ŞUÂLAR – On Dördürcü Şuâ -2 (518-576)

518

 Hata-Savab Cetveli

Yirmi sahifeden ziyade arkadaşlara ait olduğundan, yanlışlarını beyan etmedim. Bu yanlışların hepsi yüzden geçer. Mahkemede kırk sahife iddianame iki saate yakın dinlettirildi. Hem hukukumuza, hem hayat-ı şahsiyemize, [kişisel hayat] hem hayat-ı içtimaiyemize [sosyal hayat] ve şerefimize ve Risale-i Nur’un kıymetine çok dokunduğu halde gücenmediğimize mukàbil, iddianameyi yazan zâtın meselemizdeki sathîliğine [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve dikkatsizliğine ve cerbezeliğine [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] dokunacak bir cihet varsa onun da gücenmemesini ve mahkemenin de tamamen itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] okumaklığıma müsaadesini talep ederiz.

Mahkemede aleyhimizdeki iddianamede “Yüz yanlışını ispat etmezsem yüz sene cezaya razıyım” diye iddia ettiğime bir hüccet [delil] olarak, iddianamenin kırk sahifesinde, şahsıma ait on beş sahifede seksen bir yanlışını gösteren bu cetveli takdim ediyorum.

 Said Nursî

Hatalar ve Cevapları

Hata 1: Dini âlet ederek.

Cevap: Reddedilmemiş müdafaatımdaki hüccetler [delil] bu yanlışı herkese gösterir.

Hata 2: Emniyeti bozabilecek.

Cevap: Yirmi senede bir vukuatı altı mahkeme göstermemesiyle bu yanlışını ispat eder.

Hata 3: Gizli bir cemiyet kurmak.

Cevap: Üç mahkemenin bu noktada beraat vermesi bu yanlışını ispat eder.

Hata 4: Gizli cemiyete girmek.

Cevap: Bu defa yirmi üç adamı makam-ı iddia [iddia makamı] tahliyesiyle kendi yanlışını kendi gösteriyor.

Hata 5: Hiçbir iş ile meşgul olmayan.

Cevap: Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve tashihiyle olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.

519

Hata 6-7: Devletin emniyetini ihlâle teşvik edecek hareketlerde bulunduğundan ve gizli cemiyet kurduğundan.

Cevap: Eskişehir Mahkemesinin yalnız tesettür ve şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] meselesini esas tutması ve cemiyet ve emniyeti ihlâle ehemmiyet vermemesi bu yanlışını gösteriyor.

Hata 8: Kanunun 163’üncü maddesi.

Cevap: Zâhiren o madde-i kanunî ile, fakat hakikaten Eskişehir Mahkemesi kanaat-i vicdaniye ile hüküm vermesi, Tesettür Risalesinin [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] eskiden yazıldığını anlamasıyla, mecburiyetle kanaat-i vicdaniyeye müracaat etmesi, bu yanlışını gösteriyor.

Hata 9: Dinen mukaddes tanınan şeyleri âlet etmesi.

Cevap: Bu otuz seneki hayatım ve bütün benimle görüşenler ve mahiyetimi bilenler, bu hükmü tekzip ediyorlar.

Hata 10: Devletin emniyetini bozacak hareketlere halkı teşvik ve tergîb ederek.

Cevap: Yirmi senede hiç bir Nur şakirdi [talebe, öğrenci] böyle bir vukuata sebep olmadığı ve on vilâyetin zabıtaları kaydetmemeleri, bunun hatâ olduğunu gösteriyor.

Hata 11: Gizli cemiyet kurmak.

Cevap: Üç mahkemenin o noktada beraat vermesi ve yirmi senedir siyaseti terk etmekliğim, bu hatânın ne kadar açık bir iftira olduğunu gösteriyor.

Hata 12: Gizli neşriyatta bulunmak.

Cevap: Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mühim merkezlerinde ve burada merkez-i hükûmette ve dârülfünunda [üniversite] yazdıkları Nur mecmuaları ellerde gezmesiyle bu yanlışını gösteriyor.

Hata 13: Gençlik Rehberi, Nurcular cemiyeti arasında gizli satılmasına.

Cevap: Cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmeyen müdafaatta, yedi makamata gönderilen itiraznamede [itiraz dilekçesi, yazısı] kat’î hüccetlerle [delil] ki, Nur talebeleri hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile siyasî cemiyet olmazlar. Hem Eskişehir Emniyet Müdürlüğü müsaadesiyle resmen tab [basma] edilen Gençlik Rehberi, değil yalnız Nurcular arasında, herkese alenen satıldığı bu hatâsını ispat eder.

520

Hata 14: Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gizli satılmasına.

Cevap: Doğrudan doğruya Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] berâ-yı malûmat bu mecmuaların gönderilmesi, hem alenen İstanbul’da ciltlenmesi ve İstanbul’daki mühim zâtlara, hattâ bazı kitapçılara—ki, Hindistan’a kadar gönderilmek için—gönderilmesi, gizli satılmadığını, belki ilânatla, teşhir edilmekle satıldığı bu hatasını gösteriyor.

Hata 15: “Yüz kırk sûre Kur’ân” demesine.

Cevap: Kur’ân yüz on dört sûre olduğunu, Kur’ân’ı okuyan herkes bildiği halde, sathîliği [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve aceleliği bu acip yanlışa sevketmiş.

Hata 16: Kur’ân-ı Kerîme âdetâ bir nazîre. [benzer]

Cevap: Bin defa hâşâ! Risale-i Nur Kur’ân’ın bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] bir âyinesi [aynası] ve ondan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiş bir tefsiri olduğuna bütün Nurcuların ve Risale-i Nur’daki yazıları görenlerin kanaatleri, bu yanlışı tekzip ediyor.

Hata 17: Risale-i Nur yüz kırk parçadan ibaret olan.

Cevap: Müdafaatımda belki pek çok defalar lüzumu için yüz otuz parça diye tekrarımız bu yanlışını gösteriyor.

Hata 18: Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] yirmi üç senede tamamlandığı bildirilen.

Cevap: İmam-ı Ali’nin (r.a.) ve Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) işârât-ı gaybiyeleriyle [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ve mânâ-yı işarîsiyle, [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] bir vakit yirmi dört senede Risale-i Nur tamam olacak denilmesi, o yanlışı tashih eder.

Hata 19: Üç kitapta toplanan Nur Risalelerinin. [Risale-i Nur’un konuları, parçaları]

Cevap: Belki, yalnız Yirmi Yedinci Mektup, lâhikasıyla beraber o üç mecmua kadar büyük olduğu gibi, onlardaki Nurun risaleleri o üç mecmuada ancak beşten birisi olması, dikkatsizlikten gelen bu yanlışını gösteriyor.

Hata 20: Perakende halinde bulunan Nur Risaleleri. [Risale-i Nur’un konuları, parçaları]

Cevap: Şimdi, Nurları yazan kalemlerin yüz binler ve güzel, itina ile, tevafukla yazan yüzler kâtibin aşk-ı imanî ve ilmî ile yazdıkları Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] perakende, ehemmiyetsiz parçalar namı verilmesi zâhir bir yanlıştır.

Hata 21: Bazı kısmında mevzu ve gaye ile hiç ilgisi olmadığı.

Cevap: Eski zamanda mantıkta en derin âlimleri ilzam [susturma] eden ve şimdiye

521

kadar müdakkik [dikkatli] âlimlerin Risale-i Nur’u o cihette tenkit edememeleri, bu hatâyı söyleyene iade eder.

Hata 22-23: Risale-i Nur’un bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî mahiyet taşımadığı.

Cevap: Yirmi seneden beri hükûmetin iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunmuş bazı rükünleri [esas, şart] ve aldanmış bazı müteassıp hocalar Risale-i Nur’un aleyhinde hücum ettikleri ve herkesi ürküttükleri halde, hiçbir esere müyesser olmayan [kolaylıkla elde etme] yüz binler her sınıftan muhtac-ı ilm-i hakikat ona talip olup istifadeleri bu iftirayı pek çirkin gösteriyor.

Hata 24: Şimalden [kuzey] gelecek büyük kızıl tehlikeye karşı bir sed olduğunu iddia ve zannetmektedir.

Cevap: Nurları okuyan bütün zâtlar; değil zan ve tahmin, belki kat’î ve yakînî bir surette, Risale-i Nur’un şimalden [kuzey] gelen tehlikeye bir sed olduğunu söylemeleri bu hatâyı gösteriyor.

Hata 25: Devletin emniyetini ihlâl etmiş.

Cevap: Üç mahkemede, üç müdafaatımda bu iftiranın asılsız olduğunu ispat ettiğim gibi, yirmi senede bulunduğum beş altı vilâyet zabıtaları, emniyeti ihlâle dair hiçbir emâreyi ne Said’in ve ne de arkadaşlarının hakkında kaydetmemesi, bu iftirayı tamamıyla reddeder.

Hata 26: Nurcuların zanları hilâfına olarak, Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] yegâne okunacak tefsir değildir.

Cevap: Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve talebelerinin lisanında her vakit söylenen “Bu zamanda en kuvvetli bir tefsir-i Kur’ânîdir” [Kur’ân tefsiri] cümlesidir. Yoksa hiçbir vakit başka tefsirlere ilişmek hatırlarına gelmediği, bu acîp hatânın ne kadar çirkin olduğunu gösterir.

Hata 27: Nurcular adı verilen talebelerin de yekdiğerleriyle [bir diğer şey] görüşmeleri gizli olduğu.

Cevap: Isparta vilâyetinde ve bütün köylerinde, zabıtanın ve hükümetin taht-ı nezaretinde [gözetim altında, gözaltı] âşikâre surette görüşmeleri ve bazı köylerde yüz kalemle yazıları neşretmeleri, gizlilik isnadını kırıyor.

522

Hata 28: Teksir [çoğalma] makinesiyle çoğaltılması ve alanların bulunduğu yerlere götürülmesi gizli yapılmaktadır.

Cevap: Bu ifadede bir dirhem doğruluk varsa, üç dirhem yanlış var. Evet, insafsız gizli düşmanlarımız bahane bulmamak için, dörtte bir gizli yapılmıştı. Yoksa şimdi buldukları bahaneyle bizi daha evvelden adliyeye sürüklemeleri ihtimaline binaen, bir parça gizliydi. Yoksa herbirisi üç yüz dört yüz sahifeli mecmualardan bin beş yüze yakın miktarı memleketin her tarafına mümânaatsız [engel olma] gitmesi, bu hatâyı tam gösterir.

Hata 29: Ve nitekim mektupların, mürsellerin bulunduğu yerden değil, başka yer postahanesinden verilerek gönderilmekte olduğu.

Cevap: Yirmi sekizinci yanlışta zikri geçtiği gibi, onda biri doğru ise dokuzu yanlıştır. Mektuplar, pek nadir olarak postahaneye mürsellerin bulundukları yerlerden verilmemiştir.

Hata 30: Cemiyet mensubîninden Ali Savran tarafından gönderildiği.

Cevap: Makam-ı iddianın [iddia makamı] o Ali Savran’ı tahliye etmesi ve sonra da bu mahkemede yine tevkif etmeyip memleketine gitmesine izin vermesi, cemiyetçilik olmadığını makam-ı iddia [iddia makamı] kendi kalemiyle ispat etmiştir.

Hata 31: Yine gizlice bazı vatandaşların mensup oldukları gizli cemiyete.

Cevap: Böyle asılsız bir hatâyı tekrar etmek de büyük bir hatâ olduğu malûmdur.

Hata 32: Herkese okunmasının dahi sevap olduğunu söyleyerek iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalıştıkları.

Cevap: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtına [işaretler] mazhar [erişme, nail olma] ve şimdiye kadar yüz binler adama iman cihetinde tesirli hizmet eden ve pekçok gençleri ıslah eden Risale-i Nur’la iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edilmiş diyen, elbette nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] iğfaline [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] kapılmış ki, böyle hatâ ediyor.

Hata 33: Bundan başka gizli maksat görünmüyorsa bu gizliliğe mahal görünmezdi.

Cevap: Kırk seneden beri bana suikasta çalışan gizli düşmanlarımın desiseleriyle [hile, aldatma] şahsıma karşı eşedd-i zulmü [zulmün en şiddetlisi] yapanlardan çekinmek için gizlenmiştir.

Hata 34-35: Dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozmaya halkı teşvik eden hareketlerinin.

523

Cevap: Hiç aslı olmayan uzak bir imkânı vukuat yerinde sarf ederek bu kadar tekrar etmek, yalnız garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] bir iftiradır.

Hata 36: Kanunî ve zarurî olarak takip edilmesine, münafıklık, zındıklık, dinsizlik ve zulüm olarak tavsif [bir sıfatla niteleme] eden.

Cevap: Bizi kanunsuz hapislere sokmak ve gizli düşmanlarımızın desiseleriyle [hile, aldatma] bizi perişan etmek sırasında o gizli düşmanlarımıza münafıklık, zındıklık, dinsizlik söylediğimizi, iğfallerine [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] kapılmış memurlara atfetmesi hatadır.

Hata 37-38: Kimseyle görüşmediğini ileri sürdüğü halde, gizli olarak vilâyet ve kaza ve köylerden gelenleri kabul edip görüşmüş.

Cevap: Bu yazıda bir doğru varsa, yirmisi yanlış. Çünkü, yirmi ve otuz ziyaretçiden ancak bir tanesini kabul ettiğimi mahallî zabıtası ve ahali bildiği halde böyle küllî ve daimî bir surette isnat etmek iftiradır.

Hata 39: Sûreten bu inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] hali, yakınları olan talebeleri tarafından birçok kerametlerin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mevcudiyetinin kabulüne ve bütün Nurculara inandırılmasına yol açmış.

Cevap: Bu inziva, [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] böyle kanunsuz belâlara düşmemek ve tasannu [yapmacık] ve hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] kurtulmak için olduğu ve Nur şakirtlerinin [öğrenci] bu inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] beğenmedikleri halde, bundan kendimi keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi göstermek ve dostları da onunla onu kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bilmek mânâsız bir iftiradır.

Hata 40: Kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve velîliği hakkındaki söylenenleri ve yazıları red ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmiyor.

Cevap: Bu pek zâhir bir hatâdır. Yüz yerde kardeşlerime yazmışım ki, “Şahsımda hiç bir ehemmiyet yok. Bana karşı hüsn-ü zannınız [güzel düşünce] yanlıştır. Sizin ihlâsınız var. Ben belki ihlâsa muvaffak olamıyorum. Hizmette de size yetişemiyorum” dediğim ve hiç bir defa nefsimi methetmediğim [övme] halde bu isnat büyük bir iftiradır.

Hata 41: Ve bu yolda öğünmesine bir sebep olmuştur.

Cevap: İddianameyi yazan, sathîlik [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve garazla baktığı için, Risale-i Nur’un senâsını benim şahsımın senâsı zannetmiş, bu hatâya düşmüş. Ve çok yerlerde böyle hatâya düşüyor.

524

Hata 42: Said tefahura [gururlanma, övünme] düşkündür.

Cevap: Bu otuz senelik yeni hayatım ve bütün beni tanıyanlar onun bu iftirasını tekzip eder.

Hata 43: Bunu eserlerinin muhtelif yerlerinde görmek mümkündür.

Cevap: İddiacının bu dediği tefahur [gururlanma, övünme] benim şahsıma değil; bütün o tefahuru [gururlanma, övünme] hatırına getiren senâlar, Risale-i Nur’a aittir. Risale-i Nur da Kur’ân’ın tefsiridir.

Hata 44: Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] kitabında, eserin dört buçuk saat zarfında yazıldığı kaydedilmiştir.

Cevap: Bu yazısında iki hatâsı var. Birisi: Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] dört buçuk saatte telif [kaleme alma] edilmiş değil; onun içinde on beş yirmi sahifeden ibaret Hastalık Risalesine aittir. Orada imzaları bulunan iki kâtibin arzularıyla bir tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olarak yazılmıştır. Bunda hiçbir kimsenin hatırına tefahur [gururlanma, övünme] gelmez; ancak bir şükürdür.

Hata 45: İlminin vüs’atini [genişlik] ve karihasının genişliğini ve zekâsının feyzini ve yüksekliğini anlatmak istemiştir.

Cevap: Elli altmış senelik hayat-ı ilmiyesi böyle temeddühlere [böbürlenme] ihtiyaç bırakmadığı gibi, âhir ömründe şahsını temeddühten [böbürlenme] bütün bütün çekindiği, yalnız hakaik-ı imaniyenin beyanında yanlış etmediği ve sırf Kur’ân’ın feyzinden iktibas [alıntı] ettiğine dair beyanatı böyle hodfuruşâne [beğenerek] bir surete çevirmek büyük bir iftiradır. Hattâ o yanlış doğru da olsa meşhur Abdülvehhab-ı Şârânî ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ulema, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] nev’inde bu tarz-ı ihsanat-ı İlâhiyeyi çok defa kitaplarında zikretmişler.

Hata 46-47: Kendi kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] o kadar inanmıştır ki, İlâhî [Allah tarafından olan] ve tabiî olan birçok hadiseleri kendisinin ve Risale-i Nur’un kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] der.

Cevap: Bu hatâsında birkaç vech [cihet, yön, taraf] ile yanlışı var. İlâhî [Allah tarafından olan] ve tabiî olarak iki kısma ayırmak ve tabiata da bir hisse-i icad vermek dinde bir yanlış olduğu gibi, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] gelen zulmün aynı zamanında zelzele gibi müteaddit [bir çok] hadiselerin tevafukları Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve bir sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka]  

525

hükmüne geçtiğine bir işaret-i gaybiyedir [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] demesini tefahur [gururlanma, övünme] zannetmek iftira olduğunu herkes bilir.

Hata 48: Risale-i Nur’un tokadı olarak vasıflandırmaktadır.

Cevap: Bunu müdafaatımda pek zâhir bir hatâ olduğunu ispat ettiğimiz gibi; Risale-i Nur’un tokadıdır denilmemiş; belki “Risale-i Nur sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] gibi belâların def’ine vesile olmasından, o gizlendiği ve müsadere edildiği zamanda bazı belâlar fırsat bulup başımıza gelir” denilmiş. Bu ise adalet-i İlâhiyenin [Allah’ın adaleti] bir tokadıdır.

Hata 49: Muhtelif yerlerde olan zelzeleler ve seylâplar, [sel, akıntı] Risale-i Nur’un şiddetli birer tokadı olarak vuku bulmuştur.

Cevap: Cevabı mükerrer verilmiş bir hatâyı tekrar etmek garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] bir yanlıştır.

Hata 50-51: Bu seylâp [sel, akıntı] ve zelzelelerden Risale-i Nur’un ve binnetice kendisinin kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kurtulmuşlardır. Ve mâsumlar ve çocuklar o belâlardan zarar görmüşler. Said bunu izah etmemiş ve edememiştir.

Cevap: Risale-i Nur’un mükerrer yerlerinde yazılmış ki, zâlimlere gelen musibetlerde mâsumların telef [yok olma, zâyi olma] olan malları sadaka ve vefat edenler de şehid hükmünde olduğunu beyan, bu yanlışını ve sathîliğini [bir şeyin üstü, dış yüzü] gösterir.

Hata 52: Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu inkâr yoluna sapmak gibi bir tezada [zıtlık] düşmüştür.

Cevap: Risale-i Nur’dan Kader Risalesi [Yirmi Altıncı Söz] olan Yirmi Altıncı Sözün sırr-ı kaderi [kader sırrı] emsalsiz bir surette beyanı ve imanın erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Risale-i Nur’un harika bir tarzda ispatı meydanda iken, böyle bir iftira garazkârlıktan başka birşey değildir.

Hata 53: Nur şakirtlerinin [öğrenci] bazıları ona bir mehdilik de tevcih [yöneltme] etmişlerdir.

Cevap: İtiraznamemde kat’î hüccetlerle [delil] onun bu hatâsı reddedilmiş. Hem hiçbir vakit, değil böyle büyük makamları, belki küçük medih [övgü] ve hüsn-ü zan [güzel düşünce] ile nefs-i emmâresine [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bir benlik vermemek için reddettiği mahkemelerde de görülmüştür.

526

Hata 54: Müceddidlik [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] ve büyük makamlar veren şakirtlerinin [öğrenci] hitabelerine, enâniyet ve tefahura [gururlanma, övünme] olan meyli icabı itiraz etmeyerek bu teveccühleri [ilgi] kabul ettiği göz önündedir.

Cevap: Bu hatâsında kaç vech [cihet, yön, taraf] ile iftira var olduğu itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] ve bu cetvelde kaç yerde ispat edilmiştir.

Hata 55: “Hazret-i Ali’nin (r.a.) ilm-i hakikat [hakikat ilmi] itibariyle şakirdi [talebe, öğrenci] olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim” demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş görülmektedir.

Cevap: Bedî’ mânâsında olan Celcelûtiye kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] İmam-ı Ali’nin (r.a.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a sarahat [açıklık] derecesine yakın işarâtı [belirtiler] içinde, Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden, bana emaneten verilen o ismi Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber, “Ben de mânevî Âl-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, bir kısım müçtehidlerin وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ 1 duasında, “Seyyid olmayan, fakat ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] bulunanlar o duada dahildirler” dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârâne [ümit] bir te’vildir. Yoksa, o hatâkârane mânâ hiç hatırıma gelmemiş.

Hata 56: Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin risaleciğinin başında Said’in iki buçuk sahifelik yazısıyla يَۤا اَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ 2 âyet-i kerîmesinden ebced hesabıyla “Kürdî” kelimesi çıkarılmış.

Cevap: Burada benim iki sahifecik yazıma, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin hakkımda mübalâğakârane medihlerini [övgü] kabul ettiğim mânâsı verilmiş, hatâ etmiş. Çünkü benim o mektubum Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin dikkatini ve ilmini takdirle beraber, hakkımdaki haddimden ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve tâdil için yazılmıştır. Hem âyetin mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından riyazî ve ebcedî bir tevafukla

527

üstadına karşı bir mânâ çıkarıp, hürmetine bir makbuliyet [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmeti olarak yazmış. Böyle şeylere yanlış denilmez ki, medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olsun. Olsa olsa ilmî bir hatâdır; siyasete teması yoktur.

Yine Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin, Risale-i Nur’un müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] faziletinin bir parçasını kendi üstadına isnad etmesi ve bu zamanın bir hidayet vasıtası olduğunu demesini, medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] görüyor. Halbuki, herkes sevdiği bir adam hakkında mübalâğakârane ve ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] medih [övgü] ve senâ etmekte, örfen, âdeten, ilmen dahi hatâ olmadığı halde, hiç münasebeti olmayan bir sözdür.

Hata 57: Böyle acip dâvâlarla belki bir zaman peygamberliğini dâvâ ile hezeyan [boş söz, saçmalama] hali başlamış oluyor.

Cevap: Bunun bu iftira ve isnat ve hatâsından el’iyazü billâh derim. Böyle hiç kimsenin hatırına gelmeyen ve bizi bilen hiç kimseyi kandırmayan isnatları, elbette kanun, siyaset ve idarenin haricinde bunda dehşetli bir mânâ hükmediyor ki, şeytanın da kimseyi inandıramadığı iftirayı ediyor.

Hata 58: İhtiyar Risalesinde “Yedinci Rica[ümit] gibi bazı risaleleri halkı devletin aleyhine teşvik edecek harekette ve mâhiyette görülüp, Eskişehir Mahkemesinde mahkûmiyetine karar verilmiş.

Cevap: Bu da zâhir bir hatâdır. Yedinci Rica [ümit] ve İhtiyarlar Risalesi, değil sebeb-i mahkûmiyet ve emniyeti ihlâl etmek, belki çok cihetlerle beni zulümden kurtardığı gibi, Eskişehir’deki kanaat-i vicdaniye ile verilen hafif ceza da Tesettür Risalesinin [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bir meselesi içindir. Makam-ı iddianın [iddia makamı] dikkatsizliği ve sathîliği [bir şeyin üstü, dış yüzü] ile böyle yanlışlar oluyor.

Hata 59: Hüsrev Altınbaşak, Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] gibi mecmuaları Arap harfleriyle yazmış.

Cevap: Şimdiye kadar Kur’ân harfleri ve hattı, Türk milletinin hatt-ı kadîmi olduğu halde, Lâtin harflerini Türk harfleri deyip Kur’ân harfleriyle Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] yazan Hüsrev’i mes’ul etmek birkaç vech [cihet, yön, taraf] ile yanlış olduğunu ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] anlar.

528

Hata 60, 61, 62, 63: İstinad ettiği hadîsler zayıf ve hattâ mevzu olmakla beraber, te’villeri yanlış ve aslı yoktur.

Cevap: Bütün ümmet bin seneden beri telâkki-i bilkabul [kabul ile karşılama] ettiği ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde az bir kısım ulemanın başka te’villerle bir derece zaafiyetine [zayıflık, güçsüzlük] hükmettiklerine mukàbil, cumhur-u muhaddisîn ve ümmet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) kabul ettiği, âhir zamanda gelen bazı hadiseler hakkındaki muhtelif rivayetleri te’vil, yani mümkün bir ihtimal mânâsıyla bu zamanda vukua gelen ve gözle görülen hadiselere tam mutabık çıkmasını beyana, dünyada hiçbir ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] yanlış diyemez. Faraza o hadîslerden birisi mevzu da olsa, mevzuun mânâsı, “hadîs değil” demektir. Yoksa mânâsı yanlıştır demek değildir ki, darb-ı mesel [atasözü] nev’inde ümmet o rivayeti kabul etmiş. Bu nevi te’vilâta yanlış diyenler, kaç cihette yanlış olduğu gibi, ümmetin telâkkisine [anlama, kabul etme] ihanet ve hadîsleri inkârdır. Ve “Süfyana [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] dair hiçbir hadîs yoktur, varsa mevzudur” diyen müddeî [iddia sahibi] hiç hadîs kitaplarını okumadığı, belki Kur’ân’ın sûrelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadîsi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibni Hanbel ve İmam-ı Buharî gibi müçtehidlerin, böyle küllî ve umumî bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddeî, [iddia sahibi] küllî bir surette ve umumî bir tarzda “Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] hakkında hiçbir hadîs yoktur, varsa mevzudur” demesiyle haddinden binler defa tecavüz edip büyük bir hatâyı irtikâp [kötü iş işleme] etmiş. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak hadîs de olmasa, ümmet-i İslâmiyede [İslâm ümmeti, Müslümanlar] bir hakikat-i içtimaiye ve müteaddit [bir çok] defalar eseri görülmüş vâki ve hak bir hadise-i istikbaliyedir.

Hata 64: İrsiyette kadın ve erkeğin müsâvâtı aleyhinde olduğu gibi, medenî kanunları kabul etmediğinden, inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] aleyhinedir.

Cevap: Otuz sene evvel medenî kanunlara istinad edip Kur’ân’ın bir iki âyetini tenkit eden ve Doktor Duzi’nin kitabını ifsad [bozma] için neşreden bir iki münafığa

529

karşı bazı âyetlerin cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir tarzda tefsirini şimdi yazılmış gibi telâkki [anlama, kabul etme] edip medar-ı mes’uliyet etmek, Kur’ân’ın o âyetlerini inkâr etmek hükmünde bir hatadır.

Hata 65: Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] olduğu Beşinci Şuâda anlaşılıyor.

Cevap: Beşinci Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] küllî bir surette, çok zaman evvel müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] bir hadîsin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] kat’î cevabı verilmesi, bu zâhir yanlışı ve medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] olması büyük hatâ olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa, bu ince, küllî mânâyı böyle cüz’î [ferdî, küçük] bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.

Hata 66: Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] fes gibidir. İman ile hiç alâkası yoktur. İman ise tamamen vicdanî ve kalbî olduğunu Said bilmekten âcizdir.

Cevap: İslâm uleması ve müçtehidleri ve Şeyhülislâmlar, hususan İmam-ı Âzam, imanı zedeleyen çok alâmetleri ve harekâtları kaydettikleri halde (hususan şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] ve zünnarın) [papazların beline bağladığı demir kuşak] kütüb-ü kelâmiyede dahi ulemanın, imanın muktezasına [bir şeyin gereği] münâfi [aykırı] olduğunun ittifaklarına karşı böyle sözleri yazan ne kadar hatâ ve yanlış olduğunu divaneler de anlar. Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] hakkında itiraznamemdeki [itiraz dilekçesi, yazısı] beyanat ve Risale-i Nur’daki iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] harika hüccetleri, [delil] Said’in idrâkinde âcizdir demesini yüzüne çarpar.

Hata 67-68: Şapkanın [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] küfür alâmeti ve devam-ı ısrarı da dinsizlik olması üzerinde çok durmaktadır. Şapkanın [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyilmemesi için propagandaya ve kendi tabirlerince mücadele ve mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] giriştikleri görülmektedir.

Cevap: İtiraznamemde dört beş yerinde gayet kat’î bir surette bu yanlışın ne kadar mânâsız olduğunu gösterir.

Hata 69: Nur talebelerinin şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymeyerek bere giydikleri müşahede edilmiştir.

530

Cevap: Nur talebelerinin umumu değil, ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] olanlar, hususan hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile alâkası az olanlar lüzumsuz, mânâsız, secdeye mâni olan şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymediklerini medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] zanneden, kendisi hakikat ve adalet ve maslahat-ı millet nazarında mes’uldür.

Hata 70: Şapkanın [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] küfür alâmeti olması ve sayılması bir iman haline geldiği gibi.

Cevap: Kırk sene evvel İstanbul ulemasına verdiğim cevabı, mahkemede beyan ettiğim gibi, bütün ulema-i İslâmın [İslâm âlimleri] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği bir tabiri yalnız bana isnat etmek ve bunu da “bir iman haline geldiği” ile tabir etmek, hem İslâmiyete, hem ehl-i ilme, [ilim ehli, âlimler] hem bana karşı bir ittiham [suçlama] değil, divanecesine bir ihanettir. Ona iade ediyorum.

Hata 71: Medreselerin ve tekyelerin [Allah’ın zikredildiği yer] kapanmasından, ezan ve kàmette [boy, endam] Allahu ekber denilmemesinden, bunlar âhirzaman alâmetlerinden sayıldığından, inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hareketlerine karşı bir kışkırtmak istediği anlaşılmıştır.

Cevap: Kırk sene evvel bir iki hadîsin te’vilini beyan ettiğimi ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] ulemasının yeni icadlarının fetvasına karşı on beş sene evvel yazdığım bir risaleyi reddetmeyip bana ilişmedikleri halde, bu meseleyi şimdi medâr-ı bahsetmek adliye kanunuyla hiç bir münasebeti yok. Makam-ı iddia [iddia makamı] eski nakaratı tekrar edip, bin dereden su toplamak nev’inde isnad etmesi hem yanlış, hem hatâ, hem de idareye bir zararı muhtemeldir.

Hata 72: “Beşinci Şuânın meselelerini herkese göstermek caiz değildir, mahremdir” ihtarını yapmayı unutmamıştır.

Cevap: Her bahaneyle bizi perişan etmek isteyen gizli düşmanlarımızın şerlerinden tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] ve müddeî [iddia sahibi] gibi sathîce [bir şeyin üstü, dış yüzü] mânâlar verilmemek için, “Bu mahremdir, herkese gösterilmesin” denilmesini bir suç sayıp ve suçunu ikrar ediyor mânâsına çevirmek zâhir bir yanlıştır.

531

Hata 73: Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi “Bediüzzamanü’l-Kürdî” kelimesini bulmak için iki kere Muhammed (a.s.m.) kelimesinin tevafukunu göstermiş. Acaba Said el-Kürdî, [Kürt milletinden olan] Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (a.s.m.) benzetilmek mi istenilmiştir?

Cevap: Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin, Risale-i Nur, Kur’ân’ın bir tefsiri olmasından ve her vakit Nübüvvetin [peygamberlik] şeriatını tatbik eden ve veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ve اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ 1 hadîsine istinaden, bîçare Said’i o irsiyette, [miras] o Kur’ân hizmetinde, değil bir benzemek, belki sünnete ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmek mânâsındaki ilmî ve ebcedî istihracını [çıkarma] medâr-ı mes’uliyet [sorumluluk sebebi] gören, hem تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللهِ 2 mânâsını anlamayan elbette üç cihette yanlış etmiş. Zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) güneşinden tereşşuh [sızma/sızıntı] eden bir zerrecik nuruna mazhariyetini büyük bir saadet telâkki [anlama, kabul etme] eden Said’in elbette yüz bin derece kendi haddinden tecavüz edip ona kendini benzetmeye çalıştığını söyleyen divanedir. Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâma ittibâı [tâbi olma, bağlanma] ve sünnetine iktida [uyma] mânâsını anlamamış.

Hata 74: İslâm tarihinde hiç bir din âliminin Kur’ân-ı Kerîmi ve hadîsleri böyle şahsî fikirlere ve maksatlara âlet ettiği görülmemiş ve işitilmemiştir.

Cevap: Bunun, bu yanlışında beş vech [cihet, yön, taraf] ile hatâ var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve mânâ-yı küllî [geniş kapsamlı mânâ] ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddîn-i [kısım, durak; yıldız] Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselerine, hattâ nefsin cüz’î [ferdî, küçük] ahvâline [haller] dair âyâtın mânâ-yı sarîhi [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] değil, işârî mânâlarını beyan

532

sadedinde [asıl konu, esas mânâ] çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] küllîsinde her asırda efradı [bireyler] bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri [öğrenci] de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde [ara] makbul bir riyazî düsturu [kâide, kural] olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle âyâtı şahsî fikirlere âlet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hatâ eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.

Hata 75: Ehl-i Sünnete göre, İmam-ı Mahfî ve İmam-ı Muntazır akîdesi [inanç] bâtıldır.

Cevap: Mehdi hakkında Şiîlerin “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhirzamanda çıkacak” demelerine mukàbil, Ehl-i Sünnetin bir kısmı “İmam-ı Muntazır akîdesi [inanç] bâtıldır” demişler. Az bir kısım Hanefî uleması da لاَ مَهْدِىَّ اِلاَّ عِيسٰى 1 demişler. Bunda hem Denizli’deki ehl-i vukufun [bilirkişi] bir kısmı, hem makam-ı iddia [iddia makamı] yanlış mânâ vermişler. Her asırda mehdi mânâsına ümmetin fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir ihtiyacına binaen beklemişler. Ve birkaç vecihte, [yön] rivayetlerin delâletiyle birkaç mehdi, belki her asırda bir nevi mehdi sâdât[seyyidler; Peygamberimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] Ehl-i Beytten geleceği ümmetçe kabul edilmiş. Buna hatâ diyen bir kaç cihette yanlış eder.

Hata 76: Bir kitapta Mehdiye dair hadîslerin kâffesi zayıftır denilmiş.

Cevap: Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbni Cevzî gibi büyük bir muhaddis [hadîs ilmini bilen, çok sayıda hadîs ezberleyen, yazan veya aktaran hadîs âlimi] bazı sahih ehâdîsi mevzu dediğini, ulemalar taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened [hadîs aktarımında Peygamber Efendimize (a.s.m.) varıncaya kadar “filandan, o da filandan” şeklinde oluşan isim listesi] ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir.

533

Hata 77: Bunların zayıf ve muztarip [çaresiz] olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şâfiî değil mevzuu, mürseli de kabul etmediği halde, Said Şâfiî iken bunları kavl [söz] etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.

Cevap: İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] ve ümmetçe bu hakikatın devamı kat’î bir delildir. Bu da hatâ içinde bir hatâdır. Hem İmam-ı Şâfiî mürsel ve zayıf hadîsleri ahkâm-ı şer’iyede [dinî hükümler] hüküm çıkarmak için hüccet [delil] tutmuyor. Yoksa—hâşâ—ümmetçe kabul edilen hakikatli hadîsleri ahkâmda değil, fezâil-i a’mâlde ve hâdisât-ı İslâmiyede hüccetlerini [delil] ve delâletlerini kabul etmiştir.

Hata 78: İlm-i gayb Allah’a mahsustur. Hiçbir velî tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] yapamaz ve gaybı bilemez. Hattâ Peygamber de bilmez. Halbuki, bir risalede işârât-ı hadîsiye ile hilâfetin mebde’ [başlangıç] ve müntehâsını [bir şeyin en uç noktası] göstermiş.

Cevap: Evet, herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lâm ve ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ona dayanır. Hazret-i İmam-ı Ali’nin işârât-ı gaybiyesinin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] Risale-i Nur’a işârâtına dair bir risalenin âhirinde  اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً 1 hadîs-i şerifinin işârâtında [işaretler] birkaç lem’a-yı [parıltı] i’câziyeyi tam vâkıa mutabık güzel bir tarzda ve görenlerin takdirine mazhar [erişme, nail olma] olmuş bir beyanı çürük görmek ve itiraz etmek bir cehalet, bir hatâ eseridir.

534

Hata 79-80: Gizli cemiyet kurduğu ve din perdesi altında emniyeti bozmak maksadıyla kitap ve mektupların vasıtalarla gönderilmiş olması.

Cevap: Üç mahkeme gizli cemiyet noktasında beraat vermesi ve beş on vilâyetin zabıtaları hiç ilişmemesi ve itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] reddine dair yüz hüccet [delil] gösterilmesiyle beraber, böyle on beş sahifede on beş defa tekrarı on vecihte [yön] hatâdır.

Hata 81: Beşinci Şuânın te’villeri yanlıştır.

Cevap: Bunun ve sair bütün tenkit ve itirazlarının cevapları, itiraznamemin [itiraz dilekçesi, yazısı] âhirinde kat’î bir surette zikredilmesinden, kısa kesiyoruz.

ba

535

 Hata-Savab cetvelinin zeylidir [ek]

Hata 82: Gizli cemiyeti var. Ve Emirdağı’nda onunla meşgul olmuş.

Cevap: Bu ittihamı [suçlama] hiç bir cihetle ispat edilemeyeceğine ve iftira olduğuna kat’î delili, şiddetli tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve tam bir inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ve dünya hâdisâtına hiç kulak vermeyecek derecede bir tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] ve ihtiyarlık ve zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve hastalık içinde bulunmasıdır. Haftada yalnız birtek mektup birtek yere göndermekten başka hiç muhabere etmeyen ve telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] dahi bırakan ve serbestiyet verildiği halde, hadsiz dostları ve onu dinleyecek hemşehrileri bulunan memleketine gitmeyen ve hizmeti için bir iki terzi çırağından başka kimseyi istemeyen ve ziyaret için gelenlerden kırktan birisini birkaç dakikadan ziyade yanında durdurmayan bir garip ve kabir kapısında ve beraat etmiş ve otuz seneden beri siyaseti terk etmiş bir bîçare hakkında, bu gizli cemiyet isnadının ittihamı [suçlama] öyle büyük ve insafsızca ve zâlimâne bir hatadır ki, ona temas edenlerden zerre kadar aklı bulunan, “Bu yalandır ve asılsızdır” der.

Hata 83-84-85: İddiacı demiş: Said’in gizli düşmanı yok. Ve onu zehirleyen yok. Ve zındık namını verdiği ve kırk seneden beri Said onların ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkındaki ifsâdâtına [bozgunculuklar] karşı Kur’ân’ın hakikatleriyle mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiği bir komite yoktur. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor.

Cevap: İddiacının bu ittihamı, [suçlama] hem kaç vech [cihet, yön, taraf] ile hatâ ve yalan, hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibarıyla Said’i hapis veya tâzip [azap] etmiş, bir kısım Müslüman ve ehl-i iman [Allah’a inanan] memurlara o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir [aşağılama] ve ittihamdır [suçlama] ki, Said mükerrer demiş: “O vazifeperver Müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni idamla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim” deyip, mümkün olduğu kadar musalâhakârâne [barış yapma] onların vazifelerine dokunacak

536

harekâttan çekinen bir münzevî ve garip adam hakkında bu ittiham [suçlama] büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden [küfürle itham etmek] çekinir. Hattâ sarih [açık] küfrü [inançsızlık, inkâr] bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır, onu tekfir [küfürle itham etmek] etmez. Her vakit hüsn-ü zanla [güzel düşünce] hareket ettiği halde ona bu ittihamı [suçlama] yapan, elbette kendisi o ittiham [suçlama] ile tam müttehemdir. [itham olunan, kendisinden şüphe edilen]

Hem “Gizli düşmanı ve ifsat [bozgunculuk, kargaşa] komitesi yok” demesi öyle bir yalandır ki, komünist ve mason ve taşnak [bir Ermeni komitesi] gibi çok komiteler lisan-ı hal [beden dili] ile “Bu iftiradır, biz meydandayız” derler. Ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Said’in başına gelen elîm hadiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve Said’in herşeyi bırakıp bütün kuvvetiyle Kur’ân için o mütecaviz [aşkın] din düşmanlarına karşı yüz Nur Risaleleriyle [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] galibâne çalışması, o yalan dâvâyı yüz hüccetle [delil] tekzip eder.

Hem iddiacının “Onu zehirleyen olmamış” demesi öyle bir hatâdır ki, o daima Said ile bulunmak ve sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatına tamamen muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmakla ancak o menfî hükmünü ispat ve yirmi sene koltuğum altında işleyen ve görenler hayret eden ve aşılamakla olan zehir çıbanı ve yanımda bulunan dostların görerek şehadetleriyle hem Kastamonu’da, hem Denizli hapsinde, hem Emirdağı’ndaki tesemmümlerimi [zehirlenme] inkâr etmekle o hatâsını tamir edebilir.

Hata 86: İddiacı der: Zelzele gibi bazı hadiseler, Nurlara hücum zamanında gelmeleri Nurun kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, zemin hiddet eder. İşte Said’in bu fiili zemine vermesi dine muhaliftir.

Cevap: Kur’ân’da تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1 âyetinde, “Cehennem ehl-i küfre öyle hiddet eder ki, parçalanmak derecesine gelir” mânâsında olduğu tarzında, teşbih sûretinde, Nurlara hücum hatasıyla zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar. Yani, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile o mahlûklar [varlıklar] vazifeleri içinde kuvvet ve

537

kudret-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] olup gazab-ı İlâhîyi [Allah’ın gazabı] gösterirler. Beşeri ikaz için titrer, ağlar demektir.

Hata 87: Hem tefahura [gururlanma, övünme] meylini gösterir kendini müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] bilir.

Cevap: İddiacının “Tefahura [gururlanma, övünme] meyli var, kendini makam sahibi bilir” demesine cevap:

Evvelen: “Ben Âl-i Beytten sayılabilirim” demekten maksadım, وَعَلٰۤى اٰلِهِ 1 duasında dahil olmak için bir ricadır. [ümit]

Saniyen: [ikinci olarak] Nefs-i emmâremi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tebrie [beraat ettirme] etmem. Her fenalığa meyli olabilir. Fakat o nefsin kırk sene belâsını çeken ve otuz beş seneden beri onun şerlerinden ve heveslerinden çekilmeye çalışan ve a’mâlde [ameller, işler] bütün kuvvetini ihlâsta gören ve o halini yakın dostları müşahede eden ve Nurun eczaları ve onun müstenkifâne [kaçınan, çekimser] ve müstağniyâne [tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde] halkın hürmetinden ve medihlerinden [övgü] çekilmesi, onun mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] meşrebine [hareket tarzı, metod] şehadet eden bir adamı bu ittihamla [suçlama] mes’ul etmek, pek insafsızca bir hatâdır.

Hem Said “Nurlar bir sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] gibi belâların def’ine bir vesiledir” deyip muhtaçları Nurlara teşvik için bazı fevkalâde ihsanat-ı İlâhiyeyi [Allah’ın lûtuf ve bağışları] bir nevi keramet-i Nuriye ve bir lem’a-i mu’cize-i Kur’âniyeyi, hakikatlerinin bir tefsiri olan Nurlara in’ikâs [yansıma] etmiş demesinin ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesinin sebebi ise:

Bu millet ve vatana tam bir hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yapmak için, o ikrâmât-ı İlâhiyeyi bazan yazar, tâ Nurlara itimad ve hüccetlerine [delil] kanaat gelsin. Yoksa bu kadar insafsız muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] ve evhamlı memurlara karşı, zayıf, fakir ve garip bîçare bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmet-i milliye [milli hizmet] ve vataniyeyi yapamazdı. Bin dereden su toplayan ve habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapan iddiacı gibiler mâni olurdu. Nurların

538

makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basan ve şehadet eden bine yakın işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve emârât [belirtiler, işaretler] ve vâkıatı, Sikke-i Gaybiye [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] mecmuası delilleriyle ispat etmiş. Bin ince ipler toplansa koca bir halat olur.

Hata 88: İddiacı der: Nur, tefsir değil. Hem bazen akideye [inanç] muhalif gider.

Cevap: Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik [dikkatli] hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Said’in müddet-i hayatında [hayat süresi] mantıkî ve galibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını [suçlama] tekzip ve reddeder.

Hata-Cevap 89: İddiacı, eski zamanda Ehl-i Sünnete karşı Hasan Sabbah, Bâtıniyyûn mezhebiyle ve Şeyhü’l-Cebel bir galat-ı Şia tarîkıyla meydana çıkıp siyasî sarsıntı vermeleri gibi, Said’i onlara benzetmesi ve ittiham [suçlama] etmesi pek acip bir yanlıştır. Evet, sünnete muhalif hareket etmemek ve siyasete karışmamak için yirmi üç sene işkenceli esareti, hapsi, ihanetleri kabul eden ve siyasete girmemek için bütün dünyevî rütbelerinden yüzünü çeviren bîçare Said’i onlara benzetmek öyle soğuk bir hatâdır ki, bu günlerde hararetli ümitlerimizi kıran o iddianın aynı zamanında gelen kar ve soğuktan daha bâriddir.

Hem iddiacı, güya dünyada ebedî kalınacak ve herkes her cihetle dünya maksatlarına çalışıyor itikadında [inanç] bulunur gibi, diyor: “Said inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] aleyhinde ve emniyeti ihlâl fikriyle mukaddesatı âlet yapıp halkı fesada teşvik ediyor” diye ittihamı [suçlama] öyle bir yanlıştır ki, Nurun bütün kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatlerinin ve talebelerinin uhrevî alâkaları onu reddederler. O iddiacı bilsin ki, birtek hakikat-ı imaniyeyi [iman hakikatı, gerçeği] dünya saltanatıyla değiştirmeyiz. Ve birtek nükte-i Kur’âniyenin [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] bir paşalık rütbesinden daha ziyade yanımızda ehemmiyeti var.

539

Hata-Cevap 90: İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin [öğrenci] birbirlerine karşı muhabbetkârâne ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimâne ve bazen müfritâne [çok aşırıya kaçarak] gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] onlardan medar-ı ittiham [suçlama sebebi] çıkarıp bizi irtica ile ittiham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek. Meselâ, uzak bir köyde Muallim Mustafa Sungur’un bir mektubunu hem ona, hem bize medar-ı irtica yapıyor. Acaba o genç muallim, Nurlarla hakikî ve imanlı bir muallim ve mâsum çocuklara hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] sahibi bir terbiye edici vaziyetine girmesine şükür ve hamd mânâsında, “Ben eski sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletimden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kurtuldum” demesiyle bir irtica olur mu? İrtidattan çekinmek ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sakınmakla bir fesat, bir irtica değil, belki dersini dinleyecek mâsumlar adedince bir ıslah, bir mânevî terakkidir. [ilerleme]

ba

540

 Son Posta gazetesine yazdıranların ve ihbar edenlerin ve mahkemeyi mecbur edip bize ceza verdirenlerin iltibasları, [karıştırma] sehiv [hata, yanılgı] ve yanlışları.

1. Yedinci Ricada, [ümit] “Ankara Kal’asında [kale] dört beş ihtiyarlığın ve hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” demiştim. On dört sene evvel Eskişehir Mahkemesi bu kelimeye ilişti. Ben dedim: “Saltanatın vefatı değil, belki hilâfet saltanatının vefatı demişim. Siz bir ن ‘u okumadınız.” Sonra sustular.

2. Lâtin harflerinin kabulü değil, belki Kur’ân hurufunun [harfler] dersinin men’ine yirmi sene evvel bir mahrem risalede itiraz etmişim.

3. Otuz kırk sene evvel hakaik-ı Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatleri, esasları] müdafaa için, bütün İslâm müçtehidlerine ve müfessirlerine [açıklayan, yorumlayan] ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] Kur’ân’ın irsiyet [miras] ve tesettür hakkındaki sarîh [açık] âyetlerini tefsirim ve dört beş defa hükümetin tetkikinden geçtikten sonra bize iade edilen yalnız Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bahanesiyle kanunen değil, belki kanaat-i vicdaniye ile bana hafif ceza çektiren ve mürûr-u zamana [zamanın geçmesi] uğrayan ve af kanunları gören ve Denizli ve Temyiz mahkemelerince beraat kazanan birkaç cümleye yanlış mânâ verip bize ceza vermesini haklı gören Son Posta gazetesi düşünsün ki, ne kadar o neşriyatta hatâ var. Efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] aldatmamak lâzımdır.

4. Nurun bir şakirdinin [talebe, öğrenci] hususî kanaatini umum Nurculara vermesi ve birisinin hususî bir dostuna yazdığı âdi bir mektubu mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir gizli cemiyetin nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı telâkki [anlama, kabul etme] etmesi ve otuz kırk senede telif [kaleme alma] edilen yüz otuz risaleyi bu sene yazılmış ve hiç mahkemeleri görmemiş gibi, üç dört mahrem risalede olan otuz kırk kelimeyi, yüz otuz Risale-i Nur’daki bütün yüz bin kelimelere teşmil edip umumunu mes’ul etmesi ve yirmi üç seneden beri beni tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret altında tutan ve dört beş mahkemelere sevk eden ve beş altı defa Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] eczalarını müsadereden sonra iade eden beş altı vilâyetin

541

hükûmetlerini ve adliyelerini ve zabıtalarını bizim o mevhum, [gerçekte olmadığı halde var sayılan] asılsız suçlarımıza tam teşrik etmesidir.

5. Nurun mahrem parçalarında tesadüf ihtimali, kanaatimizce bulunmayan bazı tevafukat-ı gaybiye ve tetabukat-ı [uygunluk] riyaziye ve ebcediye ve çok işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] hem mânâ, hem riyazî ve cifrî hesabıyla Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basmaları ve İmam-ı Ali (r.a.) Celcelûtiye’sinde sarahate [açıklık] yakın Risale-i Nur’dan haber vermesini ve Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) yine imza basmasını bizler kat’î bir kanaatle hakkımızda bir inayet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Sübhânî ve Nurların makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve Kur’ân’ın bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniyenin bir nevi kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] biliyoruz. Biz, hususan ben, gayet derece kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tesellîye çok muhtaç olduğumuz bir zamanda, ihtiyarımızın haricinde bu işârât-ı gaybiyeyi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] gördük ve tasdik ettik. Fakat bir zaman gizledik. Sonra, şahsımın aleyhinde pek şiddetli propaganda ve eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdat başlamasıyla Nurlara muhtaç ve müştaklar [arzulu, aşırı istekli] çekinmeye başlamamak için, has kardeşlerime gösterdim; onlara çok faide verdiği için bir derece izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettik.

Yirmi iki sene eşedd-i zulme [zulmün en şiddetlisi] hedef olduğumun ve hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk] iskat [düşürme] edildiğimin tek bir nümunesi şudur ki: On bir ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] hizmetçilerim ve has kardeşlerim bana temas etmemek için şiddetle yasak edilip aleyhimizde müddeiumumî [iddia makamı, savcı] altmış sahife ve mahkeme elli bir sahife iddianame ve kararname yazdıkları halde, çok rica [ümit] ettiğimizle beraber yalnız iki günde üç dört saatten başka izin vermediler. Ben yeni hurufu [harfler] bilmediğimden çok yalvardım ki, “Benim dilimi bilecek ve bana kararnameyi ve iddianameyi okuyacak ve benim itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] yazacak bir talebemin yanıma gelmesine izin veriniz.” İzin vermediler. Hattâ dört saat yüz yanlışını ispat ettiğimiz iddianameyi ve birkaç ay sonra,

542

daha garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] bin dereden su toplamak ve yanlış mânâ vermekle aleyhimizde pek şiddetli ikinci bir iddianameyi bize dinlettirdikleri halde, çok yalvardım ki, “Üç sahifecik mukabelemi [karşılama; karşılık verme] okumaya müsaade ediniz.” İzin vermediler.

Medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, beni konuştursaydılar, Nurun dünyaya baktığı nadir bazı cümlelerini lehimde söyleyecektim. Kararnamede aynı cümleleri, yanlış mânâ vererek aleyhimde yazmışlar. Ben de mahkemeye, verdikleri cezaya mukàbil teşekkürnâme [teşekkür belgesi] yazdım: “Benim bedelime siz, Risale-i Nur’un bir kısım mühim fıkralarını [bölüm] neşredip bir cihette Nurcu olduğunuzu ispat ettiniz.” Ben de şimdiye kadar bana hilâf-ı kanun [kanun dışı] verdikleri azap ve sıkıntıdan onlara hakkımı helâl ettim.

Acaba garip, hastalıklı, çok ihtiyar, ziyade zayıf, tam fakir ve yarım ümmî ve kendini çok bîçare bilir ve hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme] ve tasannudan [yapmacık] kaçmak isteyen bir adam, vatan ve millete, belki âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ehemmiyetli alâkası bulunan bir vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] ve Kur’âniyeyi hakkıyla yapmak için, siyasetle alâkaları bulunmayan bazı zâtların yardımlarını ve ondan kaçmamalarını temin etmek fikriyle kat’î kanaat getirdiği ve büyük edipler ve meşhur âlimlerin kabul ettikleri bir kaide ile, binden ziyade işârât-ı gaybiyeden [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ve yüz hâdisâtın tam tamına tevafuklarından bir kısmını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi, hiçbir cihetle medar-ı itiraz [itiraz sebebi] ve mes’uliyet olabilir mi ve dine muhalif ve kanuna aykırı olur mu diye, Son Posta gazetesinden ve bizi suçlu yapandan soruyorum.

6. Bir adam otuz sene evvel اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip efkârında [fikirler] ve hayatında bir düstur [kâide, kural] yapan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan ve dinlemeyen ve on sene Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] bilmeyen, merak etmeyen, sormayan ve on iki sene zarfında hükûmetin erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve vükelâ ve mebuslarının kimler olduğunu bilmeyen ve dünyanın en hoş mertebelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve bu halini mahkemelerdeki bütün dostlarını şahit göstererek dâvâ edip bir cihette ispat eden ve imanın cüz’î [ferdî, küçük] bir hakikatine ve Kur’ân’ın bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nüktesine [derin anlamlı söz] dünya

543

saltanatından ziyade ehemmiyet verip bütün hayatını öyle hakikatlere sarf eden ve dünya ahvalini [durumlar] âhiret işlerine tercih edenleri divaneler telâkki [anlama, kabul etme] eden o münzevî adamı, siyaset-i dünyeviye ile ve gizli entrikalarla ittiham [suçlama] etmek ne kadar çirkin ve zâlimâne bir yanlış olduğunu, ceza verdirenlerin ve Posta gazetesine ihbar edenlerin vicdanlarına havale ediyorum.

Temyiz Mahkemesine, [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] temyiz lâyiha[dilekçe] olarak iddianameye karşı büyük itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] takdim ediyorum.

 Afyon Cezaevinde on bir ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] azap çeken

 Said Nursî

ba

544

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aşağıda yazılan fıkraların [bölüm] mukaddimesidir. [başlangıç]

Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] lehimizde olarak aleyhimizdeki Afyon kararnamesini haklı ve hakikatli delillerle bozmasına bir cüz’î [ferdî, küçük] yardım etmek fikriyle, kararnamede olan sehivlerden [hata, yanılgı] bir kısmına kısa işaretler için, aşağıda onların mahrem risalelerden suç mevzuu diye zikrettikleri fıkraları [bölüm] aynen kaydedip yanlışlarını göstererek, bizi mahkûm edenleri mes’ul ederiz.

Ezcümle: Beni şiddetli ceza ile mahkûm etmek için bütün suçlarımın fihristesi olarak kararın âhirinde yazmışlar ki: “Said Nursî’nin reddettiği maddeler: Biri, saltanat ve hilâfetin ilgası.” Hem hatâ, hem sehivdir. [hata, yanılgı] Çünkü, İhtiyar Lem’asında [parıltı] “Hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” diye yazdığımı on beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine cevap verdim, sustular. Mürûr-u zamana [zamanın geçmesi] uğramış, af kanunu ve beraat görmüş ehemmiyetsiz bir hatırayı suç sayan, kendisi suçlu olur.

Hem bu mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suça bir senet diye, benim bir Lem’ada [parıltı] ve Mu’cizat-ı Ahmediye‘de [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.), bir hadîs-i şerifte,

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِي ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا * 2

yani, Hulefâ-i Râşidînden [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] sonra bir fesat olacak. İşte bu hadîs üç mu’cize-i gaybiyeyi [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, “Said bir risalede demiş: Hilâfetten sonra ceberut [büyüklük ve haşmet] ve fesat olacak.”

Ey sathî [sığ, yüzeysel] heyet! Bir işaret-i gaybiyede, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] bu zamanımızda maddî ve mânevî en

545

büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber [alt üst] eden bir hadiseyi haber veren bir hadîsin i’câzını [mu’cize oluş] beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve mânen suçludur!

Hem suçlarından diye: “Tekye [Allah’ın zikredildiği yer] ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kàmet [boy, endam] okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet [miras] ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın [birden fazla kadınla evlilik] kaldırılması gibi inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] hareketlerini bid’at, dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ilhaddır [dinsizlik, inkâr] diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.

Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tesettür ve irsiyet [miras] ve taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] ve zikrullah [Allah’ı anmak] ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir-i diniyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] muhafazası haklarında gelen ve te’vil kaldırmaz sarih [açık] çok âyât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân ayetleri] inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u zamanı [zamanın geçmesi] ve müteaddit [bir çok] mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini [cihet, yön, taraf] ve hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.

 Said Nursî

ba

546

Mahkemenin—hayretle—aleyhlerinde iken, aleyhimizde yazdığı bir fıkradır. [bölüm]

Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi [İlâhî prensip] üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına [inanç] iktidaen [uyarak] tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde [yeryüzü] adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakz [bozma, yok sayma] edecektir.

ba

Mahkemenin taaccüp ve takdirle kararnamede yazdığı bir fıkra [bölüm] olup, güya aleyhimizdedir! Halbuki, onları mahkûm eder.

Yirmi Altıncı Mektupta Said Nursî kendisinden bahisle:

Bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var ki, birbirinden çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazine-i âliyesinin [yüce hazine] dellâllığı [davetçi, ilan edici] cihetindeki muvakkat [geçici] ve sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. Onda dellâllığın [davetçi, ilan edici] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o benim değil; ben sahibi değilim. O makamın ve vazifenin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği bir seciyedir. [huy, karakter] Bende bu neviden ne görseniz, benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkincisi: Ubûdiyet [Allah’a kulluk] vaktinde, dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] müteveccih [yönelen] olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihsanıyla [bağış] muvakkat [geçici] bir şahsiyet görünüyor ki, o şahsiyetin bazı âsârı [eserler/asırlar] var. O âsâr, [eserler/asırlar] mânâ-yı ubûdiyetin esası olan kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül [alçalma] ile dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] iltica etmek noktalarından ileri geliyor ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bedbaht, bîçare, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. O vakit bütün dünya beni medh ü senâ etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. [fazilet ve iyilik sahibi]

Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, yani, Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var.

547

Onda Eski Said’den irsiyet [miras] kalma bazı damarlar var ki, bazen riya ve hubb-u câha [makam, mevki sevgisi] bir arzu bulunuyor. Hem asîl bir hanedandan olmadığımdan, hısset [cimrilik] derecesinde iktisada [tutumluluk] düşkün ve pest [alçak, aşağı] ahlâklar görünüyor. Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhametkârane inayetini [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] benim hakkımda böyle göstermiş ki, en ednâ [basit, aşağı] bir nefer [asker] gibi bu şahsımı en âlî [yüce] ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur’âniyede [Kur’ân’daki sırlar] istihdam [çalıştırma] ediyor. Yüz bin şükür olsun. Nefis cümleden ednâ, [basit, aşağı] vazife cümleden âlâ!

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبىِِّ * 1

ba

Mahkeme dehşetli korkarak kararnamede aleyhimizde kaydettiği bir cümledir. Halbuki, on beş sene evvel yazılan o şiddetli cümle, sonradan bu gelen cümle ile tâdil edilmiş.

“Kardeşlerim, mâsumların ve ihtiyarların hatırları için beni zulmen öldürenlerden intikamımı almayınız. Azab-ı kabir [kabir azabı] ve sakar [cehennemin bir ismi] onlara yeter” fıkrası, [bölüm] onları insafa getirmek lâzımdı.

“Madem sizlerle—itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran—küllî bir muhalefetimiz var. Siz, dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mâbeynimizde, [ara] tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi, hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zâlimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelilâne [aşağılanan] geçecek hayatımızı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzine ve işaretine istinaden, sizi titretmek için size kat’î haber veriyorum ki, beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhâr bir el ile bu fâni cennetinizden ve mahbubunuz olan

548

dünyadan tard [kovma] edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan pek çabuk sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek ve yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] yakalarını tutup adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] onları esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] atmakla intikamımı alacağım.

“Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf [kat kat] bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz. Ben rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümit ederim ki, mevtim [ölüm] hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacak. Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var” deniliyor ve bir âyetle bitiriliyor.

ba

Mahkeme aleyhimde yazmış. Halbuki onları ifratla ittiham [suçlama] eden bir fıkradır. [bölüm]

Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete [başkanlık divanı, makamı] girip “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin” dediğini, Said’in de ona “Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduttur” dediğini, sonra Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldığını ve Mustafa Kemal’in hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde kendisine ilişmemesini ve bu cebbar [zorba] kumandanların âdetâ Eski Said’den korkmalarının Risale-i Nur’un ilerideki kahraman şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] harika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu yazılıyor.

ba

Aleyhimizde yazılan, fakat mahkemeyi mes’ul eden bir fıkradır. [bölüm]

“Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz” denilmektedir.

29.8.1948 tarihli dilekçesinde, “Bir fikir kalbime gelmiş, şöyle ki: Hükûmet

549

beni tam himaye ve bana yardım etmesi milletin maslahatına [amaç, yarar] ve vatanın menfaatına çok lüzumlu iken beni sıkması îma eder ki, benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak [karışma, katılma] eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli resmî makamları elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise ya bilmiyor, ya müsaade ediyor. Kahraman bir milletin ebedî bir medar-ı şerefi [şeref kaynağı] ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada bir pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşîhat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olmasına imkân var mıdır?”

ba

Mahkemenin Said’i cezalandırmak için en kuvvetli tahmin ettikleri fıkradır. [bölüm] Said’in gizli düşmanlarına karşı Denizli Mahkemesinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği bu sözünü, mahkeme bütün bütün yanlış mânâ vererek devlete ve hükûmete çevirip tecziyeye [cezalandırma] sebep göstermiş.

“Bu inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] mevki-i mer’iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına cebr-i keyfî-i küfrî, cumhuriyete istibdad-ı mutlak, rejime irtidad[dinden dönme, dinden çıkma] mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka demiş.”

ba

Mahkemenin kararnamesinde hayret ve takdirle yazılan bir fıkradır. [bölüm]

Risale-i Nur’u yazmanın uhrevî ve dünyevî pekçok faideleri olduğu, bunların da:

1. Ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mânen mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmek.

2. Üstadına neşr-i hakikatte [hakkı ve doğruyu yayma] yardım etmek.

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek.

4. Kalemle ilmi tahsil etmek.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] ibadeti yapmak.

6. İman ile kabre girmektir.

550

Beş türlü de dünyevî faideleri var:

1. Rızıkta bereket.

2. Kalbde rahat ve sürur. [mutluluk]

3. Maişette [geçim] sühulet. [kolaylık]

4. İşlerinde muvaffakiyet. [başarı]

5. Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin dualarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup üniversitenin bir Nur mektebi haline döneceği yazılıyor.

ba

 Medar-ıhayrettir ki, bu samimî fedakârlığı suç saymışlar.

Gizli münafıkların takip ettikleri iki plândan birisi: Benim haysiyetimi kırmakla güya Nurların kıymeti düşecek!

İkincisi: Nur şakirtlerine [öğrenci] telâş ve fütur [usanç] vermekle Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] mâni olunacak!

Hiç korkmayınız. Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate bizim gibi bazı bîçarelerin başları da feda olsun!

ba

Pek acîptir ki, merhum Hasan Feyzi’nin gayet hâlisane ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve vâkıa mutabık ve hiç zararı olmayan ve çoklara menfaatli olan takrizini ve methiyesini bir suç mevzuu diye Nurun bir mecmuasının âhirinde bulunmasıyla o mecmuanın müsaderesine vesile yapmak istenilmiş.

Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası: [esas, öz]

“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve hakkın ilhamı [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olup onun izniyle yazıldığına şüphe yok… Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] ve Kur’ânîyim. Bir lâyemutun [ölümsüz] eserinden fışkıran kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir Nurum… Sen çok feyizli ve rahmetli [şefkatli] bir hak kitapsın. Bazı has ve hâlis talebelerini evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] nişanlarıyla taltif [güzellikle muamele etmek] ve tezyin [süsleme] ediyorsun.

551

Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim, bir maznun sıfatıyla değil, belki bir muallim, bir mürebbî [eğitici, terbiye edici] ve bir mürşid olarak girmiştir. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini [saldırı] azamet ve izzetine [büyüklük, yücelik] parlak ve şaşaalı bir sûrette gösterdin. Onları da iman ve Kur’ân suyuyla yıkadın.”

“Ey Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım! Allah’ın abdi ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) mânevî veledi [çocuk] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) müridi olan Üstadım! Beni huzur-u âlî-yi irfanına çıkar. İşte ancak bir kilo kadar olan bir aylık erzakı ve zahîresi [azık] paket halinde kâğıtta sarılı ve çivide asılı duruyor. O yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor. Hediye ve behiyeleri almaktan çekiniyor. Zekât ve sadakaları, teberrük [bereket vesilesi] ve teberruları alsaydı, bugün bir milyon servet sahibi olurdu.”

ba

Risale-i Nur tesmiyesinin [isimlendirme] dokuz sebepleri içinde yalnız birisine ilişmişler. “Nur isimli, has şakirtlerinden [öğrenci] göremiyoruz” demişler. Haşiyede [dipnot] cevap verildiği gibi, şimdi de Nuri Benli ve Küreli Saatçi Nuri, Nur hizmetinde mümtazdırlar. [seçkin] Demek tenkit edemiyorlar, cüz’î [ferdî, küçük] bahanelere mecbur oluyorlar.

Yirmi Altıncı Söz Risalesinde otuz üç adet Sözlerin, otuz üç adet Mektupların, otuz bir adet Lem’aların [parıltı] ve on üç adet Şuâların mecmuuna Risale-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem [köy] Nurs’tur, merhum validemin ismi Nuriye’dir. Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kàdirî üstadlarımdan Nureddin, Kur’ân üstadlarımdan Nurî, talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlarıdır. (Ne gariptir ki, mühim Nur şâkirtleri [Allah’a şükreden] arasında Nurî isimli kimseye rastlanmamaktadır.)Haşiye Hem kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir [aydınlatma] eden Nur temsilleridir. Hem

552

hakaik-i İlâhiyede [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] müşkülâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] Nur ism-i nuranîsidir. [Allah’ın Nur ismi] Hem Kur’ân’a şiddet-i şevk [şiddetli bir istek ve arzu] ve inhisar[sınırlandırma, kayıt altına alma] hizmetim için hususî imamım Osman-ı Zinnûreyndir (r.a.).

ba

 Hücumat-ı Sitte ve Zeyli, [ek] hem yirmi sene evvel, hem şiddetli ve zâlimâne bir tecavüze karşı, hem gayet mahrem, hem mahkemeleri görmüş, hem hiddet zamanında yazılmış, hem İkinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] zamanı, o hiddeti haklı göstermişken; şimdi yazılmış gibi suç sayıp müsadere etmek, adâletten çok uzaktır.

Hücumat-ı Sittenin [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] Zeyli” [ek] başlıklı yazı, “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden [aşağılama] sakınmak için şu mahrem zeyl [ek] yazılmıştır. Yani, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman, yüzümüze tükrükleri gelmemek veyahut silmek için yazılmıştır. Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altındaki vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o zâlimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Bu asırda yüz bin cihette ‘Yaşasın Cehennem’ dedirten mimsiz medeniyetperestlerin [“deniyet”, aşağılık] başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir” yazısıyla başlıyor.

“Bu yakınlarda ehl-i ilhadın [dinsizler] perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok bîçare ehl-i imana [Allah’a inanan] ettikleri zâlimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’inden, hususî ve gayr-ı resmî, [resmi olmayan] kendim tamir ettiğim bir mâbedimde [ibadet edilen yer] bana ve hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetime ve gizli ezan ve kàmetimize [boy, endam] müdahale edildi. ‘Niçin Arabî kàmet [boy, endam] ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?’ denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kàbil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] keyfî istibdatla [baskı, zulüm] oynayan bir kısım Firavunmeşrep gizli komitenin başlarına derim ki: Ey ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve ilhad! [dinsizlik, inkâr] Altı sualime cevap isterim.

553

“Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların ve vahşî canavar çete reislerinin dahi bir usulü var, bir düstürla hükmeder. Siz hangi usulle bu acîp tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Böyle hususî ibadette kanun olmaz.”

ba

 Medar-ı teessüftür ki, hem eski, hem mahrem, hem hakikatli olan İşarât-ı Seb’ada bir iki cümleye ilişip müsaderesine ve bize suç yapmaya çalışmışlar. Halbuki o hakikat o kadar kuvvetlidir ki, bütün beşeriyete ve dünyaya ilân edilecek bir maslahat-ı hayat-ı içtimaiyedir.

Dünyada en büyük ahmak odur ki, dinsiz serserilerden terakkiyi [ilerleme] ve saadet-i hayatiyeyi [hayatın mutluluğu] beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkiyi işgal eden birisi demiş ki: “Biz Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevabü’l-ahmak es-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller de bulunduğundan deriz ki: Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Madem ölüm var, kabre girilecek. Bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse, bin defa Allah Allah demek lâzım gelir.

ba

 Mûcib-i hayrettir ki, On Altıncı Lem’ada [parıltı] bizim lehimizde olan bir cümleyi aleyhimize çevirip o kıymettar menfaatli risalenin müsaderesine meyil [arzu, istek] göstermişler.

On Altıncı Lem’adan: [parıltı]

“Harp belâsı bizim hizmet-i Kur’âniyemize [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] mühim bir zarardır. Kàdir-i Külli Şey [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah] bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i hava[gökyüzü, atmosfer] süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyadar [ışıklı] güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz

554

bulutları izale [giderme] edip hakaik-i şeriatı [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] güneş gibi gösterir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin; o vakit kendi kendine iş düzelir.

“Madem ki sizin elinizdeki nurdur. Nurdan zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyat [dikkat, tedbir] tavsiye ediyorsunuz?” Bu suale karşı muhtasar [kısa] cevabım şudur:

“Baştaki başların bir kısmı sarhoştur, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemek için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzımdır. Onun için kardeşlerime tavsiye ediyorum ki, ihtiyat [dikkat, tedbir] etsinler, nâehillerin [bir şey hakkında ehil olmayan] ellerine hakikatleri vermesinler” denilmektedir.

ba

 Tesettür, Kur’ân’ın emri ve çok kuvvetli cevabı verilmiş ve eski yazılmış ve cezayı çektirmişken yine suç yapmaları ve İhtiyar Lem’asından [parıltı] gayet kıymetli ve herkese menfaatli ve Rehberde yazılmış bir hakikatin yalnız başını yazıp bir suç mevzuu diye müsaderesine yürümek gösteriyor ki, medar-ı tenkit [tenkide sebep] birşey bulamıyorlar.

Yirmi Dördüncü Lem’ada, [parıltı] tesettür hakkında, tesettür Kur’ân’ın emri olduğunu izahtan sonra, “Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] göre, merkez-i hükûmette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor” denilmektedir.

Yirmi Altıncı Lem’a, [parıltı] ihtiyarlar hakkında, “Ankara’nın eskimiş kal’asının [kale] başına çıktım. O kal’a [kale] tahaccür [taşlaşma] etmiş hâdisât-ı tarihiye [tarihî olay] suretinde bana göründü. Benim ihtiyarlığım, kal’anın [kale] ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı, hilâfet saltanatının vefatı bana gayet hazîn geldi. Firkatli [ayrılık] bir hâlet [durum] içinde, geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın tepelerine baktım. Mazi, [geçmiş] teselli yerine dehşet verdi; istikbal, benim ve emsâlimin ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] büyük ve karanlık bir kabri suretinde göründü. Hazır günüme baktım. Ölümle bir hareket-i mezbuhânenin [can çekişme hali] ıztırabını çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü” denilmektedir.

ba

555

 Onlar bunu çok takdir etmeleri lâzımken tenkit etmişler, suç mevzuu yapmışlar.

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] aldığım maaştan çoğunu sarf etmiştim. Az bir kısmını hacca gitmek için sakladım. O cüz’î [ferdî, küçük] para iktisat ve kanaat bereketiyle bana kâfi [yeterli] geldi. Yüz suyumu döktürmedi. O mübarek paradan biraz daha var” deniliyor.

Yirmi İkinci Lem’a [parıltı] mahrem işaretli ve “En has ve hâlis ve sadık kardeşlerime mahsustur” kayıtlıdır. “Birinci İşaret: Sen ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki onlar her fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Bu suale cevap verecek Isparta vilayetinin hükûmeti ve bu vilâyetin milletidir.”

ba

 Şefkat-i imaniyeden gelen bu mâsumâne ve hâlisâne ve hayretkârane [hayret ederek] ümit ve arzu ve temenniyi bir suç tevehhüm [kuruntu] edenler, elbette kendileri suçludurlar.

Said imzalı bir mektupta, “Yedi yaşından on yaşına kadar mâsum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir?’ diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki, küçük mâsumlar tâifesi bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, Risale-i Nur’la saadet bulacaklarını ve tehlike-i mâneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım” denmektedir.

ba

 Bu fıkra, [bölüm] başta lehimde ve âhirde bir arzu ve bir temenni iken, suç saymak insaftan hâriçtir.

Bir kısım âyetler ve hadîslerin müttefikan [birleşerek] bu asırda bir hakikat-i nuraniyeye [nurlu gerçek] işaret ettikleri ve âhirzamanda gelecek bir müceddid-i ekberi gösterdikleri ve o gelecek zâtın ve cemiyetinin üç vazifesinden en ehemmiyetlisi imanı kurtarmak olduğu ve şeriatı ihyâ [diriltme, hayat verme] ve hilâfeti tatbik gibi çok geniş dairede hükmeden bu iki

556

vazifesini nazara almamalarının zararsız olduğu, fakat Nurun muarızlarının, [itiraz eden, karşı gelen] hususan siyasî taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabileceği, onun için kendisinin müdakkik [dikkatli] kardeşimizin risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırıp tâdil ederek göndereceği yazılıyor.

Said Nursî imzalı bir mektupta, dârülfünuna [üniversite] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden Harbiye Nezaretinin kapısındaki اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا 1 * وَيَنْصُرَكَ اللهُ نَصْرًا عَزِيزًا 2 hatt-ı Kur’ânînin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken, meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’ânîye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve üniversitenin bir Nur medresesi olmasına işaret olarak gösterilmektedir.

ba

 Tekbirâtü’l-Huccac mektubumda hakikat ve izahıma karşı tenkitlerine, Hüsrev’in âhirdeki haşiyesi [dipnot] tam cevaptır.

Saidu’n-Nursî imzalı “Tekbirâtü’l-Huccac fî Arafat” başlıklı mektupta, “Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri [öğrenci] pek musırrâne [ısrarlı bir şekilde] olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne [ısrarlı bir şekilde] kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz” diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdi-i Resulün temsil ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemaatin şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi] (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hükümleri] ve şeriat-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâtile [Allah’ı inkâr etme] uğramasıyla o zât bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri [öğrenci] birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci,

557

üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] haklı olarak bir nevi mehdi telâkkî ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir mümessili [temsilci] olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla [araştırma, inceleme] te’ville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas [karıştırma] var; te’vil lâzımdır.

Birincisi: Âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’den (a.s.m.) sonra onun dâvâsının temsil edilmesi] (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, [siyaset adamları, politikacılar] hususan bu asrın efkârında [fikirler] o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdi ve müceddid [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhirzamanın büyük mehdisi ünvanını almamışlar.

İkincisi: Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacak. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi [mânevî evlat] hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine [öğrenci] şâmil [içine alan] olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekteHaşiye ve bu mehdilik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.

ba

“Bu fıkradaki [bölüm] hadiseler vâkıa mutabık ve acîp bir tarzda “Beni mahzun etmeyiniz, zemin hiddet eder” dediğimden üç dakika sonra zelzele olmasınıhayret ve taaccüple tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmek şefkatin iktiza[bir şeyin gereği] olduğu halde, medar-ı tenkit [tenkide sebep] olamaz.

558

Dört saat ifadesi alınıp sıkıntı çekmesinden on saat sonra, âdetâ aynı zamanda iki milyon lira zarar veren Maarif [bilgiler] yangını gösterdi ki, Risale-i Nur belâların def’ine bir vesiledir ki, Nurlara hücum edildi, belâ yol buldu, geldi” denilmektedir.

Yüz kırk bir (141) numaralı mektupta: Dört buçuk saat ifadesi alındıktan sonra, Ankara’da Maarif [bilgiler] dairesinin ve otomobil garajının, İzmir’de bir fabrikanın, Adana’da büyük bir binanın yanmasından bahisle, bunun bir tesadüf olmadığı ispata kalkışıldıktan sonra, “Beni risalelerimden mahrum etmeyiniz. Yoksa hem bana, hem bu vatana yazık olur; zemin zelzele ile hiddet eder” dediğinden üç dakika sonra üç saniye devam eden zelzele, zeminin hiddeti ve ateşle Maarif [bilgiler] dairesini sarması, mahkemece dört defa ispat edilen çok defa zelzelenin Risale-i Nura ve şakirtlerine [öğrenci] taarruzları zamanına gelmesi tesadüf olamaz. Risale-i Nur’un bu memlekette belânın def’ine vesile olduğu çok hadiselerle tahakkuk [gerçekleşme] etmiştir” denilmektedir.

Yüz kırk yedi (147) numaralı mektupta, “Bu defa bize hücumların aynı zamanında kış çok hiddet etti, şiddetli soğuk ve fırtına ile havanın kızdığı gösterdi ki, hücumların durmasıyla ve Nurcuların ferahlanmasıyla Zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] günlerinin Nevruz [ilkbaharın başlangıcı] günleri gibi gülmeye başlaması ve Maarif [bilgiler] dairesinin yanması küllî bir tokattır.”

ba

Tebrik ve aferinle mukabele [karşılama; karşılık verme] edilecek bir hale itiraz nazarıyla bakılmaz.

Bu defa bana mahkemede sordukları çok mânâsız sualler içinde, “Neyle yaşıyorsun?” dediler. Dedim ki: “İktisat bereketiyle. Bir vakit Isparta’da bir Ramazan’da bir ekmek, bir kilo torba yoğurdu, bir kilo pirinçle yaşayan bir adam, maişet [geçim] için dünyaya tenezzül etmez ve hediyeyi de kabul etmeye mecbur olmaz” dedim.

ba

 Zübeyir’in mahkemede okuduğu müdafaası gibi, parlak methiyesi inşaallah [Allah dilerse] onları takdir ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] sevk etmiş ki, taaccüple kararnamede yazmışlar.

Zübeyir Gündüzalp’in daktiloyla yazdığı “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor” adlı bir formasında, [kitabın bir parçası] onuncu sahifede:

559

“Risale-i Nur yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için, müellifinin [telif eden, kitap yazan] kendi ihtiyarıyla değil, büyük Yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şâheserdir.”

On ikinci sahifede: “Risale-i Nur’a hizmet eden birisine denilse: ‘Risale-i Nur yerine şu kitapları kopya et de, Ford’un servetini sana vereyim.’ O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevap verir: ‘Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem.”

On beşinci sahifede: “Dürüst fikirli yazarlara bağlılığımızın derecesi yüz ise, Bediüzzaman gibi dünya ve âhiretimize rehberlik eden büyük bir şahsiyete bir kentrilyondur, sonsuzdur.”

On ikinci sahifede: “Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] asrın içtimaî [sosyal, toplumsal] ve ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş [iyice yerleşmiş, kronik] içtimaî [sosyal, toplumsal] illetleri [asıl sebep] tedavi edecek şekilde Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikatlerini, İlâhî [Allah tarafından olan] bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.”

Kırk dördüncü sahifede: “Bediüzzaman, bu risaleleri bir sene okuyan bu zamanın mühim bir âlimi olabilir demiştir. Evet, öyledir.”

Elli dördüncü sahifede: “Risale-i Nur okuyan hâkimlerin isabetsiz karar verdikleri görülmüyor” denilmektedir.

ba

 Bu gelen parça tam lehimde ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] iken, kararnamede suç mevzuları içine konulmamalıydı.

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin eserinin bir kısmını tâdil ettiğini, fakat bir kısmının da aceleye geldiğinden tâdil edemeden gönderdiğini, “Dine ve terbiye-i Muhammediye‘ye [Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye] (a.s.m.) zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın gerçeği] güneş gibi gösteren Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] ile münakaşa etmek, onun müsaderesine yardım etmek demek olduğunu beyan ediyoruz” denmektedir.

Mahkemeye tarihsiz ibraz ettiği bir müdafaasında, neticeten; kendisinin ve şakirtlerinin [öğrenci] siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmediklerini, tecavüz olarak gösterilen yazıların

560

mahrem olduklarını, vicdan ve tefekkür hürriyeti mevcut olduğunu, bunların bazı kanunları tenkit mahiyetinde de görünse suç teşkil etmeyeceğini, ele alınan birçok risalelerin eskiden yazılmış olduğunu, bilirkişi tetkikatından geçerek zararsız bulunduklarının tesbit olunduğunu, evvelce de Eskişehir Mahkemesinde bunlardan dolayı mahkûmiyet kararı verildiği gibi, Denizli Mahkemesinde de beraat ettiklerini, artık bir daha aynı suçtan dolayı muhakeme edilmelerinin doğru olmadığını, kendisinin ve gerekse Nur şakirtlerinin [öğrenci] şimdiye kadar âsâyişi bozacak hareketlerde bulunmadıklarını, Beşinci Şuâda isim tasrih [açık şekilde bildirme] etmemesine ve maksadının sadece ihbardan ibaret olmasına göre bunların da bir suç teşkil etmeyeceğini ileri sürerek savunmuştur.

Bu nümuneleri daha kıyas edilsin.

 Said Nursî

ba

561

 Temyiz Mahkemesi Riyasetine

 Afyon mahkemesinden hakkımızda sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan haksız hükmün temyizen bozulması üzerine yapılan duruşmamızda beni yine konuşturmadılar. Hakkımızda üçüncü bir şiddetli iddianameyi bize dinlettirdiler. Hem yanıma kimseyi bırakmadılar ki, gelsin, yazıyla bana yardım etsin. Yazım noksan olmakla beraber, hasta halimle beraber yazdığım bu şekvâmı, [şikayet] bu zamanda hakkımda iki defa tam adalet eden makamınıza bir lâyiha-i temyizim [mahkemelerce verilen bir kararın kanun ve usul yönünden incelenmesi için verilen dilekçe] olarak takdim ediyorum.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Haşirdeki mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir arzıhaldir. Ve dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] bir şekvâdır. [şikayet] Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] ve istikbaldeki nesl-i âti [gelecek nesil] ve dârülfünunların [üniversite] münevver [aydın] muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil-i Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine [adalet kapısı] müştekiyâne [şikâyet eder gibi] takdim ediyorum.

Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate, yani Kur’ân hakikatine benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zâlimâne tâziplere [azap] karşı tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile dayandım. Geri çekilmedim.

Ezcümle, bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarâne muamelelerden birisi: Üç defa ve her defasında iki saate yakın, aleyhimizde garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve müfteriyâne [iftira ederek] ittihamnamelerini [suçlama] bana ve adaletten teselli bekleyen mâsum Nur talebelerine cebren dinlettirdikleri halde, çok rica [ümit] ettim, “Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.” Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

562

Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra onlar da men edildi. Pek gaddarâne muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeînin [iddia sahibi] bin dereden su toplamak nev’inden ve yanlış mânâ vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve on beş sahifesinde seksen bir hatâsını ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini [suçlama] dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim:

Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tahkir [aşağılama] eden ve Peygamberinizi (a.s.m.) ve Kur’ân’ınızın kanunlarını reddedip kabul etmeyen Yahudi ve Nasranî ve Mecûsîlere, hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted [dinden çıkan] ve münafıklara hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] bahanesiyle ilişmediğiniz halde; ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta mutaassıp, cebbar [zorba] bir hükûmetin daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] ve hâkimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar her vakit Kur’ân dersiyle İngilizin bütün bâtıl akîdelerini [inanç] ve küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] düsturlarını [kâide, kural] reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği; ve her hükûmette bulunan muhalifler alenen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı, hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, [Diyanet İşleri Başkanlığı] hem iki defa, belki üç defa Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nur’un mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icap [gerekli kılma] edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece zafiyetim ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakikî ve fedakâr şakirtlere [öğrenci] vatan ve millet ve âsâyiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatli bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nur’un elinizdeki mecmuaları ve dört yüz sahife müdafaatımız

563

mâsumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanunla, hangi vicdanla, hangi maslahatla, [amaç, yarar] hangi suçla bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecritlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i kübrâ-i haşirde sizden sorulacak.

İkincisi: Beni cezalandırmaya gösterdikleri bir sebep, benim tesettür, irsiyet, [miras] zikrullah, [Allah’ı anmak] taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] hakkında Kur’ân’ın gayet sarih [açık] âyetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.

On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine ve Ankara’ya Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki kararnamede yazdıkları bu gelen fıkrayı, [bölüm] hem haşirde mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir şekvâ, [şikayet] hem istikbalde münevver [aydın] ehl-i maarif [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] heyetine bir ikaz, hem iki defa beraatimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinleyen Mahkeme-i Temyize, [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] ile beraber bir nevi lâyiha-i temyiz, [mahkemelerce verilen bir kararın kanun ve usul yönünden incelenmesi için verilen dilekçe] hem beni konuşturmayan ve seksen hatâsını ispat ettiğimiz garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ittihamname [suçlama] ile beni iki sene ağırceza ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve iki sene başka yere nefiy [inkâr] ve göz nezareti hapsiyle mahkûm eden heyete, aynen o fıkra[bölüm] tekrar ediyorum:

İşte, ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hakiki bir düstur-u İlâhîyi, [İlâhî prensip] üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına [inanç] iktidaen [uyarak] tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde [yeryüzü] adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir [bozma, yok sayma] diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin! Acaba bu zamanın bazı ilcaâtının [mecburiyetler, zorlamalar] iktizasıyla [bir şeyin gereği] muvakkaten [geçici] kabul edilen bir kısım ecnebî kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen ve siyaseti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilen bir adamı, o âyâtın tefsirleriyle suçlu yapmakla, İslâmiyeti inkâr ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri ittiham [suçlama] çıkmaz mı?

564

Üçüncüsü: Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebep, emniyeti ihlâl ve âsâyişi bozmaktır. Pek uzak bir ihtimal ve yüzde, belki binde bir imkânla, hattâ uzak imkânatı vukuat yerinde koyup bazı mahrem risale ve hususi mektuplardan Risale-i Nur’un yüz bin kelime ve cümlelerinden kırk elli kelimesine yanlış mânâ vererek bir senet gösterip bizi ittiham [suçlama] ve cezalandırmak istiyorlar.

Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini [öğrenci] işhad [şahid gösterme] ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilâfçı, ittihatçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine [üstün gelme] ve harekât-ı milliyenin [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] eserimi Eşref [en şerefli] Edip’in gayretiyle tab’ [baskı basma] ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rusun başkumandanının idam [hiçlik, yokluk] kararına ehemmiyet vermeyen ve Otuz Bir (31) Mart hadisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkemedeki paşaların “Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin” diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip, cevaben “Eğer meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın istibdadından [baskı ve zulüm] ibaretse, bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve o büyük zabitleri [subay] hayretle takdire sevk edip, idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmeyerek “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye yolda bağıran ve Ankara’da divan-ı riyasette, [başkanlık divanı, makamı] Afyon kararnamesinin yazdığı gibi, Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun

565

huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran ve altı vilâyet zabıtasınca ve hükûmetçe âsâyişin ihlâline dair birtek maddesi kaydedilmeyen ve yüz binlerle Nur şakirtlerinin [öğrenci] hiçbir vukuatı görünmeyen, yalnız bir küçük talebenin, haklı bir müdafaada küçük bir vukuatından başka hiçbir şakirdinden [talebe, öğrenci] bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmişse o mahpusları ıslah eden ve Risale-i Nur’dan yüz binler nüsha memlekette intişar [açığa çıkma, yayılma] etmekle beraber, menfaatten başka hiç bir zararı olmadıklarını yirmi üç senelik hayatının ve üç hükûmet ve mahkemelerin beraatler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüz bin şakirtlerinin [öğrenci] kavlen [söz] ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevî, mücerred, [bekar] garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp, eski kusuratına [kusurlar] bir kefâret ve hayat-ı bâkiyesine [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bir medar [kaynak, dayanak] arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden [şefkatin şiddeti] mâsumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için, kendisine zulüm ve tâzip [azap] edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında, “Bu ihtiyar münzevi âsâyişi bozar, emniyeti ihlâl eder. Ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, elbette yerden göğe kadar suçludurlar, mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] hesabını verecekler!

Acaba bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr [adı geçen] üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen ve Emirdağı’nda beş on âhiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alâkadar olmayan bir adam hakkında, ittihamnamede, [suçlama] “Bu Said Emirdağı’nda gizli çalışmış, âsâyişe

566

zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafta onu medhedip hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor” diyerek emsalsiz bir adavet [düşmanlık] ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakla [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve mahkemede konuşturmamakla tâzip [azap] edenler ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.

Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] mazhar [erişme, nail olma] ve bir nutukla binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammediye Cemiyetine iltihak [karışma, katılma] ettiren ve Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu [konuşma] dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağı’nda çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kàbil [gibi] midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.

Dördüncüsü: Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar. Yoksa beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim ki:

Üç ay Kastamonu’da polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiçbir vakit bana demediler, “Şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başına koy.” Ve üç mahkemede şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başıma koymadığım ve başımı mahkemede açmadığım halde bana ilişmedikleri ve yirmi üç sene bazı dinsiz zâlimlerin o bahaneyle bana gayr-ı resmî [resmi olmayan] çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri ve çocuklar ve kadınlar ve ekseri köylüler ve dairelerde memurlar ve bere giyenler şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymeye mecbur olmadıkları ve hiçbir maddî maslahat, [amaç, yarar] giymesinde bulunmadığı halde, benim gibi bir münzevî, bütün müçtehidlerin ve umum şeyhülislâmların yasak ettikleri bir serpuşu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymediğim bahanesiyle ve uydurmalar ilâvesiyle yirmi sene cezasını çektiğim ve libasa [elbise] ait mânâsız bir âdetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan ve çarşıda, Ramazan’da, gündüzde rakı içip namaz kılmayanları hürriyet-i şahsiye [şahsî hürriyet; kişisel özgürlük] var diye kendine kıyas edip ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmaya çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedîsini [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve kabrin daimî haps-i münferidini [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] gördükten sonra, mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ondan bu hatâsı sorulacak.

567

Beşincisi: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] işaretine mazhariyeti; ve İmam-ı Ali (kerremallahu vechehu) [cihet, yön, taraf] ve Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın [Allah’a inanan] tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nur’u, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı risalelerinin müsaderesine, hattâ dört yüz sahife ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar: [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman [zamanın geçmesi] ve af kanunları görmüş iki âyetin tam haklı tefsirine dair iki sahifeyi bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinde bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi,

﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 1

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 2

deriz.

Altıncısı: Nurun şakirtlerinden [öğrenci] bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini [delil] ve sarsılmaz, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ulûm-u imaniyeyi [iman ilimleri] görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev’inde ziyade hüsn-ü zanla [güzel düşünce] müfritâne [çok aşırıya kaçarak] methetmeleriyle [övme] beni suçlu gösterene derim:

Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti [durum] içinde Kur’ân’ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve

568

bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bana sadık, has, metin [sağlam] yardımcıları verdi.

Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] ve samimâne medihlerini [övgü] bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdirle [azarlama] kırmak, o hazine-i Kur’âniyeden [Kur’ân hazinesi] alınan Nurlara bir ihanet ve adavet [düşmanlık] hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis [iflas etmiş] şahsıma karşı medh ü senâlarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] olan Risale-i Nur’a ve has şakirtlerinin [öğrenci] şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] çeviriyordum. “Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif [kaçınan, çekimser] ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle [övme] suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor?

Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde, “Âhirzamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beytten olacak. Biz Nur şakirtleri, [öğrenci] ancak mânevî Âl-i Beytten sayılabiliriz. Hem Nurun mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim” denmektedir diye kararnamede yazdıkları; ve yine kararnamede, yirmi ikinci ve üçüncü sahifesini “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül [alçalma] ile dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] iltica etmek ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk beni medh ü senâ etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemâlim. [fazilet ve iyilik sahibi] Sizi bütün bütün kaçırmamak için, üçüncü hakikî şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] en ednâ [basit, aşağı] bir nefer [asker] gibi, bu şahsımı esrar-ı Kur’âniyede [Kur’ân’daki sırlar] istihdam [çalıştırma] ediyor. Yüz bin şükür olsun. “Nefis cümleden edna,

569

vazife cümleden âlâ” fıkrasını, [bölüm] kararname yazdığı halde, beni başka zâtların methiyle ve Risale-i Nur mânâsıyla büyük bir hidâyet edici vasfını vermekle beni suçlu yapanlar, elbette bu hatânın cezasını dehşetli çekmeye müstehak olurlar.

Yedincisi: Biz ve umum Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Denizli ve Ankara ağırcezalarının ve Temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraat ettiğimiz ve umum risale ve mektuplarımızı bize iade ettikleri ve “Temyizin bozma kararında, Denizli beraatinde faraza bir hatâ dahi olsa, o beraat ve hüküm kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş; daha tekrar muhakeme edilmez” dedikleri halde, ben Emirdağı’nda üç sene münzevî ve iki üç terzi çırağı nöbetle bana hizmet ve pek nadir olarak beş on dakika bazı dindar zâtlardan başka zaruret olmadan konuşmayan ve tek bir yerde Nurlara teşvik için haftada birtek mektuptan başka göndermeyen ve kendi müftü kardeşine üç senede üç mektuptan başka yazmayan ve yirmi otuz seneden beri devam eden telifini [kaleme alma] bırakan yalnız bütün ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] ve imana menfaatli yirmi sahifelik iki nükte—biri [derin anlamlı söz] Kur’ân’daki tekrarların hikmetini, diğeri melekler hakkında—bazı mes’elelerden başka hiçbir risale daha telif [kaleme alma] etmeyen, yalnız mahkemelerin iade ettikleri risalelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab [basma] edilen Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] beş yüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir [çoğalma] makinesi resmen yasak olmadığından, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] istifadesi fikriyle kardeşlerime neşir için teksirine [çoğalma] izin vererek onların tashihleriyle meşgul olan ve kat’iyen [kesinlikle] hiçbir siyasetle alâkadar olmayan ve memleketine gitmek için resmen izin verildiği halde, bütün menfîlere muhalif olarak, dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmeyen bir adam hakkında, bu üçüncü ittihamnamedeki [suçlama] asılsız isnatlar ve yalan bahisler ve yanlış mânâlarla o adamı suçlu yapmaya çalışanda—şimdilik söylemeyeceğim—dehşetli iki mânâ hükmettiğini, bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor. Ben de derim: Kabir ve sakar [cehennemin bir ismi] yeter; mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] havale ediyorum.

Sekizincisi: Beşinci Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin ellerinde kalıp sonra bize iade ettiklerinden, Denizli Mahkemesinde beraatimizi netice

570

veren müdafaatımla beraber Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] ismindeki büyük mecmuanın âhirinde yazılmış. Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk; fakat madem mahkemeler onu teşhir edip beraatle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine [çoğalma] izin verdim. Ve o Beşinci Şuânın aslı, otuz kırk sene evvel yazılmış müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîslerdir; fakat ümmette eskiden beri intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bir kısmına gerçi bazı ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] bir zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] isnad etmişler, fakat zâhirî mânâları medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] olmasından, sırf ehl-i imanı [Allah’a inanan] şüphelerden kurtarmak için yazıldığı halde, bir zaman sonra onun harika te’villerinin bir kısmı gözlere göründüğü için biz onu mahrem tuttuk, tâ yanlış mânâ verilmesin. Sonra, müteaddit [bir çok] mahkemeler onu tetkik edip teşhirine sebep olmakla beraber, bize iade ettikleri halde, şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu, bizi kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile mahkûm edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] havale ederek, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deriz.

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalâalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.

 Tecrid-i mutlakta mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

 Said Nursî

ba

On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesinde, Heyet-i Vekileye [Bakanlar Kurulu] yazılan arzuhalin bir parçasıdır.Haşiye [dipnot]

Ey ehl-i hall ve akd! [Büyük Millet Meclisi, hükümet ve Cumhurbaşkanını seçip azletme yetkisi olanlar]

Dünyada emsali nadir bulunan bir haksızlığa giriftar [tutulmuş, yakalanmış] edildim. Bu haksızlığa

571

karşı sükût etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] gayet ehemmiyetli bir hakikati fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecburum. Diyorum ki:

Ya benim idamımı ve yüz bir sene cezayı istilzam [gerektirme] edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz. Veyahut bütün bütün divane olduğumu ispat ediniz. Veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip zarar ve ziyanımızı müsebbiplerinden [sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan] alınız.

Evet, her bir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var; o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanunlarında, beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbâb [sebepler] bulunmazsa elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber tam hürriyetimizi vermek lazım gelir. Çünkü, meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur’âniyem [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik bana ceza ve birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüz bir sene ve idam [hiçlik, yokluk] gibi bana ceza ve en ağır cezaları da benimle ciddî hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir. Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa, o vakit değil ceza, hapis, ittiham, [suçlama] belki takdir ve mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünkü, bir hizmet ki, yüz yirmi risale o hizmetin tercümanları olmuş ve o hizmetle koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup esasları zîr ü zeber [alt üst] edilmiş. Elbette o tesirli hizmet, ya dahilde gayet müthiş bir netice verir, veyahut gayet nâfi [faydalı] ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için göz boyamak nev’inde ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] aldatmak tarzında ve hakkımızda zâlimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek [örtme] suretinde, çocuk oyuncağı gibi, bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam [hiçlik, yokluk] olur, darağacına müftehirâne [iftihar ederek] çıkarlar, veyahut lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mahir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle, elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek, dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] kârı değildir. Böyle bir hırsız kurnaz olur, böyle nihayet derecede eblehâne [ahmak] hareket etmez.

Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi, ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinden perişan, bir köyde dokuz sene inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil [saf kalbli, kolay aldanan] beş on bîçarelerin fikirlerini

572

hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı [hayatın gayesi] olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise, eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit böyle zelilâne [aşağılanan] mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzet [büyüklük, yücelik] ile dünyaya karışabilirdim.

Evet, fahr [gurur, övünme] ve temeddüh [böbürlenme] niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfuruşâne [beğenerek] eski bir kısım riyakârlığımı hatırlamakla beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, âdi mertebeye sukut [alçalış, düşüş] ettirmek isteyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu, eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle, Otuz Bir (31) Mart hadisesinde, bir nutukla isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde [İstiklal Savaşı] Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulema[âlimlerin görüşleri] İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] lehinde [tarafında] ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu [konuşma] dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusânın [Millet Meclisi] şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli (150) bin banknot yüz altmış üç (163) mebusun imzasıyla medrese ve darülfünununa [üniversite] tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun [Cumhurbaşkanı] hiddetine karşı divan-ı riyasette [başkanlık divanı, makamı] kemâl-i metanetle, [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] fütur [usanç] getirmeyerek mukabele [karşılama; karşılık verme] edip namaza davet eden ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] hükûmet-i İttihadiyenin [İttihad ve Terakki [ilerleme] Partisi hükûmeti] ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi [İslâm düşünce ve felsefesi] Avrupa hükemasına [âlimler, filozoflar] tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte [muharebe bölgesi] yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşârâtü’l-İ’câz, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] o zamanın başkumandanı olan Enver Paşaya o derece kıymettar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yâdigâr-ı harbin [savaş hatırası] hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle,

573

İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tab’ı [baskı basma] için kâğıdını vererek, müellifinin [telif eden, kitap yazan] harpteki mücahedatı [mücadeleler] takdirkârâne [övgüyle] yad edilen bir adam, böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini [ilmin izzeti] ve kudsiyet-i hizmetini [hizmetin kudsiyeti, yüceliği] ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut [alçalış, düşüş] edemez ki, siz onu bir senelik cezayla mahkûm edip âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz… Ve sebepsiz on sene sıkıntılı bir tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] tazip [azap verme] ettikten sonra, şimdi de bir sene hapisle beraber bir senede nezaret altında tutmak suretiyle, Padişahın tahakkümünü [baskı] kaldıramadığı halde garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] bir hafiyenin [gizli çalışan, casus] veya âdi bir polisin tahakkümü [baskı] altında azap vermektense, idam [hiçlik, yokluk] edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi [kutsal hizmet] müsaade etseydi, Menemen hadisesinin ve Şeyh Said vakıasının [Şeyh Said olayı] onar misli [benzer] olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmeyecekti.

Evet hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] arz ediyorum ki, beni bu belâya sevk eden gizli komitenin yaptığı tedabir [tedbirler, oyunlar] ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünkü hiçbir hadisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüz bin dostum varken hiçbiri bana bir mektup yazamadı, bir selâm gönderemedi. Hükûmeti iğfale [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] çalışan entrikacıların ihbaratıyla, vilâyât-ı Şarkıyeden tâ vilâyât-ı Garbiyeye [Batı illeri] kadar her yerde istintaklar, [konuşturma] taharriyatlar [araştırma] devam ettiğidir.

İşte bu entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hadiseye göre tertip edilmiş. Halbuki, en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hadiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüz on beş adamdan on beş mâsumlara beş altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiç bir zîakıl, [akıl sahibi] elinde gayet keskin elmas bir kılıç bulunsa, müthiş bir arslanın veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] veyahut döğüşmekse, kılıcı başka yere havale eder.

574

İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telâkki [anlama, kabul etme] etmişsiniz ki, beni bu tarzda cezaya ve mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilâf-ı şuur [bilince aykırı, şuur dışı] ve muhalif-i akıl [akla zıt] hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukàbil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırtmak ve ejderhayı kendine hücum ettirmek için o keskin kılıcı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek. Nasıl ki on sene ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] bir inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar edip tâkat-ı beşerin fevkinde [üstünde] sıkıntılara tahammül ederek hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü, hizmet-i kudsiyem [kutsal hizmet] beni men ediyor.

Ey ehl-i hall ve akd! [Büyük Millet Meclisi, hükümet ve Cumhurbaşkanını seçip azletme yetkisi olanlar] Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmi beş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makaleyle otuz bin adamı kendi fikrine çeviren ve koca Hareket Ordusunun nazar-ı dikkatini kendine döndüren ve İngiliz Başpapazının altı yüz kelime ile istediği suallerine altı kelimeyle cevap veren ve bidayet-i hürriyette [hürriyetin başlangıcı, 2. Meşrutiyetin [meclise dayalı yönetim şekli] ilân edildiği 1908 yılları] en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyleyen bir adamın yüz yirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız on beş kelime mi bulunur? Hiç bir akıl kabul eder mi ki, bu adam siyaseti takip ediyor ve maksadı dünyadır ve hükümete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsa idi, böyle bir adam birtek risalesinde sarîhan, [açık] işareten, yüz yerde maksadını ihsas [hissettirme] edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsaydı, yalnız tesettür ve irsiyete [miras] dair eski zamandan beri câri bir iki düsturdan [kâide, kural] başka medar-ı tenkit [tenkide sebep] bulamaz mıydı?

Evet, koca bir inkılâbı [değişim, devrim] yapan bir hükûmetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti [siyaset fikri] takip eden bir adam, bir iki malûm maddeler değil, yüz binler madde-i tenkit [tenkit maddesi] bulabilirdi. Güya hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] yalnız inkılâbı [değişim, devrim] bir iki küçük meseledir! Bende onu hiçbir tenkit maksadım olmadığı halde, eskiden yazdığım bir iki kitabımda zikrettiğim bir iki kelime varmış diye “Hükûmetin rejimine ve inkılâbına [değişim, devrim] hücum ediyor” denilmiş. İşte ben de soruyorum: Böyle en ednâ [basit, aşağı] bir cezaya

575

medar [kaynak, dayanak] olamayan ilmî bir maddeye koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?

İşte beni ve beş on dostlarımı bu âdi ve ehemmiyetsiz cezaya çarpmak, umum memlekette aleyhimize bir şiddetli propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve Dahiliye Nazırı [İçişleri Bakanı] Şükrü Kaya, mühim bir kuvvetle, Isparta’da birtek neferin [asker] göreceği işi görmek için, yani beni tevkif etmek için Isparta’ya celb [çekme] edilmesi ve Hey’et-i Vekile Reisi [bakanlar kurulu başkanı, Başbakan] İsmet, vilâyet-i Şarkiyeye [Doğu illeri] o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapiste bütün bütün konuşmaktan men edilmem ve bu gurbette kimsesizlikte hiçbir kimsenin halimi sormak ve selâm göndermesine meydan verilmemesi gösteriyor ki, dağ gibi bir ağaçta nohut gibi birtek meyve bulundurup mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki, değil hükûmet-i cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] gibi en ziyade kanunperest ve kanunî bir hükûmet, belki hikmetle iş görmek mânâsıyla hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz.

Ben hukukumu kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri cinayetle ittiham [suçlama] ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini elbette hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim.

 Said Nursî

ba

576

Risale-i Nur’un hakkaniyetine bir nümune

 Tenbih

On dokuz sene evvel telif [kaleme alma] edilen bu risaleyiHaşiye okuyan ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve münevverlerin [aydın] de vakıf olup kat’î kanaat getireceği vech [cihet, yön, taraf] ile, yüz otuz kitaptan müteşekkil [meydana gelen] olan Risale-i Nur Külliyatının umum eczaları, siyasî ve dünyevî maksatlardan ârî [arınmış, temiz] ve müberrâ [arınmış, temiz] olarak tamamen imanî ve uhrevî bir ruh ve mâhiyette telif [kaleme alma] edilmiştir. Bu zâhir ve kat’î hakikati de Eskişehir, Isparta, Denizli ve Afyon mahkemelerinin yaptığı uzun tahkikat [araştırma, inceleme] ve gayet ince tetkikat teyid etmiştir. Bu itibarla, yirmi aydan fazladır Afyon Mahkemesinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] tutulan ve Mahkeme-i Temyizce [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] hiçbir eserde suç mevzuu teşkil edecek en küçük bir nokta bile gösterilmeyen ve yüz binlerle kimselerin imanını kurtaran ve okuyanların ve ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olan kitaplarımızın umumunu iade etmeleri hususunda alâka ve yardımınızı istiyoruz.

Afyon Mahkemesindeki kitapların kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] evvelce tahliye olunan arkadaşlarımızdan alınmış olup, onlar da “Kitaplarımızı, sahibi olan Üstadımıza verdik. Ona teslim olunsun” diyerek bana havale etmişlerdir. Bilhassa yaldızlı ve tevafuk mu’cizesiyle yazılan Kur’ân’ımızı mânâsız iki senedir müsadere olunan kitaplar içinde, mahkemede bırakmışlar. Herşeyden evvel Denizli ve Ankara mahkemelerinin bize iade ettikleri o kitaplarımızı ve Kur’ân’ımızı çabuk bize iade etmelerini bekliyoruz.

 Said Nursî