkikî imân dersleriyle imânımızı kurtaran cihanbahâ ve cihandeğer [dünyalara değer] bir kıymette olan Risale-i Nur’u, bütün ruhu canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim [saygı gösterme] ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve bu hürmet, nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nur’daki hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] öyle bir kuvvettir ki, bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dinsizliğin temelleri târümâr olacak, inhidam [yıkılma, harab olma] çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, imân ve Kur’ân nuruyla felâh ve necat [kurtuluş] bulacaklardır.

Evet, dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak, demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kuvveti] dünyayı Nur ve saadete gark [boğma] edecek. Bu Nur-u Kur’ân, [Kur’ân nuru] imânların kurtuluşunda, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

ba

1041

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَاۤ اَللهُ * يَا رَحْمٰنُ * يَا رَحِيمُ * يَا فَرْدُ * يَا حَىُّ * يَا قَيُّومُ * يَا حَكَمُ * يَا عَدْلُ * يَا قُدُّوسُ

İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin. Ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede daima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenatlarına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] Sözler mecmuasının herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve ihlâs ihsan [bağış] eyle. Âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] iki cihanda mes’ut eyle. Âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını [kusurlar] affeyle. Âmin.

 Umum Nur şakirtleri [öğrenci] namına

 Said Nursî