İLK DÖNEM ESERLERİ – Hutuvât-ı Sitte (367-378)

367

Risale-i Nur Külliyatından

Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri]

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: Tarihsiz

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1920

368
369

Takdim

Bu Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] adlı eser, Üstad Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır.

Eser, aynı zamanda Arapça olarak da “Evkâf-ı İslâmiye Matbaası”nda 1336 Rûmî ve 1338 Hicrî [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] 1920 yılında tabedilen Sünûhat adlı eserin son kısmına konularak neşredilmiştir.

O dehşetli günlerde Anadolu’nun dört bir yanı işgalci kuvvetlerle sarıldığıbir sırada, başta İngiliz olarak istilacıların yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâmın izzet [büyüklük, yücelik] ve şerefini haykıran ve şehâmet-i imaniyesini çekinmeden izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden kahraman Üstadın, binler mehasin-i ulviye ve hizmet-i âliyesine yalnız şu küçük kitap dahi bir parlak âyinedir.

Bu tarihten sonra başta Anadolu ve âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] ve ta âlem-i insaniyetin [insan âlemi] her tarafında iman ve Kur’ân hakikatlerini delâil-i akliye [aklî deliller] ve mantıkiye ile ispat ve izah eden ve “Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ve neşredecek olan Hazret-i Bediüzzaman’ın, bu Hutuvât-ı Sitte‘yi [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] telifinden [kaleme alma] evvel, Birinci Harb-i Umumî‘ye [Birinci Dünya Savaşı] şarkta talebeleriyle birlikte gönüllü alay kumandanı olarak iştirak edip, Rus ve Ermenilere karşı çetin muharebeler yapıp, talebelerinin kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] şehid verdikten ve iki sene kadar Rusya’da esir kaldıktan sonra esaretten dönüp İstanbul’da Erkân-ı Harbiye Riyasetinin iş’arıyla [işaret etme, belirtme] Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] azalığında bulunup ve bu arada, Arapça Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriye’de cem [toplama, bir araya gelme] edilen Arabî risalelerini, Türkçe, manzum [düzenli] Lemeat [parıltılar] ve Nokta gibi

370

risaleleri telif [kaleme alma] ve neşrettikten sonra, bilahâre bu Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] eserini işgalcilere karşı gizlice tab [basma] ve neşretmiştir.

Hazret-i Üstad, hayatının son senelerinde yanına gelen bilhâssa resmî zevattan ziyaretçilere ve bazı mebuslara, Risale-i Nur hizmetinde müsbet [isbat edilmiş, sabit] hizmet dersini verirken, Eski Said hayatından bahisle, tek başıyla dört cebbar [zorba] kumandanlara mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiğini ifade ve beyan ederdi. Ve o zamandaki harika cesaret ve şehâmetini [akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik] zikretmesiyle, şimdiki Risale-i Nur neşriyatı ve hizmeti ve Nur Talebeleri câmiasıyla yaptığı müsbet [isbat edilmiş, sabit] harekete, o günkü tavrını kıyas ederek delil gösterirdi. Meselâ, Emirdağ Lâhikasının en sonunda derc [yerleştirme] edilen, talebelerine en son dersinde:

“Bizim vazifemiz müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] göre sırf hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet [isbat edilmiş, sabit] iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

“Meselâ, kendimi misâl alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme [baskı] ve terzile [rezil ve alçak gösterme] karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü [baskı] kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere [baskı] boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettim. Cercis aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım…” demektedir.

Hem Emirdağ Lâhikası mektuplarından birinde bu Hutuvât-ı Sitte‘den [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] bahisle:

“…Salisen: [üçüncü olarak] Dünkü gün yanıma gelen mühim bir resmî memura böyle söyledim ki: Eski Said’in sergüzeşte-i [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] hayatından harika üç vakıa, şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, ileride çıkacak Risale-i Nur’un kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] imiş. Şöyle ki:

371

“31 Mart hadisesinde Hareket Ordusunun Başkumandanı Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Şevket [büyüklük, haşmet] Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı Harb-i Örfîde beni muhakeme ettikleri gün, on beş adam karşımda darağacında asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: ‘Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.’

“Ben de ‘Şeriatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim’ dediğim hâlde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbap—muhbirlerin [sebepler] iftiralarıyla—varken, benim müstesna bir sûrette müttefikan [birleşerek] beraatime karar vermeleri..

“Hem eski Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] nihayetinde, İstanbul’da İngilizlerin Başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] ve Başpapazına tahkirkârâne [hakaret eder şekilde] sözlerim eline geçtiği hâlde, beni mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi…

“Hem Ankara’da, divan-ı riyasetinde [başkanlık divanı, makamı] pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] şiddetli bir hiddetle divan-ı riyasetine [başkanlık divanı, makamı] girip, bana karşı bağırarak: ‘Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.’ Ben de onun hiddetine karşı dedim: ‘Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.’ Dehşetli bir put kırdım.

“Hazır mebus dostlarım telâş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nev’i tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdetâ dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında, Hücumat-ı Sitte‘nin [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] Birinci Desise [hile, aldatma] içinde bulunan ‘Meselâ, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] den, [fazilet ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi olanlar] ilâ âhir…’ [sonuna kadar] cümlesinden başlayan, ta İkinci Desiseye [hile, aldatma] kadar, bir saat tamamen ona söyledim.

“Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim hâlde bana ilişmemesi, hatta taltifime [güzellikle muamele etmek] çok çalışması, kat’iyen [kesinlikle] bu üç cebbar [zorba] kumandanların bu üç acip hâletleri, [durum] âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman

372

şakirtlerin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] harika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.” [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

ba

Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğunuzu görüyoruz” diyenlere cevaben,

“Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâmın [Müslümanlar] eleminden gelen teellümat [elemler, acılar] beni ezdi. Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşaallah[Allah dilerse] diyerek tebessüm eylerdi.

İstanbul’da en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] adlı eseriyle gaddar zâlimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir. İstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin, [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Meşihat-i [din işleri dairesi] İslâmiyeden sorduğu altı sualine, altı tükürük mânâsında verdiği mâkul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve şecaatını [yiğitlik, cesaret] fiilen göstermektedir.

…İngiliz Başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar [zorba] kumandan, idam [hiçlik, yokluk] kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de, fakat kendisine, Bediüzzaman idam [hiçlik, yokluk] edilirse bütün Şarkî Anadolu [Doğu Anadolu] İngiliz’e ebediyen adavet [düşmanlık] edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine birşey yapamaz.

İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle [hile, aldatma] Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyetiyle İngiliz’in, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.

373

Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:

“Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, [ân, zaman] o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.”

İşte muhtevası küçük fakat zaman ve zemindeki neşri ve zuhuru itibariyle gayet ehemmiyetli ve Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bu millet ve memleket-i İslâmiyenin müdafaa, muhafaza, istiklâl ve istikbali için feveran eden hamiyet-i âliyesini göstermesi noktasından büyük olan bu Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] eserini, yaşayan ebedî bir tarih mânâsıyla yeni nesillerin nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] arz ediyoruz.

Hizmetinde bulunan talebeleri

ba

374

Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri]

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ * 1

Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvâtıyla [balık] âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ifsad [bozma] için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis [çirkin, pis] menbaları ve tabiatlarındaki muzır [zararlı] madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.

Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.

BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir:

“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zâlim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”

Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] isyanımız için musibet verir. Ona rızadâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad [boyun eğme] etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet [pişmanlık] ve yüz çevirmek demektir.

Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren [sakındırma] ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.

İKİNCİ HATVESİ: Der (ve dedirtir):

“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”

375

Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet [yardım] eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adavet [düşmanlık] eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen [inançsızlık, inkâr] neş’et [doğma] etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz [aşkın] bir düşmanını def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] için, bir kâfir muavenet [yardım] eli(ni) uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.

Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen [inançsızlık, inkâr] neş’et [doğma] eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adavet [düşmanlık] etmek demektir.

ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):

“Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”

Bu vesveseye karşı deriz:

Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis [pis] olmuş bir libası, [elbise] hınzırın [domuz] bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat [geçici] bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına [zıddına, aksine] yaşayacağız!

DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):

“Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeler(i)dir—maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.”

Şu vesveseye karşı deriz:

Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir [değiştirme] etmez. Çünkü maksut, [istek] vesilenin vücuduna terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder; içindeki niyete bakmaz.

Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını [atıklar] defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar.

376

Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı [kaynak] olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir [değiştirme] edemez.

BEŞİNCİ HATVESİ: Der:

“İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde [tarafında] çıktı.”

Şu vesveseye karşı deriz:

Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte [üstüne almak] ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i mâneviyenin [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] maslahatını [amaç, yarar] takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat [amaç, yarar] da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu'(yu) da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişâne [kendini düşünen] fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] bir zât, hatta en fâcir [günahkâr] bir adam da, yalnız ism-i hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.

ALTINCI HATVESİ: Der ki:

“Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”

Şu vesveseye karşı deriz:

En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se [ümitsizlik] düşürmüyor.

EVVELÂ: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne(n) hezeyana, [boş söz, saçmalama] maskaralığa inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edip akim [sonuçsuz, verimsiz] kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı…… gibi…

377

SANİYEN: O kof [boş] kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete [hareketsizlik] mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] susturacak, depretmeyecek derecede eski(si) gibi bir istibdat [baskı, zulüm] altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun!1

SALİSEN: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir:

Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen [ödeşmek, hakkını almak] sana telef [yok olma, zâyi olma] ettirmektir.

İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide [inanç] faziletimiz tahkir [aşağılama] edilmez; İslâmiyetin izzetiyle [büyüklük, yücelik] istihza [alay etme] edilmez.

ELHASIL: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam [gerektirme] eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh [ahmak] bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (…) milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle [büyüklük, yücelik] kabil-i tevfik [bağdaşan] görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil [gibi] görüyor.2 Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik [sonraya bırakma] ediyor ki, muhal [bâtıl, boş söz] ender muhaldir.

Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”

Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır [zararlı] biri varsa cemaati ifnâ [öldürme, yok etme] etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti [yetki] vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz [lezzet alan] olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal [bâtıl, boş söz] ne var?

378

Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci [cesaretlendirme] ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat [geçici] hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi [köpek] iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız!

O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et [doğma] etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah [Allah dilerse] daha aldanmaz.

كَمَا اَنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ كَذٰلِكَ تُسَهِّلُ الْمُشْكِلاَتِ * 1

Korkaklıkta darb-ı mesel [atasözü] hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa [manda] saldırır. İşte dehşetli bir cesaret…

Hem darb-ı mesel [atasözü] olmuş: “Keçi kurttan havfı, [korku] ıztırar [çaresizlik] vaktinde mukavemete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat[yiğitlik, cesaret]

Fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyelân [meyil, eğilim] mukavemetsûzdur. [dirençsiz] Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.

Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] keçi ıztırarî [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] şecaati [yiğitlik, cesaret] gibi, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli [soğukluk] husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.

Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, [akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik] izzet-i İslâmiyetin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] tabiatındaki âlem-pesend şecaat, [yiğitlik, cesaret] uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] intibahıyla [uyanış] her vakit mu’cizeleri gösterebilir.