EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 80-99. Mektuplar (175-205)

175

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Âlimlerden sonra muallimler risaleye ihtiyaçlarını hissetmeye başladıklarını çok emareler var. Bir emare budur: İstanbul’da din konferansında okumak niyetiyle Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesini istemeleridir.

Re’fet kardeş, sen de çok safâlar [gönül hoşnutluğu] geldin ve Risale-i Nur yazısıyla meşguliyetin beni cidden sevindirdi. Hulûsi ve Sabri gibi senin de suallerinin Risale-i Nur’da ehemmiyetli neticeleri ve tatlı meyveleri var. Senin yanında bulunan ve risalelerde kaydedilmeyen ilmî parçaları münasip yerlerde veya Lâhikada yazarsınız.

Kardeşlerim, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasının yazmasında bir tedbir hatırıma geldi. Taksîmü’l-a’mâl ile beş altı zat, aynı kıt’ada [dünyanın kara paçalarından her biri] herbiri bir kısmını yazsın; daha çabuk ve daha kolay olur. Hem usandırmaz, hem büyüklüğü için yazmak cesaretini kırmaz. Tahmin ederim ki, bu çok ehemmiyetli vazife-i Nuriye [Risale-i Nur vazifesi] tam ileri gitmemesi bu sebeptendir. Yazısı güzel olanlar, herhalde bu yeni tedbirle o vazifeye çalışmalı.

Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat [dikkat, tedbir] ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane [barış yapma] davranınız. Enaniyetlerine dokunmayınız. Bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğraşıp, onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa [ağız kavgası; çekişme] kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.

Umum kardeşlerime birer birer selâm…

– 80 –

Çok aziz, sıddık, kahraman, bahtiyar Emirdağlı kardeşlerim,

Geçirdiğiniz çok büyük âfeti müş’ir, [bildiren, haber veren] mübarek efendimiz hazretlerinin, çok ehemmiyetli ve çok kıymetli ve perde altında çok müjdeli lütufnamelerini aldık. Her birerlerinize, hususan bu yangında daha çok tehlike atlatan kardeşlerime, bura ve bu civar talebeleri namına büyük geçmiş olsun der ve bu vesile ile

176

dehşetli küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere olduğu bir hengâmda, [ân, zaman] umum ehl-i iman [Allah’a inanan] ve hususan Nurcular namına, o maddî yangında çocuk Ceylân’ın ağlamakla medet istemesi gibi, bir mânevî Ceylân olarak, o büyük ve çok müşfik Üstada “Medet! [yardım istiyorum] Biz yanıyoruz, mahvolduk” diye niyaz eylerim.

Bu Emirdağ yangınında, günün en çok nüfuzuna sahip, kızıl Rusya’dan çıkarak kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve ovaları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak [ayrılık, dağılma] ve şikak [ayrılık] ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür!” diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir belâ olan komünizm ve bu azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un günün en büyük mutfîsi, en büyük tahassungâhı [sığınma, korunma] ve en büyük melcei [sığınak] ve penâhı ve onun şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] dualarının, bârigâh-ı Ehadiyette kabul olduğuna sarih [açık] bir işaret var. Ve âdetâ ona hücum edenlere ve etmek isteyenlere karanlık gecede kırmızı diliyle şöyle hitap ediyor:

Ey Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fânî metalarıyla gururlanıp taşanlar! Ve ey dünyamıza zararı olur korkususuyla, nur-u Kur’ân‘dan [Kur’ân nuru] kaçanlar! Sizler, dünyanızın uçurumlara gittiği zannıyla, o bâki ve tatlı sandığınız fâni ve hakikatte çok acı lezzetlerinizin, zeval [geçip gitme] bulmak, şedit [çok şiddetli] ve elîm elem ve ıztıraplara tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] etmek üzere olduğunu tahmin ederek mânâsızca radyoların başına koşuyorsunuz. Bu koşmakta ve bu dedikoduları dinlemekte ne fâide var?

Zeval [geçip gitme] bulucu lehviyat [eğlenceler, oyunlar] ve lezaizle [lezzetler] körleşmiş, bakan gözleriniz. Artık yeter, biraz hakikati görsün! Sağırlaşmış duyan kulaklarınız biraz hakikati duysun ki, bu acip ve dehşetli ve hiç misli [benzer] görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın [Allah’a inanan] çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda, ancak ve ancak, güvenimizin en

177

müstahkem, kavî, [güçlü, kuvvetli] yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur’un nurânî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine [kutsal daire] dehalet [sığınma] etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] zannettiğiniz ölümü bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edeceksiniz. Ve işte o nurun mübarek tercümanının ve mübarek şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] أَجِرْنَا وَأَجِرْ وَالِدَيْنَا وَأَجِرْ طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ وَوَالِدَيْهِمْ مِنَ النَّارِ 1 ve emsâli dualarının kabulüyle, şefaatiyle ve hürmetine, benim dehşetli, fakat Cehennem ateşi yanında hiç ehemmiyeti olmayan ateşimden, onun şakirtlerinin, [öğrenci] hâdimlerinin ve risalelerinin muhafızı bulunan mağazaları, nasıl âzâd olmuş, kurtulmuşsa, sizler de o mübarek şakirtler [öğrenci] gibi, o mübarek daire-i kudsiyeye [kutsal daire] dehalet [sığınma] ettiğinizde, dünyevî ve uhrevî dehşetli ateşlerden kurtulacak ve evlât ve iyâlinizin [aile fertleri] bir nevi çobanı olmak hasebiyle, o sevgililerinizi de kurtaracaksınız. Ve her birerleriniz maddî ve manevî felâh ve saadete nail olacaksınız.

Bakıp da görmeyen ve görüp de görmek istemediğinizden kapadığınız gözlerinizi açınız, görünüz ve azîm tehlikelerin çok yakın olduğunu ihsas [hissettirme] ve telâş ve itirazınızı arttırmaktan başka bir işe yaramayan dünya havâdislerini veren radyo başına değil, ayaklarınızdaki bütün derman ve kuvvetinizle Risale-i Nur başına ve onun neticesi emniyet, selâmet [huzur] ve saadet olan nurânî dairesine koşunuz.”

Bizlere de: “Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan [bağış] ettiği ezelî lütfuna karşı secdeden başlarınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfunu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahime, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle aklı, maaşı sarsan hadiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nurun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve imdadını müşahede ediniz.

178

Dünya fânidir; binler sene yaşamak olsa, bâki olan hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] yanında, hiç-ender-hiç mesabesindedir. [derece] Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır. [tarla] Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya [tarla] en mübarek ve nur’ânî ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer,” atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.

Ey Nurcular! Sizin hakikî vazifeniz dünyaya bakmak değildir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak dünyaya da bakılsa, bakınız ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebebiyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla kat’iyen [kesinlikle] sarsılmayınız, fütur [usanç] getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyen [kesinlikle] inanınız ki, Nurun şefaati, Nurun duası, Nurun himmeti [ciddi gayret] sizleri kurtaracaktır. İşte bu dâvânın şâhidi Emirdağlı Nurcuların dehşetli ateşten zararsız kurtulmalarıdır. Şimdiden umumunuza müjdeler olsun.

Kardeşiniz

 Mustafa Osman

179

– 81 –

 Vasiyetnamemdir

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım ve sair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikaların heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki1 kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki, emr-i Hak [Allah’ın emri] olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] ve imaniyede çalışsın ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilsin.

Kardeşlerim, bu vasiyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürattan [üzülme, etkilenme] ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaif olmakla beraber gizli münafıkların desiselerle [hile, aldatma] müteaddit [bir çok] suikastları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] devam ediyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

180

– 82 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] azimkâr kardeşlerim,

Evvelâ: Birinci vazife-i Nuriye, [Risale-i Nur vazifesi] inşaallah [Allah dilerse] matbaanın pek çok fevkinde [üstünde] iş görecek. Şimdi de şakirtlerine [öğrenci] büyük sevaplar ve kuvvetli iman hizmetleri veriyor. Acaba bu vazife ileri gidiyor mu, yoksa bu kışın ağır şeraitiyle geri mi kalıyor?

İkinci vazife de, Onuncu Söz, zeyilleriyle [ilave, ek] beraber, iki Mu’cizât risaleleri ve zeyillerinin [ilave, ek] âhirinde bulunmak lâzımdır. Birinci vazifesini bitirenler, yine mevcudu varsa, bir cilt içine almaya çalışsınlar; yoksa, tedarik etsinler. Çünkü âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] şimdiki intibahı, [uyanış] vahdet-i İslâma çalışması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük dairelerin geniş nazarlarına elbette büyük mecmualar lâzımdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Sizin bana yardımınız iki cihetle pek zahir ve pek büyüktür.

Birincisi: Sizin fütursuz [usanmadan] hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] çalışmanız benim bütün musibetlerimi ve sıkıntılarımı hiçe indiriyor, bilâkis sürurlara [mutluluk] kalbediyor.

İkinci cihet: Kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, duanız, onların ağır ve işkenceli zulümlerini, benim hakkımda inayetkâr, maslahattar [amaç, yarar] merhametlere çevirmesine sebep olduğuna kat’iyen [kesinlikle] şüphem kalmadı.

Ezcümle: Memurları ve halkları benden ürkütmeleri, beni büyük hatâlardan ve tasannulardan [yapmacık] ve ihlâsa münâfi [aykırı] hâletlerden [durum] ve vaktimi zayi etmekten kurtarıp, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] hakkımda, zulm-ü beşerî [insanların zulmü] içinde tam adaletini ve inayetini [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gösterdi. Buna kıyasen, başıma ne gelse, altında bir rahmet var. Yalnız benimle meşgul olmaları için on dirhem zarar, Risale-i Nur’un on bin lirasını kurtarıyor. Onun için, siz hiç beni merak etmeyiniz. Hattâ bazan damarlarıma dokunduracak tarzdaki ihanetlerine karşı beddua etmek isterken, onların yakında ölüm

181

idamıyla, kabr-i haps-i münferitte azapları ve bu ihanetlerinin neticesinde bana ait maslahatları [amaç, yarar] ve hizmetimize menfaatleri düşündükçe, bedduadan vazgeçiyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Her hafta bir iki mektubunuz bana hem şifâ, hem medâr-ı tesellî [teselli kaynağı, sebebi] ve mânevî bir sohbetle sizinle görüşmeye vesile olmasından, kemal-i şevkle postayı bekliyorum.

Umumunuza birer birer selâm ve dua…

Said Nursî

– 83 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakikat yolunda arkadaşlarım,

Bu defa, sizin beş altı mübarek mektuplarınıza yalnız bir tek müşevveş [dağınık, karışık] mektupla cevap vermemden gücenmeyiniz.

Evvelâ: Halil İbrahim’in mektubu, şahsıma verdiği fevkalâde meziyetler için kabul etmemek mesleğimizce lâzım gelirken, iki mânidar tevafuku bana hem kendini kabul ettirdi, hem Lâhikaya girdi. Fakat şahsıma ait kısmını bazan tayyettim ve bazısının üstünde “Risale-i Nur” kelimesini yazdım; ibaredeki suallerine cevap oldu.

Birinci tevafuk: Hakkımda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak için bir yüzbaşı bana karşı beş vecihle [yön] kanunsuz hakaret ve ihanet ettiği aynı zamanda, belki aynı saatte, yüz tane böyle yüzbaşıdan ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında daha ehemmiyetli ve Risale-i Nur’un erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bir kardeşimiz, bu yeni mektubu, haddimden yüz derece ziyade ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] verip o gibi ihanetleri hiçe indirerek yazmış. Hem şakirtlerin [öğrenci] erkân-ı mühimmesinden dört zât, aynı meseleye iştirak edip imza basmışlar. Ben de bu garip tevafukun hatırı için, mesleğime muhalif olan senâkârane mektubu kabul edip tâdil ederek Lâhikaya geçirdim ve size de müsveddesini gönderdim.

İkinci tevafuk: Ben, gece, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Risalesi’ni yazanları düşündüm ve yeni mektuplarda o noktada bahis aradım. Bu ağır kışta ve ara sıra bana münafıkların

182

ilişmeleri, bunlara fütur [usanç] vermek ihtimali var. Bu yazıcılara bir kamçı-yı teşvik [teşvik kamçısı] lâzım. Nasıl ki Hasan Feyzi ve Halil İbrahim’in edîbane iki târifnameleri çokları yazıya teşvikle sevkettiler diye bir teşvik vesilesini aradım. Birden, sabahta benim ölümümü mevzu yapan ve şakirtleri [öğrenci] korkutan ve sa’yde [çalışma] ve yazıda acele etmelerine medar [kaynak, dayanak] mektubu aldım, dedim: İbrahim Halil’in sadakati, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıkmış.

Saniyen: [ikinci olarak] Feyzi ve Emin’in mektubu, benim çok endişelerimi izale [giderme] etti. Evet, bu iki kardeşimizin sadakatleri ve hizmetleri ve Risale-i Nur’a sahabetlerinin çok ehemmiyeti var. Ve hapishanede dokuz ayda dokuz sene kadar kıymettar hizmet eden Hilmi ve Sadık ve İhsan ve Beşkardeş namında Risale-i Nur’a kalemiyle çok hizmet eden ihtiyar Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] gibi ve Feyzi ve Emin’in mektubunda işaret edilen umum o civarda çok alâkadar olduğum kardeşlerimin hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] devamları, beni sürurla [mutluluk] ağlattırdı. Fakat öz kardeşim Abdülmecid, beni çok merak ediyor; görüşemediğim buranın müftüsünden, halimi anlamaya çalışıyor. Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler.

Hem, benim tarafımdan ona yazsınlar ki: Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Said’in dahi Hulûsi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz.

Hem benim hakkımda musibet ve fena haberleri aldığı vakit, merhum pederim Mirza (r.h.) gibi olsun, merhume validem Nuriye (r.h.) gibi olmasın. Çünkü eski zamanda, dağdağalı [karışık, gürültülü] hayatımda hakkımda acip havâdisler peder ve valideme ihbar ediliyordu. “Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi” gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi:

“Mâşaallah! Oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes ondan bahsediyor.”

Validem ise, onun süruruna [mutluluk] karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu.

Salisen: [üçüncü olarak] Lütfü’nün sebatkâr [sebat eden] ve pek ciddi vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Abdullah Çavuş ve İslâmköylü merhum Hafız Ali’nin şakirt [öğrenci] ve vârislerinden [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Mustafa’nın mektuplarını umum

183

Nur fabrikasının kahramanları hesabına kabul ettim. Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, o köyleri de Sava ve Kuleönü gibi bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne getirmiş.

– 84 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin bu defa müteaddit [bir çok] mektuplarınıza, rahatsızlık mecburiyetiyle, birtek mektupla iktifa [yetinme] ediyorum.

Evvelâ: Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimî ve ciddî istiyor. Ben de derim: Telif [kaleme alma] zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre fâideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] benim bu azaplı hayatımdan o derece fâidelidir. Eğer benim elimden gelseydi, hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.

Saniyen: [ikinci olarak] Şehid merhum Hafız Ali’nin tam bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Hasan Feyzi’nin, Denizli hesabına ve o civarda ciddî kardeşlerimizin namına yazdığı parlak kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve dördüncü şehnamesi; ve orada dahi şakirtlerin [öğrenci] faaliyetle Nura çalışmaları, benim zehirli, şiddetli hastalığıma bir merhem oldu. Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun, Denizli’yi ikinci bir Isparta ve büyük bir İslâmköyü yapıyor.

Evet, hâkim-i âdil, [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] Muharrem ve Feyzi ve Hafız Mustafa, bir-iki senede, yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] yaptılar; Nurun şakirtlerini [öğrenci] ebede kadar minnettar eylediler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ve beraberlerinde Nura hizmet edenlerden ebeden razı olsun. Âmin.

Salisen: [üçüncü olarak] Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından ve Barlalı Marangoz Mustafa Çavuş ve Hafız Mehmed’in tam vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] namına pek samimî ve hazîn tâziyenamesi, beni sürurla [mutluluk] ağlattırdı. Ben de derim: Madem o mübarek medresede küçük ve büyük çok Said’ler var; ihtiyar, âciz,

184

vazifesi bitmiş bir Said noksan olsa, ehemmiyeti yok. Hayat-ı bâkıyede [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] madem beraberiz; bir muvakkat [geçici] müfarakat [ayrılık] olsa da, sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin.

Rabian: [dördüncü olarak] Hâkim-i âdilden [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] sonra en ziyade hakikî adalete çalışıp Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmet eden م ح ر م en hâlis şakirtler [öğrenci] içinde ve benim öz kardeşim ve birinci talebem Molla Mehmed ismiyle onun nâmı, dualarımda ve mânevî kazançlarımda beraberdirler.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Bu saatte Konyalı Sabri de, Halil İbrahim ve Hasan Feyzi tarzında vasiyetnamem münasebetiyle kısa, fakat güzel bir kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yazmış, Üstadına çok ziyade kıymet vermiş; kendi hüsn-ü zannının [güzel düşünce] parlak âyinesinde, bu biçare kardeşine fevkalâde ehemmiyet vermiş. Ve oranın âlimleri pek ciddi Nura çalışmalarını yazıyor.

Ben de derim: O Üstad nâmı verdiği ve çok kıymet verdiği şahıs ise, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olabilir. Ben de onun namına kabul ettim, Lâhikaya geçirdim, hem size de bir suretini gönderdim.

Merak etmeyiniz, hastalığım gittikçe hafifleşiyor. Ispartalı Mustafa namında bir kardeşimizin samimî, fakat garip bir mektubu içinde vardı. Bu zât, hangi Mustafa’dır, bilemedim, ona da çok selâm ederim. Acip rüyası hayırdır, şimdi tabir edemem.

Umum kardeş ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ederiz, makbul dualarını isteriz.

Hasan Feyzi’nin güzel kasidesini, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bazı kelimeleri ilâve ile Lâhikaya geçirdik ve size de gönderdik.

Said Nursî

185

– 85 –

Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Çok mânidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şakirtlerin [öğrenci] sadakatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup, tanımadığım birisiyle, sabık [daha önceden geçen] dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.

Hem aynı zamanda, Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: “Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Tâ ki, ileride tab [basma] edeceğiz.”

Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in, vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri [öğrenci] ağlattırdı.

Hem bu zamana pek yakın, Hüsrev’in, kendi âdetine muhalif, benim vefatıma dair bir iki mektubunda, iki üç gün ömür gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Acaba ben gidiyorum diye endişe ettim.

Hem bu aynı hengâmlarda, [ân, zaman] en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki [dünya hayatı] vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirtler [öğrenci] bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken, birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde [üstünde] ve öyle bir sahabetkârane ve iltizam-perverane [kabul etme, taraftarlık] o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bu beş cihetteki tevafuk, zahir bir keramet-i Nuriyedir.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

186

Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe [üstün gelme] etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua edip şüphesiz makbul olan dualarını isterim. Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların, hem küçük yavrularının Risale-i Nur’u yazmaya başlamalarını ve Kur’ân dersini çok mâsumların almasını bütün ruh u canımla tebrik ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

– 86 –

Kardeşlerim,

Siz müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Hem merak etmeyiniz. Yalnız dua ile bana yardım ediniz. Çünkü bir kaç gündür sol kolum çok ağrıyor, gece rahatsız ediyor. Kimseyi yanıma bırakmadığımdan, oda içindeki zarurî işlerimi zahmetle yapabilirim. Zannederim, eskiden beri bende bulunan kulunç [özellikle omuzlarda olan şiddetli ağrı] illetinin [asıl sebep] bir şubesidir ki, buranın mizacıma çok dokunan maddî havası ve kışı, o insafsızların evhamı, tazyikatları [baskılar] ve mânevî kışı, damarıma dokunur. Âdetâ bir yarım nüzul isabeti gibi ıztırap çektim. Fakat lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] sizin makbul dualarınız, o tehlikeyi de hafif bir surete çevirdi. İnşaallah o suret de geçer; çok sevaplı fâidesi, yerinde kalır.

Kardeşlerim, Salâhaddin’in yazısına göre, o havalide dahi Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuası çok faaliyettedir, fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapıyor. Demek o tarafta o çok ehemmiyetli vazife-i Nuriyeyi [Risale-i Nur vazifesi] yapıyor. Yüz bin elhamdü lillâh, yazanlara da yüz mâşâallah, bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”]

• • •

187

– 87 –

Aziz, sıddık kardeşlerim

Evvelâ: Hadsiz şükür olsun ki, Isparta tam bir Medresetü’z-Zehra ve Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] olacağını ve olmaya başladığını, kahraman talebelerinin bu ağır şerait altında sarsılmadan faaliyetleri ispat ediyor. Diyanetçe ve Kur’ân ve Risale-i Nur’a müştâkane [arzulu, aşırı istekli] çalışmaları, hattâ Ali Köyünde, Ali’lerin gayretiyle çok çocukların talebeliğe girmeleri ve diğer bir köyün umum gençleri gece de Kur’ân’a çalışmaları ve camiler cemaatle dolmaları, Nur şakirtlerinin [öğrenci] çektikleri bütün sıkıntıları hiçe indiriyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Fevkalâde sadakat ve alâka taşıyan Halil İbrahim’in bu dördüncü şehnâmesi, benim Nur’a hâdimliğim noktasında haddimin pek fevkindeki [üstünde] târifnamesi gerçi çok güzeldir; fakat Risale-i Nur’dan ziyade benim şahsıma baktığı cihetiyle, şimdilik size göndermedim. Tadilden sonra gönderilecek. Hem ona, hem onun rüfekalarına [refikler, arkadaşlar] bilhassa selâm ederiz.

Salisen: [üçüncü olarak] Siz, bana karşı suikastlere merak etmeyiniz. Belki bir cihette memnun olunuz ki; Risale-i Nur ve şakirtleri [öğrenci] yerinde, benim cüz’î [ferdî, küçük] ve vazifesi bitmiş olan şahsıma hücum ediyorlar, tâzip [azap] ederler.

Bu günlerde, buranın büyük memurları, çekinmeyerek, bazıları demiş: “Said’in vücudu ortadan kalkmalı” hadisesi var. İşte gizli düşmanlarım, bunun gibi, bu fikirlerinden istifade ederek, mutemed [güvenilir] hizmetçilerimi dağıtmakla fırsat bulup beni zehirlediler. Ve bu gibi memurlardan kuvvet alıyorlar. Fakat hıfz ve inayet-i İlâhiye, [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bu suikastleri de akîm [neticesiz] bıraktı. İnşaallah, daima inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] himayet edecek, bütün plânlarını akim [sonuçsuz, verimsiz] bıraktı, bırakacak.

• • •

188

– 88 –

Bu istida, [dilekçe] yirmi seneden beri hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında bir defa olarak beni tâzip [azap] eden Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] Hilmi’ye hitaben yazılmış, berâ-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Mânâsız, lüzumsuz dört beş defa bana sıkıntı verdiler. “Senin yazın böyle değil; kim sana böyle yazmış?” diye resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: Böylelere müracaat edilmez; yirmi sene sükûtum haklı imiş!

Ey Emirdağı hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbihali bir sene evvel yazmıştım. Fakat vermedim, sakladım. Şimdi, beş cihetle kanunsuz beni hususî ikametgâhımda bir hizmetçiden men ve müdahale etmeleri gibi dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum.

 Dahiliye Vekili ile hasbihalden bir parçadır

Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle [yön] kanunsuz bir gadre [zulüm, acımasızlık] ve tazyike hedef olmuşum. Şöyle ki:

· Hem şiddetli suikast eseri olarak zehirlenmeden hasta;

· hem gayet zaif, yetmiş bir yaşında ihtiyar; hem kimsesiz, acınacak bir gurbette,

· hem sako [palto, ceket] ve fanilâ ve pabucunu satmakla maişetini [geçim] temin eden fakîrü’l-hal,

· hem yirmi beş sene münzevî olmasından, binden ancak tam sadık bir adamla görüşebilen bir merdumgiriz, mütevahhiş,

· hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] inceden inceye tetkikten sonra bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] beraatine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir mâsum,

· hem eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlâd-ı vatan,

· hem şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebî ifsadlarından [bozma] kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla [eserler/asırlar] bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyetperver; [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi, yirmi beş senede bir

189

· gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam;

· hem âhiretine ve ihlâsına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden [halkın ilgisi, sevgisi] kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından [güzel düşünce] ve medihlerinden [övgü] çekinen, beğenmeyen bu biçare Said’e, başta Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ zabıtasını musallat edip, hergün bir ay haps-i münferid [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] azâbını çektirmek ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde tek başıyla bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] durmaya mecbur etmek, hangi maslahatınız [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] eder? Hangi kanun bu dehşetli gadre [zulüm, acımasızlık] müsaade eder diye, hukuk-u umumiyeyi [kamu hukuku] muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasıyla Dahiliye Vekiline [İçişleri Bakanı] beyan ediyorum.

 Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk] ve insaniyeden

ve yaşamak hakkından mahrum edilen

 Said Nursî

190

– 89 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve benim hakkımda bu gurbette samimî akrabalarım Osman, Mehmed, Hasan efendiler,

Sizin hâlisane bana ve Risale-i Nur’a karşı hiç unutulmayacak hizmetinize bir mükâfat-ı âcile olarak Hasan Feyzi ve sair talebelerin, Çalışkan hanedanına karşı fevkalâde teveccühleri [ilgi] ve umum memlekette sizin şerefinizi neşretmeleri ve ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] size dost yapmakları cihetiyle, benden ziyade Risale-i Nur ve şakirtlerini [öğrenci] himaye ve muhafaza etmek ve ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] ve beni zehirleyen düşmanlarımın desiselerinden [hile, aldatma] kurtarmak için gayet derecede bir ihtiyat, [dikkat, tedbir] tam bir sadakat ve benim yerimde tam bir dikkatle mükellefsiniz. Yoksa az bir hatâ, yalnız bana değil, belki binler mâsum şakirtlere [öğrenci] ve şimdi parlayan şerefinize dokunacak. Benim vaziyetim ve verilen sıkıntılar altı vecihle [yön] kanunsuz olmasından, ileride mes’uliyetten kurtarmak için insafsız ve kanunsuz beni tâzip [azap] edenler, kendilerine bir bahane, bir vesile arıyorlar. Pek çok dikkatli olmanız lâzımdır.

– 90 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bir iki gün evvel hasbihalin bir parçası size gönderilmiş.—tâ, siz onu esas tutup, lüzum olduğu zaman ya istida [dilekçe] veya o Vekile ve mahkemeye vermek veya başka makamata o parça ile müracaat etmek ve kardeşlerimiz dahi o esas üzerine kendilerini münafıklara karşı müdafaa etmek için size gönderilmiş. Demek, şimdiye kadar bana garazla işkenceli sıkıntıları verdiren, en başta o imiş. Her ne ise. Siz, meşveretle [danışma] ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, [dikkat, tedbir] telâşsız, velveleye vermemek lâzım.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defa görüşmediğim buranın korkak müftüsü vasıtasıyla, Hulûsi’nin Kars’tan bir mektubunu biraderzâdem Nihad’ın mektubuyla aldım. Elhak, o kardeşimiz, daima fevkalâde sadakatini ve Nurlara kuvvetli alâkasını muhafaza ediyor. Mânidar bir tevafuktur ki, bilmediği halde, Nihad’ın orada bulunması ihtimaliyle, Sabri’ye ait fıkrada [bölüm] demiştim ki: Nihad Kars’ta ise Hulûsi ile

191

görüşür, meâlinde burada söylediğim ve sonra size yazdığım aynı zamanda, o ikisi şimdiye kadar sükût ettikleri halde, beraber bana mektup yazıyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Re’fet kardeşimizin kemal-i sadakat ve alâkasını ve Hulûsi gibi Nurların bir kumandanı olduğunu gösteren mektubu, Hulûsi’nin mektubunu aldığım zamanına tevafuku, lâtif [berrak, şirin, hoş] ve sürurlu [mutluluk] oldu. O ikisi Lâhikaya girsin. Ve Re’fet’in mâsumlara Kur’ân okutması ve kendisi Lem’alar [parıltılar] ile, yazmak ve okumakla meşgul olması ve benim hastalığımın şifâsına o mâsumlarla dua etmeleri, bir merhem gibi hastalığıma ferah ve hiffet [hafiflik] verdi.

Ve Rabian: [dördüncü olarak] Yazıda, merhum Âsım’a benzeyen Yakup Cemal’in hayatta olduğunu; ve hayatta ise Nurlarla, o güzel kalemi ile hizmet ediyor mu, bilemediğim için, çok defa hazînane ve müteessifane [eseflenmiş, üzgün] düşünüyordum. Hadsiz şükür olsun ki, hem hayatta, hem Nurlara hizmette, hem sadakatte olduğunu gösteren bir mektubunu aldım, elhamdü lillâh dedim.

– 91 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Yüz defadan ziyade, gayet kıymetli bir hakikat-ı imaniye [iman hakikatı, gerçeği] bana görünüyor. Telif [kaleme alma] zamanı tamam olması hikmetiyle, ne kadar çalıştım, o çok ehemmiyetli hakikatı avlayamadım. Vâzıhan [açık] ifade ve ihsas [hissettirme] etmek için bekledim, muvaffak olamadım. Şimdi gayet kısa bir işaretle, o çok geniş ve çok uzun hakikattan kısacık bahsedeceğim.

اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ 1 hadisi, hem cevâmiü’l-kelimden, hem müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadislerdendir. Pek büyük ve küllî nüktesi, [derin anlamlı söz] benim kalbime, Hülâsatü’l-Hülâsa [özetin özeti] ile Cevşenü’l-Kebîr’i okuduğum vakit zahir oldu. Ben de, o acip ve çok güzel nükteyi [derin anlamlı söz] kaçırmamak için, şifreler, işaretler nev’inden

192

Hülâsatü’l-Hülâsa’nın [esas, öz] on yedinci mertebesi olan “Kur’ân lisanıyla şehadet” ve on sekizinci mertebesi olan “kâinat lisanıyla şehadet” ortasında o şifreli işaretleri şöyle koydum:

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَقِيقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَسَجِيَّاتِهَا وَمِقْيَاسِيَّتِهَا وَمِرْاٰتِيَّتِهَا وَبِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا وَأَخْلاَقِهَا وَخِلاَفَتِهَا وَفِهْرِسْتِيَّتِهَا وَأَنَانِيَّتِهَا وَبِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ وَعُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ وَاِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَثِيرَةِ وَفَقْرِهَا وَعَجْزِهَا وَنَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَاِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ * 1

İşte bu kısa şifreyi, yine gayet muhtasar [kısa] bir şifre ile tercüme ve izah edeceğim. Bunu Hülâsatü’l-Hülâsa’ya [esas, öz] bir hâşiye [dipnot] yapınız.

Evet ben, Hülâsatü’l-Hülâsa’yı [esas, öz] okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir [zikir halkası] oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile iz’an [kesin şekilde inanma] etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasda, [ölçü] o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, [ölçü] o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî [kesin şekilde inanma] bir vicdan, bir itminan, [inanma, kalben tatmin olma] bir iman ile o sıfât ve esmâyı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] kazanır ve  اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ 2hakiki bir mânâsını anlar. Çünkü,

193

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında suret muhal [bâtıl, boş söz] olmasından, suretten murat, sîrettir, [ahlâk, karakter] ahlâk ve sıfâttır.

Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, [bir tarikata bağlı olanlar] seyr-i enfüsî ve âfâkî [dış dünyaya ait] ile mârifet-i İlâhiyede [Allah’ı bilme, tanıma] iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminan[inanma, kalben tatmin olma] yolunu enfüsîde, [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] dahi, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî [yüce] ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.

Biri: Kitab-ı kâinatı [kâinat kitabı] mütalâa ile, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve Hizbü’n-Nuriye ve Hülâsatü’l-Hülâsa [özetin özeti] gibi âfâka bakmaktır.

Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-i insaniye [insanın gerçek mahiyeti] haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalâa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki, sırr-ı akrebiyete [Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı] ve veraset-i Nübüvvete [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] bakar. Ve enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] tefekkür-ü imanî [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Sözün, ve “ene” ve “enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektubun Hayat Penceresinde ve İnsan Penceresinde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.

Bunu hem Lâhikaya, hem Sikke-i Gaybiye‘ye, [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] hem Hülâsa‘nın [esas, öz] âhirine yazılsın.

• • •

194

– 92 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Halimin müsaadesizliği [uygunsuz, izin vermeyen] için müteaddit [bir çok] mektuplarınıza birtek perişan mektubumla cevap verdiğimden gücenmeyiniz.

Evvelâ: Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve bir kaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla [baskılar] Menemen ve Şeyh Said hadisesi gibi bir hadise çıkarmak için bütün kuvvetiyle, en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda, her desiseyi [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiler. Gördüler ki, Eski Said yok; yenisi ise herşeye tahammül ediyor. O plânı sair suikastlere, ezcümle zehir vermeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettiler. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] onu da akîm [neticesiz] bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. Fakat siz hiç telâş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] tevessü [genişleme, yayılma] ediyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defa Hasan Feyzi’nin ve bir hafta evvel Halil İbrahim’in şahsıma karşı fevkalâde hüsn-ü zan [güzel düşünce] ile mersiyeleri ve samimî ve hazîn vedânâmeleri, az tâdil ile üç sebep için kabul edildi.

Birincisi: Onlar, şahsıma değil, belki Kur’ân ve imana ve Nurlara hâdimliğim ve o vazife-i kudsiyeye [kutsal vazife] bakıp yazmışlar.

İkincisi: Onların ve onlar temsil ettikleri o civardaki hâlis kardeşlerimizin ve haddimin çok fevkındeki târifatlarını, bir nevi samimî dua ve ulvî bir tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ve yüksek bir arzu-yu hayır ve istidatlarının [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve itikadlarının [inanç] ve Nurlara pek ciddî alâkalarının bir in’ikâsı [yansıma] olmasıdır.

Üçüncüsü: Ben onların nazarında Risale-i Nur ve şakirtlerdeki [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mümessili [temsilci] ve nümunesi olmam cihetiyle onların sebeb-i teşvikleri olan o harika hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] ve kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmak, maslahat [amaç, yarar] değildir. O

195

ikisine ve arkadaşlarına, hususan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi ve Denizli hapsindeki kardeşlerimize ve hakkımızda adalete çalışanlara binler selâm…

Salisen: [üçüncü olarak] Çok defa benim sıkıntılarıma bir merhem hükmüne geçmiş ve yanımdaki sakladığım kahraman Hüsrev’in çok mektupları ve onların herbirinden birer ehemmiyetli fıkra[bölüm] alıp mecmuunu Lâhikaya geçirmek için zaman bulamıyorum. İnşaallah, bir istirahat zamanında tetkik edeceğim. Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif‘in [temiz, pak] İnebolu talebeleri namına yazdığı ve Halil İbrahim’in ağlatıcı mersiyesinden iştiraklerini gösteren mektubu, benim o havalideki sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim hakkında endişelerimi izale [giderme] eyledi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan razı olsun.

Rabian: [dördüncü olarak] Çoban İsa Köyünde Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] mektubunda isimleri bulunan eski ve yeni kardeşlerimizin Risale-i Nur’a çalışmaları ve çocukları da Kur’ân’a ve Nurlara çalıştırmaları, bu vakitte Nurlara büyük bir hizmettir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin. Âmin.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Münafık düşmanlarımın maddî ve mânevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad[okunması âdet olan dualar] Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar, fakat maatteessüf, [ne yazık ki] âsâbımda ve sinirlerimde ve hassasiyetimde, o zulümden öyle şiddetli bir tesir, bir heyecan, bir teellüm, [elem çekme] bir teneffür gelmiş ki, en samimî dostumu ve tam sadık bir kardeşimi bir saat yanımda tahammül edemiyorum, ruhum kaldırmıyor. Hattâ biri bana baksa da sıkılıyorum. Eskide bende biraz bulunan merdümgirizlik hastalığı, o zâlimlerin gaddârane sıkıntılarıyla ve tarassutlarıyla [baskı ve gözetim altında tutma] bende çok şiddetlenmiş. Güya ölmeden evvel hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] cihetinde ölmüşüm ki, bu hakikat ve bu sır için hakkımda, has kardeşlerim vefat mersiyelerini yazıyorlar.

Hem, buranın havası, benim âsâbıma pek çok dokunuyor. Bu kışın bir günü, Denizli hapsinin o geçirdiğimiz kış kadar bana ağır geliyor, beni üzüyor.

Evet, nasıl göz, bir saçı kaldırmıyor; aynen öyle de, şimdiki ruhum ve o durum, bir saç kadar sıkletten, ağırlıktan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğu halde, Risale-i Nur’un ve şakirtlerinin [öğrenci] selâmetlerine, onların bedellerine ve yerlerinde dağ gibi ağır

196

tazyikat [baskılar] ve sıkıntıları memnuniyetle o ruh omuza çeker, tahammül eder ve şâkirane [Allah’a şükreden] sabreder diye size kat’iyen [kesinlikle] haber veriyorum. Fakat madem acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ım [acizlik ve zayıflık] ve teessüratım [üzülme, etkilenme] çok ziyadedir; has kardeşlerim beni medihlerle [övgü] yüklerimi ağırlaştırmaya bedel, dualarıyla ve şefkatleriyle ve himmetleriyle [ciddi gayret] ve acımalarıyla yardım edip yükümü hafifleştirmek lâzımdır. İnayet-i Rabbaniyenin bir cilvesidir ki, bu şiddetli merdumgirizlik hastalığıyla, zâlimlerin tecrid-i mutlaklarını [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] hiçe indiriyor, beni tazib etmiyor, bir cihette memnun ediyor.

– 93 –

Aziz, sıddık kardeşlerim, bu dehşetli asırda mükemmel tesellîlerim ve vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Sizin fevkalâde sa’y [çalışma] ve gayretiniz Isparta ve civarını bir geniş Medresetü’z-Zehraya ve bir Câmiü’l-Ezher‘e [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] çevirdiğine bir delil de, bu defa matbaacıları da hayrette bırakan yazdıklarınız Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasından yirmiden ziyade mükemmel tevafuklu nüshalarını bu yarım ümmî kardeşinize göndermenizdir. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere, yazanlara ve yardım edenlere herbir harfine mukabil bin rahmet eylesin ve binler meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] ihsan [bağış] etsin ve yüzer hasenat defter-i amâlinizde yazdırsın. Âmin, âmin, âmin.

Ben onlara baktım, kalbime geldi ki: Bu kahramanların şimdi de bir mükâfatları yok mu?

Birden ihtar edildi ki: Onlar, bu mecmuayı yazmakla feylesofları susturan, imana getiren kuvvetli bir ders-i imanîyi [iman dersi] en evvel kendi kendine tam okuyorlar, mânevî bir hazine kazanıyorlar.

Hem onların nüshaları, pek çokların imanlarını kurtaracaklar veya imana gelecekler. Bir hadiste vardır ki, “Bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.”1 Hem onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski

197

zamanda İslâmiyetin büyük mücahid kahramanlarının kılıçlarının kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak.

Saniyen: [ikinci olarak] Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasının başında bu gelen ve çizgiyle işaret edilen fıkra [bölüm] yazılsa münasiptir. İsteyen, bu mektubun başındaki kısmını da beraber yazabilir.

İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiye’sinde pek kuvvetli ve sarahate [açıklık] yakın bir tarzda Risale-i Nur’dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini, Yirmi sekizinci Lem’a [parıltı] ile Sekizinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] tam ispat etmişler. İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Risale-i Nur’un en son risalesini Celcelûtiye’de وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ 1 fıkrasıyla [bölüm] haber veriyor. Biz bir iki sene evvel Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte telifçe [kaleme alma] Risale-i Nur’un tamam olması ve bu cümle-i Aleviyenin meâlini, yani, karanlığı dağıtacak, asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (Aleyhisselâm) gibi ışık verecek, sihirleri iptal edecek” bir risaleden haber vermesi; ve bu mecmuanın “Meyve” kısmı bir müdafaa hükmüne geçip başımıza çöken dehşetli, zulümlü zulmetleri dağıttığı gibi, “Hüccetler” [delil] kısmı da, Nurlara karşı cephe alan felsefe karanlıklarını izale [giderme] edip Ankara ehl-i vukufunu [bilirkişi] teslime ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mecbur etmesi; ve istikbalde zulmetleri dağıtacak çok emâreler bulunması; ve asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (Aleyhisselâmın) bir taşta on iki çeşme akıtmasına ve on bir mu’cizeye medar [kaynak, dayanak] olmasına mukabil ve müşabih [benzer] bu son mecmua dahi, “Meyve”, on bir mesele-i nurâniyesi ve “Hüccetullahi’l-Bâliğa” [delil] kısmı on bir hüccet-i katıa[kesin delil] bulunması cihetinde bize kanaat verdi ki, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, o fıkra [bölüm] ile doğrudan doğruya bu Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ismindeki mecmuaya bakar ve ondan tahsinkârane [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] haber verir.

Salisen: [üçüncü olarak] Nur santralı ve Yirmi Yedinci Mektupta çok ehemmiyetli fıkraları [bölüm] bulunan Sabri’nin bu defaki mersiyesini Lâhikaya geçirdik ve size de gönderdik.

198

Ve çalışkan mübareklerden ve Nurların neşrine çok hizmet eden Hafız Mustafa’nın yedi yaşında iken Altıncı Şuâyı ve bana bir mektup yazan tam mübarek, mâsum mahdumu, [efendi, kendisine hizmet edilen] burada, mâsumlar içinde Nurlara bir iştiyak [arzu, istek] uyandıracak. Onun namı Said Nurî olmalı; Nursî köydür, mânâsız olur. ‘Sin’ olmasın, yalnız ‘ye’ olsun; tâ Nurlara alâkasını göstersin. Daha çok şeyler yazacaktım, fakat başımda çok vazifeler ve işler bulunmasından kısa kesmeye mecbur oldum.

Said Nursî

– 94 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: İkinci vazife Mu’cizât Mecmuasına birinci vazifeyi bitirenler başlamalarını müjde vermeniz, sizleri bu hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] bana hakikî kardeş veren Erhamürrâhimîn, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] beni hadsiz şükre sevk eyledi. Hatt-ı Kur’ânî lehinde [tarafında] birincisinin bir kerameti, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] merkezde hatt-ı Kur’ânînin bir kursu açılması olduğu gibi, inşaallah [Allah dilerse] ikincisi, daha mu’cizâne bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterecek.

Saniyen: [ikinci olarak] Konyalı Sabri sizin vasıtanızla benimle muhabere etse, daha maslahattır [amaç, yarar] ve münasiptir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Meselâ, tashihat için oradaki âlimler tam yardım edebildikleri için, orada tashihat yapılsın, etsinler. Siz benim tashihimden geçmiş bazı nüshaları onlara gönderirsiniz. Hakikaten tashih meselesi ehemmiyetlidir. Bazan bir harfin ve bir noktanın yanlışı, kıymetli bir mânâyı zâyi eder. En evvel yazanlar, bir kere güzelce mukabele [karşılama; karşılık verme] etsinler. Sonra tashihçi adamlara ve bana versinler. Mâşaallah, bu defa bana gelen Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmualarında hem yanlışlar azdır, hem bir derece tashih edilmiş. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hem yazanlardan, hem tashihçilerden ebeden razı olsun. Âmin.

Salisen: [üçüncü olarak] Yozgat’ta oturan, Risale-i Nur’la alâkadar Tunuslu Hoca Haşmet, evvelce vefatımı, sonra hayatta olduğumu işitip buraya samimî iki mektup yazmış. Ona benim tarafımdan selâm gönderiniz.

199

Rabian: [dördüncü olarak] Rüştü’nün çok defadır hususî selâm eden kahraman biraderi Burhan, [delil] eskiden beri, ümmîliğiyle beraber, Nurlara lüzumlu zamanlarda ehemmiyetli hizmetleri için, onu da haslar sırasında her gün ismiyle kazançlarımızda hissedar ediyoruz.

Mânidar bir tevafuktur ki, ben Hüsrev’in ve Sabri’nin mektupları gelmemesinden küllî endişelerimi yazarken, aynı zamanda memûlümün haricinde en cemiyetli ve bütün o endişelerimi izale [giderme] eden müteaddit [bir çok] mektupları kapıya geldi.

Umum kardeşlerime selâm…

– 95 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve ebed ve Hak yolunda hakikatli arkadaşlarım,

Kastamonu efelerinden ve Nurun kahramanlarından ve Safranbolu fedakârlarından size oradan buraya gelen hususî mektuplarına hususî cevap vermeye müstehak ve lâyıktırlar. Fakat halim, vaktim müsaade etmediğinden, vasıtanızla bir kısa cevap verdiğime gücenmesinler.

Evvelâ: Hilmi, İhsan, Emin’in, Taşköprülü Sadık’ın mektupları beni çok mesrur [mutlu] eyledi. Hakikaten bu kardeşlerimiz, hapishanede dokuz ayda dokuz sene kadar hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] yaparak Isparta kahramanlarıyla omuz omuza geldiler. Ben onların hem istirahatime, hem hapisteki arkadaşlarımızın ittifaklarına ve yeni Nurların hizmetine tam çalışmalarını hiçbir vakit unutmayacağım. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ve sizden ebeden razı olsun. Ben, hayalen, çok defa eski zamana ve Kastamonu’daki ve Barla’daki malûm yerlere ve seyrangâhlara [gezi ve seyir yeri] şevkle gidiyorum. Oralarda oturup ağlıyorum. O enîslerimi [cana yakın, dost] hayalen görüyorum.

Kahraman Sadık’ın kuvvetli ifadesine ve güzel yazısına benzeyen bir kısa mektup da, Safranbolu şakirtlerinin [öğrenci] selâmını da, Mustafa Osman ve Hıfzı (r.h.) yazıyor. Şüphelendim, acaba Sadık oraya gelmiş, yoksa onlar oraya gitmişler, veya başka Sadık namında bir kardeşimiz midir?

200

Barla sıddıkları Nurların yazmasına tam çalışmaları, herkesten evvel onların vazifeleridir. Çünkü Barla, birinci medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şerefini kazanmasından, o mübarek medreseyi talebesiz bırakmak câiz değil. İnşaallah, tekrar şenlenecek. Çalışanlara Bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] deriz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tevfik [başarı] versin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Safranbolu’nun sadık şakirtlerinden [öğrenci] Osman ve Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] iki mektupları, onların fevkalâde sadakat ve Nurlara alâkadarlıklarını gösteriyor. Mâşaallah, Osman, az zamanda hem Kur’ân’ı ders almış, hem Nurları yazmış; şimdi de Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] yazıyor. Fedakâr Mustafa Osman ve Hıfzı’ya tam bir kardeş ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] dahi tam alâkadardır. Mektubunda imlâsı noksan olmasından, dediğini bilemedim. Onlara, Safranbolu’da ve Kastamonu ve civarındaki kardeşlerime çok selâm ve dua ederiz, dualarını isteriz. Medresetü’z-Zehradaki Isparta ve civarı umum kardeşlerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederiz.

Said Nursî

– 96 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bir iki hafta Hüsrev’in kalemiyle mektubunu almadığımdan; ve Konya’ya gönderdiğim mecmuaların cevabı gelmediğinden; ve bir Vekil-i Dahiliye başta olarak, düşmanlarımız, anarşistlerle beraber beni emsalsiz tazyiklerinden; ve buradaki münafıklar bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] dostlarımızdan hem Eskişehir’e, hem Konya’ya kitaplar gönderdiğimi ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmualarını aldığımı haber almalarından endişeler ederken, birden hiç emsâli görülmemiş bir buçuk metre kar ve dehşetli fırtına ve soğuk bu mevsimde gelmesi, bir hiddet, bir gazap, dört defa zelzeleler ve geçen sene yağmursuzluk gibi, Risale-i Nur ve şakirtleriyle [öğrenci] münasebettar [alâkalı, ilgili] olabilir diye sordum: “Bu belâ umumîdir, yoksa Afyon ve Eskişehir vilâyetlerine mi mahsustur?”

Dediler ki: “O iki vilâyete mahsustur.”

201

Ben de, elhamdü lillâh, dedim. Demek Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] umumî bir taarruz yoktur, belki yalnız bana ve elimdeki Nur’lara… Çok güvendiğim Eskişehir, Denizli gibi bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olacağını tahmin ettiğim halde, Denizli’den on derece noksan kalmasının sebebi, onları da Afyon ve Emirdağı gibi ürkütmektir. Her neyse, merak etmeyiniz, inşaallah [Allah dilerse] bu hadise-i cevviye, aynı İstanbul mekteplerinin hadisesi gibi, gizli masonları, niyet ettikleri yeni bir taarruzdan vazgeçirdi. İnayet-i Rabbaniye himaye ediyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu defa yedi sekiz mektuplarınızı aldım. Hususî cevaplara halim, kalemim ve vaktim müsaade etmediğinden gücenmeyiniz. Mehmed Feyzi ve Emin’in mektuplarını, ilişmeden Lâhikaya geçirdik. O ikisi, sekiz sene hususî hizmetimde bulunmaları cihetiyle, haddimden çok ziyade tavsifatlarını [bir sıfatla niteleme] bir nevi mânevî dua ve sebeb-i teşvik ve kanaat, bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve tercüman-ı Nur [Nur’un tercümanı; Risale-i Nur’un yazarı] haysiyetiyle Üstadlarına bir alâmet-i sadakat ve bir vesika-i [belge] itikad ve irtibattır diye ilişmedim. Ve Feyzi’nin merhume validesinin Risale-i Nur dersleriyle güzel ve Nuranî vefatı, Nurların, şakirtlerine [öğrenci] sekerat [can çekişme/ölüm anı] vaktinde ve sıkıntılı zamanlarında imdada yetişmesine bir parlak nümune olarak Lâhikaya girmesi münasiptir.

Halil İbrahim’in bu defaki mektubunda kaza ve kader-i İlâhîden [Allah’ın belirlediği kader programı] “Ne kadar? Nedendir?” diye çok suallerinin birden cevabı, bizlere mücahidane çok hasenat kazandıracak ve Nurlara herkesin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etmekle umuma okutmaktır. Fakat bir derece kaza ve kadere itiraz mânâsını hayale getirdiği için, şimdilik Lâhika ile tâmimi [genelleştirme, yayma] münasip olmaz. Ve mektubun âhirindeki Cevşenü’l-Kebîr’den alınan fıkralar, [bölüm] dualar çok güzeldir.

Salisen: [üçüncü olarak] Hüsrev’in mektubunda, Atabeyli Kötürüm Ali ve Eğirdirli Kâzım’ın Nur’lara tam şevkle hizmetleri, hattâ ruhanîleri de onları tebrike ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] sevk eder. Ve Ali Köyünden bana mektup yazan on dört yaşındaki Mustafa Yeşil,

202

pederiyle, hem Kur’ân’a, hem Nurlara hizmetleri ve üç Alilerin gayret ve himmetleriyle [ciddi gayret] o köy mâsumları Risale-i Nur’a çalışmaları, değil yalnız beni, belki umum Nur şakirtlerini [öğrenci] tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve şükre sevk eder.

Rabian: [dördüncü olarak] Salâhaddin,—Abdurrahman—ve Feyzi’nin validesinin vefatı münasebetiyle yazdığı mektubun âhirindeki Fevzi’ye tâziyesi ve haşiyede [dipnot] benim ölümümü kabul etmemesi ve Gavs-ı Âzamın bir kısım himayeti Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] risalesine geçmesi diye beni sürurlarla [mutluluk] ağlattırdı. Ve Safranbolu kahramanları Mehmed Feyzi ve Emin’in şehnâmelerine iştirakleri ve merkez-i hükûmette umumî bir Arabî hattı ve hurufu [harfler] kursu açılması ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] risalesinin fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] alâmet olmasını müjdelemeleri, pek büyük bir inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] vermesiyle bu kışın bütün çektiğim sıkıntıları hiçe indirdi.

Denizli fedakâr çalışkanlarından Tavaslı Molla Mehmed’in sureten [görünüş itibarıyla] kısa, fakat mânen uzun mektubunda, o dahi ölümüme razı olmuyor ve haddimden çok ziyade kıymet veriyor gördüm.

Hem ona, hem hapiste görüştüğüm kardeşlerimize, hem Hasan Feyzi ve Hafız Mustafa ve arkadaşlarına binler selâm…

 Umum kardeşlere selâm eden,

dualarınızın tiryak [derman, ilaç] gibi tesirini gören kardeşiniz

Said Nursî

– 97 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] eski mâsumlarından Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] bu güzel ve hâlis fıkrasını [bölüm] umum Sava mâsumlarının ve kahramanlarının namına Lâhikaya yazdık. Mâşaallah, Hacı Hafız Mehmed’in tam ona benzer bir kıymetli hafidi olduğunu gösterdi.

203

Saniyen: [ikinci olarak] Safranbolu’da Nur’un ehemmiyetli şakirtlerinden [öğrenci] Hıfzı’nın iki mâsum mahdumları [efendi, kendisine hizmet edilen] biri on, biri de sekiz yaşlarında Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını yazdıkları ve bitmek üzere diye o mâsumlar bana bir mektup yazmaları, beni fevkalâde sevindirdi.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu kışta bana verilen elîm sıkıntıların bir sebebi: Selâniklilerin istibdad-ı mutlakları, serbest fırkalarla kırmasına yardımım olmasın diye beni herkesten tecrid ettiler. Risale-i Nur, binlerle benim bedelime konuşuyor, küfr-ü irtidadı kırıyor, anarşiliği bozuyor.

– 98 –

 Dahiliye Vekili Hilmi Uran Beye Merhum Salih Yeşil tarafından yazılan mektubun sûreti:

Yazıları yanlış telâkki [anlama, kabul etme] ve tefsirlere uğratılmakla senelerden beri çember içinde yaşatılan ve sâfi, samimî bir insan ve Müslümanlıktan başka hiçbir maksadı bulunmayan Bediüzzaman Molla Said nam mâsumun, ya bulunduğu yerde veya Ankara’ya nakil ile orada hayat ve huzurunun muhafazası için sırf insaniyet namına yazılmış olan bu mahrem ricanameyi [ümit] bizzat okumak nezaketinde bulunur ve genç zamanında yaptığı, unutulan hizmetlerine mükâfaten ihtiyar halinde bu adamı serbest bir ölüm hayatına kavuşturmak lütfunu, diriğ buyurmazsanız, zat-ı keremkârlarına en büyük hürmetlerimi sunar, minnettarınız olurum.

Molla Said kimdir?

El’an [şimdi] Afyon’un Emirdağı kazasında ikamete memur olan Molla Said, doğumundan itibaren Türk kardeşleri arasında yaşamış, Türk seciyesiyle [huy, karakter] perverde [beslenmiş, eğitilmiş] olmuş, Umumî Harpte Kafkas’ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve irşad [doğru yol gösterme] için dolaşıp büyük bir harp

204

madalyası almış, Sarıkamış taarruzunda, Bitlis’in sukutunda [alçalış, düşüş] yaralı olduğu halde esir olup senelerce Rus garnizonlarında çile çekmiş, firar edip İstanbul’a gelerek ilmî kudretine binaen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzalığında bulunmuş, Kuvâ-yı Milliye ihdâsında halkı mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] teşvik etmiş, Büyük Millet Meclisinin ilk senesinde Ankara’ya gelerek Hacı Bayram misafirhanesinde birçok mütereddit [kararsız, şüpheli] kimselere vatanın müdafaası lüzumunu anlatmak hizmetinde bulunmuş olan bu hakikî vatanperver insanın, evvelce ibadete, imana, itikada [inanç] müteallik [alakalı, ilgili] yazdığı ve yazagelmekte olduğu eserleri, din ve dindarları sevmeyen bazı kimselerin, hususuyla dahiliye vekâletinde [İçişleri Bakanlığı] bulunmuş olan menfaatperest Şükrü Kaya’nın mezhep ve rejimine uygun gelmemekle, asılsız isnad ve uydurma raporlarla bu zavallı adam yirmi küsur seneden beri hapis ve nefiy [inkâr] cezalarıyla perişan edilmiş ve iki sene evvelisi yine o yazıları bahanesiyle Kastamonu’daki çilehanesinden kollarına kelepçe vurularak kendisine selâm vermiş olan altmış altı adamla Denizli Cezaevine sevk ve onbir ay kadar hapsedildikten sonra, muzır [zararlı] telâkki [anlama, kabul etme] edilen o eserleri, evvelâ İstanbul Müftülüğünde bir heyet tarafından, bilâhare Ankara’da Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] ve Dil-Tarih Enstitüsü âzalarından mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir komisyon marifetiyle [Allah’ı bilme ve tanıma] aylarca tetkik olunduktan sonra, bu eserlerin hiçbirisinde devletin siyasetini ve âsâyişi rencide edebilecek en ufacık birşey görülmemekle, Molla Said ve Nur şakirtleri [öğrenci] ve eserlerini okuyanlar, mahkeme kararıyla serbest bırakılmış ve Denizli’de oturmasına müsaade olunmuş iken, maatteessüf, [ne yazık ki] bu ihtiyar adam, az zaman sonra Denizli’den Afyon’a ve oradan da Emirdağı kazasına teb’id ve herhangi bir Türk kardeşiyle dahi temastan men edilmiş.

Sayın Beyim,

Cumhuriyet serbestiyetinden, Teşkilât-ı Esasiye Kanununun hürriyetinden mahrum kalan bu zavallı ihtiyar adam, her suretle himayeye lâyık, bakılmaya muhtaç, akraba ve taallûkatı [yakınlar, akrabalar] olmayıp sırf bir İslâm hükûmetin himayesine muhtaç bir İslâm mütefekkiridir. [düşünen] Şair-i meşhur Âkif Bey merhumun rivayetine

205

nazaran, Mısır’ın en mâruf [bilinen] ulemasından olan ve Garbın [batı] müteaddit [bir çok] lisan ve felsefesine âşina bulunan üstad-ı âzam Abdülaziz Çaviş’in yirmi küsur sene evvelisi el-Ehram ceridesindeki [gazete] Said hakkında yazdığı “Fatînü’l-Asr” başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları, bu zâtın fıtraten ilmî kudretini ve İlâhî [Allah tarafından olan] mesleğini takdir edebilirler.

Sayın Beyim,

Kürtlük sözüyle türlü hakarete hedef olan Molla Said, seciyeten [huy, karakter] takdire şâyan bir Türk âşıkı ve İslâmiyet hâdimidir.Haşiye [dipnot] Bundan memleketimiz içtimaen [bir araya gelme, toplanma] zarar değil, mânen fâide görecektir. Ben, namus ve şerefim namına şehadet ederim ki, Molla Said, kat’iyen [kesinlikle] temiz bir adamdır. Onun için, sizin gibi milletin dahilen idare ve mukadderatına [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] el koyan dirayetli zatlardan insaniyet namına temenniyatım şudur:

Yanlış anlayışlı jurnalcilerin [ihbar] sözleriyle hürriyet nimetinden, saf hava teneffüsünden, herhangi bir Türk kardeşiyle görüşmeden mahrum kalan bu adamı, hükûmetin adaleti, makamınızın ehemmiyeti namına ve adl [adalet] ve ihsan [bağış] kaziyesine [hüküm, önerme] tevfikan [başarı] olsun, bu adam hakkında dahi adalet ve kendisiyle de hiç olmazsa bir defa olsun hüsn-ü niyetle [güzel niyet] görüştükten sonra onun hakkında ibka veya ifna kararını vermek lûtfunda bulunursanız, elbette ehemmiyetli vazifenizi kanun dairesinde ifa etmiş olacağınızdan dolayı tarihçe-i hayatınıza [hayat hikayesi] takdire değer bir fasıl derc [yerleştirme] buyurmuş, adaletperverliğinizi halka ve âcizleri gibi bacağı kesilmiş, köşede kalmış hür fikirli vak’a-nüvislere duyurmuş olursunuz efendim.

Milliyetini, memleketini candan seven; teninde, kanında, Kürtlük, 
Arnavutluk, Boşnaklık kanı kokusu olmayan, Erzurum’un eski 
milletvekillerinden, bacağı kesik, Yeşil Oğlu Mehmed Salih