İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – 17. Söz (75-91)

75

On Yedinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً * وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَاعَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا 1* وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ * 2

Bu Söz, iki âli [yüce] Makam ve bir parlak Zeylden [ek] ibarettir.

HÂLIK-I RAHÎM ve Rezzâk-ı Kerîm, [bütün varlıkların ihtiyaçları olan rızıklarını veren, sınırsız ikram ve cömertlik sahibi Allah] ve Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şu dünyayı, âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] için bir bayram, bir şehrayin [şenlik] suretinde yapıp, bütün esmâsının garaib-i nukuşuyla [nakışlardaki harikâlıklar] süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî [alçak] herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin [güzellikler] ve in’âmattan [nimetlendirme] istifade etmeye muvafık ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî [maddî vücut, beden] verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.

Hem zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere, hattâ günlere, kıt’alara [dünyanın kara paçalarından her biri] taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, [dünyanın kara paçalarından her biri] birer taife ruhlu mahlûkatına ve nebatî [bitkisel] masnuatına [san’at eseri] birer resmigeçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rû-yi zemin, [yeryüzü] hususan bahar ve yaz zamanında, masnuat-ı sağirenin [san’at eseri küçük varlıklar] taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede [yüce katlar, makamlar] olan ruhaniyatı [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ve melâikeleri [melekler] ve sekene-i semâvâtı seyre celb [çekme] edecek bir

76

cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür [varlıklar üzerinde Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde düşünenler] için öyle şirin bir mütalâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlâhiye [İlâhi ziyafet] ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] ve Muhyî‘nin [bütün canlılara hayat veren Allah] tecellîlerine mukabil, ism-i Kahhâr ve Mümît, [ölümü yaratan Allah] firak [ayrılık] ve mevtle [ölüm] karşılarına çıkıyorlar. Şu ise, وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ 1 rahmetinin vüs’at-i şümulüne [kapsamının genişliği] zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sâni-i Kerîm, [sonsuz cömertlik ve kerem sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksut [istek] olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla, dünyadan merhametkârâne bir tarzla tenfir [nefret ettirme] edip usandırıyor, istirahate bir meyil [arzu, istek] ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan [bağış] ediyor; ve vazife-i hayattan [hayat görevi] terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine [asıl vatan] bir meyelân-ı şevk-engiz, [şevk verici eğilim] ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede [Allah yolunda cihad etme] işinde telef [yok olma, zâyi olma] olan bir nefere [asker] şehadet rütbesini veriyor ve kurban [yakın] olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki [devamlı ve kalıcı vücud] vererek Sırat [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] üstünde, sahibine burâk gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.2 Öyle de, sair zîruh [ruh sahibi] ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde [Allah’ın herbir varlığa yüklediği yaratılış görevi] ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef [yok olma, zâyi olma] olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, [ruh sahibi] onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye [ruhanî ödül] ve onların istidatlarına [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] göre bir nevi ücret-i mâneviye, [mânevî ücret] o tükenmez hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] baîd [uzak] değil ki

77

bulunmasın; dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.

Lâkin, zîruhların [ruh sahibi] en eşrefi [en şerefli] ve şu bayramlarda kemiyet [çokluk] ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun [aşık] ve müptelâ [bağımlı] olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] geçmek için, eser-i rahmet [rahmet eseri] olarak, iştiyak-engiz [çok arzulu ve istekli] bir halet [hal, durum] verir. Kendi insaniyeti dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] boğulmayan insan o haletten [hal, durum] istifade eder, rahat-ı kalble [kalp rahatlığı] gider. Şimdi, o haleti [hal, durum] intaç [netice verme] eden vecihlerden, [yön] nümune olarak beşini beyan edeceğiz.

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle, dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevâlin [batış, kayboluş] damgasını ve acı mânâsını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu [istek] arattırıyor.1

İkincisi: İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu dünyadan gidip diğer bir âleme [âhiret, öteki dünya] yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla, [sebebiyle] o ahbabın gittiği yere bir iştiyak [arzu, istek] ihsan [bağış] edip, mevt [ölüm] ve eceli mesrurâne [mutlu] karşılattırıyor.2

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği bazı şeylerle ihsas [hissettirme] ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhara [başka memleket] gitmeye samimî bir şevk veriyor.

Dördüncüsü: İnsan-ı mü’mine nur-u imanla [iman aydınlığı] gösterir ki, mevt, [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] değil, tebdil-i mekândır. [mekân değişikliği] Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] çıkmak ve müz’iç [rahatsız eden] dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden [maddî hayatın sıkıntıları] âlem-i rahata [rahat âlemi] ve meydan-ı tayeran-ı ervâha [ruhların uçuştuğu meydan] geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.3

78

Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati [hakikat ilmi] ve nur-u hakikatle [hakikat nuru] dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır.1 Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] Huruf [harfler] ve kelimâtı [kelimeler] nefislerine değil, belki başkasının Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu [işlemeler] bırak, git.

“Hem bir mezraadır.2 [tarla] Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını [atıklar] at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını [nurlar] gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] sev; ve zevâle [batış, kayboluş] ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

“Hem muvakkat [geçici] bir seyrangâhtır. [gezi ve seyir yeri] Öyle ise nazar-ı ibretle [ibret gözüyle bakış] bak ve zahirî, çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye [sınırsız güzellik sahibi ve varlığı devamlı ve sonsuz olan Allah] bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh [ferahlama, rahatlama] yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden [gösteren] ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne, [saçmalayarak] fuzulî [lüzumsuz] bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati [ayrılık] gayet hafifleştirir, belki hüşyar [uyanık] olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde [belirleyici özellik] bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kur’ân şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere [yön] dahi âyât-ı Kur’âniye [Kur’ân ayetleri] işaret ediyor. Veyl [yazık] o kimseye ki, şu beş vecihten [yön] bir hissesi olmaya.

ba

79

Kalbe Farisî [Farsça] olarak tahattur [hatıra gelme] edenbir münacat [dua, Allah’a yakarış]

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

Yani, bu münacat, [dua, Allah’a yakarış] kalbe Farisî [Farsça] olarak tahattur [hatıra gelme] ettiğinden, Farisî [Farsça] yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesinde derc [yerleştirme] edilmişti.

يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte [altı yön] denilen altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nazar gezdirdim. Maatteessüf [ne yazık ki] derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنْست

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki, dünkü gün, pederimin kabri; ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi [çok büyük mezar] suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi. Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o vahşetli mezar-ı ekberi, [çok büyük mezar] ünsiyetli [cana yakın, dost] bir meclis-i münevver [nurlu meclis] ve bir mecma-ı ahbap [dostların toplandığı yer] gösterir.

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنْست

Sonra soldaki istikbale baktım, derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim; ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] bir kabr-i ekberi [çok büyük mezar] suretinde görünüp, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] değil, belki vahşet verdi. Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman ve huzur-u iman, [imanın verdiği huzur] o dehşetli kabr-i ekberi, [çok büyük mezar] sevimli saadet saraylarında bir davet-i Rahmâniye [Rahmânî davet] gösterir.

وَإ ِيمْرُوزْ: تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنْست

80

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhânede [can çekişme hali] olan cismimin cenazesini taşıyor. Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve şaşaalı bir misafirhane gösterir.

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi devâ bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor. Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar [erişme, nail olma] ve ebedî saadete namzet [aday] olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.

دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ

O cihetten dahi meyus [ümitsiz] olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki, aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin [yaratılışın başlangıcı] toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı. Haşiye-3 [dipnot]

Haşiye-3: [dipnot] İman, o toprağı, rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِيْن دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem [hiçlik, yokluk] zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehrini ilâve etti. Haşiye-4 [dipnot]

Haşiye-4: [dipnot] İman, o zulümatta yuvarlanan dünyayı, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın nakışlarını gösterdiği sayfalar] olduğunu gösterir.

وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت * وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor. Haşiye-5 [dipnot]

Haşiye-5: [dipnot] İman, o kabir kapısını âlem-i nur [nur âlemi] kapısı ve o yol dahi saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur.

81

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت

İşte şu altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele [karşılama; karşılık verme] edeyim.Haşiye-1 [dipnot]

Haşiye-1: [dipnot] İman, o cüz-i lâyetecezzâ [parçalanmayan parça; zerre, atom] hükmündeki cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] yerine, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir kudrete istinad etmek için bir vesika [belge] verir. Ve belki iman bir vesikadır. [belge]

كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت

Halbuki o cüz-i ihtiyarî [insandaki az bir irade serbestliği] denilen silâh-ı insanî [insana ait silah] hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden [çalışma] başka hiçbir şey elinden gelmez.Haşiye-2 [dipnot]

Haşiye-2: [dipnot] İman, o cüz-i ihtiyarîyi, [insandaki az bir irade serbestliği] Allah namına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettirip, her şeye karşı kâfi [yeterli] getirir. Bir askerin cüzî [fert] kuvvetini devlet hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi…

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت

Ne geçmiş zamana hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi [geçmiş] ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.Haşiye-3 [dipnot]

Haşiye-3: [dipnot] İman, dizginini cism-i hayvanînin [canlı bedeni] elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için, maziye nüfuz ve müstakbele hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edebilir. Çünkü kalb ve ruhun daire-i hayatı [hayat alanı] geniştir.

مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت

O cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] meydan-ı cevelânı, [gezinti alanı] kısacık şu zaman-ı hazır [şimdiki zaman] ve bir ân-ı seyyaldir.

بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه * نُوِشْتَه اَسْت، “دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ

İşte, şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde derc [yerleştirme] edilmiştir.

82

بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَۤائِرَءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ * دَرْ دَسْت * هَرْچِه ِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت

Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet [ihtiyaç] vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَآئِرَءِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت

Halbuki daire-i iktidar, [gücü kullanabilme dairesi] kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır.

سَرْمَايَهءِ مَا هَمْچُو: “جُزْء لاَ يَتَجَزّٰا” اَسْت

Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ [parçalanmayan parça; zerre, atom] gibi cüz’î [ferdî, küçük] bir şeydir.

اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَۤائِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟

İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal [elde etme, ele geçirme] edilen hâcet [ihtiyaç] nerede? Ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] nerede? Bununla onların mübayaasına [alış veriş] gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَءِ مَنْ اَسْت

O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye [Allah’ın iradesi, dilemesi] işini bırakıp, kendi havl [güç] ve kuvvetinden teberri [uzak olma] edip, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havl [güç] ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle [tevekkül gerçeği] yapışmaktır. Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Madem çare-i necat [kurtuluş çaresi] budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden [insandaki az bir irade serbestliği] vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri [uzak olma] ediyorum.

83

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت

Ta, Senin inâyetin, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma [acizlik ve zayıflık] merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh [dayanak, sığınak] olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ، تَكْيَه * نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre [damla] serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت * وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت

Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت

Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan zevâle [batış, kayboluş] mahkûmdur, sür’atle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe [yokluk karanlıkları] sukut [alçalış, düşüş] eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta bâki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ * خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak [arzulu, aşırı istekli] ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptelâ [bağımlı] bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.

84

Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut [varlık nuru] bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia [emanet] ve emanettir.

وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ * سِرِّى كِه: “نَفْىِ النَفْى” اِثْبَاتَ سْت

Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy [yokluğun yokluğu] ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur.

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو * بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت

Hâlık-ı Kerîm, [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap. Ta beş hasâretten [zarar] kurtulup, beş ribhi [kazanç, kâr] birden kazanasın.1

ba

85

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَلَمَّۤا اَفَلَ قاَلَ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ * 1

لَقَدْ اَبْكاَنِى نَعْىُ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِنْ خَلِيلِ اللهِ

İbrahim aleyhisselâmdan sudur [bir şeyden çıkma, olma] ile kâinatın zevâl [batış, kayboluş] ve ölümünü ilân eden nây-ı لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri [damla] döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisî [Farsça] fıkralardır. [bölüm]

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber [Peygamberin Peygamberi, Hz. İbrahim] olan bir hakîm-i İlâhînin [aklıyla Allah’ı bulmaya çalışan hikmet sahibi zât] Kelâmullah [Allah kelâmı] içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِ يبَاسْت “اُفُولْدَه” گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. [sevgili] Çünkü zevâle [batış, kayboluş] mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî [sonsuzluk aşkı] için yaratılan ve âyine-i Samed [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمِى اَرْزَدْ “غُرُوبْدَه” غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlup [istek] ki gurupta [batış] gaybûbet [kaybolma] etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf [eseflenme, üzülme] etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş [aşırı derece sevme] etsin ve ona bağlansın, kalsın!

نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحْوٍ شُدَنْ مَقْصُودْ

86

Bir maksut [istek] ki fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü fâniyim. Fâni olanı istemem, neyleyeyim?

نَمِى خَوانَمْ “زَوَالْدَه” دَفْن شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mâbud [ibadet edilen] ki zevâlde [batış, kayboluş] defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden [batış, kayboluş] kendini kurtaramayan nasıl mâbud [ibadet edilen] olur?

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ رُوحْ

Evet, zahire müptelâ [bağımlı] olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş [aşırı derece sevme] ettiği şeylerin zevâlini [batış, kayboluş] görmekle meyusâne [ümitsiz] feryad eder. Ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi, لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 feryadını ilân ediyor.

نَمِى خٰواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى

İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem mufarakati! [ayrılık]

نَمِى اَرْزَدْ “مَرَاقَه” إِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى

Der-akap [derhal, hemen] zevâlle [batış, kayboluş] acılanan mülâkatlar, [buluşma, karşılaşma] keder ve meraka değmez; iştiyaka [arzu, istek] hiç lâyık değildir. Çünkü zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin [lezzetin bitmesi] tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum [düzenli] kitapları, şu tasavvur-u zevâlden [gelip geçiciliği düşünme] gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eş’ârının [şiirler divanı] ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.

أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte, o zevâl-âlûd [son bulmayla bulaşık] mülâkatlar, [buluşma, karşılaşma] o elemli mecazî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fâni dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.

87

“فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِينْ ، كِه اَزْ دُنْيَا “بَقَايَه” رَاهْ “فَنَادَنْ

Dünyaperestlik esasatı [esaslar] olan ahlâk-ı seyyieden [kötü ahlâk] tecerrüd [sıyrılma] et, fâni ol. Daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî [gerçek sevgili, Allah] yolunda feda et. Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ademnümâ [yokluğu gösteren] akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.

فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab [sebebler] içine dalan fikr-i insanî, [insan fikri] şu zelzele-i zevâl-i dünyadan [dünyayı yok eden sarsıntı] hayrette kalıp meyusâne [ümitsiz] fîzar [ağlayıp inleme] ediyor. Vücud-u hakikî [gerçek varlık] isteyen vicdan, İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 enîniyle mahbubat-ı mecaziyeden [gerçek sevgiye layık olmadıkları halde sevilenler] ve mevcudat-ı zâileden [yok olup giden, sona eren varlıklar] kat’-ı alâka edip Mevcud-u Hakikîye [gerçek varlık] ve Mahbub-u Sermedîye [varlığı sürekli olan sevgili, Allah] bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى

Ey nâdan [cahil] nefsim! Bil ki, çendan [gerçi] dünya ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] fânidir; fakat her fâni şeyde, bâkiye îsal [ulaştırma] eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezâlin [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] tecellî-i cemâlinden [güzelliğin yansıması] iki lem’ayı, [parıltı] iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i fâniyeden [geçici suret] ve kendinden geçebilirsen…

كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde in’âm [nimet verme] görünür, Rahmân’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’âma [nimet verme] geçsen, Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] bulursun. Hem, her eser-i Samedânî, [Samed olan Allah’ın eseri] bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsını bildirir. Nakıştan [işleme] mânâya geçsen, esmâ yoluyla Müsemmâ[adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan]

88

bulursun. Madem şu masnuat-ı fâniyenin [gelip geçici olan sanat eseri varlıklar] mağzını, [öz] içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını [kabuk] acımadan fenâ seyline [sel, akıntı] atabilirsin.

بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet, masnuatta [san’at eseri] hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem [cisimleşmiş kelime] olmasın, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] çok esmâsını okutturmasın. Madem şu masnuat [sanat eseri] elfazdır, [lafızlar, sözler] kelimat-ı kudrettir; [Allah’ın kudret kelimeleri] mânâlarını oku, kalbine koy, mânâsız kalan elfâzı [kelimeler, sözler] bilâpervâ [korkmadan] zevâlin [batış, kayboluş] havasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte, zahirperest [dış görünüşe ehemmiyet veren] ve sermayesi âfâkî [dış dünyaya ait] malûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî, [dünya aklı] böyle silsile-i efkârı [fikirler zinciri, fikir halkaları] hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve heybetinden meyusâne [ümitsiz] feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zevâl [batış, kayboluş] bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazî mahbuplardan [sevgili] vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvâri لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 1 gıyâsını [yardım nidâsı] çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا “جَامِى” عَشْقِ خُوىْ:

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk [Allah aşkıyla kendinden geçmek] olan Mevlânâ Câmi, kesretten [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ 1 ، يَكِى خَوانْ 2 ، يَكِى جُوىْ 3 ، يَكِى بِينْ 4 ، يَكِى دَانْ 5 ، يَكِى كُوىْ 6

demiştir.Haşiye [dipnot] Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.

2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.

3. Biri talep et; başkaları lâyık değiller.

89

4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl [batış, kayboluş] perdesinde saklanıyorlar.

5. Biri bil; marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.

6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler mâlâyâni [anlamsız, faydasız] sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى * هُوَ الْمَطْلُوبُ * هُوَ الْمَحْبُوب ُ * هُوَ الْمَقْصُودُ * هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet, Câmi’, [kapsamlı] pek doğru söyledin. Hakikî mahbub, [sevimli/sevgili] hakikî matlub, [istek] hakikî maksud, hakikî mâbud [ibadet edilen] yalnız Odur.

كِه “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu âlem, bütün mevcudatıyla, [var edilenler, varlıklar] muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamâtıyla, [nağmeler, ezgiler] zikr-i İlâhînin [Allah’ı anma] halka-i kübrâsında [büyük halka] beraber لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو 1 der, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet eder. لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ 2’in açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecazî mahbuplara [sevgili] bedel bir Mahbub-u Lâyezâlîyi [asla kaybolup gitmeyecek yegâne sevgili olan Allah] gösteriyor.

ba

90

Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihare [bir işin hayırlı olup olmayacağını anlamak niyetiyle abdest alıp, dua edip, rüya görmek üzere uykuyu yatma] edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur [akla gelme, kalbe doğma] etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

Birinci Levha

 Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

Beni dünyaya çağırma, …. Ona geldim fenâ gördüm.

Demâ [her zaman] gaflet hicab [örtü, perde] oldu ….Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] nihan [gizli, saklı] gördüm.

Bütün eşya u mevcudat [var edilenler, varlıklar] …….. Birer fâni muzır [zararlı] gördüm.

Vücut desen, onu giydim, … Ah, ademdi, çok belâ gördüm.

Hayat desen onu tattım…. Azap-ender azap [azap içinde azap] gördüm.

Akıl ayn-ı ikab [azabın tâ kendisi] oldu, …. Bekàyı bir belâ gördüm.

Ömür ayn-ı heva [boş istek ve arzunun tâ kendisi] oldu,…. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ayn-ı heba [zararın tâ kendisi] gördüm.

Amel ayn-ı riya [gösterişin tâ kendisi] oldu, …. Emel ayn-ı elem [acının tâ kendisi] gördüm.

Visal [kavuşma] nefs-i zevâl [sona ermenin kendisi] oldu, …. Devâyı ayn-ı dâ [hastalığın tâ kendisi] gördüm.

Bu envar [nurlar] zulümat oldu, …. Bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar [ses] nây-ı mevt [ölüm haberi] oldu, …. Bu ahyâyı mevat [ölmüş] gördüm.

Ulûm [ilimler] evhâma kalb oldu, ….Hikemde [hikmetler] bin sekam [hastalık] gördüm.

Lezzet ayn-ı elem [acının tâ kendisi] oldu, …. Vücutta bin adem [hiçlik, yokluk] gördüm.

Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] desen onu buldum, …. Ah, firakta [ayrılık] çok elem gördüm.  

91

İkinci Levha

 Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına [dünyanın gerçeği] işaret eder levhadır.

Demâ [her zaman] gaflet zevâl [batış, kayboluş] buldu, …. Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] ayan [aşikâr, belli] gördüm.

Vücut burhan-ı Zât [Cenab-ı Allah’ın varlığının delili] oldu, …. Hayat, mir’ât-ı Haktır, [Hakkın aynası] gör.

Akıl miftah-ı kenz [hazinenin anahtarı] oldu, …. Fenâ, bâb-ı bekàdır, [sonsuzluk kapısı] gör.

Kemâlin lem’ası söndü, …. Fakat şems-i cemâl [güzelliğin güneşi] var, gör.

Zevâl [batış, kayboluş] ayn-ı visal [kavuşmanın tâ kendisi] oldu, …. Elem ayn-ı lezzettir, [lezzetin tâ kendisi] gör.

Ömür nefs-i amel [amelin kendisi] oldu, …. Ebed ayn-ı ömürdür, [hayatın tâ kendisi] gör.

Zalâm [karanlıklar] zarf-ı ziya [ışığın kılıfı] oldu, …. Bu mevtte [ölüm] hak hayat var, gör.

Bütün eşya enîs [cana yakın, dost] oldu, …. Bütün asvat [sesler] zikirdir, gör.

Bütün zerrat-ı mevcudat …. [varlıkların zerreleri] Birer zâkir, [zikreden] müsebbih [tesbih eden] gör.

Fakrı kenz-i gınâ [zenginliğin hazinesi] buldum, …. Aczde tam kuvvet var, gör.

Eğer Allah’ı buldunsa …. Bütün eşya senindir, gör.

Eğer Mâlik-i Mülke [bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah] memlûk [köle, kul] isen …. Onun mülkü senindir, gör.

Eğer hodbin [bencil] ve kendi nefsine mâliksen …. Bilâ-addin [sayısız] belâdır, gör,

Bilâ-haddin [sınırsız] azaptır, tad, …. Bilâ gayet ağırdır, gör.

Eğer hakikî abd-i hüdâbin [Cenab-ı Hakkı tanıyan kul] isen, …. Hudutsuz bir safâdır, [gönül hoşnutluğu] gör,

Hesapsız bir sevap var, tad, …. Nihayetsiz saadet gör.