MUHÂKEMAT – İkinci Makale (98-125)

98

Unsuru’l-Belâğat

99

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ عَلٰى نَبِيِّهِ * 1

İkinci Makale

 Belâğatın ruhuna taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden birkaç meselenin beyanındadır.

Birinci Mesele

Tarih lisan-ı teessüfle [hayıflanma, üzülme dili] bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın [Arapların saltanatı, idaresi, hâkimiyeti] câzibesiyle A’cam, [acemler; Arap milletinden olmayanlar] Araplara muhtelit [karışık, karışmış, karma] olduklarından, Kelâm-ı Mudârî‘nin [Arap kabîlelerinden Mudar kabilesinin konuştuğu Arapça, Kur’ân-ı Kerîm bu lehçe üzerine nâzil olmuştur, en fasîh Arapça’dır] melekesi [alışkanlık] denilen belâğat-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın kendine has belâğati, edebî özelliği] madenini müşevveş [dağınık, karışık] ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin [Arap milletinden olmayan başka milletler] ve acemîlerin [Arap milletinden olmayan başka milletler] belâğat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] olan nazm-ı maânîden, [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] zevk-i belâğatı [belâgat zevki; edebî zevk] nazm-ı lâfza [lâfızdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr [fikirler] ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] nazm-ı maânîdir. [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] Nazm-ı maânî [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen] ise mantıkla müşeyyeddir. [sağlam bir mantık üzerine kurulmuş, mantık kuralları üzerine oturmuş] Mantıkın üslûbu ise, müteselsil [zincirleme] olan hakâike [gerçekler, hakikatler] müteveccihtir. [yönelen] Hakâike [gerçekler, hakikatler] giren fikirler ise, karşısında olan dekâik-ı mâhiyatta [bir şeyin iç yüzüne ait incelikler] nâfizdirler. [faydalı] Dekâik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] mümidd [yardım eden] ve müstemmiddirler. Nizam-ı ekmelde [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] herbir hüsnün [güzellik] menbaı [kaynak] olan hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] mündemiçtir. [içinde bulunan] Hüsn-ü mücerred [saf güzellik; bizzat güzel olan, güzelliği başka şeye bağlı olmayan güzellik] ise, mezâyâ [meziyetler, üstün özellikler] ve letâif [duygular] denilen belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] çiçeklerinin bostanıdır.

100

Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte [yaratılış bahçeleri] cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olan, ezhara [çiçekler] perestiş [aşırı derece sevme] eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. [nağmeler, ezgiler] Bülbüllerin nağamâtına [nağmeler, ezgiler] âheng-i rûhanî [rûhanî âhenk, rûhun hoşuna giden âhengi] veren ise, nazm-ı maânîdir. [mânâdaki ahenkli diziliş, tertip ve düzen]

Hal böyle iken, Araptan olmayan dahîl ve tufeylî [asalak, başkalarının sırtından geçinen] ve acemîler [Arap milletinden olmayan başka milletler] belâğat-ı Arabiyede üdeba [edipler; edebiyatçılar] sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei [kaynak] olduğu gibi, lisan-ı millîsi [millî dil (ulusal dil)] de hissiyatının mâkesidir. [yansıma yeri] Milletin emziceleri [mizaçlar, tabiatlar, huylar] muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâğat dahi mütefavittir–lasiyyemâ [birbirinden farklı] Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa…

Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra [fikirler, düşünceler akımı] mecrâ [akım yeri] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] çiçeklerine çimengâh [çim ve çiçek ekip dikilen, yetiştirilen yer] olmaya çok derece nâkıs [eksik] ve kısa ve kuru ve kır’av [çorak tarla] olan nazm-ı lâfız; mecrâ-yı tabiîsi [tabiî mecrâ, doğal akış yeri] olan nazm-ı mânâya mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] müşevveş [dağınık, karışık] etmiştir.

Zira acemîler [Arap milletinden olmayan başka milletler] su-i ihtiyar [iradenin kötüye kullanımı] veya sevk-i ihtiyaçla [ihtiyacın sevketmesi, ihtiyacın yönlendirmesi] lâfzın [ifade, kelime] tertip ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve maâni-i lüğaviyenin [lügat mânâları, kelimelerin sözlük anlamları] tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfâz, [kelimeler, sözler] mecrâ [akım yeri] olmak cihetiyle daha âsân [kolay] ve daha zahir ve nazar-ı sathîye [derine inmeyen, yüzeysel bakış] daha mûnis [cana yakın] ve hevâm [böcekler] gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne [avamca; sıradan halka, bilgisiz kimselere yakışır şekilde] nümayişlere [gösteriş, göz boyama] daha müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] bir zemin olduğundan, elfâza [kelimeler, sözler] daha ziyade sarf-ı himmet [ciddî gayret gösterme] etmişlerdir. Yani, ne kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ [şaşaalı, gösterişli, parlak] sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânide [mânâların tertip, diziliş ve düzeni] olan tegalgulden [bir işin içine girme, ilmî bir meseleye dalma, onda derinleşme] zihinlerini çevirip, elfâz [kelimeler, sözler] arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin [mânâlar] tasavvurlarından sonra elfâzın [kelimeler, sözler] arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfâz [kelimeler, sözler] mânâya galebe [üstün gelme] etmekle

101

istihdam [çalıştırma] ederek, “lafız, mânâya hizmet etmek” olan kaziye-i tabiiye [normal hüküm, doğal hüküm] aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâğattan böyle lâfızperest [kelimenin mânâsından çok, sözlerine önem veren ve kelimenin dış şekliyle çok meşgul olan kimse] mutasallıfların [dalkavuk, şarlatan; seviyesinin üstünde fazilet ve zerafet iddiasında bulunan] san’atına kadar, yok, belki tasannularına, [yapmacık] uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makâmât’ına gir, gör. O dâhiye-i edep nasıl hubb-u lâfza [lâfız sevgisi; kelimenin söyleyiş şekline meftun [aşık] olmak] mağlûp olarak, lâfızperestlik [kelimenin mânâsından çok, sözlerine önem veren ve kelimenin dış şekliyle çok meşgul olan kimse] hevesi o kıymettar edebini lekedar [lekeli] ettiği gibi, lâfızperestlere [ifade, kelime] de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olmuştur. Onun için, o koca Abdülkâhir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz [Abdülkâhir-i Cürcânî’nin, Kur’ân-ı Kerim’in edebî yönünü anlattığı bir eseri] ve Esrarü’l-Belâğat’ın bir sülüsünü [(mirasta) üçte bir] onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik [ifade, kelime] bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.

Tenbih

Lâfızperestlik [ifade, kelime] nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik [bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, rûhuna va mânâsına kıymet vermemek] ve üslûb-perestlik [sözün mânâ ve maksada uygunluğuna değil de ifade tarzının güzelliğine önem verme] ve teşbih-perestlik [sözde lüzumundan fazla teşbihe, benzetme san’atlarına yer verme] ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, [kafiye için mânâyı feda edecek derecede kafiyeye önem vermek, birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânâyı arka plâna atmak] şimdi filcümle, [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] ileride ifrat [aşırılık] ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz [hastalık] olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet [zariflik, incelik nüktesi] için veya kafiyenin [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ [mânânın tabiatı] istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı [kabiliyet] müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] vermeli, fakat matlûbun [talep edilen, istenilen, arzulanılan] münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân [akma, dolaşma] ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat [medet isteme] etmek şartıyla gerektir.

102

İkinci Mesele

Kelâmın hayatlanması ve neşvüneması, [büyüyüp gelişme] mânâların tecessümüyle [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ve cemâdâta [cansız olan şeyler] nefh-i ruh etmekle [ruh üfleme, hayat verme] bir mükâleme [karşılıklı konuşma] ve mubâhaseyi [konuşma] içlerine atmaktır. Şöyle:

“Deveran” ile tabir olunan, vücutta ve ademde iki şeyin mukarenetiyle [beraberlik, bir arada bulunma] biri ötekisine illet [asıl sebep] ve me’haz [kaynak] ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî [geleneksel inanç] üzerine müesses [kurulmuş] olan mağlâta-i vehmiye [vehmin yanlışı doğru göstermesi, olmayan bir şeyi varmış gibi tasvir etmesi] üstüne mebnî [bina edilmiş, dayandırılmış] olan, kuvve-i hayalden [hayal gücü] neş’et [doğma] eden sihr-i beyanıyla, sehhar [sihirbaz, büyücü] gibi cemâdâtı [cansız olan şeyler] hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adaveti [düşmanlık] veya muhabbeti atar. Hem de mânâları tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi [duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik] derc [yerleştirme] eder.

Eğer istersen, gürültülü menzil ıtlakına şâyeste [yaraşır, uygun, lâyık] olan bu beyte gir:

يُنَاجِنِى اْلاِخْلاَفُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهِ * وَتَخْتَصِمُ اْلاٰمَالُ وَالْيأْسُ فِىصَدْرِى

Yani, “Mumâtala-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d [sözünden dönme] benimle konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için, sînemde ümitlerim yeis [ümitsizlik] ile kavgaya başladılar; o mütezelzil [deprenen, sarsılan] hane olan sadrımı [göğüs, sîne] harap ediyorlar.” Göreceksin, nasıl şâir-i sâhir emel ve ye’si [ümitsizlik] tecsim [cisimlendirme, vücud verme] etmekle hayatlandırarak, nemmâm [ara bozan, söz taşıyan, bozguncu] olan ihlâfın [sözden dönme, yalan söyleme] fitnesiyle bir muharebe ve muhasama[iki taraf arasındaki düşmanlık] temsil eyledi. Güya sinematoğraf [sinema, sinema makinesi] gibi bu beyit senin aklına rüya görünüyor. Evet, bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim [uyutma] eder.

Veyahut yerin yağmurla muâşaka [birbirine âşık olma] ve şekvasını dinle. İşte:

تَشَكَّى اْلاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ * وَترْشُفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani, yağmurun geç gelmesini ona teşekkî eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnûn, sehabı [bulut] Leylâ hâletlerinde [durum] bu şiir sana tahyil [akla getirme, zihinde canlandırma] etmiyor mu?

103

Tenbih

Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. [benzeme] Zira yağmur gecikse, sonra gelse, toprak vız vız gibi bir savtı [ses] çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören, geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün [kuruntu] tasarrufatıyla [dilediği gibi kullanma ve idare etme] bir muâşaka [birbirine âşık olma] ve mükâleme [karşılıklı konuşma] suretine ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] eder.

İşaret

Herbir hayalde bu çiznök [tane, tohum] gibi bir dane-i hakikat [hakikat çekirdeği, tanesi] bulunmak şarttır…

Üçüncü Mesele

Kelâmın elbise-i fahiresi [göz alıcı lüks elbise] veyahut cemâli ve sureti, üslûp iledir. Yani, kalıb-ı kelâm [söz kalıbı; söz ve ifadelerin içine döküldüğü kalıp] iledir. Şöyle ki:

Ya dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] veya tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] veya mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] veya san’atın telâkkuhuyla [aşılama, dölleme] hayalde tevellüd [doğma] eden temayülâtın [eğilim gösterme] hususiyatından teşekkül [kendi kendine oluşma] eden suretlerden terekküp [birleşme] eden istiare-i temsiliyenin [temsilî istiare; istiarenin, teşbih unsurlarından “benzetilen” ögesi ile yapılan] parçaları telâhuk [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] ettiklerinden tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] ve teşekkül [kendi kendine oluşma] eden üslûp, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemâlin mâdeni ve hulel-i fâhirenin [göz alıcı lüks elbiseler; Cennet elbiseleri] destgâhıdır. [iş yeri] Güya aklın borazanı denilmeye şâyân olan irade, ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver [sûret ve fotoğrafların çekilip depolandığı yer] olan hayale girerler. O hazinetü’l-hayalde [hayal hazinesi] buldukları sureti giyerler. En ekall [en azından] bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal [en az] bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.

Eğer bir kelâmın–fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın–üslûbunda im’ân-ı nazar [dikkatlice, inceden inceye bakmak ve araştırmak] edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi [konuşan] o âyine-misal [ayna gibi] üslûbun içinde

104

göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm; [kuruntu] ve mizaç ve san’atını kelâmıyla mümteziç [birleşik, karışık] tahayyül [hayal etme] etsen, Hayâliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun. Eğer tereddütle senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bürde’den olan

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدْ اِمْتَلَئَتْ * مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ * 1

olan bîmarhaneye [hastahane] git, gör: Nasıl Hakîm-i Busayrî, istifrağla [kusma; içindekini dökme, boşaltma] ve nedametin [pişmanlık] perhiziyle sana reçete yazar! Eğer iştihanın [arzu, istek] açılmasıyla üslûp denilen hakikatin şişesindeki zülâl-i mânâ [mânânın saf, berrak suyu] nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmesini seyretmek ve o zülâli [saf, berrak su] içmeye iştahın [şiddetli istek, arzu] varsa, meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belîğ [belâgatli söz; açık ve kusursuz ifade] nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:

“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehim [anlama, kavrama] denilen süzgeçle süzülen âb-ı hayat [hayat suyu] gibi bir mânâyı, zürefa [zarif kimseler, zarifler] denilen sâkiler [içecek servisi yapan, sunan kişi] döndürüp efkâr [fikirler] içer; esrarda temeşşî etmekle [gezinmek, yürümek] hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.”

Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan, suyun mühendisi olan hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe[haber] ve haberi dinle: Nasıl inzal-i Kur’ân ve ibdâ-ı semavat ve arz eden [gökleri ve yeri eşsiz, benzersiz ve mükemmel yaratan] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] tavsifini [bir sıfatla niteleme] etmiştir! Hüdhüd diyor: “Bir kavme rastgeldim. Zemin ve âsumandan [gökyüzü] mahfiyatı [gizlilikler, saklı olan şeyler] çıkaran Allah’a secde etmiyorlar…” Bak, evsaf-ı kemâliye [her türlü kusur ve noksandan arınmış mükemmel sıfatlar] içinde hüdhüdün hendesesine [geometri] telvih eden, vasf-ı mezburu [söylenen vasıf, daha önce yazılan sıfat] yalnız ihtiyar eyledi.

İşaret

Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] faydası, kıssâtın [kıssalar] tefârıkını [parçalar, kısımlar, bölümler] ve perişan olan parçalarını iltiham [lehimleme, birbirine yapıştırma] ve

105

bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssâtın [kıssalar] küllünü ihtizaza getirmektir. [harekete geçirme, titretme] Güya mütekellim, [konuşan] üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatap kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.

Bak, nerede olursa olsun, “mübâreze[mücadele, karşı karşıya gelme] lâfzı, pencere gibi, meydan-ı harbi, [harp meydanı, savaş alanı] içinde harp olarak sana gösterir. Evet, çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematografisi [sinema makinesi] denilse câizdir.

Tenbih

Üslûp merâtibi [mertebeler] pek mütefâvittir. [birbirinden farklı, çeşitli] Bazan o kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] ve rakiktir [ince, nazik] ki, nesîm-i seherden [seher rüzgârı, tan yeli, tatlı sabah rüzgârı] daha âheste eser. Bazan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desâis-i harbiyelerinden [harp hileleri] daha mesturdur. [kendinden geçme] Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi [koku alma duyusu] lâzımdır, tâ istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] edebilsin.

Ezcümle: Yâsin sûresinde مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ 1 şive-i ifadeden, [ifade, anlatım tarzı, üslûbu] Zemahşerî مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ 2 üslûbunu istişmam [koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama] etmiştir. Evet, insan isyanla Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] emrine karşı mânen müdafaa ve mübâreze [mücadele, karşı karşıya gelme] eder.

Dördüncü Mesele

Kelâmın kuvvet ve kudreti ise, kelâmın kuyûdâtı [kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları] birbirine cevap vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet [yardım] etmekle, umumen karınca kaderince, [az da olsa, elden geldiği kadar] asıl garaza işaret ve herbiri parmağını maksat üzerine bırakmakla,

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ * وَكُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ * 3

106

düsturuna [kâide, kural] timsal [görüntü] olmaktır. Demek, kuyûdât [kayıtlar; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçaları, bütün unsurları] zenav [havuz, suların biriktiği yer] gibi veyahut dereler gibi, maksat ise ortalarından istimdad [yardım dileme] edici bir havuz gibi olmak gerektir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan [resimlenen] ve nazar-ı akıl [akıl gözü] ile alınan suret-i garaz, [gaye ve maksadın resmi, görüntüsü] müşevveş [dağınık, karışık] olmamak için, tecavüb [birbirine cevap verme] ve teavün [yardımlaşma] ve istimdad [yardım dileme] lâzımdır.

İşaret

Bu noktadan intizam neş’et [doğma] etmekle tenasüp [uygunluk] tevellüd [doğma] edip hüsün [güzellik] ve cemâl parlar. Eğer istersen, Rabb-i İzzetin [izzet, şeref sahibi Cenâb-ı Hak] kelâmına teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et. Ezcümle:

Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azaptan tahvif [korkutmak, sakındırmak] ve insanı, kalâk [endişe, sıkıntı, huzursuzluk] ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ 1 olan âyete bak. Nasıl ki, “şeyi zıddından in’ikâs [yansıma] ettirmek” olan kaide-i beyâniyeye [belâgat ilminin bir dalı olan ve teşbih, istiâre, mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] kinâye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi konuları ele alan beyân ilminin bir kuralı] binaen, tehvil [dehşetli göstermek, korkutmak] ve tahvif [korkutmak, sakındırmak] için azabın bir parçasının derece-i tesirini [etki derecesi] göstermek istediğinden, kıllet [azlık] olan esas-ı maksada, [maksadın esası] nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor. Şöyle:

اِنْ 2 lâfzındaki [ifade, kelime] teşkik [şüphede bırakma] ile tahfif; [hafifletme] ve مَسَّتْ 3’deki yalnız temas; ve نَفْحَةٌ 4 maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki [belirsiz kılma] taklil [azaltma, azaltılma] ve tahkir; [aşağılama] ve 5 مِنْ ‘deki teb’iz; [tamamını değil de bazısını, bir kısmını gösterme] ve nekâle [şiddetli azap] bedel عَذَابٌ 6 zikrindeki tehvin; [hafifleştirme, hafif gösterme] ve رَبِّكَ 7’deki îmâ-i rahmet, [rahmete işaret etme, üstü kapalı olarak rahmeti gösterme] umumen

107

taklili [azaltma, azaltılma] göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zîm [büyük gösterme, büyütme] ve tehvil [dehşetli göstermek, korkutmak] eder. Zira azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin!

Tenbih

Bu sana sermeşktir; [örnek] yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] bu intizam ve tenasüp [uygunluk] ve hüsne [güzellik] mazhardırlar. Fakat makasıd bazan mütedâhilen [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] müteselsildir. [zincirleme] Herbirinin tevabii [tâbi olanlar; ilâveler] ötekiyle mukarin [beraber bulunan, bir arada olan] olur, fakat muhtelit [karışık, karışmış, karma] olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî [derine inmeyen, yüzeysel bakış] böyle yerlerde çok halt eder.

Beşinci Mesele

Kelâmın servet ve vüs’ati [genişlik] ise nasıl suret-i terkip, [diziliş tarzı, şekli] nefs-i maksadı [maksadın kendisi, aynısı] gösterir. Öyle de müstetbeâtının [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] telmihâtıyla [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve esâlîbin [üslûplar, ifade biçimleri] işârâtıyla [işaretler] garazın levazım [ayrılmayan unsurlar, beraber bulunmasına ihtiyaç olunan şeyler] ve tevâbiini [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] göstermek ve ihtizaza getirmektir. [harekete geçirme, titretme] Zira telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve işaret ise, sakin olan hayâlâtı ihtizaza ve sâkit [suskun, susan] olan cevanibini [cihetler, yönler, taraflar] söylettirmekle, kalblerin en uzak köşelerindeki istihsanı [beğenme, güzel bulma] ve alkışlamayı tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] etmeye büyük bir esastır. Evet, telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] ve işaret ise, yolun etrafını temaşayla tenezzüh [ferahlama, rahatlama] etmek içindir. Kast ve talep ve tasarruf için değildir. Demek, mütekellim [konuşan] onda mes’ul olmaz. Eğer istersen, bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şayan [layık, yaraşır] noktalar vardır:

İşte çal olan atına binmiş, nazenin [ince, duyarlı] karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâğatın [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] çok anahtarlarını bulacaksın. Al, kapıları aç, işte

قَالَتْ كَبِرْتَ وَشِبْتَ قُلْتُ لَهَا * هٰذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ

Yani, dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesâib-i [musibetler, belâlar] dehrin gürültüsünden ayakları altından çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.” [toz]

108

Hem de,

وَلاَ يُرَوِّعْكِ اِيمَاضُ الْقَتِيرِ بِهِ * فَاِنَّ ذَاكَ اِبْتِسَامُ الَّرأْىِ وَاْلاَدَبِ

Yani, “Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim [cisimleşmiş, maddî yapıya bürünmüş nur] gibi dimağdan [akıl, beyin] erimiş sakaldan mecrâ [akım yeri] bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.”

Hem de,

وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَةٍ * فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبٍ

Yani, “Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette [gaflet uykusu] dalmış, ancak subh-misal [sabahın aydınlığı gibi, sabaha benzer] olan sakalın beyazıyla uyanabildi.”

Hem de,

وَكَأَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَبِينَهُ * فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ فِى اَحْشَۤائِهِ

Yani, “Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzâsıyla [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını [ödeşmek, hakkını almak] almak için tayyar [uçan] olan subha [sabah vakti, tan yeri] erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.”

Hem de,

كَأَنَّ قَلْبِى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ * وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ

Yani, “Kalbim mâşukumun [aşık olunan, sevgili] kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi, kalbim müştak, [arzulu, aşırı istekli] onun kalbi müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Demek, hüsün [güzellik] ve aşkı ve istiğna[ihtiyaç duymama] ve iştiyakı [arzu, istek] bir taşla vurmuştur.”

Hem de,

وَاَلْقٰى بِصَحْرَۤاءِ الْغَبِيطِ بَعَاعَهُ * نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ

Yani, “Tâcir-i Yemenî [Yemenli tüccar] gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini [ağır yükler, ağırlıklar] gabît sahrâsına [gabît çölü; Arap Yarımadasında, Benî Yerbû’ kabilesinin yaşadığı ve bugün Yemen sınırları içerisinde yer alan bir çölün adı] attı. Nasıl ki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renkle süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahrâya yükünü attığı gibi, ticaret-i hafiyeye [gizli ticaret] benzer imtizâcât-ı kimyeviyeyle [kimyasal bileşimler, kimyasal karışımlar] çiçeklerin nazeninlerine [ince, duyarlı] güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ

109

çiçeklerin çobanı ıtlakına şayan [layık, yaraşır] olan kefne1 başını kırmızılaştırıyor.”

Hem de,

غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ * مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ

Yani, “Vefa, gavr-ı in’idama [yokluk çukuru] çekildi. Tûfan-ı gadir [hainlik tufanı] feverana başladı. Kavl [söz] ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.”

Uzağa gitmek istemiyorsan, bu makalenin bir parça mâkabline [önceki, öncesi] nazar et. Bu meseleye nümune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle:

“Âyâtın delail-i i’câzının miftahı [anahtar] ve esrar-ı belâğatının [belâgat sırları (Kur’ân’ın belâgat sırlarını açan mu’cizeliğini ispat eden Abdülkahir Cürcânî’nin belâgat ilmine dair eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] keşşâfı [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] yalnız belâğat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye [Yunan felsefesi] değildir.”

Veyahut makale-i ûlâda [birinci makale] olan mesele-i ûlânın [birinci mesele] hâtimesindeki [son] işarete bak. İşte:

Hilkat [yaratılış] denilen şeriat-ı fıtriyye, meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] ve misafir olan küre-i arza [yer küre, dünya] farz etmiştir ki: Şemse iktida [uyma] eden yıldızların safında durmak, şüzûz [kural dışı kalmak] etmemek… Zira, zemin zevciyle beraber اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ 2 demişlerdir. Taat [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] ise cemaatle daha ahsendir.” [daha güzel]

Şimdi teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] et. Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayal-meyal gibi başını çıkarıyor.

Altıncı Mesele

Kelâmın semeratı [meyve] ise, tabakat-ı muhtelifede, [çeşitli tabakalar] suver-i muteaddidede [çeşitli şekiller, suretler] teşekkül [kendi kendine oluşma] eden maânîdir. [mânâlar] Şöyle:

Kimyaya âşinâ olanlara malûmdur. Bir maddeyi, meselâ altın gibi bir unsuru istihsal [elde etme, ele geçirme] edildiği vakit, makine veya fabrikayla müteaddit [bir çok] borularla, muhtelif

110

teressübâtıyla, [alçak, kâfir] mütenevvi [çeşit çeşit] teşekkülâtla, [kendi kendine oluşma] tabakât-ı mütefavitede geçer. En nihayet, ondan bir kısım tahassul eder. Kelâm denilen maâni-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar [kısa] bir haritanın istiab [içine alma, kaplama] ettiği gibi mefâhim-i [mefhumlar, kavramlar] mütefavitenin [birbirinden farklı] suret-i teşekkülü budur ki:

Tesirat-ı hariciyeden [dış tesirler, etkenler] kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyülât tevellüt [doğma] eder. Ondan hevaî mânâlar bir derece aklın nazarına ilişmekle aklı kendine müteveccih [yönelen] eder. Sonra o buhar halindeki mânâ bir kısmı tekâsüf etmekle, temâyülât [eğilimler] ve tasavvurâtın [düşünceler, hayaller] bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra mâyi [sıvı] halindeki kısımdan bir kısım tasallub ve tahassul ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibten [dayanıklı, sağlamlaşmış] bir resm-i mahsus ile temessül [belirme, görünme] ve tecellî ettiğinden, akıl onun kametine [biçim ve boy] göre, bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.

Demek, müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallub etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassul etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeâtına [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] havale eder. Ve tebahhur [buharlaşma] etmeyeni üslûbun ihtizazatına [deprenme, titreşim, lerze] ve kelâmla refakat eden mütekellimin [konuşan] etvarıyla [tavırlar, davranışlar] rapteder. [bağlama] İşte bu silsilenin borularından ismin müsemmâ[adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ve fiilin mânâsı ve harfin medlûlü [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] ve nazmın [diziliş, tertip] mazrufu ve heyetin mefhumu [anlam] ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeâtın [çağrışımlar; söze tabi olan mânâlar; telvih ve telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] yoluyla işaret edilen mânâlar gibi] müşarünileyhleri ve hitabı teşyi [cesaretlendirmek] eden etvarın [tavırlar, davranışlar] muharrikleri, [harekete geçirici] hem de “Dâllün bil-ibare”nin maksudu ve “dâllün bi’l-işaret”in medlûlü [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] ve “dâllün bi’l-fehvâ”nın

111

mefhum-u kıyasîsi ve “dâll-bi’l-iktizâ“nın [iktiza ile delalet etme, sözün gereklilik yolu ile delâlet etmesi] mânâ-yı zarurîsi [zarurî olarak anlaşılan mânâ] ve daha başka mefahim, [mefhumlar, anlaşılan şeyler; kavramlar] umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad [bir şeye bağlı olarak ortaya çıkma, doğma] eder ve şu madenden çıkar. Eğer seyretmek istersen, kendi vicdanına bak, şu meratibi [mertebeler] göreceksin. Şöyle:

Senin mahbubun, vaktâ [ne vakit] gözünüzün penceresinden şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve berk-i hüsnünü [güzelliğin parıltısı] vicdanınıza ilka [bırakma, kalbe bırakılma] ederse, o aşk denilen nâr-ı mûkade [tutuşturulmuş ateş] birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba [alevlenme, tutuşma] başlamakla, âmâl ve müyûlât [meyiller, eğilimler] dahi heyecana gelip birden o âmâller, üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde [hayal hazinesi] safbeste-i hareket [harekete geçmek üzere saf bağlayıp hazır olan] ve mahbubun mehasinini [güzellikler] ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini [güzellikler] hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasiniyle [güzellikler] işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber, zülâl-i visale [tatlı bir suya benzeyen vuslat, kavuşma] olan meyli arkalarında ve firaktan [ayrılık] olan teellümü [elem çekme] sağda ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] ve iştiyakı [arzu, istek] sola, ve terahhum [acıma, şefkat etme] ve lûtfu iktiza [bir şeyin gereği] eden mahbubun mehasinini [güzellikler] önlerine, ve hediye olarak medihanın [övgü] gerdanını ve senanın dürlerini ellerine almakla beraber, o  اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى اْلاَفْئِدَةِ 1 ıtlakına şayan [layık, yaraşır] olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali [tatlı bir suya benzeyen vuslat, kavuşma] celb [çekme] eden tavsif-i bi’l-fezâil [faziletlerini, iyiliklerini tasvir ederek anlatma] ile arz-ı hacet [ihtiyacını bildirme] ederler.

İşte, bak, kaç tabakatta bildiğin mânâdan başka ne kadar maânî [mânâlar] başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan, İbni Fârıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müthiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا * حَقٌّ لِطَرْفِىَ اَنْ يَجْنِى الَّذِى غَرَسَا * 2

Hem de

فَلِلْعَيْنِ وَ اْلاَحْشَۤاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى * تَلاَ عَائِدِي اْلاٰسِى وَثَالِثَ تَبَّتِ * 3

112

Hem de

صَدُّ حَمَا ظَمَاي لُمَاكَ لِمَاذَا * وَهَوَاكَ قَلْبِى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا * 1

Hem de

حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا * وَعَيْنَاىَ فِىرَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ * 2

gör ve dinle ki, çendan [gerçi] gözleri Cennette tenezzüh [ferahlama, rahatlama] eder; fakat vicdanlarındaki Cehennem tazip [azap verme] eder. Öyle de, mehâsinine [güzellikler] işaret ve istiğnasına [ihtiyaç duymama] remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve teellüm-ü firaka [ayrılık acısı] imâ ve şevke tasrih [açık şekilde bildirme] ve taleb-i visale [kavuşma isteği, arzusu] telvih ve terahhumunu [acıma, şefkat etme] celb [çekme] eden hüsnüne [güzellik] tansis [açıklama, bildirme, tayin etme] etmekle beraber, hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla [tavırların, davranışların durumu, yapısı] çok hayâlât-ı rakika[ince, derin hayâller] göstermişlerdir.

İşaret

Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı [kabiliyet] nispetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden [çeşitli mertebeler] ihtilât [birbirine karışma] eden mânâlar ise, garaz-ı küllî [genel hedef, bütün unsurları içine alan kapsamlı gaye] olan mesûk-u lehü’l-kelâmın [sözün söyleniş gayesi] merkezine kurbiyet nispetinde ve maksuda hizmet derecesinde, herbirine inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve ihtimamda hisse ve nasiplerini taksim-i âdil [adaletli paylaştırma] ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki o muâdeletle [eşitlik, denklik, karşılıklı denge ve uygunluk] intizam ve o intizamdan tenasüp [uygunluk] ve tenasüpten [uygunluk] hüsn-ü vifak [uygunluğun güzelliği, güzel uygunluk] ve o hüsn-ü vifaktan [uygunluğun güzelliği, güzel uygunluk] hüsn-ü muâşeret [güzel ve hoş geçim] ve o hüsn-ü muâşeretten [güzel ve hoş geçim] kelâmın kemâline bir mizanü’t-ta’dil [dengeleme ölçüsü; adâlet terazisi] çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür [büyüklenme] eder. Tekebbür [büyüklenme] etmekle tenasübünü [uygunluk] bozup muâşereti [birlikte yaşayıp iyi geçinme, görgü] teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] eder. Demek, kuyûdât-ı kelâmın [sözün kayıtları; bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla bunların sarf ve nahiv (dilbilgisi) yönünden özellikleri; meselâ, erkeklik-dişilik, belirlilik-belirsizlik, isim-sıfat gibi] istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nazara almak gerektir.

113

Evet, herşeyi istidadı [kabiliyet] nispetinde terfi etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki, göz, burun gibi bir âzâ ne kadar güzel olursa, hattâ altından olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.

Tenbih

Nasıl bazan en küçük bir nefer [asker] bir hizmete, meselâ düşman ordusuna keşf-i râze [gizli bir şeyi meydana çıkarma] gider, müşir [mareşal] gidemez. Veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adam herşeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik, [böylece, bunun gibi] o maâni-i mütezahime [birbiriyle yarışan izdiham oluşturan mânâlar] içinde bazan bir küçük mânâ riyaset eder; o kıymettar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab [sebebler] ile ehemmiyetlidir.

Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih [açık] hüküm ve lâzım-ı karîbinin [yakınında bulunması gereken ayrılmaz unsur] adem-i salâhiyetidir [yetkisizlik] ki, onun hatırası için irsal-i lâfız ve sevk-i hitap edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî [açık, aşikâr] ve malûmdur, görünüyor; veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telâkki [iyi anlayış, güzel telakki etme, güzel karşılama] ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatap yoktur. Veyahut mütekellimin [konuşan] haline muvafakat ve tekellüme [konuşma] dâi [davet eden, çağıran] olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n [belirleyici özellik] ve haysiyetine imtizaç, [birbiriyle karışıp kaynaşma] istimzaç [kaynaşmaya çalışma, uyum sağlamaya çalışma] edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın [dolaylı olarak anlaşılan şeyler, sözün telmih, [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] telvih gibi işaret ettiği mânâlar; çağrışımlar] tevâbiinde [bir şeye bağlı olan, tabi olan şeyler] ecnebî görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] değildir. Demek, her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad [birleşme] etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.

Hâtime [son]

Bazı maâni-i muallâka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi [belli bir şekil] ve bir vatan-ı hususiyesi [özel bir yer, yurt] yoktur. Müfettiş gibi herbir daireye girer. Bazı kendine hususî bir lâfız [ifade, kelime] takıyor. Bu muallakâtın bir kısmı ise harfiye ve hevâiye [hava gibi hafif ve lâtif [berrak, şirin, hoş] karakterde olan mânâlar] gibidir. Başka kelime onu derûnuna [iç, içeri, dâhil] çeker. Bazan bir cümleye, belki bir kıssate [kıssalar] nüfuz eder. Ne vakit o

114

cümleyi ezdirirsen, ruh gibi o mânâ takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak [arzu, istek] ve temeddüh [böbürlenme] ve teessüf, [eseflenme, üzülme] ilâ âhir [sonuna kadar] gibi mânâlardır.

Yedinci Mesele

Belâğatın [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ukde-i hayatiyesi, [hayat düğümü] tâbir-i diğerle [başka bir ifade] beyanın felsefesi [beyan ilminin felsefesi, hikmet ve gayesi] veyahut şiirin hikmeti ise, hariciyatın [dış dünyadaki şeyler, gerçekler] nevâmisi [kanunlar] ve mekayisini [ölçüler] temessül [belirme, görünme] etmektir. Şöyle:

Hakâik-ı hâriciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] cihetiyle ve deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde [durumlar] yerleştirmektir. Demek âyine [ayna] gibi hariçten in’ikâs [yansıma] eden hakikatin şualarını temessül [belirme, görünme] eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle [hayal san’atı] ve nakş-ı kelâmîsiyle [sözle ilgili nakış, süs, söz dokusu] hilkat [yaratılış] ve tabiatı taklit ve muhâkât [bir şeye uymak, tatbik edip benzemek] eder.

Evet, kelâmda hakikat olmazsa da, en ekall [en azından] şebih [benzer] ve nizamından istimdat [medet isteme] etmek ve onun danesi üzerinde sümbüllenmek [başak verme, netice verme] gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. [başak verme, netice verme] Felsefe-i beyan [beyan ilminin felsefesi, gaye ve hikmeti] nazara alınmazsa, belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hurâfât gibi, hayal gul [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] gibi, sâmie [dinleyen, işiten] hayretten başka bir fayda vermez.

İşaret

Felsefe-i beyaniyeye [beyan ilminin felsefesi, gaye ve hikmeti] müşabih, [benzer] nahvin [Arapça’da cümle yapısını ele alan “nahiv ilmi”] dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzı’ın [koyan, yerleştiren] hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahivde [gramer kitapları; Arapça cümle yapısını ele alan eserler] mezkûr [adı geçen] olan münâsebât-ı meşhûre [meşhur ilgiler, bağlar] üzerine müessestir. [kurulmuş] Meselâ bir mâmule iki âmil dâhil olmaz. Ve hel lâfzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal [kavuşma] ister. Hem fail kuvvetlidir, kavî [güçlü, kuvvetli] olan zammeyi [ötre denilen, üstüne konulan harfi o, ö, u, ü okutan hareke] kendine gasp eder. Mesele, hariç ve kâinatta carî olan kanunların birer aks-i misalîsidir. [yansıma; (aynada yansıyan) görüntü]

115

Tenbih

Bu münasebât-ı nahviye ve sarfiye [dilbilgisi kurallarına ait münasebetler; fiil çekimi ve cümle yapısı ile ilgili kurallara ait bağlar] olan hikmet-i vâzı’ [konulma gaye ve maksadı] ise, felsefe-i beyan [beyan ilminin felsefesi, gaye ve hikmeti] derecesinde olmazsa da, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle, istikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi [naklî ilimler; hadis, tefsir, fıkıh gibi Kur’ân ve Hadisten yapılan aktarımlara dayanan ilimler] ulûm-u akliyenin [aklî ilimler, akla dayanan ilimler] suretlerine çeviriyor.

Sekizinci Mesele

Maâni-i beyâniyenin [beyân ve maânî ilimleri (beyân; teşbih, istiâre, mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] kinâye gibi konularından bahseder; maânî; sözün maksada uygunluğundan bahseder.)] aşılaması ve telkihi [aşılama] ve mânâların becayiş [karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş] ve inkılâpları, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] kelimenin mânâ-yı hakikîsi, [asıl kastedilen mânâ] ya garaz veyahut mânâ-yı muallakadan birisini teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] ve içine cezb [çekme] etmektir. Zira, içine girdiği vakit, sahibülbeyt [ev sahibi] olan hakikate ve esasa dönüyor. Ve asıl lâfzın [ifade, kelime] sahibi olan mânâ ise, bir suret-i hayatiyeye [hayatî suret, canlı şekil] dönüyor, ona medet verir. Ve müstetbeattan [dolaylı olarak anlaşılan şeyler, sözün telmih, [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] telvih gibi işaret ettiği mânâlar; çağrışımlar] istimdat [medet isteme] eder. Bu sırdandır ki, kelime-i vahidenin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” mânâsında “Lâ ilâhe illallah”] maâni-i müteaddidesi [birden fazla mânâlar] oluyor. Ve becayiş [karşılıklı yer değiştirme, değiş-tokuş] ve telkihat [aşılamalar] bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] kaybeder.

İşaret

Bir şey merkep ve binilmişse (*) عَلٰى lâfzına [ifade, kelime] müstahak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından, (*) فِى lâfzını [ifade, kelime] ister. تَجْرِى فِى الْبَحْرِ 1 gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan, (*) بَاءْ lâfzını [ifade, kelime] ister. صَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ 2 gibi. Ve mekân ve merkep olduğundan, فِى ve عَلٰى lâfızları [ifade, kelime] dahi ister. Hem de gaye olduğundan, (*) اِلٰى ve (*) حَتّٰى lâfızlarını [ifade, kelime] ister. İllet ve zarf olduğundan, (*) لاَمْ ve فِى lâfızları [ifade, kelime] dahi ister.

*: bk.Harf/Cer harfleri

116

وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1 gibi. İşte sermeşk; [örnek] sen de kıyas edebilirsen et.

Tenbih

Bu mütedâhil [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] mânâların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder; ve maksada sıla-i rahim [akraba ile bağlantı] vardır; ileriye sür ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] et. Bâkîleri ona teşyi [cesaretlendirmek] edici yaptır. Yoksa, senin tarz-ı ifaden [ifade etme tarzı] haşmet ve ziynet-i beyaniyeden [beyân ilmine ait ziynet, süs (edebî san’atlar)] çıplak olacaktır.

Dokuzuncu Mesele

İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti [basit düşünce] âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki:

Mütedâhilen [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] müteselsil [zincirleme] olan makasıdın taaddüdü [birden fazla olma] ve mütenasilen [birbirinden doğan, tenasül [üreme] eden] murtabıt [bağlanmış, bağlı] olan metalibin [istenen şeyler, istekler, arzular] teselsülü [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ve netice-i vahideyi [tek bir netice] tevlid [doğurma] eden asılların ictimâı [toplanma, bir araya gelme] ve herbiri ayrı ayrı semere veren fürû-u kesirenin [birçok dal] istinbatına [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] istidad [kabiliyet] veya tazammunu [içerme, içine alma] iledir. Şöyle ki:

Maksadü’l-makasıt [gayelerin gayesi] olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan [kasdolunan hedef, maksat] ayrılıp gelmekte olan maksatlar birbirine murtabıt [bağlanmış, bağlı] ve birbirinin noksaniyetini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve komşuluk hakkını eda etmekle kelâma vüs’at [genişlik] ve azamet verir. Güya birini vaz’ [koyma, yerleştirme] etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’ [koyma, yerleştirme] eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nispetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine [sağlam yapılmış büyük köşk, saray] kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muâvenet [yardım] etmek için istiâre [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] etmiş, istihdam [çalıştırma] ediyor. Sanki o mecmu-u makasıtta herbir maksat tesavir-i mütedâhileden müşterekün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir

117

ressam koysa, o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün hâli, [boş] berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi, kelâm-ı âlîde [yüce, yüksek söz, ifade] dahi öyle noktalar vardır.

İkinci nokta: Kıyas-ı mürekkeb ve müteşa’ab [ikiden fazla mukaddemden [evvel, önce] (öncül) meydana gelen kıyas] sırrıyla metalib [istenen şeyler, istekler, arzular] tenasül [üreme] edip teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] etmektir. Güya mütekellim [konuşan] o metalibin [istenen şeyler, istekler, arzular] beka ve tenasülünün [üreme] bir tarih-i tabiîsine [tabii bir tarih; yaratılış, oluş tarihi] işaret eder. Meselâ, âlem güzeldir. Demek Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] Hakîmdir; abes yaratmaz, israf etmez, istidâdâtı mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] bırakmaz. Demek, intizamı daima tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edecek. Ciğer-şikâf [ciğer yaralayan] ve tahammülsûz ve emel öldürücü, bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] zîr-ü zeber [altüst, karmakarışık, darmadağın] eden hicran-ı ebedî [ebedî hicran, sonsuz ayrılık acısı] olan ademi, insana musallat etmez. Demek, saâdet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] olacaktır. Üçüncü Makalenin İkinci Şehadetinin Mukaddemesinde [evvel, önce] nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde, [bahis, kısım] insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, [farklı yön, taraf] buna iyi bir misaldir.

Üçüncü nokta: Netice-i vahideyi [tek bir netice] tenâtüc [neticelendirme] eden usul-ü müteaddideyi [çeşitli metodlar, yöntemler] cem [toplama, bir araya gelme] ve zikretmektir. Zira herbir aslın yüksek neticeyle kasten ve bizzat irtibatı olmazsa, lâakal [en az] bir derece ihtizaza ve inkişafa [açığa çıkma] getirir. Güya usûl denilen mezâhir [aynalar; bir şeyin göründüğü yerler] ve âyinelerin ihtilâfıyla ve netice ve mütecellînin [tecelli eden, görünen yansıyan] vahdetiyle [Allah’ın birliği] maksadın tecerrüdüne [sıyrılma] ve ulviyetine [yüce] ve hayat-ı âlem [kâinatın hayatı] denilen deveran-ı umumî [genel dönüş, akış; birinin diğerine sebep zannedilecek biçimde iki şeyin devamlı bir şekilde var ve yok sanılması] tesmiye [isimlendirme] olunan hayat-ı külliye [küllî hayat; bütün fertleri içine alan kapsamlı hayat] ile yad edilen hakikatiyle kelâmın kuvve-i hayatiyesinin [hayatî gücü] ittisaline [bağlanma; bağlantı, ilişki] işarettir. Üçüncü Makalenin âhirindeki Üçüncü Maksatta olan Birinci Maksat buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makalede Dördüncü Mesele ve meslekten olan işaret ve irşad [doğru yol gösterme] ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.

فَانْظُرْ اِلٰى كَلاَمِ الرَّحْمٰنِ الَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنُ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لاَ تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَقِيقَةُ فَوَيْلٌ حِينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيِّينَ الَّذِينَ يَحْمِلُونَ مَا لاَ يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ * 1

118

Evet, Rabb-i İzzetin [izzet, şeref sahibi Cenâb-ı Hak] kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet, nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında [makta’lar; sözlerin sonları] ictimâ [toplanma, bir araya gelme] edip zülâl-i belâğat fışkırıyor. Nefrin [beddua] o zahirperestlere [dış görünüşe ehemmiyet veren] ki, bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar!

Dördüncü nokta: Kelâmı öyle ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] etmek ve istidad [kabiliyet] vermektir ki, pek çok fürûların [dallar, kollar] tohumlarını mutazammın [içinde bulundurma] ve pek çok ahkâma [hükümler] me’haz [kaynak] ve pek çok maânîye [mânâlar] ve vücuh-u muhtelifeye [çeşitli yönler, yüzler] delâlet etmektir. Güya bu istidadı [kabiliyet] tazammunla [içerme, içine alma] kelâmın kuvve-i nâmiyesinin [büyüme, gelişme kuvveti] kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini [çokluk] gösterir. Sanki o fürû [dallar, kollar] ve vücuhların [vecihler, yönler] mahşeri olan meselede cem [toplama, bir araya gelme] eder, tâ ki mezaya [meziyetler, üstün özellikler] ve mehasinini [güzellikler] muvazenet [denge] edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.

فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَارِيقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِدِينَ لِبَلاَغَتِهِ * 1

Evet, kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] meşhur darb-ı meseldeki [atasözü] tefariku’l-asâdan2 daha nâfidir. [faydalı] Nasıl o asa ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] dahi öyledir. Bu hâsiyetine [özellik] binaendir ki, Kur’ân yed-i beyza-i mu’cizü’l-beyanıyla [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) beyaz eline benzeyen mu’cizeli açıklamasıyla] o kıssayı aldı ve suver-i müteaddidede [bir çok şekillerde] gösterdi. Herbir ciheti hüsn-ü istimâl etti. Fenn-i beyanın [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] seherâsı, [sihirbazlar (söz san’atının ustaları)] belâğatına [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ber [kara] zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.

119

Ey birader! Bu meselede olan hayal-meyal belâğat, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bu esalib [üsluplar, ifade tarzları] ile sana öyle bir şecereyi [ağaç] tersim eder ki, cesîm [büyük] urûku [kökler, damarlar] müteşâbike, [ağ gibi, birbiri içinde ve birbiriyle beraber] uzun boğumları mütenasika [bir düzen içinde, tertipli; birbirine uygun, insicamlı] ve müteşaib, dalları müteanika, [birbirinin boynuna sarılmış] meyve ve semeratı [meyve] mütenevvia olan bir şecere-i hakikat [hakikat ağacı] sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Meseleye temaşa et. Zira çendan [gerçi] müşevveş [dağınık, karışık] ise, bir derece bu meselenin bir parçasına misal olabilir.

Tenbih ve İtizar

Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlâk görünüyor. Fakat ne çare mukaddemenin [evvel, önce] şe’ni [belirleyici özellik] icmal [kısaca, özet olarak] ve îcâzdır, [az sözle çok mânâ ifade etme] kütüb-ü sâlisede [üçüncü kitap, üçüncü makale (Muhâkemât’ın üçüncü makalesi)] sana tecellî edecektir.

Onuncu Mesele

Kelâmın selaseti [sözün akıcılığı, ifadedeki ahenk, kolaylık ve akıcılık] ise: Bir derece hissiyattan tafralık [kendini olduğundan değerli gösterme, yüksekten atma] ve iştibak [birbirine geçme, ağ, örgü] etmemek; ve tabiatı taklit; ve harice temessül; [belirme, görünme] ve mesîl-i garazda [hedefin, maksadın mecrası, akıntı yatağı] sedad; [sapmadan ilerleme] ve maksat ve müstekarrın [karar kılınan yer] temeyyüzüdür. [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] Şöyle ki:

Kelâmda hissiyat da tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezc [karışma, bütünleşme] etmek, selâsetini [akıcılık, sözün akıcı olması] tağyir [değiştirme] eder. Ve nizamsız iştibaktan [birbirine geçme, ağ, örgü] tevakki [çekinme, sakınma, korunma] ve maâni-i müteselsilede [zincirleme, peş peşe gelen mânâlar] tederrüc [derece derece ilerleme, derecelenme] lâzımdır.

Hem de san’at-ı hayaliyesiyle [hayal san’atı] tabiata şakirtlik [öğrenci] etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini [kanunlar] onun san’atında in’ikâs [yansıma] edebilsin.

Hem de tasavvuratını [düşünceler] öyle hariciyata [dış dünyadaki şeyler, gerçekler] muhâkî [benzer] ve müşakil etmek [şeklen benzetmek] lâzımdır. Farazâ tasavvuratı [düşünceler] dimağdan [akıl, beyin] kaçıp hariçte tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etseler, hariç onları istilhak; ve neseplerini [soy, şecere] [ağaç] inkâr etmesin ve desin: “Onlar ben’im” veyahut “Keennehu[sanki odur, hemen hemen odur] veyahut “Benim veledimdir.” [çocuk]

120

Hem de garazın mesîlinde [benzer, eş] ve kastın mecrasında [akıntı yatağı, kanal] teferruk etmemek [dağılmamak, kollara ayrılmamak] için sedad [sapmadan ilerleme] etmek, çele-çepe [sağa-sola] temayül [eğilim gösterme] etmemektir. Tâ canipler [yan taraf, cihet] garazın kuvvetini teşerrüb [bir şeyin diğer şeye sirayet etmesi, emme, içine çekme] etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun [içerme, içine alma] ettikleri taravet [tazelik] ve letafetiyle [güzellik, hoşluk] zenav [havuz, suların biriktiği yer] gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir.

Hem de kastın müstekar[karar kılınan yer] temeyyüz [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] ve ağrazın [maksatlar, gayeler] mülteka[buluşma noktası, kavşak] taayyün [belirleme] etmek selâsetin [akıcılık, sözün akıcı olması] selâmetine lâzımdır.

On Birinci Mesele

Beyanın selâmet [huzur] ve sıhhati ise, hükmü, levazım [ayrılmayan unsurlar, beraber bulunmasına ihtiyaç olunan şeyler] ve mebâdisiyle [başlangıçlar, belirtiler] ve âlât-ı müdafaasıyla [savunma araç ve gereçleri] ispat etmektir. Şöyle ki:

Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadîsinden istimdad-ı hayat [hayat talep etmek, hayatî yardım istemek] etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına [itirazlar] mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek sual-i mukaddere [gelecek, gelmesi beklenen soru] cevap olan kuyudatıyla [kayıtlar, sınırlamalar] tekallüt etmek [(silah vs.) kuşanmak; (takı, muska vs.) takınmak] gerektir. Demek, kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan [meyve toplamak] himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın [münazaralar; düzeyli tartışmalar] neticesi ve pek çok muhâkematın [muhakemeler; bir karara varmak için bir meseleyi iki taraflı olarak bütün delileriyle beraber incelemek] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] olduğundan, gayet ulvî olarak evhamın şeyatîni, [şeytanlar] istirak-ı sem’ edemezler, eğri nazarla bakamazlar. Güya mütekellim [konuşan] altı cihetini [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nazara alıp etrafına bir sur çekmiştir. Yani, mevzu veyahut mahmulü [bir hüküm ve önermede konuyu niteleyen, yani kendisiyle hükmedilen söz, yüklem; Meselâ; “Mehmed âlimdir” hükmünde “âlim” mahmuldür] takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ile, veyahut tavsifle, [bir sıfatla niteleme] veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsait noktalarda birer müdafi müheyya [hazırlanmış] ederek, baştan aşağıya kadar mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] suallere cevap hükmünde olan kuyudatıyla [kayıtlar, sınırlamalar] mücehhez [cihazlanmış, donanmış] etmektir.

121

Eğer buna misal istersen, şu kitap bitamamihî [tamamen, bütünüyle] buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema, [bilhassa, özellikle] makale-i sâlise [üçüncü makale] en parlak bir misaldir.

On İkinci Mesele

Kelâmın selâmet [huzur] ve rendeçlenmesi [pürüzsüz hâle getirilme] ve itidal-i mizacı [karakterinin, tabiatının ölçülülü ve aşırılıklardan uzak olması] ise, her kaydın istihkak [hak edilen pay] ve istidadına [kabiliyet] göre inayeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] taksim ve hil’at-ı üslûbu [üslûb kaftanı, tarz elbisesi] tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ve giydirmektir. Hem de hikâyet [hikâye] de olursa, mütekellim [konuşan] kendini mahkiyyun anh [kendisinden söz edilen; hikâye kahramanı] yerinde farz etmek gerektir. Şöyle:

Eğer başkasının hissiyat ve efkârının [fikirler] tasvîrinde [tasarlanması, göz önünde canlandırılması, betimlenmesi] ise mahkiyyun anh‘a [kendisinden söz edilen; hikâye kahramanı] hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm [konuşma] etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet [kıymetin belirtisi, verilen değerin işareti] olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak [hak edilen pay] ve istidad [kabiliyet] ve rütbesini nazara almakla taksiminde adalet ve üslûplarda istidadın [kabiliyet] kametine [biçim ve boy] göre kesmektir. Tâ herbir maksat onun münasibinde olan üslûptan cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olabilsin. Zira üslûbun esasları üçtür:

Birincisi: Üslûb-u mücerrettir. [sade, basit üslûp (Bu üslûpta tabiîlik, akıcılık, kısalık, mânâ ve maksada yetecek kadar izah nitelikleri vardır. Ders kitaplarında, günlük hayatta ve konuşmalarda genellikle bu üslûp kullanılır)] Seyyid Şerif’in ve Nasıruddîn-i Tûsî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları [sözün arz olunduğu yer; konu, alan (kitaplar vs.)] gibi.

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. [süslü, parlak üslûp (Bu üslûp teşvik etme ve sakındırma gibi özellikleri ihtiva eder.)] Abdülkahir’in Delâilü’l-İ’câz [Abdülkâhir-i Cürcânî’nin, Kur’ân-ı Kerim’in edebî yönünü anlattığı bir eseri] ve Esrarü’l-Belâga‘sındaki [Abdülkâhir-i Cürcânî’nin, belâgat hakkında bir eseri] müşa’şa [parlak, şaşâlı, gösterişli] ve parlak kelâmı gibi.

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] Sekkâkî ve Zemahşerî ve İbni Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi. Veyahut şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare, [Arapça ibare, metin] [sağlam] lâsiyyema [bilhassa, özellikle] makale-i sâlisedeki [üçüncü makale] müşevveş, [dağınık, karışık] fakat muhkem [değiştirilemez] parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti, [yüce] şu kitabı üslûb-u âlîye [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] etmiştir. Yoksa benim san’atımın tesiri cüz’îdir. [ferdî, küçük]

122

Elhasıl: [kısaca, özetle] Eğer ilâhiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun [içerme, içine alma] eden üslûb-u âlîden [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] ayrılmamak gerektir.

Eğer hitabiyat [hitabet (etkileyici konuşma) ile ilgili sözler] ve iknaiyatta [ikna ve inandırma ile ilgili konular] isen, ziynet ve parlaklık ve tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhibi [dehşete düşürme, korkutma] tazammun [içerme, içine alma] eden üslûb-u müzeyyeni, [süslü, parlak üslûp (Bu üslûp teşvik etme ve sakındırma gibi özellikleri ihtiva eder.)] elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu [yapmacık] ve avamperestane [bilgisizce, câhilce; avamâ, sıradan kimselere yakışır şekilde] nümayiş [gösteriş, göz boyama] etmemek gerektir.

Eğer muamelât [davranışlar] ve muhaverat [konuşmaya dayalı ilimler] ve âlet olan ilimlerde isen, vefa ve ihtisar [kısaltma] ve selâmet [huzur] ve selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemâl-i zâtiyeyi [Allah’ın Zâtının güzelliği] gösteren üslûb-u mücerrede [sade, basit üslûp] iktisar [sözü uzatmama, kısa tutma, kısa sözle yetinme] et.

Bu meselenin hâtimesi: [son] Kelâmın kanaat ve istiğna[ihtiyaç duymama] ve asabiyeti [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] ise, makamın haricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki:

Mânânın kâmetine [boy, endam] göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından, lâakal [en az] kelâmın tazammun [içerme, içine alma] ettiği mevzuun veya kıssâtın [kıssalar] veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin [tâbi olanlar; ilâveler] kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] kıt’asından [dünyanın kara paçalarından her biri] bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar [gözünü uzaklara yöneltme, dikkatlice bakma] etmemek, tâbir hata olmasa, harice boykotaj [boykot, boykot etme] etmekle, elbette kelâmın kuvveti tezayüd [artma] ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek, mânâ ve makam ve san’at ise, kelâmın delâlet-i vaz’iyesine [konulan lâfzın [ifade, kelime] delâleti] yardım edebilir. Nasıl kelâm, delâlet-i vaz’iye [konulan lâfzın [ifade, kelime] delâleti] ile mânâyı gösterir, öyle de, böyle üslûp ise tabiatıyla mânâya işaret eder. Eğer bir nümune istersen, Dokuzuncu Meseledeki Arabî parçalarına bak. İşte:

فَانْظُرْ اِلٰى كَلاَمِ الرَّحْمٰنِ الَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لاَ تَتَجَلّٰى هَذِهِ الْحَقِيقَةُ فَوَيْلٌ حِينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيِّينَ الَّذِينَ يَحْمِلُونَ مَالاَ يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ * فَاِنْ شِئْتَ فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَارِيقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهِ

123

الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ مَحَبَّةً وَ حَيْرَةً سَاجِدِينَ لِبَلاَغَتِهِ * 1

Eğer istersen, ulûm-u âliyenin [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ( اٰلِيَه ) kitaplarının dibacelerine [mukaddeme, önsöz] bak. Eğer çendan [gerçi] o dibacelerde [mukaddeme, önsöz] şu san’at-ı belâğat çok dakik [derin ve ince] ve lâtif [berrak, şirin, hoş] olmazsa da, fakat ondaki beraatü’l-istihlâl [maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü] bu hakikate bir beraatü’l-istihlâldir. [maksadı en güzel şekilde ifade eden giriş bölümü] Hem de şu kitabın dibacesinde [mukaddeme, önsöz] mu’cizata işaret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine [peygamberlik] mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makalenin dibacesinde [mukaddeme, önsöz] kelime-i şahadetin iki cümlesi birbirine şahit gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddemede, [evvel, önce] inşikak-ı kamere, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini [ay] münhasif [gölgelenip sönükleşen, görünmez hale gelen (ay tutulması)] ve şems gibi burhan-ı nübüvveti [peygamberlik delili] Süha [büyükayı yıldız kümesindeki en küçük yıldız; eskiden gözün keskinliği bu yıldızla denenirdi] gibi mahfî [gizli] olmasına sebep oldunuz.

Buna kıyasen, şu hakikate, şu kitapta birçok nümune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. [boykot, boykot etme] Hattâ, zaruret olmazsa, efkâr [fikirler] ve mesailde [meseleler] ve misallerde ve esalipte [üsluplar, ifade tarzları] harice boykotaj [boykot, boykot etme] etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır [bir fikir tevafuğu, bir düşünce rastlantısı] olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.

Hâtime [son]

“Söylenene bak, söyleyene bakma” söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Niçin söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] nokta-i nazarından [bakış açısı] lâzımdır, belki elzemdir.

İşaret

Malûm olsun ki, fenn-i maânî [sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim, ilm-i ma‘ânî. (belâgat ilminin üç bölümünden biri)] ve beyanın mezayasının [meziyetler, üstün özellikler] belâğatçe [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] mühim bir şartı, kasten ve amden [kasden; bizzat isteyerek, maksatlı olarak] garazın cihetine emaratla [belirtiler, izler] işaret ve alâmâtın [alâmetler, işaretler] nasbıyla kast ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez.

124

Fenn-i bedîin [sözün güzel olması usûl ve kaidelerinden bahseden belâgat ilminin bir bölümü] ve tezyinat-ı lâfziyenin [sözle ilgili süslemeler, cinas, seci’ gibi anlamdan ziyade kulağa hitap eden söz san’atları] şartı ise, tesadüf ve adem-i kasttır. [kasıt olmaksızın, bilmeden] Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı mânâya [mânânın tabiatı] yakın olmaktır.

Telvih

Pûşîde [örtülü, gizli] olmasın ki, tabiata ve hakikat-i hariciyeye [dış dünyaya ait gerçek] delâlet eden ve hükm-ü zihnîyi [zihnin verdiği hüküm] kanun-u hariciyle [dış âlemde cereyan eden kanun] rapteden, [bağlama] tâbir câizse perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkâbı [delici, delen] اِنَّ -i tahkîkiyedir. Evet şu اِنَّ ‘nin şu hâsiyetine [özellik] binaendir ki, Kur’ân’da kesretle [çokluk] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] olunmuştur.

Tenbih

Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i lâtife [lâtif, ince, şirin olan kanunlar] şu perişan esalipten [üsluplar, ifade tarzları] teberrî [temize çıkarmak, aklamak] ve nefret etmesi seni tağlit [yanıltma] etmesin. Meselâ, “Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz edene iyi bir ders-i belâğatı vereceklerdi. Hem de güzel bir üslûbu giyeceklerdi. Halbuki, onları vaz eden ise ümmîdir. Üslûpları dahi perişandır” gibi bir vehme zâhip olma. [bir zanna kapılma, bir fikre uyma] Yahu, bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir fende herbir ilim sahibi onda san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye [merkeze doğru] olan kuvve-i câzibe, [çekim gücü] ani’l-merkeziye [merkezden dışa doğru] olan kuvve-i dafiaya [itme gücü] galiptir. Çünkü kulağın dimağa [akıl, beyin] karabeti [akrabalık, yakınlık] ve akılla sıla-i rahmi [akraba bağı, ziyareti] vardır. Halbuki mâden-i kelâm [sözün mâdeni; ifadenin kaynağı] olan kalp [sahte para] ise, lisandan uzak ve ecnebîdir. Ve hem de çok defa lisan kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lasiyyema, [hususan, özellikle] kalb bazan meselenin derin yerlerinden, kuyu dibinde gibi bir tıntın ederse, lisan işitemez; nasıl tercümanlık edecektir?

Elhasıl: [kısaca, özetle] Fehim [anlama, kavrama] ifhamdan [(he ile) anlatma] daha esheldir, [daha kolay] vesselâm.

İtizar

Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benimle arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli [metin, sarsılmaz, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eden] zât! Zannediyorum, bu İkinci Makalede yalnız hayretle seyirci oldun,

125

müstemi [dinleyici] olmadın. Çünkü anlamadın. Hakkınız var. Zira, mesail [meseleler] gayet derin ve arkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar [kısa] ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş, [dağınık, karışık] ve vaktim dahi dar, ben de acele, sıhhatim muhtel, [bozuk, karışık] başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varakpare [kağıt parçası] çıkabilir.

وَالْعُذْرُ عِنْدَ كِرَامِ النَّاسِ مَقْبُولٌ * 1

Ey birader! Unsur-u Hakikati, [hakikat unsuru] kübrâ [büyük] gibi ve Unsur-u Belâğatı suğra gibi mezc [karışma, bütünleşme] et. Elektrik şuaı gibi olan hads-i sadıkı [doğru kavrayış, doğru sezgi] geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan Unsur-u Akideyi [akide unsuru, iman esasları konusu] netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.

İşte, Unsur-u Akideyi [akide unsuru, iman esasları konusu] Üçüncü Makalede arayacağız.

İşte başlıyorum: “Nahu.” [“öyleyse, o halde, örneğin” mânâsında kullanılan bir ifade]