BARLA LAHİKASI – Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli 68-109. Mektuplar (115-170)

115

Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeyli [ek]

– 68 –

Said’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

(Nur Risalelerine çok müştak [arzulu, aşırı istekli] ve onların mütalâasından intibaha [uyanış] düşen bir doktora yazılan mektuptur. Bu üçüncü zeyle [ek] çendan [gerçi] münasebeti azdır; fakat kardeşlerimin fıkraları [bölüm] içinde bu da benim bir fıkram [bölüm] olsun.)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî [ruhî uyanış] şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat[hizmetler] hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi için sa’y [çalışma] etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] çekirdek ve mebde [başlangıç] ve menşe olması cihetindedir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmek, ânî bir şimşeği sermedî [daimi, sürekli] bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. [Allah dilerse] Senin şu intibahın [uyanış] senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.

Hem bilirsin, meyus [ümitsiz] ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin

116

ilâçtan daha ziyade nâfidir. [faydalı] Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine [ümitsizlik] bir zulmet [karanlık] daha katar. İnşaallah bu intibahın [uyanış] seni öyle biçarelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid [cansız] şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi [bilgiler] faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir intibah [uyanış] iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye [İlâhî bilgiler] hükmüne geçsin.

Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden [bilim adamları] envâr-ı imaniyeye [iman nurları] ve esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] iştiyak [arzu, istek] derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından [davetçi, ilan edici] sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet [kaybolma] içinde hâzırâne [hazırcasına] bir musâhabe dairesini onlarla aç.

Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünkü eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı bir tek yazdım.

Said Nursî

• • •

– 69 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstadü’l-Azam,

Bilhassa dest ve dâmen-i mübareklerinizi bûs edip, her an ve zaman muhtaç bulunduğum daavât-ı Üstadânelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel

117

Süleyman Efendi kardeşim vasıtasıyla irsal [gönderme] buyurulan envâ-ı iltifatı şâmil [içine alan] lütufname-i ekremîlerini, kemâl-i hasretle alarak müftehirâne [iftihar ederek] okudum. Bir fıkrasında [bölüm] tevafukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-ı âcizanem sual buyuruluyor. “Neam, sadakte, [“doğru söyledin”] eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem” kelimeleriyle icabet [cevap verme, kabul etme] ediyorum. Zira, şu tevafukat-ı gaybiye-i acibe, bilumum bahr-i muhit-i nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest [kendinden geçme] ve hayran ve medyun-u [borçlu] secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] kerametlerini, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ancak ve ancak mir’ât-ı Muhammediye (a.s.m.) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] olan:

Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,
Mir’ât-ı [ayakta duran] Muhammed’den Allah görünür dâim.Haşiye [dipnot]

Şu iki mısra-ı mânidârı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle derc [yerleştirme] ediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayret-fezâ kerâmet-i Kur’âniyeyi ve i’câz-ı Nebeviyeyi müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve “Şu tevafukat-ı acibeye müşabih [benzer] tevafukat, başka kitaplarda bulunur mu?” maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nâdir bir haldedir. Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını nurlarda izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor. Ve lisan-ı halle [beden dili] beşere hitaben diyor ki: “Ey benî Âdem, [Âdemoğlu, insan]

118

şu sisli asırda dalâleti ref’ [kaldırma] ve selbedip [ortadan kaldırma] necat [kurtuluş] ve saâdet bahşedecek ve dimağınızdaki [akıl, beyin] semli kokuları verd-i Muhammedîye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecek ve en kestirme ve son derece muhkem [değiştirilemez] ve müstakim [doğru ve düzgün] bir tarik-i selâmet ve necata [kurtuluş] sevk edecek, pek çok kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve i’câzını [mu’cize oluş] gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nurânîdir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir” diye nidâ ediyor.

Müsaade-i fâzılâneleriyle bir mâruzâtım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı [arzu, istek] arz edeceğim. Bendeniz Nurların müştak [arzulu, aşırı istekli] müşterilerinde, daha doğrusu yanık talebelerinde bir tevafuk-u fevkalâde görüyorum. Çünkü enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç [ihtiyaç derecesi] ve iştiyakı [arzu, istek] bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı [tavırlar, davranışlar] bir, umumunun tarz-ı telâkkisi bir ve yekdiğerine [bir diğer şey] karşı ahun lieb ve üm’den daha kavî [güçlü, kuvvetli] bir râbıta-i hakikiyeyle merbut, [bağlı] samimiyet ve hakikatperverlikte, [hakikat aşığı] adeta yekdiğerine [bir diğer şey] müsabaka eder derecede ciddî ve hâlis, kardeşlikte takip ettikleri hat ve hareket bir, ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullâb-ı Nuraniyenin bu harika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira, İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den, ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] muhtelif beldelerden seçilip, bir sınıfta mukayyed [kayıtlı] bulunan talebelerin aynı hassaları hâiz olmaları câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim, Efendim Hazretleri.

 Sabri

• • •

119

– 70 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Lütufkâr ve inâyetkâr Üstadım Efendim Hazretleri,

Ramazan-ı Şerifin onuncu Cumartesi günü, saat on bir buçukta, herbir nüktesi [derin anlamlı söz] nâmütenâhi [sonsuz] hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi [içeren, içine alan] ve mübeşşir, dokuz nükteli [derin anlamlı söz] Ramazaniyeyi aldım. Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] bulunduğu ve nazirsiz [benzersiz] eser-i pürnuru, o gece kemâl-i fahir ve sürurla [mutluluk] yazdım. Ve aslını yine Nisli Hafız Mahmud [bütün varlıklar tarafından hamd edilen Allah] Efendiye teslim ettim; Hakkı Efendiye götürdü. Ertesi sabah istinsah [kopyasını çıkarma] ettiğim Risaleyi bir daha dikkatli okuyarak, hattımın tevafukunu tashih ve Ali Efendiye ait bir mektup yazdım. Tam imza edeceğim esnada, İslâmköyünden bu vazifeye mânen memur bir adam geldi; Ali Efendiye gönderdim. Ve şu ümidin fevkinde [üstünde] âni olarak gelen vasıta-i irsal, eserin kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] sarih [açık] ve bâriz bir delil olduğuna şüphe kalmadı.

Üstad-ı Azîzim,

Bazan Nurları düşünüp, hakikaten pek çok hakaik [doğru gerçekler] ve hikmetleri ihtiva ettiklerini görüyordum. Yalnız şu şehr-i rahmet ve mağfiretin [bağışlama] ibâdâtından [ibadetler] olan sıyâma [oruç] ait bir mevzu açılmadığını görerek, Üstadıma bir arîza takdim etsem ve otuz günden ibaret olan Ramazan-ı Şerife ait Otuzuncu Mektup olmak üzere, bir niyazda bulunmak emelinde iken, bir sebebe binaen şu arzumdan feragat ettim.

İşte bu defa külliyat-ı Nur’dan mebhus-u anha risale, bu abd-i âcize hitaben, “Senin kalbindeki hafî [gizli] bir arzu ve hissin, bizim levha-i mânevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki, işte is’âf [yardım] edildi” tarzında bana ihsan [bağış] buyuruldu. Fakir de,

120

ruhumun mühim bir ihtiyacını temin eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur’ân-ı Azîmüşşânı [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] inzâl edene secdeler ve Nurlar dellâl-i [davetçi, ilan edici] âlişânına hadsiz teşekkürlerle, borçlu olduğum dua-yı fâzılânelerine müdavim bulunduğumu arz eylerim, Efendim Hazretleri.

 Sabri

• • •

– 71 –

Ey Üstad,

Yirmi Yedinci Söz, Müslümanları sa’y [çalışma] u gayretin ve bu ulvî dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i iman [Allah’a inanan] için de bir rehber.

Evet, bu Söz, kalbler içinde bir iştiyak, [arzu, istek] iştiyak [arzu, istek] içinde bir nur olmuş. Otuz Üçüncü Mektup ise, otuz üç penceresiyle beraber, hakikat mayasıyla yoğrulmuş bir varlık. Bu kıymetli eser, ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrâkiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikati görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] ehl-i imana [Allah’a inanan] ise, ulviyet bahş ediyor.

Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zahire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] içinde ye’se [ümitsizlik] düşüren zavallılar, bu mukaddes eserin karii olsunlar, anlasınlar ki, nereye giderlerse, nereye bakarlarsa bir Hâlık-ı Âzamın, bir Rahîm-i Rahmân’ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vâkıa, her tahavvülât, [başkalaşmalar] her inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] her iltifat bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] yed-i zaptındadır.

Demek oluyor ki, en ufak bir zerrede, Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ilân ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük nümunesi mevcuttur, denilebilir.

Zekâi

• • •

121

– 72 –

Aziz ve büyük Üstadım,

İki üç günlük sa’yimin [çalışma] mahsulünden doğan ve inâyet-i Hakla istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak olduğum On Yedinci Sözü tashih için takdim ediyorum.

Ey yüce Üstadım, On Yedinci Söz ki, mefhumu, [anlam] nâmütenâhî yükselen hakikatlerdir. Yüzlerce teşekkür… Her söz beşeriyetin müptelâ [bağımlı] olduğu mahfî [gizli] emrâzı gösteriyor. Ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pekâlâ, pek rânâ [güzel, hoş] anlıyorum ki, benim gibi yaralı, mânen zarardide olmuş bir genç için, muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nur’dandır. Kalbime tesellî nurlarını serpen Hâlık-ı Âzama binlerce şükür…

Zekâi

• • •

– 73 –

Sözler, yani Risale-i Ahmediye berâhinini [deliller] yazarken, çok defalar kalemimi elimden bırakıp, o Asr-ı Saâdetin [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] anlarının tahassürüyle, [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] hicranıyla [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] yandım. Bu hicrandan [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş. Bana tesellî tuhfeleri getirmiş.

Öyle ya, aziz Üstad, Asr-ı Saâdette [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] değilsek, müştakıyız. [arzulu, aşırı istekli] Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) bize bıraktığı muazzam bir mu’cizesi bugün elimizde değil mi? O kitap, bize, muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] bulunduğumuz saadeti vaad etmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman muhtaç bulunduğumuz zevk-i mânevîyi bize vermiyor mu?

Evet, aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz hakikî insanlara rehber olan o muazzam kitap, o büyük mu’cize ki, ben maddiyat içinde, dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvî sesleri ne güzel tesellî etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh [dayanak, sığınak] olmuştur. Hakka nâmütenâhi [sonsuz] şükürler olsun.

122

Muhterem Üstad, bana öyle geliyor ki, manevî saâdete küşâde [açık] bulunan ruhum, kıymettar risaleleri okudukça, yazdıkça git gide bir zevk-i manevî, bir saâdet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.

Üstadım, işte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor, ebediyete, sonsuza, saâdet âlemlerine atılmak istiyorum. İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler, bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def olsun gençlik rüyâlarının kâbuslu fırtınaları!

Üstadım, duanıza muhtacım.

Zekâi

• • •

– 74 –

Fazilet-meâb Üstadım,

Nur sabahı olan Risale-i Nur’dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah [kopyasını çıkarma] ederek berâ-yı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr [adı geçen] Sözler ki, kısa oldukları halde mefhumları [anlam] büyük; büyük hisler ve ulvî fikir bahşediyor. O Sözler ki, herbiri ayrı ayrı mecralardan [akıntı yatağı, kanal] cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların lâtif [berrak, şirin, hoş] ve ulvî seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin iptilâ [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] olduğu emrâza şifa verici eczalar istihsal [elde etme, ele geçirme] ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf [açığa çıkma] edememiş kimseleri ikaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.

Aziz Üstadım, anlıyorum ki, kaybolmuş ümitlerimin, hayatımın semâsında sönen yıldızlarımın ufûlüne [batış] teessüf [eseflenme, üzülme] edip, bir fecr-i sabah ararken, bir nur sîma, bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki, kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh[dayanak, sığınak] manevî buldum diye müstağrak[dalmış, kendinden geçmiş] sürur [mutluluk] oluyorum. Hemen, Rabbim, Üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin. Âmin.

Zekâi

• • •

123

– 75 –

Ey Aziz Üstad,

Vâkıa, emr-i âlîleri Sözler’in yazılması hususunda acele edilmemesi idi. Fakat hiç mümkün mü ki, karşımda billûrî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmeyeyim? Malûm-u âlileri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım. Bu cihetleri vuzuh [açıklık] ile görüp idrâk ederken, mümkün mü ki, o ulu pınarın billûrî sularıyla elimi yüzümü yıkamayayım, kalbimi parlatmak için isticâl göstermeyeyim? Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azîm bir lütfu ki, temin-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki, acele ediyorum. İsticâlimin en büyük sebebi, muhtaç bulunduğum tesellîkâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasıl ki, içerisinde tevakkuf [durağan olma] imkânı olmayan tünellerden haris [aç gözlü, çok hırslı] kumpanyalar fazla seyr ü sefer [gidiş-geliş] etmekle iftihar ederler. Talebeniz de, kezâ, o cihan-kıymet risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam, o kadar istifade-bahş ve müftehir olacağım.

On Altıncı Mektubu serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] okudum. Her türlü mezâhim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun [aşık] oldum. O Sözler’i okudukça, bütün mevcudiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehâcüm-ü ıztırap için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.

Yirmi Üçüncü Söz, derinden gelen bir sayha [ses, sesleniş] gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âli [yüce] makamlara sahip olmak yollarını gösteren ve kàrilerini tekâmüle [ilerleme, mükemmelleşme] sevk eden ve meşru aşklar doğuran ölmez bir tesellî hatırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmi Üçüncü Sözü lâyıkıyla takdirden âcizim. Çünkü o, bir tesellî ve sâadet mâyesidir. [asıl, esas, maya]

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zekâi

• • •

124

– 76 –

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili ve muhterem Üstadım efendim,

Bizi maddî ve mânevî tenvir [aydınlatma] eden, yükselten ve erişilmez feyizlere müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] kılan risalelerinize mâlikiyetimden [sahiplik] ve lâyık olmadığım halde, bu şerefe nâiliyetimden [ermek, erişmek] dolayı, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bînihâye teşekkür etmekte, gerek bu şerefe nâil olmaklığıma vesile olduğunuzdan ve gerekse âtiyen bu hususta üzerimize terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden vazife-i Kur’âniyede [Kur’ân vazifesi] muvaffakıyet kazanacağımızı tebşir [müjdeleme] etmekte olduğunuzdan dolayı, duyduğum pek büyük bir sürurla [mutluluk] müftehirim. Üstadım, hakkınızda, hatırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mes’ut olmanızı her vakit için dua etmekteyim.

Muhterem Üstadım, sizi özlemiştim. Aradaki hâinlerin her hususta engel olmaları, şüphesiz çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor. Bugünkü hal yüreklerimizi sızlatıyor, fakat elimizden birşey gelmiyor. Nur deryasının feyizli risaleleri kimin eline geçerse, o zâtı kendine ciddî olarak raptettiği [bağlama] gibi, müştaklar [arzulu, aşırı istekli] ve ehil olanlar arasında dolaşıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

 Hüsrev

• • •

– 77 –

 Hüsrev’in Sözler’i yazmaya başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Efendim Hazretleri,

Bu sefer okumaklığımız için irsal [gönderme] buyurduğunuz iki kitaptan birisini Bekir Ağadan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah [kopyasını çıkarma] etmeye başladım. Kitap münderecâtında arada sırada dimağımı [akıl, beyin] alâkadar eden mesâilden [meseleler] bahsettiğini ve küçük mektupların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid [faydalanan, yararlanan] oldum.

125

Altıncı Mektuba kadar yazılar Sözler’i bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geçce yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur [mutluluk] beni kaplıyordu. Altıncı Mektuba gelince, şu gurbetteki firkatinizin [ayrılık] en hazin kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazin hazin ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum. Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da, acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi…

 Hüsrev

• • •

– 78 –

Ey Üstad-ı Muazzam,

Atabey’e gelen Ramazan meyvesi olan ve Ramazan-ı Şerifin hikmetlerini bildiren Söz, bizi ikaz ve bilmediğimiz hikmetleri tasrih [açık şekilde bildirme] ediyor. Okuduğum her Söz, neşr ettiğiniz o ulvî hakikatler için âciz lisanım tavsif [bir sıfatla niteleme] ve takdirden âciz kalıyor. Ve görüyor ve anlıyorum ve öyle iman ediyorum ki, bir zaman gelecek, bu Risalâtü’l-Envar ve Mektubâtü’n-Nur, için için ateşlenen, feveran eden bir dağ gibi hararetle nur-feşan bir menba kuvvetine tesahub edecek. Ve belki de etmiştir. Bir düğmesine basmakla her tarafı ziyaya müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] eden bir elektrik dinamosu gibi kendinden çok uzak mesafeleri ikaz ve irşad [doğru yol gösterme] nuruyla ihâta [kavrayış] edecektir.

Nurun eski talebesi merhum Lütfi’nin arkadaşı

Zeki

• • •

126

– 79 –

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Muhterem Efendim, sevgili Üstadım,

Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmını nasıl bulduğum ferman buyuruluyor. Bu hususta ne yazabilirim, ne gibi bir fikir dermeyan edebilirim? Risalelerin her birisinin nurları bir, fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, lâtiflikleri [berrak, şirin, hoş] ayrı, zevkleri ayrıdır. Bu risalenin nuru diğer risaleler gibi her tarafı parlak, her köşesi güzeldir. Bilhassa, ruhlarımızı sızlatan, kalblerimizi ağlatan bu hal-i müessife dolayısıyla, sevgili Üstadımdan bir şifâ-yı âcil bekliyordum. Bu şifayı, Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu Nükteler [derin anlamlı söz] beklediğim devâyı vermiş ise de, binler maslahat [amaç, yarar] ve faideleri içinde yalnız bir maslahat [amaç, yarar] için bile olmadığı halde tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilen şeâir-i İslâmiyeden [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bazıları, bizi çok meyus [ümitsiz] ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor.

Fakat, sevgili Üstadım, zaman takarrüb etmiş olmalı ki, bir taraftan mülhidlerin [dinsiz] tecavüzleri ziyadeleştikçe, diğer taraftan muhterem Üstadımızın, Kur’ân’ın feyziyle nâil olduğu hakikat deryasından kükreyip gelen gizli hakâiki [gerçekler, hakikatler] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi bizim sevincimizi artırmaktadır. Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır; biz de ona şiddetle ve sabırsızlıkla intizar [bekleme] etmekteyiz.

 Hüsrev

• • •

– 80 –

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili, muhterem Üstadım, kıymettar Üstadım,

Bekir Ağayla gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru [mutluluk] tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor, ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor, kalbim

127

mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki, beni affediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. [etkileme, tesiri altında bırakma] Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya birşey arıyorum.

Evet, birşey arıyorum. Heyhât, aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum, daha ne kadar zaman bu hal içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. [şükreden] Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın? Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtipliğine tayin edilmiş ve işe mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] etmiştim. Bu rüya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmaya başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci ve Sekizinci Meselelerinde, hizmetimizin makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve rıza-i İlâhî [Allah rızası] dahilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.

 Hüsrev

• • •

– 81 –

Ey Aziz Üstad,

Bu defa yazmaya muvaffak olduğum üç mevkıftan [bölüm, kısım] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] Otuz İkinci Sözü berâ-yı tashih takdim ediyorum. İşbu kitabın, nazar-ı âcizîde giranbahâ bir hazine olduğunu yazmaya, bilmem, lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zât ve fikr-i beşerin [insan düşüncesi] nâmahdut bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler! Bu noktada fikrim, gittikçe inkişaf [açığa çıkma] eden efkârımın [fikirler] ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellit [ileri gelen, hasıl olan, çıkan] bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin [insan düşüncesi] nâmahdut olduğunu izah maksadına müstenit değildir. Demek ki, her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz İkinci Sözün kalbime ve ruhuma bahşettiği safâ-yı [gönül hoşnutluğu] sermedî [daimi, sürekli] ve câvidânî değil mi ki, bu uzun mektubumla mesruriyetimi [mutlu] izhar [açığa çıkarma, gösterme] için sizi tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] etmeme bâdi

128

oluyor. Hülâsa, [esas, öz] tatlı bir sermestî [başı dönmüş, kendinden geçmiş] içinde hayatımdan memnunum. İnşaallah, duanız himmetiyle, [ciddi gayret] böyle meşru bir sermestî [başı dönmüş, kendinden geçmiş] içinde hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] vâsıl olacağım inşaallah. [Allah dilerse]

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zekâi

• • •

– 82 –

 Hüsrev’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Çok muhterem, sevgili Üstadım,

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını okuduk. Mektup münderecatı hepimizi şevke getirmiş, sevinçle her tarafımızı doldurmuştu. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bazı âyâtından çıkan kıvılcımlarıyla, bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyunlar ve emsâli tabakasına karşı, Mektûbatü’n-Nur ve Risalâtü’n-Nurla meydan okuyarak onların kafalarına hakikat tokmaklarını vurmakta ve diğer taraftan onların kalblerini pek parlak feyizleriyle doldurmaktadır.

On sekiz bin değil, sevgili Üstadımın buyurdukları gibi, yirmi sekiz bin âleme bakan o büyük Furkan-ı İlâhînin, bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin [yön] bazı mühim noktalarına işaret edilmesi ve lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] üzerinde vâki tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] göze çarpacak ve nazarı celb [çekme] edecek şekle ifrağ [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] edilmesi ve bazı kelimelerde görünen mânidar tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vâki Üstadımın fikirlerine, haddim olmayarak, yine Üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaretle iştirak ediyorum. Ve böyle bir Kur’ân-ı Kerîmin yazılması hakkında vâki olacak her fedakârlığa hazır olduğumu, utanarak, baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun [mutluluk] verdiği hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] üzerine arz ediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’ân-ı Kerîmi yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum. Fakat meselenin müstâceliyetini düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki, bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.

129

Evet, sevgili Üstadım, inşaallah [Allah dilerse] zaman takarrüb etmiştir. İnşaallah, mev’ûd vakte biz de erişmiş bulunuyoruz. Artık sebep, Selef-i Sâlihînin Kur’ân’a hâşiye [dipnot] olarak birşey ilâve edilmemesi hakkındaki kararlarının zamanlarına ait bulunması ve ulemâ-i müteahhirînin müsaadeleri de Arapçanın tahsili cihetine gidilmediğinden ileri geldiği kanaatini taşıyarak, Arapçanın okumak ve yazmak istenilmediği bir zamanda bulunuyoruz. Binaenaleyh, Kur’ân hakkında sevgili Üstadımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmal [tamamlama] edilmesi için herşeye tercih edilmesi rica [ümit] ve istirhamındayım. (Saatçi Lütfi Efendi kardeşim de bu kanaattedir.)

Sevgili Üstadım,

Allah sizden hem ebediyen razı olsun, hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duasıyla Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] müteşekkir [şükreden] olduğum halde size olan minnettarlığımı arz eder ve dâmenlerinizi [etek] öperim, muhterem efendim hazretleri.

 Hüsrev

• • •

– 83 –

Ey Üstad,

Kur’ân’ın bir mâkesi [yansıma yeri] olan yazdığın risaleler, senin ne büyük üstad olduğunu kabul ve teslime kâfidir. Sen ki, ey aziz Üstad, İslâmiyet üzerine çöken zulmet [karanlık] ve gaflet perdelerini risalelerinle yırttın. O mülevves [kirli, pis] perdeler altındaki en nurlu hakikatleri meydana çıkardın. Senin sarsılmaz azmin, kahraman metanetin, [gayret, kararlılık] ârâmsız sa’yin [çalışma] semeresiz [meyve] kalmadı. Anadolu’nun ortasına öyle bir âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesi açtın ki,Haşiye bu çeşmenin muslukları yazdığınız Risalelerin, neşrettiğiniz

130

eserlerin hakâikıdır. [gerçekler, hakikatler] Menba’ ve mâdeni, bâkî olan Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bahridir. Birgün olup bu dâr-ı imtihandan [imtihan yeri] saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni nâmınla beraber yaşatacaktır. Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdirle ona muhafız ve müdâfi olan ve icabında eserlerinin ahkâmını [hükümler] ilân ve telkin uğrunda bin canla hayatını fedâya müheyyâ [hazır] olan, candan sevdiğin talebelerin var. Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emin olunuz. Birçok esrar-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sırlar] anahtarlarını şimdiden talebenize tevdi ettiğinize, onlar canla başla size minnettar ve müteşekkirdirler. [şükreden] Bugün saçmakta olduğunuz feyizli nurlar, beşeriyetin hakikî insan olanlarını pâyansız sürurlara [mutluluk] istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ederek, mükellef oldukları vezâifi [görevler] bildiriyor. Hizmetiniz inkâr edilmez ve senin fedakârlığın azîmdir, azîmdir.

Aziz Üstad, hizmetin göklerde gezsinHaşiye ve siz destanlarda [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] geziniz. Fedakâr Üstad, diyanetten medet almayan, ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müthiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr [eserler/asırlar] ve telkinleriniz sayesinde mündefi’ oluyor. Dinsiz milletler pâyidâr olamayacağı ve hattâ insaniyeti bile öğrenemeden dünyadan gelip geçeceklerini pek mâkul ve mantıkî delillerle ispat ettin. Eserlerin, ruhun gibi ulvî ve ihâtalı. [kavrayış]

131

Sevgili Üstadım,

Müsterih olmalısınız ki, sizin sa’yiniz [çalışma] beyhûde değildir. Lâyemût risalelerin ilelebed kıymetli ellerde gezecek. Bugünkü dinsizlere haddini bildirecek. Ve belki iman dahi bahş edecek. Zaten sizin talebiniz bu değil mi? Emeliniz, gayeniz, iman dairesinde ikaz ve irşad [doğru yol gösterme] hedeflerine yetişmek değil mi? Felsefe mezbelelerinde [çöplük] nâlân, sürünen edepsizler, elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şüphe yoktur ki, böyle olacak.

Siz de, artık muhterem Üstad, muhtaç olan koca bir millete târif ve mikyas [ölçü] kabul etmez bir hizmeti ifa etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiçbir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki, bu azîm, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinizin mükâfatını Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] size pek lâyık bir tarzda ihsan [bağış] etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun. Âmin.

 Lütfi’nin arkadaşı

• • •

– 84 –

 Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri, sürur [mutluluk] içinde, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bînihâye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] İlâ-hiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhassa sevincimi artıran keyfiyet, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sırf hizmet-i Kur’ân’da istihdam [çalıştırma] etmesinin iş’ar [işaret etme, belirtme] buyurulmasıdır.

Muhterem Üstadım, vaziyetimden çok çok memnunum. Artık emr-i âlileri mucibince hiçbirşey düşünmüyorum. Düşündüğüm birşey varsa, o da Risale-i Nur’dan Sözler’i ikmal [tamamlama] etmek, bunlardan istinsah [kopyasını çıkarma] ederek arkadaşlarımızın çoğalmasını temin etmek için lâyıkıyla çalışmaktır. Bunun için, kendimde

132

gördüğüm âriyet ve emanet bir varlığa değil, belki Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudret ve lütuflarına istinad ediyorum.

Muhterem Üstadım, yazdığım Otuz İkinci ve Yirmi Yedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmi Yedinci Mektupta arkadaşlarımızın ihtisâsatlarını okurken, bilseniz, ne kadar sürur [mutluluk] duyuyorum. Yekdiğerine, [bir diğer şey] ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir aile ve bir cemaat efradının [bireyler] hissedeceği sevinçle mütelezziz [lezzet alan] oluyorum. Şüphesiz, zât-ı Üstadâneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahut ben bu cemaatin içerisine dahil olduğumdan, fevkalhad bahtiyarım. Kur’ân-ı Mübînin [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] nurlarının ahz [alma] ve neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki, sizi bize veren Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] minnettarlığımızı tahdid [sınırlama] edemeyiz.

 Hüsrev

• • •

– 85 –

 Sabri’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Bil’istinsah takdim-i huzur-u fâzılâneleri kılınan Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesi tam zamanında izhar-ı endam etmiştir. Şu mübarek eser Risâlâtü’n-Nur ve Mektubâtü’n-Nur’un bir nevi tarihçeleri olduğu gibi, diğer cihetten de âsâr-ı pür-envârın senedât ve berâhin-i kat’iyeleri [kesin deliller] hükmünde görülmekle beraber, üç seneden beri dimağımda [akıl, beyin] mahsus ve mahfuz [korunmuş] birçok ihtisasatı da, bu kere zahire çıkarmıştır. İşte Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] derece-i kudsiyet ve ulviyet ve nuraniyeti böyle elmas ve mücevherat[kıymetli taşlar] mâneviyeyi câmi bulunduğu, bu mesele ve emsâli mesâilden [meseleler] anlaşılmıştır.

133

Evet, şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki, bir mücevherat [kıymetli taşlar] hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun, bâyii, dellâlı, [davetçi, ilan edici] usûl-i bey’u şirâya âşinâ olmazsa, zilyed bulunduğu kıymettar hazinenin müştemil [içine alan, kapsayan] ve muhtevî bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilân ve enzâr-ı âmmeye [genelin bakışı, görüşü, kamuoyu] vaz edemez. Binaenaleyh, şu devr-i müşevveşte, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] hakkıyla bey’u şirâsını yapan dellâl-ı Kur’ân’ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm‘a [Müslümanlar] hitâben,

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلِيمٍ * 1

fermân-ı Rabbanîsiyle nidâ etmeleri, bilumum envâr-ı imaniyeye [iman nurları] muhtaç ümmet-i Muhammed’i medyûn-u şükran [teşekkür borçlu] eylemiş ve eylemektedir.

 Sabri

• • •

– 86 –

 Sabri’nin fıkrası. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Bu kere Yirmi Yedinci Mektubun İkinci Zeylini, [ek] Yirmi Sekizinci Mektubun Beşinci, Altıncı Meselelerini bil’istinsah asıl maa-suret takdim ediyorum. Bendeleri Yirmi Yedinci Mektubun telif [kaleme alma] ve tesis ve tertibinde çok mühim bir isabet hissediyorum ki, bu mektubun telifindeki [kaleme alma] gaye, kat’iyen [kesinlikle] mektup sahiplerini ilân ve teşhir olmadığı, belki muhtelifü’d-derecât zevi’l-efkâr ve elbâbın herbiri, Nurların ancak yüzde birer hâssalarını [özel; bir ferde delâlet eden söz] ve fevâidini [faydalar] görerek, dellâl-ı Kur’ân’ın bir dereceye kadar nidalarını taklide çalışmaları, ayrıca bir zevk ve letâfet [hoşluk, gözellik] ihsas [hissettirme] ediyor.

Nur deryasını görmeyen bazı kimseler müştâkane [arzulu, aşırı istekli] soruyorlar ki: Mensup

134

bulunduğunuz Nur eczahanesinde ne gibi muâlecât var ve asıl mevzuları nedir? Evvelce bu suale karşı Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] mümkün ise birer birer göstermeye, değilse aklım erdiği kadar söylemeye mecbur idim. Şimdi ise, Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] yüzde on nisbetinde mevzuunu mümkün mertebe ifadeye hazırım. Ve nîm bir fihristini andırır Yirmi Yedinci Mektubu veriyor ve bildiriyorum. Cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] maksadımı bildirebiliyorum. Nurların ekser aksamı vücuda geldikten sonra Yirmi Yedinci Mektup adeta işaret tabancası gibi endaht edildi. Ve hem de Nur deryasının askerleri beyninde [arasında] bir nevi müsabaka vazifesini de gördü. Her müntesip meşher-i Nur’a az çok hünerini döktü.

 Sabri

• • •

– 87 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühel Üstad,

Îd-i saîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ve dâmen-i kerimanelerini öperim.

Efendim, her an Nurlarla tegaddi eden ruh-u âcizânem, yine evvelki Cuma günü mugaddî [gıdalı, besleyici] bir nura muntazır [bekleyen, hazır] iken, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmını ihsan [bağış] ve irsal [gönderme] buyurulmakla fakir talebeniz müşerref ve müstefid [faydalanan, yararlanan] ve minnettar kalmıştır. Bir saatlik misafir kalan bu eser-i kıymettar ve mânidarı hemen Abdullah götürdü. O rüya-misal gördüğüm eserin, bir haftadan beri dimağımdaki [akıl, beyin] kıymettar nakışlarını [işleme] ve mânidar meallerini, aczim dolayısıyla ifade edebilmeye iktidarım yok.

Şu kadar arz edebileceğim ki, bu burhânî, senedî, şuhudî, velhasıl kâffe-i esbab-ı sübutiyesi aslında münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] ve müştemil [içine alan, kapsayan] bulunan kıymettar eser, umum

135

Risale-i Nur ve Mektubâtü’n-Nur’un güneş-misâl i’câzları, [mu’cize oluş] âlemleri hayrette bırakan kerametleri, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dost ve düşmanın itiraf ve takdirini kazanan âsâr-ı sâbıka-i nuraniyenin ne kadar güzellikleri ve meziyetleri varsa, sanki bu kısımda içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiş. Ve yahut şöyle diyebileceğim ki, her ne zaman nurlardan bir risale görsem, bu gibi veyahut daha ziyade bir zevk-i hakikî ve sürur-u nâmütenâhi görüyorum. Şu halde bu acip mahsusat ve meşhudat, [görünen ve bilinen şeyler] ancak Nurlara ait ve münhasır bir i’câz, [mu’cize oluş] kezâlik [böylece, bunun gibi] Nurlara mahsus bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] demekte, ehl-i imanca [Allah’a inanan] kâmil bir kanaat mevcut bulunacağına eminim. Bilhassa tevafukatı, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tefsiratı gösterilerek tahriri [yazı, yazı yazmak] musammem ve menvî bulunan Kur’ân-ı Azîmüşşânı, [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] umum ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tevhid kemâl-i hâhişle ve nihayetsiz hürmetle karşılayacakları bedahette [açık, âşikar, belirgin] olduğu gibi, birçok kimselerin de, âhir ömürlerinde yeniden okumaya şevk ve gayret gösterecekleri, bir ihtimal-i kavîdir. Daha nice emsali nâmesbuk âsârın [eserler/asırlar] vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenâb-ı Mün’im-i Hakikîden [gerçek nimet verici olan Allah] muvaffakiyetler [başarı] temenni eylerim, efendim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Hafız Sabri

• • •

– 88 –

Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Üstad-ı Âlîşânım Efendim,

Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmını istinsah [kopyasını çıkarma] ederek, kendi nüshamı Ali Efendiye ve aslını zât-ı Üstadânelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe mâruz

136

çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup, hattâ ekser arkadaşlarla, bu mesele hakkında ne hatt-ı hareket [rota; hareket yönü, istikamet] [doğru] takip edeceğimizi mektupla muhabere ve müşavereye [istişare etme, danışma] başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı Âzamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren [yazı, yazı yazmak] bu babda mâruzatta [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] bulunmak emelinde iken, bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfi olan Yirmi Yedinci Sözü, bir kat daha muvazzah ve oldukça şümul[kapsam] bir cevâb-ı âliyi bizlere ihsan [bağış] eden ve kısacık cümlesi nâmütenâhi [sonsuz] hakaik-i maânîyi câmi bulunan, “bahr-i muhît-i kebir” tâbirine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olan herbir cümle-i Kur’âniye [Kur’ân’ın cümlesi, âyeti] şu kısımda, bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde [derin anlamlı söz] asrın kuru kafalı, müflis, [iflas etmiş] felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskât [susturma] etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam [susturma] ve ruhlarımızı da tenvir [aydınlatma] ve tesrir ve teselli etmiştir.

Üstad-ı Muazzezim,

Kur’ân-ı Azîmüşşânın, [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i [Allah’ın rahmet hazinesi] İlâhiye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevi bulunduğu envâ-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik [harekete geçirici] vazifesini deruhte [üstüne almak] eden Üstad-ı Sâni Hulûsi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caizse, [açıklanması uygunsa] saatçılarda bulunan yıldızvâri sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki, o müteaddit [bir çok] ağızlı anahtar, âlemde mevcut her saati tahrik eder, işletir. Mümâileyh beyefendim de, aynen o halde olup, emsâli görülmemiş ve duyulmamış birçok mesâil-i mühimme-i hakikiyeyi Hazret-i Kur’ân ve dellâl-ı Kur’ân’dan istiyor.

Şu asırda hazine-i hassa-i mâneviyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymettar sâiline [soru soran] en kıymettar ve ruha tam bir gıda-bahş mevadd-ı mâneviye-i Kur’âniyeyle i’zaz ve ikrâm ederken, o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde,

137

fakir de, gıda-yı ruhânîmi ârâmsız alınca, o mevâidi ihsan [bağış] edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyûn-u şükran [teşekkür borçlu] kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufnâme-i ekremîlerinde, gücenmesini hazır farz ederek, “Mektupla muhabere etmiyorum” buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma “Ne dersiniz?” dedim. “Estağfirullah, sadhezâr estağfirullah! Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz” cevab-ı hakgûyânesini ruhumdan aldım.

 Hafız Sabri

• • •

– 89 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Bu kere Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini [derin anlamlı söz] hâvi [içeren, içine alan] mübarek mektubunuzu, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin sırr-ı azîm-i inâyet [İlahî yardımın büyük sırrı] beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu’ciz-nümâ Ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmını ve münevver [aydın] hâtem-i i’câzı kemâl-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i mânevîyle defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki cevap yazamadım. İşte bu mübarek Cuma günü, hem Nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı [üzülme, etkilenme] icmâlen [özet] arz maksadıyla, bu varak-pâreyi tahrire [yazı, yazı yazmak] lütf-u Hakla başladım.

Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektubun altı nüktesiyle [derin anlamlı söz] Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil [mümkün] olmadığını, imandan zerre kadar nasibi olana, Yirmi Beşinci Sözdeki burhanlara [delil] zeylen [ek] ispat ediyor. Ve şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] gayet güzel bir üslûpla tarif

138

ve mütalâa etmekle beraber, ulemâüs-sû ashabına çok mükemmel ve manevî tokat aşk ediyorsunuz. Ve nihayette, mektuptaki hakikatlerin Kur’ân’dan geldiğine aklı takvim [program] için, onun belâgat-ı i’câz ve îcâzına [az sözle çok mânâ ifade etme] imtisâlen, [emre uyma, bağlanma]

لاَيَسْتَوِۤى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَۤائِزُونَ * 1

âyet-i kerimesini nazara vaz ediyorsunuz. Bu biçare duacınız, talebeniz ibraz ve irsal [gönderme] buyurduğunuz Nurların mütalâasında, müspet ve menfî iki tesir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünkü, manevî vazifemizi ifa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhite neşredebiliyoruz. Bid’at ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hergün artmakta, ahkâm-ı İslâmiyeye, [İslâmın hükümleri] sünnetlerden başlayarak ve Kur’ân hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasip merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdut [sınırlanmış] eşhas [kişiler] arasında ve yalnız bu zavallıların ümit ve imanlarını takviye edecek vaziyette kalması teessürü [üzülme, etkilenme] artırmakta ve dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] ilticadan başka çâre bırakmamaktadır.

Evet, kat’î kanaat hasıl olur; hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem [âlem sarayı] inkırâza hatve-behatve yaklaşmakta. Her saat çatısından tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.

İşte, beşere, bilhassa Müslümanlara ârız [ortaya çıkma] olan ve alettevâli artmakta olan zaaflar, [zayıflık, güçsüzlük] bu neticeyi tâcil [çabuklaştırma] ediyor, mütalâasındayım. Fakat, irşad [doğru yol gösterme] buyurulduğu üzere, madem ki neticeyle değil, hizmetle mükellefiz. O halde, ümidimizi kesmeyerek, sabır ve sükûnla dua ve niyazla dergâh-ı İlâhiyeden [Allah’ın yüce katı] yalvarmalıyız. “Muhît [her şeyi kuşatan] ilim

139

ve zevalsiz [geçip gitme] ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] iyi yapar, iyilikler halk buyurur, inşaallah[Allah dilerse] demeliyiz.

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin Hâtimesi, gaybî işârât [işaretler] hakkında, ihtimalen dahi olsa her türlü evhamı izale [giderme] etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddîkınız, elhamdü lillâh, mübarek eserlerde delâlet ettikleri mânâlarda, işaret ettikleri hakaikte, [doğru gerçekler] bütün mevcudiyetle kabul ve tasdik ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] maânîsini [mânâlar] dercan etmekten [hayatını ona vermek, canını ortaya koymak] başka bir his asla taşımamıştır. Nasıl ki, aziz Üstadımız bu Kur’ânî cevherleri kendisine göstermekle iktifa [yetinme] etmiyor ve muhtaçlara da “Bakınız, görünüz, istifade ediniz; siz de muhtaçlara, müştaklara, [arzulu, aşırı istekli] mütehayyirlere [hayrete düşen] göstermeye vasıta olunuz” buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre “Ale’r-re’s-i ve’l-ayn, sem’an [işitme] ve tâaten” [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] demiş. Ve alâ kadri’l-imkân ve mütevekkilen alallah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnettarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevafuk hakkındaki bu müdellel ve muknî [ikna edici] beyanat da yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem [toplama, bir araya gelme] edilmiş, toparlanmış, tefsir kavâidine [kurallar] siyak ve sibak-ı kelâm [sözün başıyla sonunun ahenk ve uyum içinde olması] gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i istimâl sebebiyle, hâh nâhâh nazar-ı dikkate çarpan tevafuk ve müvazenete [karşılıklı dengeye getirme] de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsirle, doğrudan doğruya hazâin-i mukaddese-i Kur’âniyeden, bu asır insanlarına, Müslümanlarına göre nebeân, [haber] feverân ve lemeân eden nurlu âsârdaki [eserler/asırlar] gaybî muvafakat, muvazenet [denge] kıyas edilebilir mi? Asla!

140

Hâtimedeki [son] Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Galip Beyin fıkra[bölüm] hoştur. Bu fıkranın [bölüm] Hazret-i Kur’ân’a ve mahzen-i esrar-ı İlâhiyenin bir nevi nurlu reşahatı ve lemeâtı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini arttırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok arttırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksîri de muvaffakun bilhayr buyursun. Âmin…

Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Kısmı, Kur’ân’ın has dürbünüyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerife riayet, evvelki senelerden zahiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşke bu âli [yüce] eser, bu Ramazan’dan evvel elimize geçmiş olaydı! Seyyidü’r-Rusül, Nuru’l-Vücud Efendimiz Hazretleri sallâllahu aleyhi ve sellem اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ 1 buyurdukları mâlûm-u fâzılâneleridir. İşte bu sebeple, azlığından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olduğum buradaki cemaatimize tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i celîl-i Nebevîyi de, yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünkü Kur’ân’ın madem ki ilk nüzulü şehr-i Ramazan‘da [Ramazan ayı] olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb [daha uygun] ve alâdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emsâl-i kesiresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun. Âmin…

Hâtem-i i’câz, hizmet-i Kur’ân’daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile kaim,
Mir’ât-ı [ayakta duran] Muhammed’den, Allah görünür dâim.Haşiye [dipnot]

141

Ve şu fıkra[bölüm] söylettirdi:

Âyinedir bu hâtem, [mühür] herkes sıdk [doğruluk] ile hâdim, [hizmetçi]

Mir’ât-ı Üstaddan, Kur’ân’dır görünen dâim.

Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir’âtın [ayna] boş köşesine, bu beyitle imzamın konulmasını tasvib-i ârifanelerine arz ederim.

 Hulûsi

• • •

– 90 –

Binbaşı Âsım Beyin Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] Sözleri hakkında temsîl ettiği bir fıkradır. [bölüm]

Münezzehdir [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] şuûnattan, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] hep ilhâm[Allah tarafından kalbe gelen mânâ] İlâhîdir,

Okurken nur alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,

Riyâdan, kibirden, her meâsîden [günahlar, isyanlar] münezzehdir, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Kelâm-ı lâyezâlîden gelen bir nur-u müferrihtir.

Nasıl bir vecd [coşku] içinde anladım bilsen, bu âsârı, [eserler/asırlar]

Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı, [fikirler]

Meâsir mi? Eser mi? Müncelî, yoksa müessir mi?

İlâhî [Allah tarafından olan] bir “sürâ”dan berk [şimşek] uran, hayret-fezâ sır mı?

Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] haberlerdir.

Sen ey gafil beşer, bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.

Bütün kevn [varlık, âlem, kâinat] vâlih ve hayran düşündükçe serencâmın

Kerîm [cömert, ikram sahibi] hayretle, hürmetle anar nâmın, büyük nâmın.

 Âsım

• • •

142

– 91 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ النُّورِ وَمَكْتُوبَاتِ النُّورِ اَلْفِ اَمْثَالِهَا * 1

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem,

Geçen hafta Yirmi Sekizinci Mektubun Beşinci ve Altıncı Meseleleri isimlerini alan biri şükre, diğeri Harem-i Şerif sualine cevap olan iki eser-i âlü’l-âlînizi kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] aldım, zevkle mütalâa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin mânâlı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin hadd [yetki] ü pâyânı olmayan ol Hâlık-ı Kerîm, [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] ol Mün’im-i Hakîm, ol Rezzâk-ı Rahîm [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] Celle Celâlühü Hazretlerinin Nurlar namı altındaki in’am [nimet verme] ve ihsanına [bağış] karşı “Elhamdü lillâh, Allahu Ekber” dedim. Ve mânevî susuzluğumu, elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa [esas, öz] acz-i tamm içinde, fakat rahmetinden ümit kesmediğim bir halde iken, ol Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] Hazretlerinin muazzez [aziz, değerli] Üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüz binler hamd ve şükür eyledim ve edeceğim. Mübarek Sözlerinizde öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] feyizler var ki, sanki talebenizin alâkayla mütalâa eden veya istimâ [dinleme] eyleyenleri elinden tutuyor. “Bak, bu, bu mânâya delâlet eder. Şu, şunun içindir. Bundaki maksat ve gaye ve hikmetler şunlardır. Gel, daha yukarı gidelim, daha ilerleyelim” diye, menbâdan menbaa, etekten tepeye, izden yola, hakikatten mârifete [Allah’ı tanıma, bilme] götürüyor, çıkarıyor,

143

ziyaret ettiriyor, istifade ve istifaza [feyizlenme] ettiriyorsunuz. Bu defa, bu seyr ile şükür nehrinin menbaına [kaynak] şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrâhına, şükr-ü mutlaktaki hakikatle mârifete [Allah’ı tanıma, bilme] götürüyor. Ve mebde‘de [başlangıç] olduğu gibi, müntehâda [bir şeyin en uç noktası] “Der tarîk-ı acz-mendi, lâzım âmed çâr-çiz/Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, [sınırsız fakirlik] şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz” buyuruyorsunuz. Biz de “Fehim[anlama, kavrama] ve sadakte[“doğru söyledin”] diyerek mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyoruz. Dua ve salâvâtla bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] seyahata nihayet veriyorsunuz.

İbraz buyurduğunuz pek âli [yüce] şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebeniz, Üstadının nazarını başka tarafa çevirecek bir suale cür’et eylediği için, “Gel, haydi, Harem-i Şerife girelim. Oranın bugünkü halini ve esbabını biraz anlatayım” demek nev’inden olan Yirmi Sekizinci Mektubun Altıncı Meselesini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.

 Hulûsi

• • •

– 92 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Bu defa lütuf ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] buyurulan, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesini hürmetle aldım. Tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve defaatle mütalâa ettim. Ayrıca bir defa yeni talebeniz Hafız Ömer Efendiye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza ve bir defa da Fethi Beye okudum. İnşaallah, yine okur ve okuttururum. Bu mübarek mektubunuzla başta şu biçare olduğu halde, dinleyenlerin ahvâl-i ahire dolayısıyla kalblerinde hâsıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasip bir merhem vurdunuz.

لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ1 nass-ı celîlini hatırlatarak, Allah’ın lûtfuna ve

144

Habîb-i Ekreminin [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) ruhâniyetine, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ1 devam ettiğine şüphe kalmayan, i’câzına [mu’cize oluş] dehâlet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele [karşılama; karşılık verme] ederseniz, inşaallah [Allah dilerse] yakın ve nurlu istikbale mazhar [erişme, nail olma] olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz. Bîçâregân-ı ümmete, izn-i İlâhîyle [Allah’ın izni] beyan buyurduğunuz i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] hürmetine, Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] muhterem Üstadımızdan ebeden razı olsun. Ve Hazret-i Kur’ân hesabına intizar [bekleme] buyurduğunuz ümitlerinizi, an-karîb mübeddel-i hakikat ve mü’minlere de selâmet-i iman tevfik [başarı] buyursun. Âmin.

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesini almazdan evvel, mübarek Sözler’le alâkadar olmayan zevata, defaatle Üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: “Kur’ân’ın sûrları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur’ân’adır. İmanı kurtarmak zamanıdır…” İşte, yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü’min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhur etmektedir, diyordum. Bu mektup, bu biçare talebenizin Üstadının emirlerini tebliğde sadık olduğunu ispat etmekle beraber, evvelce de arz ettiğim vecihle, [yön] mektupları almazdan evvel hatırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen çok meseleler nev’inden olduğuna şüphem olmadığı için, bunu da i’câz-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] addediyorum. Tevafukatta, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bendenizdeki nüshada da ekseriyetle müvazenet [karşılıklı dengeye getirme] vardır. Evet, hangi cihetten bakılsa inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ayan [aşikâr, belli] beyan görünür.

Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiyeyle [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel [kısa, kısaca]

145

hakaikin [doğru gerçekler] diğer derslerle tafsil, tavzih ve izharından [açığa çıkarma, gösterme] ibarettir. Demek ki, imanı ve Kur’ân’ı esas ittihaz [edinme, kabullenme] etmekle, dâimî bir feyz menbaı, [kaynak] sermedî [daimi, sürekli] bir nur kaynağı, fenasız kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hazine, İlâhî [Allah tarafından olan] bir kale kurulmuş oluyor.

Evet, madem ki kâinatın halkına sebep olan Nebiyy-i Efham (s.a.v.) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini [peygamberlik görevi] mükemmelen ifa ettikten sonra, emr-i İlâhiyle [Allah’ın emri] vücuduna bâis [sebep, neden] oldukları âlem-i bekaya [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] teşrif [şeref verme] ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhassa cin ve inse en âli [yüce] bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur’ân-ı Hakîmi [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bırakmışlardır. Nitekim müteakip asırların yetiştirdiği birçok zevât-ı âliye, bütün müşküllerini Kur’ân’la halletmişler, aradıklarını Kur’ân’da bulmuşlar.

İşte, bu bid’at ve zulümat asrında da, yine o Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve Kerîm, [cömert, ikram sahibi] lâyemût i’câzını [mu’cize oluş] Sözler ve Mektuplarla izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiş ve bu hakikaten azîm işte, rahmet-i İlâhiyeye, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] muazzez [aziz, değerli] ve muhterem Üstadımız elyak [daha layık] ve elhak memur ve vasıta olmuştur. Bu hakikate, daha birinci derste, lütf-u İlâhîyle [Allah’ın ikramı, ihsanı, yardımı] iman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i imana [iman gücü] vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Aziz ve muhterem Üstadım,

“Bu dünya mü’mine zindandır” derler. İşte, neşrine, izharına, [açığa çıkarma, gösterme] beyanına vasıta olduğunuz Nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkattaki hakikati

146

tâlim etti. Bâki, dâimî ve sermedî, [daimi, sürekli] saâdetli hayatı tedris [öğrenim, eğitim] etti. Şahsen bu Nurlar olmasaydı, halim ne olacaktı? Ya Nurlara erişmeseydim, ne yapacaktım? Ya bu Nurların neşrine alâ kaderi’t-tâketi ve’l-imkâni, lûtf-u İlâhîyle [Allah’ın lütuf ve ikramı] çalıştırılmasaydım, bütün kazancım mâsiyet [günah] ve kara yüzle, perişan halle, nasıl dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] çıkacaktım? Elhamdü lillâh, sümme ve sümme elhamdü lillâh, niyet-i hâlise [saf, temiz niyet] ve cüz-ü lâyetecezzâ [maddenin bölünemeyen en küçük parçası, atom] kabilinden [gibisinden, türünden] olan Kur’ânî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksîr de inşaallah [Allah dilerse] duanızla rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] nâil olur ümidindeyim.

 Hulûsi

• • •

– 93 –

 Sabri’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

Efendim, hiç şek [şüphe] ve şüphem kalmadı ki, nur nurdan seçilemediği gibi, Nur deryasının nurânî talebeleri de, nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumî bir zihniyette, yekdiğerlerine [bir diğer şey] rekabetleri yok, daima birbirinin evsâf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübâhî, samimiyet ve vefa hususunda, rüfekasını [refikler, arkadaşlar] şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan “tevhid”in bir alâmet-i mümtaze ve fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] olan ittihad [birleşme] ve tesanüd-ü hakikîye ve meşruayı kalen [sözle] ve fiilen ve hâlen [davranışla] göstermeleriyle sabittir ki, bu hal bir alâmet-i muvaffakiyettir.

Talebeniz

 H. S.

• • •

147

– 94 –

 Re’fet Beyin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim,

Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin tesir ve intibalar bıraktı. Onun sâikının [sevk eden, sürükleyen] ne olduğunu anlayamadım. Zât-ı âlinizi o sözde çok hiddetli buldum. Gayet âteşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtivâ ettiği hakaike [doğru gerçekler] mest [kendinden geçme] ve hayran olduğum halde, saatlerce okudum. Artık Sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira, birine mühim derken, [anlama, algılama] diğeri daha mühim ve bir diğeri ehemm olarak kendini gösteriyor. Binaenaleyh, envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika [gerçekte, doğrusu] yıldızlar parlaklık itibarıyla birbirinden farklı ise de, hepsi yıldızdır. Ve aynı menbadan ahz-ı envâr etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdiğerinden [bir diğer şey] farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Herbirini yüz defa okusam, yüz birinci defa hiç okumamış gibi büyük bir zevk-i mânevîyle okumam dahi yüksekliğine şahittir. Bu babda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamayacağımı düşünerek sözüme nihayet veriyorum.

 Re’fet

• • •

– 95 –

Şu fıkra [bölüm] Mesud Efendinindir.

Ey benim muhterem Üstadım,

Hadd-i bülûğumdan [ergenlik çağı] bu âna kadar, lâîn şeytanın zırhından mâmul bir sanduka derûnunda [iç, içeri, dâhil] kilitlemiş olduğu akl-ı uhrevî ve imanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet [güzel niyet] ve nasihatlerin semeresi [meyve] olarak, ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla lâîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin. Ve teslim aldığımı şununla ispat ederim ki, duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani, Ramazan-ı Şerifin

148

üçüncü günü berâ-yı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatimden [ayrılık] sonra, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gösterdiği ve sevgili Üstadıma arz eylediğim rüya ile, âcizâne tefsirimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı, yani, gündoğudaki duayı almamış olsaydım, önümde, elinde sepetle giden adam gibi gayyâ kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırılmayarak, avdetimde [geri dönme] geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizim mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşakk ve mezahime [yığılmalar sonucu meydana gelen zahmetler, eziyetler, sıkıntılar] iştirak ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin, [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nezdinde duasının kabulüdür. Ve Sözler’in mukavemetsûz [dirençsiz] tesirleridir.

Ben de, buna mukabil, Üstadımın hâdim [hizmetçi] olduğu çığırı tâkiple hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet kâfi [yeterli] değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: “Ya Rabbi, ya Rabbi! Yirmi yedi seneden beri, şeytan aleyhi’l-lânenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu imanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lemeâtı olan Risale-i Nur’un neşrine bir hizmet olarak, bana menamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde [mahşer günü] gayyâ kuyusu kapısının ağzından çevirmeye muvaffak olan müfessir-i Kur’ân‘ı [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] ve son musannif [sınıflandıran, düzenleyen] bulunan Saidü’n-Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde [mahşer günü] sancaktarı kıl, ya Rabbi, ya Erhame’r-râhimîn. Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn” olan Cenâb-ı Mevlâdan evkat-ı hamsede vird-i zebânımdır. [dil ile sürekli tekrarlanan şey] Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirhamla el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.

Mehmed Mesud

• • •

149

– 96 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Kıymettar Üstadım,

Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylini [ek] yazmakla meşguldüm.

Hulûsi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur’a karşı gösterdikleri âteşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını [arzu, istek] gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla teşrif [şeref verme] etti. Bekir Ağa, mutadının hilâfı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pâre-i fâzılâneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, [ince işaret] üç sekiz tevafukatıyla [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] kendini gösterdi. Yirmi Yedinci Mektubun Üçüncü Zeylinden [ek] hâsıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağanın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını [arzu, istek] gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gayesinin mebdeini [başlangıç] gösteren Sekizinci Remizdeki, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] sevgili Üstadımızın manevî bir nurla parlayan ve gülümseyen, o yüksek, en harika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir hâlet-i azîme tevlid [doğurma] etmişti ki, işte o dakikam saâdet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] nail olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur [mutluluk] içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi [ince işaret] okudum. Okurken herbir cümlenin nihayetinde, “Var ol, mes’ud ol, bahtiyar ol Üstadım!” nidaları, kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız [irade dışı] dökülüyordu. İlk defa

150

Bekir Ağayla, bir defa Rüştü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

Evet, sevgili Üstadım, senelerden beri Kur’ân-ı Azîmü’l-Burhanın bahr-i ummanında [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] medfun defineleri, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubatü’n-Nur’la meydana çıkarmıştınız. İşte, azîm bir define daha lûtf-u İlâhîyle [Allah’ın lütuf ve ikramı] Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzinde [ince işaret] en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semâvatta melek ve ruhanîler lisanında en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden o Furkan-ı İlâhînin esrâr-ı mühimmesinden [önemli sırlar] ve i’câz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir sadâ ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir âvâz [yüksek ses] ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

O kıymettar Kur’ân’ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celâli karşısında herşeyi kendine secde ettiren bir Zât-ı Vâcibü’l-Vücud‘un [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne büyüktür! O risalelere nasıl kıymet verilir? Nasıl başkasıyla muvazene [karşılaştırma/denge] edilir? Nasıl bir başkasının tefevvuku [üstün gelme] tahattur [hatıra gelme] edilir?

Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri [inanç] zîr ü zeber [alt üst] eden ve şakirtlerine [öğrenci] gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisanla söyleyen, o risaleler ve o risalelerin sâhibi ve nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan Sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalblerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyyâ [hazır] talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi, tevâli eden ve tükenmek bilmeyen İlâhî [Allah tarafından olan] bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] veda etseniz bile, büyük

151

büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâd edileceğinizeHaşiye ve nâmınızın dünya ve ukbâda [ahiret, öbür dünya] ihtiramla [hürmet etme, saygı gösterme] taşınacağına ve risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta [değer, kıymet] olacağına kaviyen [kuvvetle] ümitvârım.

Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile, hakkı söylemekte susmayan ve pek âli [yüce] ruhu taşıyan ve talebelerine her an tesellî nurlarını dağıtan, Kur’ân-ı Kerîmin bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım, sizin din-i mübîn-i [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] İslâma olan merbutiyetinize [bağlı] ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize [çalışma] mükâfat olarak defter-i hasenâtınıza Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] Hazretleri lâ yüad ve lâ yuhsâ ecirleri yazmasını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ederim.

Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] medyun [borçlu] olmasın ki, semâmızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle [batış] bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur’ân’ın arş-ı âzamından [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî [daimi, sürekli] bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.

İşte, o risaleler ki, herbiri başlı başına menbaları ve mecraları [akıntı yatağı, kanal] ayrı ve fakat bir bahr-i muhît-i ummana dökülen nehirler gibidir. Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da, bu enhardan [nehirler] istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cetveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz [feyizlenme] etmez?

Bu enharda [nehirler] öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse,

152

hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni [dünya ve ahiret mutluluğu] bir anda elde ederler.

Risaleleri okuyanlar, sevgili üstadım, sizin ne büyük ve âli [yüce] bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

Bunca zamandan beri “Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] dellâlıyım [davetçi, ilan edici] ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifemi hiçbirşeye değişmem” diye vâki olan ilânâtınıza bir kat daha kuvvet veren, bu kerreki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi [ince işaret] ne güzel gösteriyor. Ve bu gösterilen hakikatlara meftun [aşık] olmamak mümkün mü?

Ah, sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsait olsa, herbir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem! Heyhat, herşeyde olduğu gibi, bu hususta da ben fakirim.

Evet, sevgili Üstadım, sevincimizi arttıran bir mesele daha var. O da Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’âniye [Kur’ân’daki çok ince ve zarif mânâ] nâmı altında neşredilen iki sayfalık huruf-u hecâiye-i [alfabe sırasına göre dizili harfler] Kur’âniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevafuklu ve hâşiyeli [dipnot] Kur’ân-ı Kerîmin baş tarafına, umumun istifade ve istifazalarının [feyizlenme] kolaylıkla teminine binaen derc [yerleştirme] edilmesi hakkındaki tensib-i fâzılâneleridir. Bu tensip bizce de, pek çok musîb [isabet eden, isabetli] görülmekle, fakir talebenizin nazarını mâziden hale, halden de istikbale çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara [mutluluk] müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] kılıyorsunuz.

 Ahmed Hüsrev

• • •

153

– 97 –

 Re’fet’in fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim,

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Remzini [ince işaret] dikkatle okudum. İhtiva ettiği harika-nümâ rumuzat [ince işaretler] ve o rumuzâtın [ince işaretler] ifade ettiği yüksek hakaik, [doğru gerçekler] fakire azîm istifadeler temin etti. Ve beni derin derin tefekküre ve teemmüle [düşünme, inceden inceye araştırma] sevk eyledi. Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis [ümitsizlik] ve nevmîdiye [uyku] dûçar [yakalanmış, düşmüş] olurdum. Nâmütenâhi [sonsuz] şükürler olsun ol Hallâk-ı Azîme ki, zât-ı âliye-i fâzılâneleri gibi, her asırda emsâline ender tesadüf olunan bir dâhî-i âzama bizleri mülâki kıldı da, otuz seneden beri ruhumun çok büyük iştiyak [arzu, istek] ve tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] beklediği bir üstad-ı muhtereme [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] nâil eyledi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ثُمَّ الْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 3

Madem şimdiye kadar böyle hakikatler hiçbir eserde görünmemiş ve işitilmemiştir; yazılması çok muvafıktır ki, okuyan her ehl-i imanın, [Allah’a inanan] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazâin-i nâmütenâhiyesinden bir kısım cevâhiri [cevherler, özler] elde etmek suretiyle, hem ağniyâ-i mâneviye adedine dahil olsun ve hem de künûz-u mahfiyeye [gizli hazineler] ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] kesb [elde etme, kazanma]

154

etmek gibi, ruh-u beşerin [insan ruhu] en büyük ihtiyacatını tatmin etmiş bulunsun. Hülâsa, [esas, öz] tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ve rumuzat-ı [ince işaretler] Kur’âniye, tebşirat-ı [müjdeleme] azîmeyi ihtiva etmesi itibarıyla, kemâl-i hassasiyetle takip ve tetkik olunmaktadır. Bundan dolayı nihayetsiz hürmet ve tâzimatımı [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] arz eder ve mübarek ellerinizden öperek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize inkişaf-ı kalbî ihsan [bağış] buyurması hususundaki dua-yı hayriyelerini istirham eylerim, sevgili Üstadım Efendim.

 Re’fet

• • •

– 98 –

 Rüşdü’nün fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُه * 2

Pek kıymettar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,

Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubat’ınızdan, i’câz-ı Kur’ânîden [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] İhlâs-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i [açılış kısmı, baş, baş kısım] Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Remzini [ince işaret] din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdü lillâh. Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud [varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan, şeref ve yücelik sahibi Allah] ve Tekaddes Hazretlerinin kelâmı olan Kur’ân-ı Azîm-i Hakîmin sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ 3 dedim.

155

Üstadım, yeni tevafukat[birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] baş tarafına bu remzin [ince işaret] ilâvesi, hak ve hakikati ilân maksadına muvafık olsa da, okudukça doymak ve usanmak bilinmeyen ve her okudukça dünya lezzetinden bin kat fazla lezzet veren ve kararmış kalbleri nurlandıran ve bize bizim lisanımızla hallerimizi teşrih [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ve tarik-i Hak[hak ve hakikat yolu] gösteren risale-i pürnurlarınızda da beraber ayrıca bulunması ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] başına mümkün olursa hem Arapçasının ve hem de Türkçesinin konulması muvafık olacağı zannındayım, Efendim Hazretleri.

 Rüşdü

• • •

– 99 –

 Saatçi Lütfi Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

İ’câz-ı Kur’âniyeden İhlâs-ı Şerîfle Muavvizeteyn ve Fatiha-i [açılış kısmı, baş, baş kısım] Şerife sûrelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösteren, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Remzini [ince işaret] aldım ve okudum. Neşir buyurulan işbu risaledeki tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] şimdiye kadar emsâli nâmesbuk bir sırrı meydana koymuş. Bu hususa dair mütalâada bulunmak, kuvve-i kalemiyemin ve havsala-i [anlama gücü] mevcudemin kat kat fevkinde [üstünde] bulunmakla beraber, afv-ı Üstadânelerine mağruren [inanarak, güvenerek] şu kadar diyebilirim ki: Neşir buyurulan risaledeki izahat, herhangi bir bedbîn ve kör olan bir gafili uyandırmaya ve hattâ bütün mevcudiyetiyle kararmış kalbleri tenvire [aydınlatma] ve irşada pek büyük delil bulunduğundan, Muhterem Üstadımızın tasavvurî kararı

156

veçhile, [yön] her ferdin Kur’ân-ı Azîmü’l-Burhandaki mu’cizatı görmesi için Kur’ân’ın baş tarafına derci [yerleştirme] hususu pek muvafık görüldüğünü arz eylerim, Efendim Hazretleri.

 Saatçi Lütfi

• • •

– 100 –

 Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Üstadımı bu fakire lütuf ve kereminden [cömertlik] ihsan [bağış] buyuran Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Ezel ve Ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] Cenâb-ı Hayy-i Lâyemût Hazretlerine, her dakikada yüz binlerce hamd ve şükür etsem—ki ediyorum—yine yüz binde bir borcumu bile ifâ edemem. لَهُ الْحَمْدُ وَالْمِنَّةُ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 3 Pür-taksîr olan bu fakir, bilâfasıla [fasılasız, aralıksız] otuz dört sene olan hayat-ı askeriyemde, muktezâ-yı beşeriyet, az ve çok mâsiyet [günah] fırtına ve dalgalarına tutulmuş, vazife-i diniye-i [dini görev] uhreviye ve ubudiyet [Allah’a kulluk] ciheti pek çok noksan kalmış ve hâb-ı gaflet perdesine bürünmekle imrar-ı hayat etmiş olduğumu şimdi anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nâdim [pişman] olup, evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da, siz Üstadıma ve risalelerinize kavuşmakla hasıl olmuştur ki, yüz binlerce şükür, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi bu fakire ihsan [bağış] buyurdu.

157

Dört sene evvel Burdur’a geldiğimde, kardeşimiz Şeyh Mehmed Efendinin delâlet ve tavassutuyla [vasıta olma, aracılık etme] muhabereye başlanmış ve binnetice hikmet-resan ve nur-feşan ve müşkil-küşâ [zor] ve kâinatın muammâ-yı tılsımını açan anahtarları bu fakirin eline veren yine o risalelerdir. İşte o bahâ takdir edilemeyen o anahtarlar, öyle mücevherat [kıymetli taşlar] ve pırlanta elmaslar ki, ne diyeyim, iktidarsızlığımdan lisanım ve kalemim kalbimin tercümanı olamıyor, âciz kalıyor.

Şeriat, hakikat ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] hazine ve definelerini küşât edecek ve eden, ancak ve ancak bu Nur risale-i şerifeleridir. Bu Nur risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] herbirisi birbirinden nurlu; hele İ’câz-ı Kur’ân nurun alâ nur! [nur üstüne nur] Nasıl tavsif [bir sıfatla niteleme] edeyim? Bir gülistan-ı ferah-fezâda gayet nâdide ve hoş bu ezhâr[çiçekler] lâtife [güzel ve ince mânâ] gûna-gûn [tarz, çeşit] bulunup da, hangisini koparmaya, koklamaya, tercih etmeye mütehayyir [hayrete düşen] kalıp da, neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risale-i şerifeler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark [boğma] edip de mütefekkir, [düşünen] mütehayyir [hayrete düşen] edip, hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar? İnsanı, fakat o insanı tahayyür ve tefekkür sahrâsında mest-i lâya’kıl bırakmaz da ne yapar? Bütün dünyevî beşeriyet ve hayvaniyet hâssalarından [özel; bir ferde delâlet eden söz] tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] etmesine, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] ubudiyet-i mütemadiyede bulunmasına, mezmum [kınanmış] bilcümle ahlâkları def ve tard [kovma] etmesin, ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] gibi hissiyatıyla mütehassis edip de nefs-i emmareyi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] öldürmez de ne yapar?

Diyebilirim ki, bu Nur risale-i şerifeleri bir gülistan-ı cinândır. Bu gülistandan istifade edemeyen bed-mâyelere, nasibedâr olamayanlara sad-hezâr teessüf! [eseflenme, üzülme] İşte

158

o gibilere ilham-ı Rabbânî erişsin de, Yirmi Üçüncü Söz risale-i şerifesinin âhirindeki iki levhanın birincisi ki, hicab[örtü, perde] gafletten nihanı, [gizli, saklı] ikinci levhadaki zeval-i [geçip gitme] gafletle ayâna tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edebilsinler.

Cümle mü’minîn-i [iman edenler; Allah’a ve Onun peygamberlerle gönderdiği şeylere inananlar] muvahhidînin tarik-i hidâyette hatve-endâz olmaları için, Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud Hazretlerine kavlen [söz] dua ve tazarrû etmekliğim ve fiilen de, henüz dörtte birini yazamadığım, bu Nur risale-i şerifelerinin fakirde mevcut olanlarını, itimad ettiğim, muhabbet ve aşkı olduğunu hissettiğim ihvâna, [kardeşler] ezcümle (……) gibi zevât-ı muhtereme, Cuma günleri fakirhanede toplanıldığı vakit, bizzat okuyor ve ellerine birer Nur parçalarından verip akşama kadar ve bazı geceleri okunmakta devam ediliyor. Hepimiz Cenâb-ı Kadir-i Kayyûm’a ubudiyet [Allah’a kulluk] ve niyazımızı îfa ediyoruz ve Zât-ı Üstadânelerine karşı da, bu borcumuz olan dua-yı Üstadânelerini yâd ve tezkâr [anma, dile getirme] ediyoruz.

“Cenâb-ı Zülcelâl ve’l-Kemâl Hazretleri, muhterem Zât-ı Üstadânelerini dünyalar durdukça Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] rehberlikte, delâlette ve nur dellâllığında [davetçi, ilan edici] ilâ-âhiri’d-deveran kaim [ayakta duran] buyursun” duasını her namazın âhirinde hemşirenizle beraber vird-i zebân [dil ile sürekli tekrarlanan şey] etmişiz, Efendim Hazretleri.

 Âsım

• • •

159

– 101 –

 Ahmed Galib’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır. [bölüm]

Âdem-i ilm-i hakikattir sözün,

Tercüman-ı kenz ü vahdettir [Allah’ın birliği] sözün.

Hazret-i Haktan atâ-yı mahzdır,

Neş’e-i Şît-i hüviyettir sözün.

Ders-i hikmetten [hikmet dersi] bütün ulvî beyan,

Misl-i [benzer] İdrîs, pür-hikmettir sözün.

Mevc-i tûfân-ı dalâletten siper,

Keşti-i Nuh-u selâmettir sözün.

Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,

Şû’le-i Hûd-u hidâyettir sözün.

Tezkiyet-bahş-ı [hatadan arındırma, temize çıkarma] kulûb-u mü’minîn,

Sâlihdâr-ı [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] emanettir sözün.

Vahdetin [Allah’ın birliği] esrarını ilân eden,

Ol Halîl-veş asl-ı millettir sözün.

Bahş-ı zemzem eyler ehl-i hayrâta,

İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.

Mahz-ı tahkiktir, hayâletten âlâ,

Sırr-ı İshak-ı hakikattir sözün.

Zümre-i Tâğutu hep berbâd eder,

Lût gibi rükn-ü salâbettir sözün.

Hep kelâmullah[Allah kelâmı] nâtık [konuşan] şerhidir,

Kenz-i i’câz-ı risalettir sözün.

160

Din-i Hakkın [hak din] neşr ü tâmimi [genelleştirme, yayma] için,

Fazl-ı İsrâil-i kudrettir sözün.

Hak cemâliyle kemâlin gösteren,

Hüsn-ü Yûsuf’tan işarettir sözün.

Yokluk içre, varlığa kaim [ayakta duran] olan,

Sabr-ı Eyyûb-u metânettir sözün.

Mülhid [dinsiz] firavunları gark [boğma] eyleyen,

Tûr-u Mûsâ-i şeriattır sözün.

Serteser mizan-ı hikmetle [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] rasîn,

Çün Şuayb-ı emn ü adalettir sözün.

Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber, [alt üst]

Sanki Hârûn-u fesâhattir sözün.

Asker-i Câlûd küfrü [inançsızlık, inkâr] mahveder,

Savt-ı Davud-u hilâfettir sözün.

Mârifet-i takvâ ve hikmet mülküne,

Bir Süleyman-ı emârettir sözün.

Hâsılı dertlilere dermân eder,

Dest-i Lukman-ı hazâkattir sözün.

Ba’s-ü ba’del mevte [ölüm] kaim [ayakta duran] hüccetin, [delil]

Çün Üzeyr mazhariyettir sözün.

Söz değil, özdür bütün tibyânınız, [açıklama, anlatma]

Veçh-i Hakka hep işarettir sözün.

Lübb-i [öz, iç] lüb [öz, iç] mârifettir [Allah’ı tanıma, bilme] mâ-hasal,

Yüz yüze hakka itaattir sözün.

Ehl-i şevke âb-ı hayat [hayat suyu] bahş eden,

Hıdr-ı bahreyn-i velâyettir sözün.

161

Bâr-ı sıkletten ukulü [akıllar] kurtaran,

Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.

Kulluğun efdalini izhâr eden,

Zülkifl-i ibadettir sözün.

Sed çeker kâfir olan Ye’cüclere,

Çünkü, Zülkarneyn-i kudrettir sözün.

Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,

Misl-i [benzer] Yûnus gavvâs-ı hakikattir sözün.

Rahmet-i Rahmân‘ı [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] hep tezkâr [anma, dile getirme] eder,

Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.

Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,

İlm-i Yahyâ-i verasettir sözün.

Mürdeyi ihyâ, [diriltme, hayat verme] körü bina eder,

Nefha-i İsâ-yı fıtrattır sözün.

Müjde-i peyman-ı kulûb-u ehl-i hak,

Mâhi-i tarik-ı fetrettir sözün.

Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] miracını [Allah’ın huzuruna yükselme] eyler beyân,

Şerh-i ahkâm-ı Nübüvvettir sözün.

Hak Teâlâ daima pür-nur ede,

Çünkü, irfân-ı saâdettir sözün.

Şân-ı Üstadda ne dersen Galiba,

Ez ki, bir iman-ı hayrettir sözün.

 Ahmed Galib

• • •

162

– 102 –

 Ahmed Galib’in Sözler hakkındaki Arabî fıkrasıdır. [bölüm]

مُقِيمُ السُّنَّةِ بِاْلاِجْتِهَادِ …. * …. قِوَامُ الدِّينِ فِى يَوْمِ الْفَسَادِ

سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذِينَ ضَلُّوا …. * …. عَنِ الْحَقِّ وَهُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ

بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَدِيدًا …. * …. عَلٰى اَهْلِ الضَّلاَلةِ وَ اْلاِرْتِدَادِ

وَنَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا …. * …. اِلٰى نَهْجِ الْحَقِيقَةِ وَالسَّدَادِ

اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَۤائِعِينَ …. * …. وَتَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ

لاََنْتَ دَعَوْتُهُمْ سِرًّا وَجَهْرًا …. * …. لَقَدْ جَاؤُوكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلاَدِ

فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ اْلاٰيَاتِ طُرًّا …. * …. ِلاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادِ * 1

163

رَأَوْا فِى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا …. *…. فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ

فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبوَابًا كَثِيرًا …. *…. مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ

جَزَاكَ اللهُ مِنْ خَيْرٍ كَثِيرٍ …. *…. وَاَعْطَاكَ الصَّفَا فِى كُلِّ وَادٍ

وَيَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ …. *…. وَاٰثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ

يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فِى سُوقِ حِكْمَةٍ …. *…. بِاَنْوَارِ اِلٰى يَوْمِ التَّنَادِ

اَلاَ لاَتَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ …. *…. فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَاللهُ هَادِى * 1

• • •

164

– 103 –

Sözler hakkında Murad Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Aziz dost,

Derya-yı maariften, semâ-yı irfâna İlâhî [Allah tarafından olan] bir havayla coşup fışkıran ve semâ-yı irfandan zemin-i maarife İlâhî [Allah tarafından olan] bir havayla inen bârân-ı mârifeti ve feyezân-ı hikmeti zeminle âsuman [gökyüzü] arasında seyre dalmıştım. Bu sırada coşan deryanın ka’rından, sahil-i beyana bahâ takdir edilemeyen cevahir [cevherler] geliyordu. Bunlardan bir miktar olsun almaya iktidarım gelmiyor ve gelemiyordu. Yalnız görüp alabildiğim birşey varsa bedîin cilvesiyle bedîiyatın neşesiyle hayrettir.

Murad

• • •

– 104 –

Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

On dördüncü asrın elli ikinci sâline yetişip, ahkâm-ı kat’iyesiyle mü’mine beraat ve mücrime idâm-ı ebedî kararının infaz ve icrası gününe kadar, bâki kalacak olan kavânîn-i ezeliye-i Sübhâniyeyi, bilkülliye [bütünüyle] hedm ve imhâ etmek âmâl-i bâtıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada, keşf-i kablelvuku olarak, işbu çelik kal’a [kale] tâbir ettiğimiz, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] müfessir [açıklayan, yorumlayan] ve mümessili [temsilci] olan Nur deryası, zahiren otuz üç adet, mânen otuz üç milyon elmas, inci ve mücevherat[kıymetli taşlar] mütenevvia ve müteaddideyi [çeşitli, birden fazla]

165

vücuda getirdikten sonra, asıl kal’anın [kale] bu teşkilât-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsîni iktiza [bir şeyin gereği] ettiği hengâmda, [ân, zaman] ednâ [basit, aşağı] bir amele olarak, yüz bin defa haddimin fevkinde [üstünde] olan şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeye, bu abd-i âciz de, tayin ve kabul edilmekliğimdeki tevfikat-ı [başarı] Sübhâniyeye karşı, secdegâh-ı Rabbaniyede mütalâa ve riya olmasın, şu fâni vücudumu ârâmsız ifnâ [öldürme, yok etme] etsem, o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet [Allah’a kulluk] etmiş olamayacağımdan, اِلٰهِى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَمَنٍّ وَاِنِّى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنِّىِ 1 kaside-i şerifesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa [yetinme] ettim.

 Hulûsi-i Sâni

 Sabri

• • •

– 105 –

 Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır. [bölüm]

Sevgili Üstadım,

Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum. Ve bir de, peşinde koştuğum bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmete bakıyorum. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütf-u ihsanlarına hamd eder ve şükrederken, bir kardeşimizin dediği gibi, ben de kendime diyorum ki:

Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin. Takip ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbirşey olamaz diyorum.

Sevgili Üstadım, size medyunuz, [borçlu] risalelere medyunuz. [borçlu] Bizi size ve risalelere ulaştıran Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] medyun [borçlu] ve müteşekkiriz [şükreden] ve hâmidiz. [hamd eden]

Sevgili Üstadım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazan yoruluyorum; fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi,

166

ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, [çalışma] keffâretü’z-zünûb olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmeti vâsidir, [geniş] diyorum. İşte bu düşünceyle şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymettar Üstadımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid [artırma, çoğaltma] ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

 Ahmed Hüsrev

• • •

– 106 –

 Küçük Zühdü’nün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] fıkrasıdır. [bölüm]

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağayla beraber bazı hususî arkadaşlarımızla okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta [susturma] kâfi [yeterli] geleceğine hepimiz kanaat ve iman getirdik.

Küçük Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme]

• • •

– 107 –

 Sabri’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların [yara, hastalıklı uzuvlar] teellümatıyla [elem çekme] müteellim [acı çeken] olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa Hızır gibi yetişerek, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmını sunup, derdime derman oldu.

Evet eczahane-i Kur’ân’ın müstahzarâtından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i [inci] meknûn, [gizli, saklı] es’ile [sorular] ve ecvibe, işaret ve sarahatıyla [açıklık] tedaviyle, mağmûm kalbimi tesrir ve müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] vicdanımı tenvir [aydınlatma] ve mükedder

167

ruhumu mahzûz edince dedim: “Aman yâ Rabbi! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Sen, Resulün [Allah’ın elçisi] ve Habibin [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) hakikî ümmetine öyle bir tükenmez hazâin-i hikmet bahşetmişsin ki, o hazine-i kudsiye 1351 sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ihsan [bağış] etmiş ki, hakikî verese-i enbiya olan ulemâ-i benâm, en kısa bir âyetten nice hakaik-i nâmütenâhiye istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] ve istihraç [çıkarma] ederek ümmet-i Muhammedin kulûb-i [kalbler] mecrûhalarını Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] âb-ı hayatıyla [hayat suyu] ihya [diriltme] buyuruyorsunuz. Ey Mâlikü’l-Mülk, [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] ey Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] ey Hâkim-i Bîmisâl! Senin Zât-ı Azamet-i Kibriyâna iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hükümleri] i’lâ ve tarik-i Ahmediyeyi ibka ve hakikî verese-i enbiyanın âmâl ve makasıdını teshil [kolaylaştırma] ve teysir buyurarak, bu biçare kullarını Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] daire-i nuraniyesine [Risale-i Nur dairesi] mes’udâne [mutlu bir şekilde] i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] âlemine göçürme Allah’ım” diyerek zahirî ve bâtınî gözlerimi levâih-i Kur’âniyeyle perdeledim, Üstadım Efendim.

 Pür-kusur talebeniz

 Sabri

• • •

168

– 108 –

 Sözler’i müştakların [arzulu, aşırı istekli] ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır. [bölüm]

Elimizdeki hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] câmi Nur risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] her an ve zaman bizi tarîk-i hakikatin [hakikat yolu] nurlarına istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ederek, şu zaman-ı hâzırın [şimdiki zaman] ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalbine verdiği ıztırabı izale [giderme] etmektedir.

Hakka şükürler olsun ki, ehl-i imanın [Allah’a inanan] üzerine musallat olan ve gayr-ı kabil-i [imkânsız] tahammül olan hâlât [durumlar, haller] karşısında, iman ve irşadın [doğru yol gösterme] nuranî dairesi dahilinde, hak ve hakikate lâyık bir vazifede istihdam [çalıştırma] ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellîmiz olan şey, ancak Erhamü’r-Râhimîn‘in, [merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] tavassutunuzla [vasıta olma, aracılık etme] bize kavuşturduğu hakikatlerdir. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyleyebildiğim şey, beklediğim ümit, benim ve ehl-i imanın, [Allah’a inanan] bilhassa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur [mutlu] olmalarını ve bilhassa başta Üstadımızın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] Hazretlerinin razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahvâl-i müessifeden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşaallah. [Allah dilerse] Ben câhilim, bu kadar yazabildim. O Sözler’in kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam, o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

Talebeniz

 Emrullah oğlu Bekir

• • •

169

– 109 –

 Tarikat hakkında olan Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazılmış.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Sevgili ve kıymettar Üstadım Efendim,

Hafız Ali Efendi kardeşimle irsal [gönderme] buyurulan Yirmi Dokuzuncu Mektubun Dokuzuncu Kısmını pek büyük bir sevinçle aldım ve okudum. Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma beş altı defa okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka [bırakma, kalbe bırakılma] eylediği nuranî feyizleri karşısında, okudukça okumak ihtiyacım artıyordu. Ve senelerden beri müştakı [arzulu, aşırı istekli] bulunduğum tarikatin böyle ulvî, nezih, [temiz] âli [yüce] hakikatlerini öğreten bu kıymettar risaleyi elimden bırakamıyorum. Her okudukça başka bir zevki veren ve kendi arkadaşları olan diğer risaleler gibi, her bakışta başka bir güzellik ve letâfet [hoşluk, gözellik] gösteren bu risaleyi ve içindeki ulvî ve âli [yüce] hakikatleri bize okuyan levhaların münderecatını belki dört beş seneden beri arıyor, bulamıyordum.

Sevgili Üstadım, Allah sizden ebediyen razı olsun. Nasıl ki, bahr-ı muhît içerisinde yaşadıkları halde, susuz kalmalarından dolayı değil, belki kendilerinde zîkıymet şeylerin husulü [meydana gelme] için Nisan yağmuruna şiddetli bir alâkayla ihtiyaç gösteren balıklar gibi, benim de bu risaleye ihtiyacım şiddetli idi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine bînihâye şükür olsun ki, hayatımın bu karanlık sahifesini de arzularımın pek fevkinde [üstünde] olarak nurlandırdı.

Evet, bu risalenin fakir talebenizde hasıl ettiği tesir ve intibalarını kalemle ifadeden her vakit için âcizim. Küçük küçük cümleleri ve anahtarlarıyla pek büyük define ve hazineleri açan ve azîm girdapları kapatan ve tarikatın nezih, [temiz] âli [yüce] ve

170

çok yüksek feyizli, sürurlu, [mutluluk] zevkli, doyulmaz ve bırakılmaz bir yol olduğunu ders veren bu kıymettar risaleyi çok ehemmiyetli buluyorum. Ve bilhassa tarikata mensup olup da haricin ittihâmından kaçınan veyahut öğrenmek ve anlamak istedikleri halde muvaffak olamayan ve alâkadar olmak isteyen kardeşlerimi, bu risaleye mâlikiyetlerinden [sahiplik] dolayı tebrik etmekte, kendimi çok haklı görüyorum.

Kıymettar Üstadım,

Risalenin geri kalan kısmının da bir an evvel ikmaliyle [tamamlama] istifade ve istifazamız [feyizlenme] için irsal [gönderme] buyurulmasını, dest ve dâmenlerinizi [etek] öperek niyaz etmekteyim. Ve ikmal [tamamlama] ve irsaline [gönderme] de, arkadaşlarımla birlikte sabırsızlıkla intizarımızı [bekleme] arz ediyorum, Efendim Hazretleri.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

 Hakir talebeniz

 Ahmed Hüsrev

• • •