ŞUÂLAR – On Dördürcü Şuâ -1 (449-517)

449

On Dördüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 İfademin kısacık bir tetimmesi [ek]

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki:

Nazarınıza ve kanun adaletine takdim edilen ifademde bulunan, üç vech [cihet, yön, taraf] ile kanunsuz menzilimi basmak, beni sorguya çekmek ve tevkif etmek, üç büyük mahkemelerin hürmetlerini kırmak ve haysiyet ve adaletlerine ilişmektir, belki istihfaf [hafife alma] etmektir.

Çünkü, üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun, [bilirkişi] iki sene, yirmi senelik kitaplarımı ve mektuplarımı inceden inceye tetkikinden sonra, ittifakla hem bize beraat verildi, hem kitaplarımız ve mektuplarımız iade edildi. Ve beraatten sonra üç sene, fevkalâde bir inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ve şiddetli bir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, haftada yalnız zararsız bir mektup bazı dostlarıma yazardım. Dünya ile alâkam kesilmiş gibiydi ki, serbestiyet verildiği halde memleketime gitmedim. Şimdi aynı meselede o üç mahkemenin âdilâne hükümlerini hiçe saymak gibi meseleyi tazelendirmek, onların şerefini kırıyor.

Benim hakkımda adalet eden o mahkemelerin haysiyetini muhafaza için mahkemenizden rica [ümit] ederim. O aynı mesele olan “Risale-i Nur” ve “cemiyetçilik” ve “tarikatçilik” ve “ihlâl-i emniyet ve âsâyişi bozmak” ihtimalinden başka bir sebep, bir mesele bulunuz, beni onunla muaheze ediniz. Benim kusurlarım çoktur. Ben de size mes’uliyetime dair yardım edeceğime dair karar verdim. Çünkü hapsin haricinde hapisten çok ziyade azap çektim. Şimdi benim için medar-ı rahat [rahatlama sebebi] ya kabir, ya hapistir. Hakikaten hayattan usandım. Bu yirmi sene haps-i münferitteki [tek başına hapis, hücre hapsi] tâzip [azap] ve işkenceli tarassutlar, [baskı ve gözetim altında tutma] ihanetler artık yeter. Sonra gayretullaha

450

dokunur. Bu vatana yazık olur. Sizlere hatırlatıyorum. Bizim en metin [sağlam] melce [sığınak] ve siperimiz:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ 2

ba

451

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

On sekiz sene sükûttan sonra mecburiyet tahtında bu istida [dilekçe] mahkemeye ve sureti Ankara’ya makamata verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir. [itiraz dilekçesi, yazısı]

Malûm olsun ki, Kastamonu’da üç defa menzilimi taharri [araştırma] etmek için gelen iki müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve iki taharri [araştırma] komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve Isparta’da müddeiumumînin [savcı] suallerine ve Denizli ve Afyon mahkemelerine karşı dediğim ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. [esas, öz] Şöyle ki:

Onlara dedim: Ben, on sekiz, yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu’da sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri [araştırma] ettikleri halde, dünya ile, siyasetle hiçbir tereşşuh, [sızma/sızıntı] hiçbir emâre görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mes’uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi âhireti ile meşgul olan münzevîlere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz?

Biz Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’ân bizi siyasetten şiddetle men etmiş.

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı imanî olan hakikatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid [inatçı] zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla [delil] Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

452

Evvelâ: Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında bir propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] tevehhümüyle [kuruntu] cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünkü tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşmüş bir iki dinsize müteallik, [alakalı, ilgili] yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâsumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husûlü [meydana gelme] meşkûk [şüpheli] olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve âsâyişin zararına hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] karışmaktan şiddetle men edilmişiz.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir. Demek Risale-i Nur’un, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] sathî [sığ, yüzeysel] nazarlarında kusurlu tevehhüm [kuruntu] edilen iki üç risalenin mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] istemeyerek derim ki: Yirmi iki sene müddetinde, gurbette, haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] hükmünde, yalnız ve münzevî olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa

453

çarşıya ve mecma-ı nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali menfîlere muhalif olarak istirahati için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam iki sene Kastamonu’da ve yedi sene başka menfâlarında bütün yakın ve görüşen dostlarının şehadetiyle, küre-i arz [yer küre, dünya] yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş ve olmamış ve daha kimler harp ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] dahi elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı galibâne Risale-i Nur ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiğine onun ile imanlarını kurtaran yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Risale-i Nur ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve meyus [ümitsiz] etmek ve onu ağlatmakla, o mâsum yüz binler kardeşlerini ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Adalet namına emsalsiz bir gadir [zulüm, acımasızlık] olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?

Eğer bu taharrilerde [araştırma] bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki, “Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz.”

Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevîlerin çilehanelerine girmeye hiçbir hakkı yoktur.

Saniyen: [ikinci olarak] Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet [yöneticiler, hükûmette olanlar] ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur. Hattâ, Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile, [kâide, kural]

454

Risale-i Nur’un bir kısım şakirtleri, [öğrenci] idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adavet [düşmanlık] etse, onlara kanunen ilişilmez. Risaleler ise, o gibi risalelere mahrem demişiz, neşrini men etmişiz. Hattâ bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale, Kastamonu’da sekiz sene zarfında bir veya iki defa bir tek nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik. Şimdi siz onu zorla teşhir ediyorsunuz ve iştihar da etti.

Malûmdur ki, bir mektupta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir, mütebâkisine [geri kalan] izin verilir. Eskişehir Mahkemesinde dört ay tetkikat neticesinde, yüz Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] medar-ı tenkit [tenkide sebep] yalnız on beş kelime bulmaları ve şimdi dört yüz sahifeli Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] yalnız iki sahifesinde irsiyet [miras] ve tesettür âyetlerinin otuz sene evvel yazılmış tefsiri bulunması ve şimdiki kanun-u medenîye uygun gelmemesi kat’î ispat eder ki, onun hedefi dünya değil. Herkes ona muhtaçtır. O dört yüz sahifelik herkese menfaatli Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] iki sahife için müsadere edilmez. O iki sahife çıkarılsın, o mecmuamız bize iade edilsin; ve onun iadesi hakkımızdır.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazılarının dedikleri gibi derseniz, “Bu risalelerinle medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun;” ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur. [kâide, kural] Ve bilhassa küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olsa Cehennemden daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi gayet kat’î bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab [basma] edildi.

Bir Müslüman el-iyâzü billâh, [Allah korusun] eğer irtidat [dinden çıkmak] etse, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte [inkârda, küfürde şüpheye düşme] kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] noktasında, mâzi ve müstakbeli [gelecek] olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ölümleri ve ebedî müfarakatları, [ayrılık] onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları [ayrılık] ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız” lisan-ı halleriyle [beden dili] diyerek, o Cehennemî hâlet, [durum] Cennet lezzetine çevrilir.

455

Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze [karşı koyma] etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur.Haşiye [dipnot] O başka yere gider, yine tenvir [aydınlatma] eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] eğmem ve bu hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.

Yirmi seneden beri bir münzevînin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz. Risale-i Nur’u müdafaa ettiği için saded [asıl konu, esas mânâ] haricine çıktı denilmez. Madem, Eskişehir Mahkemesi, mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] yüz risaleleri dört ay tetkikten sonra yalnız bir iki risalede hafif bir cezaya temas edecek bir iki maddeden başka bulmamış ve yüz yirmi adamdan on beşine altışar ay ceza verdi. Biz dahi bu cezayı çektik. Ve madem birkaç sene evvel Risale-i Nur’un bütün eczaları Isparta hükûmetinin eline geçti. Birkaç ay tetkikten sonra, sahiplerine iade edilmiş. Ve madem o cezadan sonra, Kastamonu’da sekiz sene zarfında şiddetli taharriyatta [araştırma] zabıtayı ve adliyeyi alâkadar edecek bir tereşşuh [sızma/sızıntı] bulunmamış. Ve madem Kastamonu’daki son taharride [araştırma] bir kısım risalelerimin, hiç bulunmayacak ve neşredilmeyecek bir tarzda kaç sene evvel odun yığınları altına saklanmış olduğu göründü ve heyet-i zabıtaca tahakkuk [gerçekleşme] etti. Ve madem, Kastamonu’da polis müdürü ve adliyesi o saklanmış zararsız kitaplarımı bana iade etmek üzere kat’î söz verdikleri halde, ikinci gün birden Isparta’dan tevkif emri geldiğinden, daha o emanetlerimi almadan sevk edildim. Ve madem Denizli ve Ankara mahkemeleri bizi beraat ve umum risalelerimizi bize iade ettiler. Elbette ve elbette, bu mezkûr [adı geçen] altı hakikate binaen, Denizli Mahkemesi ve müddeiumumîsi [savcı] gibi, Afyon adliyesi ve müddeiumumîsi [savcı] benim çok ehemmiyetli bu hukukumu nazar-ı dikkate almaları, [, dikkatle inceleme] vazifeleri muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Ve hukuk-u umumiyeyi [kamu hukuku] müdafaa eden müddeiumumîden, [savcı] Risale-i Nur münasebetiyle ehemmiyetli bir hukuk-u âmme hükmüne geçen bu şahsî hukukumu da müdafaa edeceğine ümitvarım ve bekliyorum.

456

Yirmi iki seneden beri hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilen ve şimdiki kanunları ve tarz-ı müdafaayı bilmeyen ve Eskişehir ve Denizli mahkemelerinde cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez yüz sahifelik müdafaatını bu yeni mahkemeye karşı da aynen takdim eden ve o zamana kadar kusurlarının cezasını çeken ve ondan sonra Kastamonu’da ve Emirdağı’nda mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında ve haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] tarzında yaşayan Yeni Said, sükût ile sözü Eski Said’e bırakıyor. Eski Said de diyor ki:

Yeni Said dünyadan yüzünü çevirdiği için, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile konuşmayı, müdafaat-ı kat’iye mecburiyeti olmadan yapmıyor, lüzum görmüyor. Fakat bu meselede çok mâsum rençber ve esnaf [sınıflar] adamlar, bize az bir münasebetiyle tevkif edilerek, iş zamanında, çoluk çocuklarına nafaka tedarik edemediklerinden, şiddetli rikkatime [acıma] dokundu. Derinden derine beni ağlattı. Kasem [yemin] ederim, eğer mümkün olsaydı, onların bütün zahmetlerini kendime alırdım. Zaten bir kusur varsa benimdir. Onlar mâsumdurlar. İşte bu elîm hâlet [durum] için, Yeni Said’in sükûtuna rağmen, ben diyorum:

Madem, Isparta ve Denizli ve Afyon müddeiumumîlerinin [savcı] yüzer lüzumsuz suallerine bîçare Yeni Said cevap veriyor. Benim de, on üç sene evvel, başta Kaya Şükrü olarak, Dahiliye Vekâletinden [İçişleri Bakanlığı] ve şimdiki Adliye Vekâletinden [Adalet Bakanlığı] hukukumuzu müdafaa niyetiyle üç sual sormak bir hakkımdır.

Birincisi: Risale-i Nur’un talebesi olmayan ve yanında yalnız âdi bir mektubumuz bulunan Eğirdirli bir adamın bir jandarma çavuşuyla vukuatsız bir münakaşa-i lisaniyesi yüzünden beni ve yüz yirmi adamı tevkif ile dört ay mahkeme tahkikinden [araştırma, inceleme] sonra, on beş bîçareden başka, bütün beraat kazanmakla mâsumiyetleri tahakkuk [gerçekleşme] eden yüzden ziyade adamlara binler lira zarar vermek, hangi kanun iledir? Böyle imkânatı vukuat yerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek hangi usul iledir? Ve Denizli’de dokuz ay tetkikten sonra, beraat kazanan yetmiş bîçarelere binler lira zarar vermek, adaletin hangi düsturu [kâide, kural] iledir?

İkinci sual: وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 ferman-ı esasîsi ile, bir kardeşin

457

hatâsıyla diğer öz kardeşi mes’ul olmadığı halde, yanlış mânâ verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve mânâsı anlaşılmayan bir kısım müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîsleri inkârdan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mânâ verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı Şerifte ve şimdi bu dehşetli soğukta pek çok mâsum rençber ve esnafları, [sınıflar] hattâ âdi ve eski bir mektubumuz yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve mânen onlara ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? [kanun maddesi] Ayağımızı yanlış atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.

Evet, hem Denizli’de, hem Afyon’da tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur ki: Bir kısım hadîslerin mânâsı ve te’vili bilinmemesinden, “Akıl kabul etmiyor” diye inkâr edenlere karşı avâmın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dârü’l-Hikmet-i [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta [araştırma] bizde bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale [giderme] eder ve âsâyişe dokunmuyor ve mübareze [karşı koyma] etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. “O risale yakın bir istikbalde gelecek bir rejimi ilmen kabul etmiyor” diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

458

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyûnun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını [kâide, kural] harika hüccetleriyle [delil] parlak bir surette ispat eden ve Kur’ân’ın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dâvâ ediyoruz ve ispatına da hazırız.

Üçüncü sual: Bir mektubun yirmi kelimesinde beş kelime kusurlu görülse, o beş kelime sansür edilir. Mütebâkisine [geri kalan] izin vermek bir düstur [kâide, kural] iken, Eskişehir Mahkemesinin dört ay tetkikten sonra, yüz bin kelime içinde zâhirî nazarda zararlı tevehhüm [kuruntu] edilen yalnız on beş kelimeden başka bulmamasıyla ve Heyet-i Vekile [Bakanlar Kurulu] de dört yüz sahifeli Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] yalnız iki sahifesinde (şimdiki kanuna uygun olmamasından) otuz sene evvel yazılan iki âyetin tefsirinden başka ilişmemesi ve Denizli ve Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] on beş sehivden [hata, yanılgı] başka ilişmemesiyle ve şimdiye kadar yüz binler adamın ıslahına vesile olmasıyla, vatana ve millete bin büyük menfaati tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur’a küçük bir hizmet eden veya kendi imanını kurtardığı için bir risalesini yazan ve Emirdağı’nda garip ve ihtiyarlığıma şefkaten bana kardeşlik eden Çalışkanlar gibi rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için bana hizmet eden bîçareleri iş mevsiminde ve dehşetli kışta taht-ı tevkife almak, hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] hangi prensibiyle kàbil-i tevkif olabilir? Ve hangi kanunu, müsaade etmeye imkânı var?

Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile mübareze [karşı koyma] etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi [faydalı] bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i zaruriyesi olan takvâyı ve salâhati [dindarlıkta çok ileri olma hali] bu mazhar-ı enbiya olan Asya’da hükmeden ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] yasak etmez ve edemez biliyoruz.

459

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said’in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Vatan ve millet ve âsâyişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nur’a az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve âsâyişe dindarâne [dindarca] menfaati bulunan pekçok zâtları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimâne [doğru ve düzgün] bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.

Şekvâmızı [şikayet] dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor.

Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şuâyı, hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual [soru sebebi] ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddit [bir çok] mânâlarından bir mânâsı muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve mânâyı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve âsâyiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.

ba

460

 Afyon Müddeiumumîsi [savcı] ve Mahkeme Reisi ve âzâlarına

Denizli’nin adliyesine hukukumu müdafaa için arz ettiğim Dokuz Esası aynen size de takdim ediyorum.

Yirmi senedir hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] ve bilhassa böyle resmî ve ince ve siyasî hayatı terk etmişim. O hallere karşı alınması lâzım gelen vaziyeti bilmiyorum ve düşünmüyorum ve düşünmesi beni cidden incitiyor. Fakat mecburiyetle başka mahkemede insafsız bir zâtın intizamsız ve mükerrer ve lüzumsuz pek çok suallerine verdiğim cevapların hâtimesi ve hülâsa[esas, öz] olan bu intizamsız müdafaatım ve istidamda belki sadet harici ve lüzumsuz tekrarat [tekrarlar] ve intizamsızlık ve aleyhime dönecek şiddetli tabirler ve bilmediğim yeni kanunlara muhalif ifadeler bulunabilir. Fakat madem hakikat üzere gidiyor; hakikatın hatırı için o kusurlara bakmamak gerektir. O istida [dilekçe] ve müdafaatım Dokuz Esas üzerine gidiyor.

Birincisi: Madem, hükûmet-i cumhuriye, [cumhuriyet hükûmeti] cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturuyla, [kâide, kural] dinsizlere ve sefahetçilere [ahmaklık, beyinsizlik] ilişmiyor. Elbette, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet, hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve uhreviye cihetinde Hıristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir Müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına [her taraftan hücum etme] karşı salâbet-i diniyesini [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] kahramanâne müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi [doğal ihtiyaç] hükmüne geçen diyanet, salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, [bir hedefe yönelik ilerlemeler] hiçbir medeniyet tutamaz. Ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve âsâyiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli.

İkinci esas: Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Ve her hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Ve Mecûsî hâkimiyeti altında Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] Ömeriyede Yahudiler

461

ve Hıristiyanlar bulunması ve âsâyişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi [şahsî hürriyet; kişisel özgürlük] her hükûmette vardır ve ilişilmez. Ve hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem âsâyişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen herhalde hiç şüphesiz gazetelerle ve dünya hâdisâtı ile alâkadar olacak, tâ kendine yardım eden cereyanları ve vaziyetleri ve hâdisâtı bilsin, tâ yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise, şakirtlerini [öğrenci] o derece men etmiş ki, benim yakın dostlarım biliyorlar ki, yirmi beş senedir, değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terk ettirmiş. Şimdi on senedir kat’iyen [kesinlikle] dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Alman’ın mağlûbiyeti ve bolşeviğin istilâsından başka hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekmiş. Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet [hükûmetin gözettiği fayda] ve kanun-u siyaset ve düstur-u adâlet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez. Ve ilişen, herhalde ya evhamından, ya garazından veya inadından ilişir.

Üçüncü esas: Sabık [daha önceden geçen] mahkememizde bir müddeiumumînin [savcı] yanlış bir mânâ ile Beşinci Şuâya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına mânâsız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilâtı [ayrıntılar] vermeye mecbur oldum.

Evvelâ: Bu Beşinci Şuâyı hükümetin eline geçmeden evvel biz mahrem tutuyorduk. Hem bütün taharrilerde [araştırma] bende bulunmadı. Hem maksadı yalnız avâmın imanlarını şüphelerden ve müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîsleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısıyla bakar. Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve dünya ile mübareze [karşı koyma] etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Küllî bir surette, bir hakikat-i hadîsiyeyi [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] beyan eder. Fakat, o küllî hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif [kaleme alma] edilmiş zannıyla itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Dârü’l-Hikmetten [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra tanzim edildi, Risale-i Nur’a girdi. Şöyle ki:

Bundan kırk sene evvel ve Hürriyetten bir sene evvel İstanbul’a geldim.

462

O zaman Japonya’nın Başkumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.

Ezcümle, bir hadîste, “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfirün’ yazılmış bulunur” diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: “Bir acîp şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar, başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giyer ve giydirir.”

Bu cevaptan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: “Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat, baştaki iman o şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] da secdeye getirecek, inşaallah [Allah dilerse] Müslüman edecek.”

Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hadise ile ‘Süfyan’ olduğu bilinecek.” Ben de cevaben dedim: “Bir darb-ı mesel [atasözü] var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya müptelâ [bağımlı] olup, onunla hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata [israflar, savurganlıklar] girecek, başkalarını da alıştıracak.”

Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da dikili taşta şeytan dünyaya bağıracak ki, filân öldü.” O vakit ben dedim: “Telgrafla haber verilecek.” Fakat bir zaman sonra, radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dârü’l-Hikmette [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] iken dedim: “Şeytan gibi radyoyla dünyaya işittirecek.”

Sonra sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] ve Ye’cüc ve Me’cüc ve dâbbetü’l-arz [bir çeşit yerde yaşayan hayvan] ve Deccal ve nüzûl-ü İsâ (a.s.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] iki defa şifre ile Van vilâyetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Beyin vasıtasıyla beni, neşredilen Hutuvât-ı Sitte‘ye [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] mükâfaten taltif [güzellikle muamele etmek] için Ankara’ya celb [çekme] etti, gittim. Şeyh Sinusî Kürtçe lisanı bilmediğinden, beni onun yerinde üç yüz lira maaşla vilâyât-ı şarkıye vâiz-i [nasihat veren] umumîsi, hem meb’us, hem Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] dairesinde,

463

Dârü’l-Hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâlarıyla beraber, eski vazifemle memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medresetü’z-Zehrâ ve şark dârülfünunuma [üniversite] Sultan Reşad’ın verdiği on dokuz bin altın lira, iki yüz mebus içinde yüz altmış üç mebusun imzasıyla yüz elli bin banknota iblâğ edilerek kabul edildiği halde, ben Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve “Bu adamla başa çıkılmaz, mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmez” diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Fakat bazı zâlim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki üç risaleyi yazdırdılar.

Sonra bazı zâtlar, âhirzaman hâdisatını haber veren müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîsleri suâl etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur’un Beşinci Şuâı namını aldı. Risale-i Nur’un numaraları, telif [kaleme alma] tertibiyle değil. Meselâ, Otuz Üçüncü Mektup, Birinci Mektuptan daha evvel telif [kaleme alma] edilmiş ve bu Beşinci Şuânın aslı ve Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, Risale-i Nur’dan evvel telif [kaleme alma] edilmiş. Her ne ise… Bu makamda bir müddeiumumînin, [savcı] Mustafa Kemal’e dostluğu taassubuyla, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu sadet harici gibi izahatı vermeye mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.

Dedi: “Beşinci Şuâda sen hiç kalben nedamet [pişmanlık] etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan su tulumbası gibi tâbirlerle tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmişsin?” Ben onun bütün bütün mânâsız ve yanlış ve dostluk taassubuna mukàbil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.

Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham [suçlama] etti, âdeta vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham [suçlama] ediyorum. Çünkü

464

bütün şerefi ve mânevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet [isbat edilmiş, sabit] şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün [esas, şart] bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve vücudîdir. [varlığa ait, var olmakla ilgili] Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir [hiçlikle ilgili] ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapsa, “Aferin Hasan Ağa”; mağlûp olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tezyif [alay etme, küçük düşürme] edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni ittiham [suçlama] eden o müddeî [iddia sahibi] bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.

Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] biraz evvel, ben Van’da iken, bazı dindar ve müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] zâtlar yanıma geldiler. Dediler ki: “Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.”

Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.”

O zâtlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik edip kanlarıyla velâyet [velilik] fermanlarını imzaladılar.

Her ne ise… Biraz uzun söylemeye mecbur oldum. Çünkü hiçbir hissiyatla ve hâricî tesiratla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmamak, mâhiyetinin kat’î bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, cüz’î [ferdî, küçük] ve hattâ hissiyat ve tarafgirlikle bize ve Risale-i Nur’a karşı müzeyyifâne hareket eden bir müddeiumumînin [savcı] acîp vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevk etti.

465

Dördüncü esas: Eskişehir Mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektupları dört ay tetkikten sonra, yalnız yüz yirmi adamdan on beş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden yalnız bir iki risalede on beş kelime ile, bir sene ceza verebildi. Tarikatçilik ve cemiyetçilik ve şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] meselelerinde beraat ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonu’da çok defa taharrilerde [araştırma] hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç sene evvel Isparta’da mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] Risale-i Nur’un bütün eczaları bilâistisna hükûmetin eline geçti. Üç ay tetkikten sonra umumu sahiplerine iade edildi. Birkaç sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen bize iade edildi.

Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nur’un şakirtlerini [öğrenci] ittiham [suçlama] eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara’nın Ağırceza Mahkemesini ittiham [suçlama] edip, onları—varsa—suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü bir suçumuz olsaydı, bu üç dört hükûmet yakınında çok zaman tecessüsüyle [gizlice araştırma] görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu olurlar. Halbuki bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.

Evet, otuz bir (31) Mart’ta Divan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı, divan-ı riyasette [başkanlık divanı, makamı] şiddetli ve dokunaklı ve serbest müdafaa eden bir adam on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham [suçlama] eden, elbette bir garazla eder. Biz Denizli Müddeiumumîsinden [savcı] ümit ettiğimiz gibi, Afyon Müddeiumumîsinden [savcı] de ümit ederiz ki, bizi böylelerin itirazından ve garazlarından kurtarsın ve hakikat-ı adaleti [adaletin özü, gerçeği] göstersinler.

Beşinci esas: Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. [temel kanun, anayasa] Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] onlara herşeye bedel, kâfi [yeterli] geliyor.

Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini [bağımsızlık] ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan

466

onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] bozacak. Hem maddî mübarezede [karşı koyma] şu asrın bir düsturu [kâide, kural] olan eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatleri, bir propaganda-i siyasette [siyaset propagandası] âlet olmuş tevehhüm [kuruntu] edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] tam bîtarafane [tarafsızca] kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi [karşı koyma] tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.

Altıncı esas: Bu meselede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün? Hem bu memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla [işaretler] ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak.

Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle [şeytanlık] çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah [Allah dilerse] bozulacaklar. Onun şakirtleri [öğrenci] başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü [ilgi] kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler [öğrenci] Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, cüz’î [ferdî, küçük] ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhasıl, [kısaca, özetle] madem biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize ve imanî hizmetimize ilişmesinler.

467

 Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım [hayat hikayesi] ispat eder. Hülâsa[esas, öz] şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli [boş] bir türbe kubbesinde [yarım küre şeklinde olan çatı] inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.”

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne [ilk devir İslâm büyükleri] muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn; [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] hem halife, hem reisicumhur [Cumhurbaşkanı] idiler. Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur [Cumhurbaşkanı] hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”

İşte, ey müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve mahkeme âzâları, elli seneden beri bende olan bir fikrin aksiyle beni ittiham [suçlama] ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] düsturuyla, [kâide, kural] dinsizlere ve sefahetçilere [ahmaklık, beyinsizlik] ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki [anlama, kabul etme] ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye [siyaset hayatı] ve içtimaiyeden [bir araya gelme, toplanma] çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] ne hal kesb [elde etme, kazanma] ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, [Allah korusun] eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva [pervasız, çekinmeden] ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 olarak sizin beni idam [hiçlik, yokluk] ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukàbil derim:

468

Ben, Risale-i Nurun keşf-i kat’îsiyle, idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum, belki terhis edilip Nur ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve daimî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat[tam anlamıyla rahatlık] kalble teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] etmeye hazırım, onlara demiştim.

Yedinci esas: Afyon Mahkemesi başka yerlerdeki sathî [sığ, yüzeysel] tahkikata [araştırma, inceleme] binaen bize bir cemiyet-i siyasiye noktasında bakmış. Buna cevabımız:

Evvelâ: Bütün benimle arkadaşlık eden zâtların şehadetiyle, on dokuz seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve sormayan ve bu on sene beş aydır Harb-i Umumîden, [Birinci Dünya Savaşı] Alman’ın mağlûbiyetinden ve komünistin dehşetinden başka hiçbir haber almayan ve merak etmeyen ve bilmeyen bir adamın elbette siyasetle hiçbir alâkası yoktur ve siyasî cemiyetlerle hiçbir münasebeti olmaz.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un yüz otuz parçaları meydandadır. İçinde imanî hakikatlerden başka bir hedef, bir maksad-ı dünyevî olmadığını anlayan Eskişehir Mahkemesi, yalnız bir iki risaleden başka ilişmemesi ve Denizli Mahkemesi hiçbirine ilişmemesi ve koca Kastamonu zabıtasının sekiz sene zarfında daimî tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] beraber iki hizmetçimden ve yalnız üç adamdan başka bahane ile müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] hiçbir kimseyi bulmaması kat’î bir hüccettir [delil] ki, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile siyasî cemiyet değiller.

Eğer iddianamedeki cemiyetten maksadı, imanî ve uhrevî bir cemaat ise, ona cevaben deriz ki: Eğer dârülfünun [üniversite] talebelerine ve her nevi esnafa [sınıflar] birer cemiyet namı verilse, bize de o neviden bir cemiyet namı verilebilir.

Eğer dinî hissiyatla emniyet-i dahiliyeyi ihlâl edecek bir cemaat namı veriyorsanız, buna mukàbil deriz: Yirmi sene zarfında bu fırtınalı halde Nur şakirtleri [öğrenci] hiçbir yerde hiçbir vukuatla emniyet-i dahiliyeye ilişmemeleri ve iliştikleri ne hükûmetçe ve ne de mahkemelerce kaydedilmemesi bu ittihamı [suçlama] çürütüyor.

Eğer hissiyat-ı diniyeyi kuvvetlendirmesinden istikbalde emniyet-i dahiliyeye zarar verebilir diye bir cemiyet namı verilmişse, buna mukàbil deriz:

469

Evvelen: Başta Diyanet Riyaseti, [Diyanet İşleri Başkanlığı] bütün vâizler [nasihat veren] aynı hizmeti görüyorlar.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] değil emniyete ve âsâyişe zarar vermek, belki bütün kuvvet ve kanaatleriyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalıştıklarına delil ise, birinci esasta beyan edilmiş.

Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî, berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.

Sekizinci esas: Risalelerde bazı dokunaklı cümleler var diye, başka yerlerin nâkıs [eksik] ve sathî [sığ, yüzeysel] tahkikatlarına [araştırma, inceleme] binaen bizi ittiham [suçlama] ediyorlar. Buna mukàbil deriz:

Madem maksadımız iman ve âhirettir, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile mübareze [karşı koyma] değil. Ve madem o pek cüz’î [ferdî, küçük] ve yalnız bir iki risaleye mahsus ilişmek kastî değil; belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı siyasî mânâsında olamaz. Ve madem imkânat başkadır, vukuat başkadır. Hakkımızda âsâyişe zarar yapmış değil, “yapabilir” diye ittiham [suçlama] ise, herkes bir adamı öldürebilir diye ittiham [suçlama] gibi mânâsız bir ittihamdır. [suçlama] Ve madem yirmi sene müddetinde yirmi binler adamda ve binler nüshalar ve mektuplarda hem Eskişehir, hem Kastamonu, hem Isparta, hem Denizli şiddetli tetkik ve taharrilerde [araştırma] hakiki bir suç teşkil edecek maddeleri bulamadılar. Eskişehir Mahkemesi birşey bulamadığından mecburiyetle bir lâstikli kanun maddesinden tek bir küçük risale ile bizi mes’ul ettiği gibi, bütün dinî dersini vereni dahi mes’ul eder bir tarzda, yüz adamdan on beş adama altışar ay ceza verebildi. Acaba bizim gibi bir adamın sizden olsa, bir senede yirmi mahrem mektupları bu tarzda tetkik edilse, onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi cümle bulunmaz mı? Halbuki, bizde yirmi bin adamdan yirmi bin nüsha risale ve mektuplarda hakikî mes’ul edecek yirmi cümle bulamamalarından gösteriyor ki, Risale-i Nur’un hedefi doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alışverişi yoktur.

Dokuzuncu esas: Denizli Mahkemesinin insaflı müdde-i umumîsinin [savcı] başka

470

yerlerin insafsız ve sathî [sığ, yüzeysel] zabıtnamelerine binaen iddianamede kaydettiği maddeler gibi, Afyon Mahkemesi dahi sorguda gördüğümüz vaziyet delâletiyle, aleyhimizde aynı maddeler ve tarihsiz mektuplar, hem yirmi ve on beş ve on sene zarfındaki muhaberelerden ve kat’î cevabı üçüncü esasta ve iddiamın ikinci sualinde bulunan Beşinci Şuâda ve yüz otuz risalelerin yalnız dört beş risalelerinde ve Eskişehir Mahkemesinin tetkikinden geçen ve cezasını çektiren ve af kanunları gören ve Denizli beraatini gören mektuplar ve risalelerde ittihamımıza [suçlama] medar [kaynak, dayanak] bazı bahaneler var. Acaba, otuz bir (31) Mart hadisesinde Bab-ı Seraskerîde Şeyhülislâm ve ulemayı dinlemeyen sekiz taburu bir nutukla itaate getiren bir adam sekiz sene zarfında—zabıtnâmelere göre—çalışmış, böyle yirmi otuz adamı kandırabilmiş, meselâ koca Kastamonu’da beş adamı iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edebilmiş denilebilir mi? İşte Kastamonu’da, Denizli hadisesinde mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün evrak ve kitaplarımı odunlar yığını altından çıkarıp, üç ay tetkikten sonra yalnız Feyzi, Emin, Hilmi, Tevfik [başarı] ve Sadık’tan başka kimseyi o koca Kastamonu’da bulmadılar. Bu beş zât ise, lillâh için bana şahsî hizmet münasebetiyle ve üç buçuk senede Emirdağı’nda üç kardeş ve üç dört adamı bulup göndermişler. Eğer o sathî [sığ, yüzeysel] zabıtnâmeler gibi yapsaydım, beş on değil, belki beş yüz, belki beş bin ve belki beş yüz bin adamları kandırabilirdim. O zabıtnâmelerde ne kadar yanlışlar bulunduğuna, Denizli Mahkemesinde söylediğim gibi, bir iki nümuneyi beyan ediyorum:

Zaman-ı Saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye [İslâmın âdeti, geleneği] ittibaen, [tabi olma, uyma] Risale-i Nur’un hususi menbaları olan yüzer âyât-ı meşhureyi [meşhur âyetler] büyük bir en’am gibi Hizb-i Kur’ânî [zikir ve dua için Kur’ân’dan alınmış bir kısım âyetler] yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muahaze [cezalandırılma] etmişler.

Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnâmede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesi [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham [suçlama] etmek istiyor. Hem Ankara’da hükûmetin riyasetinde

471

bulunan malûm birisine ettiğim itirazlara ve ağır sözlere karşı o reis mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-i hadîsiyeyi [hadis-i şerifle vurgulanan hakikat] kırk sene evvel beyandaki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkitlerim, makam-ı iddia, [iddia makamı] cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ona tam tatbikle bize medar-ı mes’uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Hükûmetin ve milletin bir hâtırası ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir tecellî-i hâkimiyeti olan adalet kanunları nerede?

Hem biz hükûmet-i cumhuriye [cumhuriyet hükûmeti] esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes’uliyet tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] esasına muarız [itiraz eden, karşı gelen] gidiyoruz!

Hem bir risalede medeniyetin seyyiatını [günahlar] ve kusurlarını tenkit ettiğimden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnâmelerde isnad ediyor: Güya ben radyoHaşiye ve tayyare ve şimendiferin [tren] kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor.

İşte bu nümunelere kıyasen ne kadar hilâf-ı adalet bir muamele olduğunu, inşaallah, [Allah dilerse] insaflı ve adaletli olan Denizli Müddeiumumîsi [savcı] ve Mahkemesi gibi, Afyon Mahkemesi göstererek, o zabıtnâmelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en garibi şudur ki, bir yerde demişim: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük nimetleri olan tayyare ve şimendifer [tren] ve radyoyu, büyük şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzımken, beşer şükretmedi; tayyarelerle başlarına bombalar yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlâhiyedir [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ki, ona mukàbil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hâfız-ı Kur’ân olup zemin yüzündeki bütün insanlara Kur’ân’ı dinlettirsin. Yirminci Sözde Kur’ân’ın medeniyet harikalarından gaybî haber verdiğini beyan

472

ederken, bir âyetin işareti olarak, kâfirler şimendiferle [tren] âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mağlûp ederler demişim. İslâmı bu hârikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] olarak, şimendifer, [tren] tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hâzıra aleyhindedir diye sâbık [önceki, geçmiş] mahkemelerin bazı müddeiumumîleri [savcı] bizi ittiham [suçlama] etmiş.

Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur’un ikinci bir ismi olan Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] tâbirinden, “Kur’ân’ın nurundan bir risalettir, yani bir ilhamdır [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve risaletin [elçilik, peygamberlik] şeriat vazifesini yapan bir vâristir” [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] demiş. Bir iddianamede, başka yerin verdiği yanlış mânâ ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” [Allah’ın elçisi] diye benim için bir sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] tutulmuş.

Hem müdafaatımda yirmi yerde kat’î bir surette hüccetlerle [delil] ispat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa, dini ve Kur’ân’ı ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez. Ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Ve bu dâvânın emâreleri yirmi senede binlerdir. Halbuki şimdi Afyon sorgusunun gidişatında ve iddianamede, başka zabıtnâmelere binaen, güya bizim maksadımız ve sa’yimiz [çalışma] dünya entrikalarını çevirmek ve dünya garazlarına koşmak ve dini hasis şeylere âlet etmek ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] düşürtmektir diye bizi ittiham [suçlama] ediyor. Madem öyledir; ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

 Said Nursî

ba

473

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Afyon Mahkemesinin bizi ittiham [suçlama] etmesine karşı itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı] tetimmesidir [ek]

Bu itirazımda muhatabım Afyon Müddeîsi [iddia sahibi] ve Mahkemesi değil, belki başka yerlerdeki müddeiumumîlerin [savcı] ve muhbir ve taharricilerin [araştırma] yanlış ve nâkıs [eksik] zabıtnameleriyle burada ve sorgu dairesindeki acip vaziyeti aleyhimize çeviren garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurlardır.

Evvelen: Asl u faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cemiyet namını mâsum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve âhiretinden başka bir maksatları bulunmayan bîçareleri, o cemiyetin nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] veya faal bir rüknü [esas, şart] veya mensubu veya Risale-i Nur’u okumuş ve okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğunun kat’î bir hücceti [delil] şudur ki:

Kur’ân aleyhinde yazılan, Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların o muzır [zararlı] eserlerini okuyanlar, hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla [kâide, kural] suçlu sayılmadığı halde, hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] ve imaniyeyi öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur’u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem, yüz risale içinde yanlış mânâ verilmemek için mahkemelerin teşhirlerinden evvel mahrem tuttuğumuz iki üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham [suçlama] etmiş. Halbuki o risalelerden biri müstesna Eskişehir Mahkemesi tetkik etmiş, icabına bakmış, yalnız birtek Tesettür Risalesinin [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bir iki meselesine ilişmiş. Ve müstesnasının hem istidamda ve hem itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] gayet kat’î cevabı verildiği ve “Elimizde nur var, siyaset topuzu yok” diye Eskişehir Mahkemesinde yirmi vech [cihet, yön, taraf] ile kat’î ispat edildiği ve Denizli Mahkemesi bilâistisna bütün risaleleri tetkik etmiş, hiçbirisine ilişmediği halde, o insafsız

474

müddeîler, [iddia sahibi] o iki üç risalenin üç dört cümlelerini bütün Risale-i Nur’a teşmil edip, hattâ dört yüz sahifeli Zülfikâr’ı iki sahife için müsadere eder gibi, Risale-i Nur’u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükûmetle mübareze [karşı koyma] eder diye ittiham [suçlama] etmişler.

Ben ve bana yakın ve benimle görüşen dostlarımı işhad [şahid gösterme] ve kasemle [yemin] temin ederim ki bu on seneden ziyadedir ki, iki reis ve bir mebustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükûmetin erkânını, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] vükelâsını, kumandanlarını, memurlarını, mebuslarını kimler olduğunu kat’î bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Yalnız bir sene evvel bir iki zât benimle alâkadarlık göstermelerinden, beş altı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bildim. Acaba hiç imkânı var mı ki, bir adam mübareze [karşı koyma] ettiği adamları tanımasın ve bilmeyi merak etmesin ve dost mu, düşman mı diye karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bil’iltizam [sıkıca sarılarak] herhalde beni perişan etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.

Madem keyfiyet böyledir. Ben de buradaki mahkemeye değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş beş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle [delil] kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zâhirî idam [hiçlik, yokluk] da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve ebedî haps-i münferitle [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf [kat kat] bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde [üstünde] en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurîsi [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] ve kat’îsidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve o çareyi binler hüccetlerle [delil] bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham [suçlama] edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] oluyor, divaneler de anlar.

475

Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasî cemiyet vehmini veren üç maddedir.

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benimle kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nurun bazı şakirtleri, [öğrenci] her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut [sınırlanmış] üç dört şakirdin [talebe, öğrenci] niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür. [dayanışma]

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından fikren diyorlar ki: “Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükûmetin, bizim medenîce nâmeşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise, muhalif bir cemiyet-i siyasiyedirler.” Ben de derim:

Hey bedbahtlar! Eğer dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mânâ bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girseydim, yüz risalelerde on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvâri, [politika yaparak; siyasî bir ifâde ve tavırla] mübarezekârâne [karşı koyarak] bulacaktınız. Hem, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksatlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz diye-ki şeytan da bunu inandırmaya çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez-haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes’ul etmezsiniz. Son sözüm

حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

dir.

 Said Nursî

ba

476

 Denizli beraatimizden sonra üç sene münzevî ve siyasetten alâkasız olduğum halde Afyon hapsini netice veren bu yeni hadisenin on vech [cihet, yön, taraf] ile kanunsuz olduğunu beyan ediyorum.

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun [bilirkişi] ve Ankara’nın yedi makamatında ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikten geçtiği halde, ittifakla hiçbiri muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraatine, hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşı birlikte beraat ettirildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi o risalelere el uzatmak ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Beraatten sonra üç buçuk sene Emirdağı’nda münzevî, garip, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgüyle kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmadan yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini [kaleme alma] de bırakıp, daha telif [kaleme alma] etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak gelip, Arabî evradından [okunması âdet olan dualar] ve başındaki levha-i imaniyeden başka taharriciler [araştırma] birşey bulamadıkları halde, bu eziyetin verilmesi ne derece hilâf-ı kanun [kanun dışı] olduğunu, zerre kadar insafı bulunan anlar.

Üçüncüsü: Mahkemede dediği gibi, yetmiş şahidin tasdikiyle, yedi sene Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan—ki şimdi on senedir aynı halde bulunan—ve yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip, siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini kendine celb [çekme] etmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükümete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi ve siyasî entrikacısı gibi onun menzilini ve inzivagâhını [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hâle acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra, sebebi de cemiyetçilik, tarikatçilik olduğu ve o evham bahanesiyle büyük reisin ona şahsî garazıyla

477

onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cemiyetçilik ve tarikatçilik ve Risale-i Nur cihetinde beraat ettirip, yalnız Risale-i Nur’un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesini [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] bahane ederek, kanun ile değil de, yalnız kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile yüz şakird [talebe, öğrenci] içinde beş on şakirde [talebe, öğrenci] altışar ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört buçuk ay mevkuf, [tevkif edilmiş, tutuklu] yani bir buçuk ay hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarikatçilik gibi birkaç bahane ile yirmi senelik bütün mektubat ve telifatlarını [kaleme alma] inceden inceye tetkikle beraber, Ankara’nın Ağırceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar Ankara ve Denizli Mahkemelerinde tetkikten geçtikleri halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetcilik, tarikatçilikHaşiye vesair bahaneler cihetinde beraat kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraat ettirdikleri halde, bir siyasî cemiyetçi nazarıyla ve entrikacı bir adam tarzında onu ittiham [suçlama] etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde tarikat noktasında sevk etmek ne kadar kanunsuz olduğunu, insaniyeti sukut [alçalış, düşüş] etmeyen bilir.

Beşincisi: Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım [hayat kanunu] olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele [karşılama; karşılık verme] edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, [günahkâr] belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden [karşılama; karşılık verme] beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere

478

veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat [şefkatin içinde gizli olan sır] içindir ki, idare ve âsâyişe kat’iyen [kesinlikle] ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilâyetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki, “Bu Nur şakirtleri [öğrenci] mânevî bir zabıtadır; idare ve âsâyişi muhafaza ediyorlar” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdikleri ve binler şakirtlerin [öğrenci] de zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemeleriyle teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulamamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ gayet kıymettar ve antika ve mu’cizeli Kur’ân’ını ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba hangi kanun müsaade eder? Böyle âsâyişe hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] ile hizmet eden dindar binler zâtları, evham yüzünden idare ve âsâyiş aleyhine zorla sevk etmek, hangi maslahat [amaç, yarar] icabıdır?

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dünyanın muvakkat [geçici] şan ve şerefinin ve enâniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faidesiz ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmâresiyle [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] mücadele edip mahviyet [alçakgönüllülük] etmek, benliğini bırakmak, tasannu [yapmacık] ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] reddedip, o hâlis kardeşlerinin hatırını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onun hakkındaki medihlerini [övgü] ve ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kabul etmemesi ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan

479

Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip medhetmeleri, bir makam vermeleri ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vâizin [nasihat veren] bazı sözleriyle ve Kütahya’ya hiç mektup göndermediğim ve benim imzamı taklitle yazılan ve medar-ı mes’uliyet tevehhüm [kuruntu] edilen bir mektupla ve kimin yazısı bilinmeyen dokunaklı bir kitap Balıkesir’de bulunmasıyla, acaba hangi kanun ile medar-ı mes’uliyet olur ki, o bîçare hasta ve çok ihtiyar ve garibin münzevî odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi, kilidini kırıp taharri [araştırma] memurlarını sokmak, hem evradından [okunması âdet olan dualar] ve levhalarından başka bir bahane bulamamak, acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut [sınırlanmış] birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlâsına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celb [çekme] etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki, “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokunmayınız” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri, eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhiretiyle meşgul olan ve memleketinde, Nurs karyesinde [köy] öz kardeşine yirmi iki sene zarfında birtek mektup yazmayan ve o vilâyetlerdeki dostlarına yirmi senede on mektup yazmayan bir bîçareye, onun âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor?

Vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve komünistlerin neşriyatına serbestiyet kanunuyla ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakikî bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] uhuvvetini [kardeşlik]

480

ve bu millete dostluğunu iadeye ve o dostluğu takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle, üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek, tam kıymetini takdir edip “kıymettar eser” diye diyanet kütüphanesine [kitaplar] konulan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi ve-Kabr-i Peygamberî (aleyhissalâtü vesselâm) üzerinde alâmet-i makbuliyet olarak Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını hacılar gördükleri halde-Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek, acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi iki sene sıkıntılı sebepsiz bir nefiyden [inkâr] sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek, gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ve siyasete temas etmesin, ve çok sevaplı olan camideki [cansız] cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymettar zâtların tasdikiyle, dindar, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] bir Türkü, lâkayt [duyarsız] çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla [eserler/asırlar] İslâmiyetin uhuvvetine [kardeşlik] ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve senâ-i Kur’âniyeye [Kur’ânın övgüsü] mazhar [erişme, nail olma] olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık [önceki, geçmiş] vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için “O Kürttür, siz Türksünüz, o Şâfiîdir, [şifa verici] siz Hanefîsiniz” deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması ve yirmi senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafeti değiştirilmeye mecbur edilmeyen ve şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmeye cebretmeyi hangi maslahat, [amaç, yarar] hangi kanun buna müsaade eder?

481

Dokuzuncusu: Çok mühimdir,Haşiye kuvvetlidir, fakat siyasete temas ettiği için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da, hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiç bir maslahat [amaç, yarar] bulunmadığı ve yalnız mânasız evhamdan bir habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapmaktan ve hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Bu da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ediyoruz. Böylece on vech [cihet, yön, taraf] ile kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deriz.

 Said Nursî

ba

482

 Afyon hükûmet ve mahkemesine ve zabıtasına daha birkaç nokta mâruzatım [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] var

Birincisi: Ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] şarkta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta [batı] ve Avrupa’da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya’da hüküm süren, dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.

İkincisi: Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. [düşünme duygusu] Eğer—el’iyâzübillâh—Kur’ân küre-i arzın [yer küre, dünya] başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye [gezegen] çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.

Evet, Kur’ân Arşı ferş [yer] ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ve sönmez bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.

Üçüncüsü: Ehl-i imandan [Allah’a inanan] bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret [bağışlama] dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:

Mahkeme-i kübrâda, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] milyarlar ehl-i iman [Allah’a inanan] olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve

483

vatandaşlarını ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarmaya çalışan Risale-i Nur ve talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zâtlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.

Dördüncüsü: Ben bekliyordum ki, ya Ankara veya Afyon beni sorguda, pek büyük mes’eleler için, Nurların o meselelere hizmeti cihetinde bir meşveret [danışma] dairesine alıp bir sual ve cevap beklerdim. Evet, üç yüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını [güzel düşünce] ve mânevî yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesile Risale-i Nur olduğuna bir emâresi şudur:

Bu sene Mekke-i Mükerremede gayet büyük bir âlim hem Hind lisanına, hem Arab lisanına Nurun büyük mecmualarını tercüme edip Hindistan’a ve Arabistan’a göndererek “En kuvvetli nokta-i istinadımız [dayanak noktası] olan vahdet [Allah’ın birliği] ve uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] temine çalıştığı gibi, Türk milletinin daima dinde ve imanda ileri olduğunu Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ile gösteriyor” demişler.

Hem beklerdim ki, “Vatanımızda anarşiliğe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden komünist tehlikesine karşı Nurların hizmeti ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelândan [akış] nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misil[benzer] meselelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiçbir medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î [ferdî, küçük] ve şahsî ve garazkârların iftiralarıyla habbe, [dane, tohum] kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapılmış meseleler için, bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve beraat verdiği aynı meselelerden ve âdi ve şahsî bir iki mesele için mânâsız sualler edildi.

Beşincisi: Risale-i Nur’la mübareze [karşı koyma] edilmez, o mağlûp olmaz. Yirmi senedir en muannid [inatçı] feylesofları susturuyor, iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden [umumun bakışı, genel bakış] düşürmek, Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünkü, benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlarla

484

o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve küllî vazife-i Nuriyeyi, [Risale-i Nur vazifesi] şimdiye kadar olduğu gibi, inşaâllah kıyamete kadar devam ettirecekler.

Yedincisi: Sâbık [önceki, geçmiş] mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini [delil] gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve bir kısım erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî [resmi olmayan] muarızlarımız, [itiraz eden, karşı gelen] ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyete ve hakikat-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hakikati] karşı mürtedâne [dinden çıkan] mücadele eden bir dessas [hilebaz, aldatıcı] zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad[dinden dönme, dinden çıkma] mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler. Onları Kahhâr-ı Zülcelâlin [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] kahrına havâle edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 kal’asına [kale] iltica ederiz.

Sekizincisi: Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlarla propaganda yapıp ki, Ruslar başka milletlerden ziyade Kur’ân’a hürmetkâr diye, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeye çalıştığı aynı zamanda, Risale-i Nur’un büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte, [mübarek olan şehir; Şam şehri] hem Mısır’da, hem Halep’te âlimlerin takdirleri altında kısmen intişarlarıyla [açığa çıkma, yayılma] o komünist propagandasını kırdığı gibi, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] gösterdi ki, Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’ân’ına sahiptir ve sair ehl-i İslâmın [Müslümanlar] dindar büyük bir kardeşi ve Kur’ân hizmetinde kahraman kumandanıdır diye o ehemmiyetli, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] merkezlerde o Nur mecmuaları bu hakikati gösterdiler. Acaba Nurun bu kıymettar hizmet-i milliyesi [milli hizmet] bu tarz işkencelerle mukabele [karşılama; karşılık verme] görse, zemini hiddete getirmez mi?

485

Dokuzuncusu: Denizli müdafaatında izahı ve ispatı bulunan bir meselenin kısacık bir hülâsasıdır. [esas, öz]

Bir dehşetli kumandan dehâ ve zekâvetiyle [zeki oluş] ordunun müsbet [isbat edilmiş, sabit] hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini [günah] o orduya vererek, o efrad [bireyler] adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini [günah] o ordu efradına [bireyler] isnad ederek onların adedince seyyieler [günah] hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık [önceki, geçmiş] mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye [savcı] dedim: “Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye [koruma] ederim. Sen ise, birtek dostun için, Kur’ân’ın bayraktarı ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun” dedim. İnşâallah, o müddeî [iddia sahibi] insafa geldi, hatâdan kurtuldu.

Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf [eseflenme, üzülme] ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.”

Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hattâ, kısas [ödeşmek, hakkını almak] cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi kàtil olur” diye, o hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] demiş.

İşte, madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde—bilseler, belki—doksanı, Nur talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emârelerle şehadet ettikleri halde, burada o mâsum ve teselliye ve adaletin

486

iltifatına çok muhtaç Nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükût edip Allah’a havale ederek, “Belki bunda da bir hayır var” dedik. Fakat evham yüzünden ve garazkârların jurnalleriyle [ihbar] bu bîçare mâsumlara böyle muameleler, belâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur oldum. Zaten bu meselede bir kusur varsa benimdir. Bu bîçareler, sırf imanları ve âhiretleri için bana rıza-yı İlâhî [Allah rızası] dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstehak iken, böyle muameleler, hattâ kışı dahi hiddete getirdi.

Hem medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mâbeynimizde [ara] böyle medar-ı ittiham [suçlama sebebi] olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emâre mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar [bilirkişi] bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun [üniversite] şakirtleri [öğrenci] ve Kur’ân dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham [suçlama] eden, bütün esnaf [sınıflar] ve mekteplilere ve vâizlere [nasihat veren] siyasî cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız ve mânâsız ittihamlarla [suçlama] buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] çok alâkadar eden ve maddî ve mânevî bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikatle müdafaamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve

487

mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. [bireyler] Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî ve berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız [suçlama sebebi] olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme, inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraat vermişler.

 Said Nursî

ba

488

Ankara’nın altı makamatına ve Afyon Ağırceza Mahkemesine verilen müdafaanın itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] tetimmesi [ek] ve lâyihasıdır [dilekçe]

Afyon Mahkemesine beyan ediyorum ki: Artık yeter, sabır ve tahammülüm kalmadı. Yirmi iki sene sebepsiz bir nefiy [inkâr] içinde daimî tarassutlarla, [baskı ve gözetim altında tutma] hem tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] tarzında beni sıkmakla beraber, altı mahkeme iki üç meseleden başka Risale-i Nur’un yüz kitabında medar-ı mes’uliyet bulmadığı halde, evham yüzünden ve imkânatı vukuat yerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek cihetiyle, kanunsuz, bizi üç defa hapse sokup yüz binler lira Nur şakirtlerine [öğrenci] zarar vermek, dünyada emsali hiç vuku bulmamış bir gadirdir [zulüm, acımasızlık] ki, istikbâl ve nesl-i âti, [gelecek nesil] pek şiddetli olarak, bunun o zâlim müsebbiplerini [sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan] lânetle yad edecekleri gibi, mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] dahi Cehennemin esfel-i sâfilînine [aşağıların aşağısı] atmakla o zâlimleri mahkûm edeceklerine kat’î kanaatimizle şimdiye kadar bir derece teselli bulup sükût ederek tahammül ediyorduk. Yoksa hakkımızı tam müdafaa edebilirdik.

İşte, on beş sene zarfında, altı mahkeme, yirmi sene Nur risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve mektuplarımızı tetkik edip, beşi bize her cihetle beraat vermek mânâsıyla ilişmediler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi tek bir mesele olan tesettür-ü nisâ hakkındaki bir küçük risalenin beş on kelimesini bahane ederek, lâstikli bir kanunla hafif bir ceza verdiği zaman, Mahkeme-i Temyizden [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] sonra lâyiha-yı [dilekçe] tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir nümunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: “Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli milyonun kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir düsturuyla [kâide, kural] daimî ve kuvvetli bir âdet-i İslâmiyeyi [İslâmın âdeti, geleneği] ders veren ve emreden tesettür âyetini, eskide bir zındığın Kur’ân’ın bu âyetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icmâına ve hükümlerine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ederek o âyeti tefsir edip bin üç yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktidâ [tabi olma, uyma] eden bir adama o tefsiri

489

için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa, elbette o hükmü nakz [bozma, yok sayma] edecek ve bu acip lekeyi bu hükûmet-i İslâmiyedeki [İslâmiyetin hükmettiği alan, bölge] adliyeden silecek” diye lâyiha-yı [dilekçe] tashihimde yazdım, oranın müddeiumumîsine [savcı] gösterdim. Ondan dehşet aldı, dedi: “Aman, buna lüzum kalmadı. Cezanız az, hem pek az kaldı. Bunu vermeye lüzum kalmadı.”

İşte bu nümune gibi size ve Ankara makamatına takdim edilen itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] ve müdafaanamemde böyle acip çok nümuneleri elbette anlamışsınız. Ben Afyon Mahkemesinden talep ve ümit ederim ki, bu milletin ve bu vatanın menfaatine bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bulunan Risale-i Nur’un tam serbestiyetine karar vermenizi, hakikat-i adalet namına sizden bekliyoruz. Yoksa, münasebetimle hapse giren beş on adam arkadaşımın gitmesiyle beraber size haber veriyorum ki, beni en büyük cezaya çarpacak bir suç işleyip bu çeşit hayattan veda edeceğime mecbur eden bir fikir kalbime gelmiş. Şöyle ki:

Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek, milletin maslahatına [amaç, yarar] ve vatanın menfaatine çok lüzumu varken beni sıkması îma eder ki, kırk seneden beri benimle mücadele eden gizli zındıka komitesiyle şimdi onlara iltihak [karışma, katılma] eden komünist komitesinden bir kısmı, ehemmiyetli birer resmî makam elde ederek karşıma çıkıyorlar. Hükûmet ise, ya bilmiyor veya müsaade ediyor diye çok emâreler bana endişe veriyor.

Reis Bey, müsaadenizle çok hayret ettiğim bir şeyi soracağım. Neden hiç siyasete karışmadığım halde ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] beni bütün hukuk-u medeniyeden [medenî hukuk] ve hukuk-u hürriyetten, belki hukuk-u hayattan [hayat boyu sahip olunan haklar] iskat [düşürme] ediyorlar? Hattâ, yüz cinayeti bulunan gibi, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde hayatıma suikast edenler, on bir defa zehirleyen gizli düşmanlarımın şerrinden beni muhafazaya çalışan çok dikkatli kardeşlerimin ve sadık hizmetçilerimin de benimle temaslarını yasak etmişler ve ihtiyarlık ve gurbet ve hastalık içinde, yalnızlığımdan daimî ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiğim mübarek ve zararsız kitaplarımın mütalâasından dahi beni mahrum etmişler?

Müddeiumuma [savcı] çok rica [ümit] ettim ki, “Bana bir kitabımı ver.” Vaad ettiği halde vermedi. Yalnız olarak büyük, kilitli, soğuk bir koğuşta meşgalesiz durmaya

490

mecbur edip, alâkadar memurları ve hademeleri bana karşı dostluk ve teselli vermek yerinde, âdetâ adavetkârâne [düşmanlık] bakmaya teşvik ediyorlar. Bir küçük nümunesi şudur:

Müdüre, Müddeiumuma, [savcı] Mahkeme Reisine bir istida [dilekçe] yazdım. Bir kardeşime gönderdim, tâ bilmediğim yeni hurufla [harfler] yazsın. Ve yazıldı, onlara verildi. Güya büyük bir suç işlemişim diye benim pencerelerimi mıhladılar. [çivi] Ve duman beni sıkıyordu, bir pencereyi bırakmadım ki mıhlanmasın. [çivi] Şimdi onu da mıhladılar. [çivi] Hem hapis usulü tecrit on beş gün kadar olduğu halde, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu [harfler] bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan olmasından, çok rica [ümit] ettim ki, “Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] yazacak iki adama izin veriniz” dedim; izin vermediler. Dediler, “Avukat gelsin, okusun.” Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: “Eski hurufa çevir, ona ver.” Halbuki, o kırk sahifeyi yazmak altı yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdat [baskı, zulüm] ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat [düşürme] etmektir. Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez. Ben hakikaten bu emsalsiz işkencenin hiçbir sebebini bilmediğimden çok azap çekiyorum. Ben haber aldım ki, Mahkeme Reisi vicdanlı ve merhametlidir. Bu kanaate binaen, ilk ve son bir tecrübe olarak makamınıza bu istirhamname ve şekvâ[şikayet] yazdım.

 Tecrid-i mutlakta hasta ve perişan

 Said Nursî

ba

İddianamede benim hakkımda dört esas var.

Birinci esas: Güya bende tefahur [gururlanma, övünme] ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] var ve kendimi müceddit [yenileyici; sahih hadîs ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren büyük âlim] biliyorum.

Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf [bilirkişi]

491

“Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirtleri [öğrenci] kabul edecek” dediklerine mukàbil, Said, itiraznamesinde [itiraz dilekçesi, yazısı] demiş ki: “Ben Seyyid değilim. Mehdi Seyyid olacak” diye onları reddetmiş.

İkinci esas: Neşriyatı gizlemesi-gizli düşmanlar yanlış mânâ verdirmesin. Yoksa siyasete ve dünya âsâyişine temas cihetiyle değildir. Hem eski harfle teksir [çoğalma] makinesini bir bahane bulmasınlar. Mustafa Kemal’e karşı Nurun tokadı iseHaşiye altı mahkeme ve Ankara makamatı bilmiş, ilişmemişler ve bize beraat verdiler ve Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ile beraber bütün kitaplarımızı iade ettiler. Hem onun fenalığını göstermek, ordunun kıymetini muhafaza etmek içindir. Bir şahsı sevmemesi, orduyu muhabbetkârane senâ içindir.

Üçüncüsü: “Emniyeti ihlâle teşvik ediyor” demesine mukàbil, yirmi sene zarfında, yüz bin adam Nurcuların, yüz bin nüsha Nur risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] altı mahkemede ve on vilâyette emniyeti ihlâle ve âsâyişi bozmaya dair, on vilâyetin zabıtaları ve altı mahkeme hiçbir maddeyi kaydetmemesi ve bulmaması, bu acîp ittihamı [suçlama] çürütüyor. Bu yeni iddianamede üç mahkemenin bize beraat verdikleri aynı noktalara ait ve cevapları mükerreren [defalarca] verilmiş, ehemmiyetsiz birkaç meseleye cevap vermek mânâsızdır. O meselelerle bizi ittiham [suçlama] etmek, ondan bize beraat veren Ankara Ağırceza ve Denizli ve Eskişehir mahkemelerini ittiham [suçlama] etmek

492

hükmünde olmasından, cevabını onlara bırakıyorum. Ve ondan başka da iki üç mesele var.

Birisi: İki sene Denizli ve Ankara Ağırceza Mahkemelerinde inceden inceye tetkikden sonra bize beraat verip o kitabı bize iade ettikleri halde, o Beşinci Şuânın bir iki meselesini, ölmüş gitmiş bir kumandana tatbik edip bize suç gösteriyor. Biz dahi deriz:

Ölmüş gitmiş, hükümetten alâkası kesilmiş bir şahıs aleyhinde tatbik edilebilen küllî bir haklı tenkidi hiçbir kanun suç saymaz.

Hem küllî bir te’vil mânâsından makam-ı iddia [iddia makamı] cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mânâ mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale harika bir tarzda müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîslerin te’villerini beyan etmiş. O beyan otuz kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki defa takdim edilip tenkit görmeyen müdafaa ve itiraznamemde [itiraz dilekçesi, yazısı] kat’î cevap verildiği halde, o hadîsin hakikatini beyan sadedinde [asıl konu, esas mânâ] bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiçbir kanun suç sayamaz.

Hem o şahsı tenkit, o içinde bulunduğu ve kusurlara sebep olduğu bir inkılâbın [değişim, devrim] hasenatı yalnız onun değil, belki ordunun ve hükûmetindir. Onun da yalnız bir hissesi var. Onun kusurları için onu tenkit etmek elbette bir suç olmadığı gibi, inkılâba hücum ediyor denilemez. Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi [şeref kaynağı] ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yâdigârı olan Ayasofya Camiini puthaneye ve Meşîhat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?

İddianamede sebeb-i ittiham [suçlama sebebi] ikinci mesele:

Üç mahkemede ondan beraat kazandığımız ve kırk sene evvel bir hadîsin harika te’vilini beyan ederken, cin ve insin Şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendinin “Şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] şaka ile dahi başa koymaya hiç bir cevaz yok” demesiyle beraber, bütün şeyhülislâmlar ve bütün ulema-i İslâm [İslâm âlimleri] cevazına müsaade etmedikleri halde,

493

avâm-ı ehl-i iman [iman sahiplerinin avam tabakası] onu giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin [büyük âlim] adem-i müsaadeleri ile, onlar tehlikede, yani ya dinini bırakmak, ya isyan etmek vaziyetinde iken, kırk sene evvel Beşinci Şuânın bir fıkrası, [bölüm]Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] da secdeye getirecek, inşaallah [Allah dilerse] Müslüman edecek” demesiyle, avâm-ı ehl-i imanı [iman sahiplerinin avam tabakası] hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı; ve hiçbir kanun münzevîlere böyle şeyleri teklif etmediği; ve yirmi senede altı hükûmet beni onu giymeye mecbur etmediği; ve bütün memurlar dairelerinde ve kadınlar ve çocuklar ve camidekiler [cansız] ve ekser köylüler onu giymeye mecbur olmadıkları; ve şimdi resmen askerin başından kalktığı; ve örme ve bere çok vilâyetlerde yasak olmadığı halde, hem benim, hem kardeşlerimin bir sebeb-i ittihamımız [suçlama sebebi] gösterilmiş. Acaba dünyada hiçbir kanun, hiçbir maslahat, [amaç, yarar] hiçbir usul bu pek mânâsız ittihamı bir suç sayabilir mi?

Üçüncü medar-ı ittiham: [suçlama sebebi] Emirdağı’nda emniyeti ihlâle teşviktir. Buna karşı itiraz ise:

Evvelâ: Buradaki mahkemeye, hem Ankara’nın altı makamatına bu mahkemenin malûmat ve müsaadesiyle verilen ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmeyen itiraznamedir. [itiraz dilekçesi, yazısı] Onu aynen şimdi iddianameye karşı itiraz olarak izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Emirdağı’nda, orada bütün benimle konuşan zâtların şehadetleriyle ve ahalinin ve zabıtanın tasdikiyle, beraatimden sonra bütün kuvvetimle inzivamda [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] dünya siyasetine karışmaktan çekinmişim. Hattâ telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve muhabereyi de bırakmıştım. Yalnız tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] ve meleklere dair iki nükteden [derin anlamlı söz] başka telif [kaleme alma] etmedim. Ve haftada bir mektup bir yere Nurlara teşvik için yazardım. Hattâ müftü olan öz kardeşime ve yirmi sene yanımda talebelik eden ve beni çok merak eden ve bayram tebrikleri yazan o biraderime üç senede üç dört mektup yazdım. Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde, iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile ittiham [suçlama] edip ve cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ile eski nakaratı tazeleyerek “İnkılâba karşı geliyor” demiş. Buna karşı deriz:

Yirmi sene zarfında yirmi bin Nur nüshalarını merak ve kabul ile okuyan yirmi bin, belki yüz bin adamdan altı mahkeme ve alâkadar on vilâyetin zabıtaları

494

emniyeti ihlâle dair hiçbir maddeyi kaydetmemesi gösteriyor ki, hakkımızda binler ihtimalden ancak bir tek ihtimalle bir imkâna, kat’î vukuat nazarıyla bakıyor. Halbuki iki üç ihtimalden bir ihtimal olsa, eseri görülmezse, hiçbir suç olmaz. Hem binler ihtimalden bir ihtimal değil, belki her adam, hem aleyhime hücum eden müddeî [iddia sahibi] çok adamları öldürebilir, anarşist ve komünist hesabına emniyeti, âsâyişi bozabilir, emniyeti ihlâl edebilir. Demek böyle pek acip ve ifratkârâne [ölçüyü aşan, ileri giden bir tarzda] imkânatı vukuat yerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek, adliyeye ve kanuna karşı ihanettir.

Hem her hükûmette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve bilhassa vatan ve millete zararsız çok hizmeti ve faidesi bulunan ve sonra hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] karışmayan ve tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] yaşattırılan ve eserleri âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] en mühim merkezlerinde kemâl-i takdir ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] karşılananHaşiye bir adam hakkında bu pek acip ve asılsız ittihamları [suçlama] yapanlar, anarşilik, belki komünistlik hesabına bilmeyerek istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediliyor diye endişe ediyoruz.

Bazı emârelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nurun kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset mânâsını hatırlatan mehdilik dâvâsını tevehhüm [kuruntu] ile, güya Nurlar buna bir âlettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben o gizli zâlim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere deriz: Hâşâ! Sümme hâşâ! [asla, kesinlikle öyle değil] Hiç bir vakit

495

böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlerini şahsiyetime bir makam-ı şan u şeref kazandırmaya âlet etmediğime bu yetmiş beş, hususan otuz senelik hayatım ve yüz otuz Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve benimle tam arkadaşlık eden binler zâtlar şehadet ederler.

Evet, Nur şakirtleri [öğrenci] biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini [delil] göstermişim ki, şahsıma değil bir makam, şan u şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve mânevî bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana [Allah’a inanan] bir hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki-lüzum olsa—âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâki mertebeleri feda etmeyi, hattâ cehennemden bazı bîçareleri kurtarmaya vesile olmak için—lüzum olsa—Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakikî kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette ispat ettiğim halde, beni bu ittihamla [suçlama] Nur ve iman hizmetime bir ihlâssızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil [indirme] etmekle, milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir.

Acaba bu bedbahtlar dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya âlet ediyor tevehhümüyle [kuruntu] dünyadaki ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] meydan okuyan ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yolunda hem dünyevî hem-lüzum olsa-uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasî mânâsını işmam [hissetirme] eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete meslek itibarıyla tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibarıyla talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet [ciddi gayret] ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikad [inanç] eden bir adam hakkında, bazı hâlis kardeşleri, Risale-i Nur’dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeye mukàbil, onun tercümanı olan o bîçareye, tercümanlık münasebetiyle Nurların bazı faziletlerini hususî mektuplarında ona isnad etmeleri ve hiçbir siyaset hatırlarına gelmeyerek, âdete binaen, insanlar sevdiği âdi bir

496

adama da “Sultanımsın, velînimetimsin” demeleri nev’inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mâbeyninde [ara] câri ve itiraz edilmeyen makbul bir âdetle teşekkür mânâsında pek fazla medh ü senâ etmeleri ve eskiden beri makbul kitapların âhirlerinde mübalâğa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi? Gerçi mübalâğa itibariyle hakikate bir cihette muhaliftir; fakat kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab [sebebler] varken, insafsız çok muterizlere [itiraz eden] karşı sırf yardımcılarının kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalâğalı [abartılı] medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların bir kısım medihlerini [övgü] Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde, onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini [iman hizmeti] dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmî memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm, 1 ﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ : ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ dur.

 Said Nursî

ba

497

 Lâhika

Sorgu hâkimliğinin son tahkikat [araştırma, inceleme] kararnamesinin arkasında denilmiş ki: “Hey’et-i vekile Mu’cizât-ı Kur’âniyeyi, [Kur’ân’ın mu’cizeleri] yani, yalnız Yirmi Beşinci Söz risalesini, üç âyetin medeniyete karşı beyanatı şimdiki kanun-u medeniyete [medeniyetin kanunu; modern hukuk] uygun gelmediği bahanesiyle resmen dağılmasının yasak edilmesine ve toplanmasına dört ay evvel bir karar vermiş” diye yazılı gördüm.

Buna cevaben: Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] şimdi Zülfikar‘dadır [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] dört yüze yakın sahifesinden yalnız iki sahifesinde otuz sene evvel medeniyetin Kur’ân’a karşı tenkitlerine itiraz edilmez bir tarzda cevap verilen ve üç eski risalelerimde bulunan üç âyetin tefsiridir. Biri tesettür-ü nisvan [kadınların örtünmesi] hakkındaki âyet, ikincisi irsiyet [miras] hakkında فَِلاُمِّهِ السُّدُسُ 1 üçüncüsü yine irsiyet [miras] hakkında فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ 2 âyetlerindeki hakikatlerin hikmetini, feylesofları ilzam [susturma] edecek bir surette, iki sahifeyi yirmi sene evvel ve başka risalelerimde otuz sene evvel yazdığım halde, bugün yazılmış gibi tevehhümüyle [kuruntu] dört yüz sahife Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] yasak edilmesinin yerine o iki sahifeyi Zülfikar‘dan [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] çıkarıp kitabımızı bize iade etmek kanunen hakkımızdır. Nasıl bir mektupta zararlı bir iki kelime bulunsa, o kelimeler kaldırılır, mütebâkisinin [geri kalan] neşrine izin verilir. Bu kàbilden, mahkeme-i âdilinizden bu hakkımızı isteriz.

Bir ay evvel bize verilen kırk sahifelik iddianameyi birisi yanıma gelip bana okumaya imkân bulamadığından, bugün 11 Haziran’da yeni olarak iddianameyi bana okudular. Ben dinledim. Gördüm ki, size yazdığım iki ay evvel itiraznamem, [itiraz dilekçesi, yazısı] bir aya yakın evvel de itiraznamemin [itiraz dilekçesi, yazısı] tetimmesi [ek] ve lâhikası, hem Ankara’nın altı makamatına, hem makamınıza da verilmiş. İşte bu itirazname, [itiraz dilekçesi, yazısı] o iddianameyi esasıyla kesiyor ve reddediyor. Yeniden iddianameye karşı itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] yazmaya hiç lüzum görmüyorum. Yalnız iki üç noktayı makam-ı iddiaya [iddia makamı] hatırlatmak nev’inden derim ki:

498

Ben iddianameyi nazar-ı itibara [dikkate alma] alıp cevap vermediğimin sebebi, bizi beraat ettiren üç âdil mahkemenin haysiyetini kırmamak ve ihanet etmemek içindir. Çünkü o mahkemeler, şimdi iddianamedeki esasları tamamıyla inceden inceye tetkikten sonra bize beraat vermişler. Onların beraatini hiçe saymak, adliyenin şerefine ilişmektir.

İkinci nokta: Makam-ı iddia, [iddia makamı] cerbezesiyle, [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] binler mesail [meseleler] içinde bir-iki meseleye, hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek bizi ittiham [suçlama] ediyor. Halbuki o mesâiller [meseleler] Nurun büyük mecmualarında var. Mısır Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] uleması ve Şam-ı Şerif [mübarek olan şehir; Şam şehri] büyük âlimleri ve Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevverenin müdakkik [dikkatli] hocaları ve Halep ve saire, hususan Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlimleri onları görüp kemâl-i takdirle tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasdik ettikleri halde, hocavâri ve âlimâne bazı ilmî itirazları bu iddianamede hayretle ve taaccüple gördüm. Haydi, bazı yanlışlarım bulunsa bile, binler âlimlerin görmedikleri veya ilişmedikleri itiraznamedeki [itiraz dilekçesi, yazısı] o yanlışlar hakikî olsa da, bir suç olamaz, yalnız ilmî bir hatâ olabilir.

Hem üç mahkeme bütün Risale-i Nuru ve bizleri beraat ettirdi. Yalnız Eskişehir Mahkemesi bir tesettür-ü nisvan [kadınların örtünmesi] meselesine dair Yirmi Dördüncü Lem’anın [parıltı] on beş kelimesini sebep gösterip bana ve yüzde on beş arkadaşıma hafifçe bir ceza verdi. Size takdim ettiğim tetimme-i itirazımda, [itiraz yazısının tamamlanması için yapılan ilâve] üç yüz elli bin tefsirin hükmüne ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile o tefsirim için mahkûmiyetimi, rû-yi zeminde [yeryüzü] adâlet varsa o hükmü kabul etmez diye yazmışım. Makam-ı iddia, [iddia makamı] bin dereden su getirir gibi, yirmi seneden beri yazılan kitap ve mektupların bazı cümlelerini zekâvetiyle [zeki oluş] aleyhimize çevirmeye çalışmış. Halbuki bu noktada bizi beraat ettiren üç değil, belki beş altı mahkeme bu mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] suçta bize şerik oluyorlar. Ben o âdil mahkemelerin haysiyetine ilişmemek lâzım geliyor diye makam-ı iddiaya [iddia makamı] hatırlatıyorum.

Üçüncüsü: Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılâptaki [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] bazı

499

kusurata [kusurlar] sebep olmuş bir reise, sarîhan [açık] tenkit ve itiraz da olsa, kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahat [açıklık] değil, o kendi cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş. O mahrem ve herkese bildirmediğimiz mânâları izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve teşhir edip umumun nazar-ı dikkatini celb [çekme] ediyor. Eğer onda bir suç varsa, o makam-ı iddia [iddia makamı] suçlu olur. Çünkü halkı teşvik edip o mânâlara nazar-ı dikkati celb [çekme] ediyor.

Dördüncüsü: Üç mahkeme cemiyet noktasında bize kat’î beraat verdiği halde, yine eski nakarat gibi gizli cemiyet vehmine bin dereden su toplamak gibi emâreler araştırmış. Halbuki siyasî ve vatan ve millete zararlı olan müteaddit [bir çok] cemiyetler varken, onlara müsaade ve müsamahakârâne bakmakla beraber, bizim gibi binlerle şahitlerin ve emârelerin şehadetleriyle ve altı vilâyetin ilişmemeleriyle sabit olan Nur talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviye hesabına ve hariçten ve dahilden gelen ifsad [bozma] cereyanlarına karşı mücahidâne [cihad edercesine] tesanüdlerine [dayanışma] gizli cemiyet namını vermek ve yirmi senede yüz binler Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] emniyeti ihlâle dair hiçbir vukuatları kaydedilmediği halde, “Dini âlet ederek emniyeti ihlâle halkı teşvik ediyor” diye makam-ı iddia [iddia makamı] onları ittiham [suçlama] etmesi, değil nev-i beşeri, belki zemini de hiddete getirip o ittihamı [suçlama] reddeder. Her neyse, daha fazla söylemeye lüzum görmüyorum. İddianameden çok evvel yazılan itirazname [itiraz dilekçesi, yazısı] ve tetimmesi [ek] ona bir cevabımızdır.

 Afyon Cezaevinde mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu]

 Said Nursî

ba

500

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü [baskı] kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler [baskı] içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini [baskı] çekmeye iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi [cezalandırma] talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın [iddia makamı] asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.

Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.

Nur şakirtlerinin [öğrenci] hâlis ve sırf uhrevî Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mes’ul etmeye çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, [insanların sosyal hayatı] hususan millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne [yardımlaşarak] bir uhuvvet [kardeşlik] ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] kurtaran Kur’ân hakikatlerine ve nâşirlerine [neşreden, yayan, yayınlayan] sarsılmaz bir rabıta [bağ] ve iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] esasıyla temin eden bu rabıtaları [bağ] inkâr etmekle ve şimaldeki [kuzey] dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve

501

milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet [yakınlık] ve milliyeti izale [giderme] eden ve medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] ve hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine [öğrenci] medar-ı mes’uliyet cemiyet namını verebilir. Onun için, hakikî Nur şakirtleri, [öğrenci] çekinmeyerek Kur’ân hakikatlerine karşı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. O uhuvvet [kardeşlik] sebebiyle gelen herbir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i âdilenizde [adaletli mahkeme] hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.

 Mevkuf

 Said Nursî

ba

502

 Afyon Mahkemesine, iddianameye karşı verilen

 itirazname tetimmesinin [ek] bir zeylidir [ek]

Evvelâ: Mahkemeye beyan ediyorum ki, bu yeni iddianame de Denizli ve Eskişehir mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde sathî [sığ, yüzeysel] ehl-i vukufların [bilirkişi] sathî [sığ, yüzeysel] tahkikatlarına [araştırma, inceleme] bina edildiğinden, mahkemenizde dâvâ ettim ki: Bu iddianamenin yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım. İşte o dâvâmı ispat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cetvelini isterseniz takdim edeceğim.

Saniyen: [ikinci olarak] Ben Denizli Mahkemesinde, kitap ve evraklarımız Ankara’ya gittiği sırada, aleyhimize hüküm verilecek diye telâş ve meyusiyetle [ümitsiz] beraber, arkadaşlarıma yazdım. Ve bazı müdafaatımın âhirinde bulunan o yazdığım parça şudur:

 “Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idamla mahkûm etseler, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmaya mükellefiz.”

İşte, ey heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu] bu hakikate binaen, Risale-i Nur’un cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez kuvvetli hüccetleri [delil] elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş. Aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki, eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ile bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara [suçlama] ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nur’un mecmuaları, benim mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmez müdafaanamem ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez itiraznamemdirler. [itiraz dilekçesi, yazısı]

Medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, Mısır, Şam, Halep, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme allâmeleri [büyük âlim] ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] müdakkik [dikkatli] hocaları o Nur mecmualarını

503

tetkik edip hiç tenkit etmeyerek takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ettikleri halde, iddianameyi aleyhimize toplayan zekâvetli [zeki oluş] (!) zât, Kur’ân’ı, yüz kırk sûredir diye, acip ve pek zâhir bir yanlışıyla ne derece sathî [sığ, yüzeysel] baktığı ve Risale-i Nur bu ağır şerait içinde ve benim gurbet ve kimsesizliğim ve perişaniyetimde ve aleyhimde dehşetli hücumlarla beraber yüz binler ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] kendini tasdik ettirdiği halde, daha Kur’ân’ın kaç sûresi var olduğunu bilmeyen o iddiacı zât, “Risale-i Nur Kur’ân’ın tefsirine ve hadîslerin te’viline çalışmasıyla beraber, bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî bir mâhiyet ve kıymet taşımadığı görülmektedir” diye tenkidi ne derece kanundan, hakikatten, adaletten ve haktan uzak olduğu anlaşılıyor.

Hem size şekvâ [şikayet] ediyorum ki, kırk sahifeli ve yüzer yanlışı bulunan ve kalblerimizi yaralayan iddianameyi tamamıyla bize iki saat dinlettirdiğiniz halde, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir buçuk sahifeyi ona karşı ısrarımla beraber iki dakika okumaya müsaade etmediğiniz için, ona mukàbil itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] tamamıyla okumaya, adalet namına sizden istiyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Her bir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ettiği düsturlarının [kâide, kural] müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla [zoraki, zorlama] ve desiseleriyle, [hile, aldatma] fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi [dünya hayatı] için, sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanunlara, düsturlara [kâide, kural] tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi

504

yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm [baskı] altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida [dilekçe] yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi [cezalandırma] talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip zulmî muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ayHaşiye tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

Rabian: [dördüncü olarak] Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nur’da yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] zâtların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki: Ben nefs-i emmâremi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, [kendi kendini beğenme] şöhretperestlikten, tefahurdan [gururlanma, övünme] men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmişim. “Ben mal sahibi değilim. Kur’ân’ın mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının bir bîçare dellâlıyım” [davetçi, ilan edici] dediğimi hem yakın dostlarım, hem kardeşlerimin tasdikleriyle ve emârelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ü şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizde

505

güya en büyük bir siyasî mesele gibi, bana karşı bazı kardeşlerimin Nurdan istifadelerine mânevî bir şükran olarak ben kabul etmediğim halde, pederinden çok fazla hürmet etmesini medar-ı sual [soru sebebi] ve cevap yaptınız. Bir kısmını inkâra sevk ettiniz ve bize hayretle dinlettirdiniz. Acaba kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı halde başkalarının onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç tevehhüm [kuruntu] edilebilir mi?

Hamisen: [beşinci olarak] Kat’îyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetlerle ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmayan Nur talebelerini, cemiyetçilik ve siyasetçilikle ittiham [suçlama] etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslâmiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] beraatlerine karar vermişler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi, tesettür-ü nisâ hakkında bir küçük risalenin bir tek meselesini, belki bu gelen cümleyi, “Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] göre, merkez-i hükûmette bir kundura boyacısı, çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acip edepsizliği yapması tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor” diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan on beş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek, şimdi Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] ittiham [suçlama] etmek, o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve ittiham [suçlama] ve ihanet etmek demektir.

Sadisen: [altıncı olarak] Risale-i Nur ile mübareze [karşı koyma] edilmez. Onu gören bütün ulemâ-i İslâm [İslâm âlimleri] Kur’ân’ın gayet hakikatli bir tefsiri, yani hakikatlerinin kuvvetli hüccetleri [delil] ve bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve şimalden [kuzey] gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğunu tasdik ettiklerinden, mahkemeniz bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u âmme noktasında tergib [istek uyandırma, şevklendirme] etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz. Millete, vatana, âsâyişe

506

muzır [zararlı] dinsizlerin ve bazı siyasî zındıkların kitaplarına ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde, mâsum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlâktan kurtulmak için Nura talebe olması, elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif [bilgiler] dairesi teşvik ve takdir edecek bir hâlettir. [durum]

Son sözüm: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hâkimleri adalet-i hakikiyeye [gerçek adalet] muvaffak etsin. Âmin deyip,

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1* نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ 2* اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

dir.

 Said Nursî

ba

507

Son sözüm

Heyet-i hâkimeye [hakimler heyeti, kurulu] beyan ediyorum ki:

Hem iddianameden, hem uzun tecridlerimden anladım ki, bu meselede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maslahat [amaç, yarar] görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, âsâyişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevî maksatlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum. Buna karşı, size bunu kat’iyetle beyan ediyorum:

Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur’a ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymettar olan şakirtlerini [öğrenci] incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete mânevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur.

Bunu da size kat’iyen [kesinlikle] beyan ediyorum: Şahsıma tahkir [aşağılama] ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse; Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibarıyla kabule karar vermişim. Bunda da âhiretim için bir sevap var. Ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şerrinden kurtulmama bir vesiledir diye, bir cihette ağlarken memnun oluyorum. Eğer bu bîçare mâsumlar benimle beraber bu meselede hapse girmeseydiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım. Siz de gördünüz ki, iddianameyi yazan, bin dereden su toplamak gibi, yirmi otuz senelik hayatımda, mahrem ve gayr-i mahrem bütün kitap ve mektuplarımdan, cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve kısmen yanlış mânâ vermesiyle, güya umum onlar bu sene yazılmış, hiç mahkemeleri görmemiş, af kanunlarına ve mürur-u zamana [zaman aşımı, zamanın geçmesi] uğramamış gibi, onunla benim şahsiyetimi çürütmek istiyor. Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat’î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin, kanaat-i kat’îye gelsin.

508

Evet, hiçbir zaman, bu zeminde bu zaman kadar böyle bir ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan [ihtiyacın şiddeti] ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber bu teveccüh-ü âmmenin [halkın ilgisi, sevgisi] hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:

Risale-i Nur’un hakikati ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı—hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde—o harika hakikatin ve o hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] şahsiyetin bir mümessili [temsilci] zannedip o teveccühü [ilgi] gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh [ilgi] hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-i Nuriyenin ve şahsiyet-i mâneviyesinin [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] hesabına sükût edip o mânevî zararlara razı oluyorum. Hattâ İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile bu zamanımızda Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] bir âyinesi [aynası] olan Risale-i Nur’un hakikatine ve hâlis talebelerinin şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde te’vil edip Risale-i Nur’a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim [zayıflık, güçsüzlük] ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için zâhiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.

Size ihtar ediyorum! Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nurla mübareze [karşı koyma] edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede [karşı koyma] millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini [öğrenci] dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına [torunlar] bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati]

509

muhafazası ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazarında eskisi gibi dindarâne [dindarca] kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, [öğrenci] ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir âyinesi [aynası] olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.

Son sözüm,

فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

ba

510

 Heyet-i Vekileye gönderilmiş bir istidadır. [kabiliyet]

Hey’et-i vekileye gayet ehemmiyetli bir ricam [ümit] var.

Risale-i Nur’dan Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] namındaki üç yüz sahifeden ziyade mecmuanın âhirinde ve aslı çok zaman evvel yazılan ve on beş sahife kadar olan ve Heyet-i Vekilece [Bakanlar Kurulu] o mecmuanın toplanmasına vesile bulunan Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] herkese, hususan musibetzedelere ve ihtiyarlara ve imanda şüphelere düşenlere pekçok faideleri tahakkuk [gerçekleşme] eden Sirâcü’n-Nur‘dan, [nur lâmbası] o zararlı tevehhüm [kuruntu] edilen parçayı çıkarıp yasak ederek, mütebâki [geri kalan] üç yüz sahifenin neşrine izin verilmesini ve tesellisinden tam istifade eden bütün musibetzedeler ve ihtiyarlar ve iman hakikatlerine muhtaçlarla beraber Heyet-i Vekileden [Bakanlar Kurulu] rica [ümit] ederiz.

Hem dört yüz sahifelik Zülfikar‘da, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] otuz sene evvel Avrupa feylesoflarına karşı yazılan irsiyet [miras] ve tesettür hakkındaki iki âyetin tefsiri iki sahife, hem otuz sene evvel tab [basma] edilen İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] اَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا 1 âyetine dair yazılan, bankaya dair bir satır ve hem otuz sene evvel ben Dârü’l-Hikmette [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] iken İngiltere’nin Anglikan Kilisesinin [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] Başpapazının Meşîhat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sual içinde bir satır kadar yazılan yazıların kaldırılarak şimdiki kanun-u medenîye uygun gelmediği iki sahife bir satır bahanesiyle müsadere edilen ve âlem-i İslâmca [İslâm âlemi] çok tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ile çok menfaati bilfiil görülen ve üç rükn-ü imanîyi [imanın şartı, esası] harika bir tarzda ispat eden o Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mecmuamızı iade etmesini rica [ümit] edip istiyoruz ve hakkımızdır. Bir mektupta beş kelime sansür edilse bâki kısmına izin verilmesi gibi, biz de kanunen ehemmiyetli bu hakkımızı isteriz. Ve hakkımızda habbeleri kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapanların zulmünden kurtarılmamızı, millet ve

511

vatan ve âsâyişe Nurlarla hizmet eden Kur’ân ve iman-perverlerle beraber talep ederiz. Hem on sekiz sene evvel şiddetli bir zulme mâruz olduğum hiddetli bir zamanımda yazdığım Hücumat-ı Sitteyi [altı hücum; şeytanın desiselerine karşı yazılan bir eser; Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risalesi olan Altıncı Kısım] on sekiz seneden beri görmediğim gibi, mahrem deyip neşrine izin vermemişim. Ve hem üç dört mahkemenin eline geçmiş, o risaleyi sahiplerine iade etmişlerdir.

 Said Nursî

ba

512

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Diyanet Riyasetindeki ehl-i vukufa [bilirkişi] bir teşekkürname ve tetkiklerindeki cüz’î [ferdî, küçük] ve cevabı zâhir ve verilmiş tenkitlerine tashihle yardım etmek için üç noktayı beyan edeceğim.

Birincisi:

Üç cihetle o âlimlere teşekkür ederim. Şahsım itibarıyla minnettarım.

Birincisi: Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] mecmuasının Beşinci Şuâdan başka on üç parçasını takdirkârâne [övgüyle] hülâsa [esas, öz] etmeleridir.

İkincisi: Medar-ı ittihamımız [suçlama sebebi] olan tarikatçilik ve cemiyetçilik ve emniyeti ihlâl bahanelerini reddetmeleridir.

Üçüncüsü: Benim mahkemedeki dâvâmı tasdikleridir. Yani, mahkemeye dedim: Kusur varsa bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri hâlis ve mâsum olup imanları için Nurlara çalışmışlar. İşte o ehl-i vukuf [bilirkişi] dahi Nurcuları kurtarıyorlar. Bütün kusuru bana veriyorlar. Ben de onlara, “Allah sizden razı olsun” derim. Yalnız, merhum Hasan Feyzi ve merhum Hafız Ali’yi ve o iki mübarek şehidin sisteminde ve vârislerinden [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] iki üç zâtı benim suçuma şerik etmişler. Fakat bir cihette sehvetmişler. [yanlış, hata] Çünkü o zâtlar, kusurda değil, belki hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] benden ileri ve benim hatalarımdan müberrâ [arınmış, temiz] olarak, zaafiyetime [zayıflık, güçsüzlük] merhameten inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] tarafından bana yardımcı verilmişler.

İkinci nokta:

O ehl-i vukuf, [bilirkişi] Beşinci Şuâdaki rivayetlerin bir kısmına zayıf ve bir kısmına mevzu demişler ve te’villerinin bir kısmına yanlış demişler ki, bu Afyon’da aleyhimizde iddianame o tarzda yazılmış ve on beş sahifede seksen bir yanlış yaptığını bir cetvelde ispat etmişiz. Muhterem ehl-i vukuf [bilirkişi] o cetveli görsünler. Birtek nümunesi şudur:

513

İddiacı demiş: “Bütün te’villeri yanlıştır ve o rivayetler, ya mevzu veya zayıftır.”

Biz dahi deriz: Te’vil demek, yani “Bu mânâ bu hadîsten murad olmak mümkündür, muhtemeldir” demektir. Mantıkça o mânânın imkânını reddetmek ise, muhaliyetini [imkansızlık] ispat etmekle olur. Halbuki o mânâ gözle göründüğü ve tahakkuk [gerçekleşme] ettiği gibi, hadîsin mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde bir fert olması bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] mu’cizâne bir lem’a-yı [parıltı] ihbar-ı gaybîyi bu asrın gözüne gösterdiğinden, hiçbir cihetle kàbil-i inkâr ve itiraz olamaz. Hem o “Bütün rivayetler mevzudur veya zayıftır” iddiacının demesi üç vech [cihet, yön, taraf] ile yanlış olduğu, cetvelde ispat edilmiş.

Birisi: Bir milyon hadîsi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibni Hanbel ve beş yüz bin hadîsi hıfzeden İmam-ı Buharî’nin cesaret edemedikleri ve o nefyin [gönderilme, sürgün] ispatı kàbil [gibi] olmadığı ve bütün hadîs kitaplarını görmediği ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin mânâlarının zuhurlarını veya o küllînin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telâkki-i bilkabul [kabul ile karşılama] derecesine yakınlaşmış ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bazı nümune ve fertleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatadır.

İkinci vecih: [yön] “Mevzudur” mânâsı, “Bu rivayet an’aneli, senedli hadîs değil” demektir. Yoksa mânâsı yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve keşif ve bir kısım ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] ve ehl-i içtihad [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] kabul edip mânâlarının vukularını beklemişler. Elbette o rivayetlerin durûb-u emsal gibi umuma bakan hakikatleri vardır.

Üçüncü vecih: [yön] Hangi mesele veya rivayet var ki, meşrepleri, [hareket tarzı, metod] mezhepleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin? Meselâ, İslâm içinde birkaç deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu hadîs-i şerif, sarih [açık] bir surette Cengiz ve Hülâgû fitnesinden haber verir:

514

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وَلَدِ عَمِّى صِنْوِ اَبى الْعَبَّاسِ حَتّٰى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ * 1

Yani, “Uzun zaman hilâfet-i Abbâsiye [Abbasî halifeliği] devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” diye, beş yüz seneden sonra İslâm içine bir deccal gelecek, o hilâfeti bozacak gibi ki, eşhâs-ı âhirzamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] bir kısım ehl-i içtihad [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] kabul etmemişler, “mevzu” veya “zayıftır” demişler. Her ne ise, şimdi bu uzun kıssayı kısa kesmeme sebep, Risale-i Nur ile alâkadar ve Nurlara hücumun aynı zamanında zeminin hiddetini gösteren dört büyük zelzelenin tevafuku gibi bu cevabı yazdığım aynı saatte, burada iki şiddetli zelzele vuku buldu. Şöyle ki:

Akşamda elime verilen ehl-i vukufun [bilirkişi] raporundaki ameliyat-ı cerrahiyenin [cerrahî ameliyat] yaralarından elîm bir tesir ve temassızlıktan hazîn bir zahmetle kendim perişan kalemimle yazmaktan teellüm [elem çekme] hissederken, iki zelzelenin tevafukudur. Evet, sekiz ay tecrit ve sıkıntılar içinde en ziyade güvendiğim ve raporlarıyla imdadıma yetişmelerini beklediğim Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] dairesinden gelen raporu akşamdan aldım. Bu sabah bildim ki, pek ehemmiyetsiz şeylerle imdadıma değil, belki iddiacıya yardım ederek, “Geçen dört zelzeleler Nurun kerametlerindendir, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Said demiş” dediklerini gördüm. Cetvelde yazdığım gibi, “Nurlar, sadaka-i makbule [makbul olan, kabul edilmiş sadaka] misillü, [benzer] belâların def’ine bir vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, musibetler fırsat bulup gelirler ve bazan da zemin hiddet eder” diye yazmaya niyet ederken, burada iki şiddetli zelzeleHaşiye beni o bahsi yazmaktan vazgeçirdi. Onu bırakıp üçüncü noktaya geçiyorum.

Üçüncü nokta:

Ey müdakkik [dikkatli] ve hakikatli ve insaflı ehl-i vukuf [bilirkişi] âlimlerimiz.

Eskiden beri ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] mâbeyninde [ara] bir makbul âdet-i müstemirreye binaen,

515

yeni telif [kaleme alma] edilen güzel kitapların âhirlerinde başkaların o kitaba methiyeleri ve takrizleri ve mübalâğane ve bazan müfritâne [çok aşırıya kaçarak] senâları yazılıp neşredildiği ve müellif [telif eden, kitap yazan] kemâl-i memnuniyetle o takrizcilere minnettar olduğu ve rakipleri dahi onu hodfuruşlukla [kendi kendini beğenme] ittiham [suçlama] etmedikleri halde, Nurun bir kısım has ve hâlis şakirtlerinin [öğrenci] ve merhum Hasan Feyzi ve şehid Hafız Ali tarzında yazdıkları takrizleriyle aleyhime şiddetli hücum eden pek çok insafsız muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı aczime, zaafıma, [zayıflık, güçsüzlük] garipliğime, kimsesizliğime yardım ve Nurlara muhtaçları teşvik fikriyle olan methiyelerini bütün bütün reddetmediğimi ve şahsıma ait kısmını Nurlara çevirdiğimi bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] telâkki [anlama, kabul etme] etmenizi kemâl-i dikkatinize [tam bir dikkat] ve tahkikî ilminize ve şefkatkârâne [şefkat dolu] muavenetinize [yardım] ve insafınıza yakıştıramadığımdan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Ve o methiyeleri yazan sâfi arkadaşlarımın hiç siyaseti düşünmeyerek riyazî bir hesapla, “Mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinin bir mâsadakı [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] ve cüz’î [ferdî, küçük] bir ferdi bu zamanda Risale-i Nur’dur” demelerine hatâ denilmez. Çünkü zaman tasdik ediyor. Haydi, çok mübalâğa veya hatâ dahi olsa, ilmî bir hatâdır. Herkes kendi kanaatini yazabilir. Acaba, şeriatta on iki mezhep, hususan Hanefî, Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî mezheplerinde ve yetmişe yakın ilm-i kelâm ve usulüddin [din usulü, kelâm] dairesindeki allâmelerin [büyük âlim] fırkalarında ne kadar ayrı ayrı kanaatler ve fikirler kitaplara yazılmış, bilirsiniz. Halbuki bu zaman kadar, hiç bir zaman, din âlimlerinin ittifakına ve münakaşa etmemesine muhtaç olmamış. Şimdilik teferruattaki ihtilâfı bırakmaya ve medar-ı münakaşa [tartışma sebebi] etmemeye mecburuz.

ba

516

 Ehl-i vukufun insaflı hocalarından üç sualim var:

Birisi: Bir adam, diğer bir adamı sâfi bir niyetle onu methetmekle [övme] mes’ul olur mu? Hususan o istemediği, elinden geldiği kadar o medihleri [övgü] ya red veya başkasına çevirdiği ve o hâlis dostunu kaçırmamak için onu tekdir [azarlama] etmeyip, methini yüz derece haddimden fazladır diye sükût ile mukabele [karşılama; karşılık verme] etmesi hiç hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] sayılır mı?

İkinci sual: Acaba ortalıkta din aleyhinde bu dehşetli hücumlar ve dağ gibi dinî meseleler içinde Nur şakirtlerinden [öğrenci] bir hakikat âşıkı, zararsız ve cüz’î [ferdî, küçük] bir hatâ-i ilmî ve yanlış bir kanaati cihetinde böyle tekdir [azarlama] ve tezyife [alay etme, küçük düşürme] müstehak olur mu? Siz gibi üstadlardan, medhiye yazan talebe şefkatle hatâsını ihtar beklerken, böyle adliye eliyle tokatlamak caiz olur mu?

Üçüncü sual: Bu yirmi senedir hadsiz muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı sarsılmayan ve yüz binler muhtaçların imanlarını kuvvetlendiren Risale-i Nur’a bir iki mesele için bu tarz tenkidiniz yakışır mı? Hem o müdakkik [dikkatli] âlimlere bunu hatırlatıyorum ki, raporlarında, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin medhiyesinin başında bir mektubumu görmelerinden, güya o medihleri [övgü] ben kendime yapmışım gibi tenkit ediyorlar. Halbuki o mektubum benim şahsımın hakkındaki medihlerini [övgü] kabul etmemek ve kaldırmak içindi ki, bir kısmını kaldırdım, bir kısmını da tâdil edecektim. Fakat acele edip tam yapmadan o mektubu bir kardeşime göndermiştim. Onlar dahi o mahrem medhiynin başına koyup hususî bir zâta gönderdikleri zaman hükûmetin eline geçmiş. Acaba böyle hususî takriz ve sırf ilmî ve bir kanaat-i vicdaniye ve mahrem arkadaşların mâbeyninde [ara] ve sonra tam tâdil etmek fikriyle bir meşveret [danışma] tarzında gezmesi, bu şiddetli itiraza müstehak olur mu? Hem kırmızı ve siyah ciltli iki mecmuacık, arkadaşlara hususî ve tebrik ve teşvik ve taltif [güzellikle muamele etmek] için yazılmış bazı hususî mektuplardır. Her nasılsa bir iki zât merak edip zâyi olmasın diye bir deftere toplamış. Taharride [araştırma] zabıta eline geçmiş. Acaba böyle mektuplardan ahkâm [hükümler] çıkarmak ve sual ve cevaba medar [kaynak, dayanak] etmek ve siyasete temas ettirmeye çalışmaya hiç ihtiyaç var mı? Kur’ân’a hücum eden dehşetli ejderhaları görmüyor, bakmıyor, sineklerin ısırmasıyla uğraşıyor gibi olmaz mı?

517

Dini ve terbiye-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye] zehir diyen Saraçoğlu’nu bırakıp, hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] güneş gibi gösteren ve nev-i beşerin yaralarına tam tiryak [derman, ilaç] olduğunu ispat eden Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] ile münakaşa ederek, Nurun o mecmuasının âhirine ilhak [ekleme] edilen bir risalede zayıf hadîslerin te’villeri var diye, o mecmuanın müsaaderesine yardım etmek çıkmaz mı? Bizler siz gibi zâtlardan yaralarımıza merhem sürmek ve ferasetinizle [anlayışlılık, çabuk seziş] yardım bekler ve cüz’î [ferdî, küçük] tenkitlerinizden gücenmeyiz.

 Mevkuf

 Said Nursî