SÖZLER – Fihrist (1042-1075)

1042
1043

 Fihrist

 Âyât-ı Kur’âniyenin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarından Sözler Mecmuasının mücmel [kısa, kısaca] bir fihristesidir.

BİRİNCİ SÖZ:…. 27

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ‘in çok esrâr-ı mühimmesinden [önemli sırlar] bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve بِسْمِ اللهِ 2 ne kadar kıymettar bir şeâir-i İslâmiye [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] olduğunu gösteriyor.

On Dördüncü Lem’a‘nın [parıltı] İkinci Makamı:….30

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Kur’ân’ın bir hülâsa[esas, öz] ve bir fihristesi ve miftahı [anahtar] olduğunu gösterdiği gibi, Arştan ferşe [yer] kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nûranî olmakla beraber, Saadet-i Ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba-ı envar [nurlar kaynağı] olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan, “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; münteha[en son nokta] iptidasına [başlangıç] بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hatt-ı mübarekiyle ittihad [birleşme] ediyor. Ve bu makamda “Altı Sır” yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaiki [doğru gerçekler] tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bunu dikkatle okuyan, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

1044

İKİNCİ SÖZ: …. 41

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ 1 meâlinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile tefsir eder.Haşiye [dipnot] 1

ÜÇÜNCÜ SÖZ: …. 44

يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 2 âyetinin meâlinde ve ubudiyet [Allah’a kulluk] hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatini mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor.Haşiye [dipnot] 2

DÖRDÜNCÜ SÖZ: …. 47

  اِنَّ اصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا 3âyetinin meâlinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunanı teslime mecbur ediyor.

BEŞİNCİ SÖZ: …. 49

اِنَّ اللهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ 4 âyetinin meâlinde ve takvâ ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] hakkındaki âyetlerin ve vazife-i ubûdiyet [kulluk görevi] ve takvânın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna ediyor.

ALTINCI SÖZ: …. 52

اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ 5 âyetinin meâlinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim

1045

bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakka satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasâret [zarar] içinde hasâret [zarar] kazandıklarını, gayet mukni [ikna edici] bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.

YEDİNCİ SÖZ: …. 57

يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ * 1

اِنَّ وَعْدَ اللهِ حَقٌّ فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَيَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ * 2

âyetinin meâlinde ve “İman-ı Billâh ve’l-yevmi’l-âhir” ve hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet mâkul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt [ölüm] ve ecel, ne kadar müthiş; ve acz ve fakr, ne kadar elim olduğunu ve ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] hakkında hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] içyüzü, ne kadar güzel ve kabir ve ecel ve acz ve fakr nasıl birer vesile-i saadet [mutluluk vesilesi] bulunduğunu gayet kat’î bir tarz ile ispat eder. Saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] giden yolu gösterir.

SEKİZİNCİ SÖZ: …. 62

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ 3* اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ اْلاِسْلاَمُ * 4

âyetlerinin meâlinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhûf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanî [insan ruhu] ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber,

1046

dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu ispat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri [insan ruhu] zulmetten kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzel bir muvaze

ile; fâsık [günahkâr] olan bedbaht adamın müthiş vaziyetini, sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.

DOKUZUNCU SÖZ: …. 70

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ * وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * 1

âyetinin meâlinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını “Beş Nükte[derin anlamlı söz] ile tefsir etmekle beraber, mâlûm olan beş vakit namazın o vakitlere hikmet-i tahsisini [ait kılınmasının hikmeti, gayesi] o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki, zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu câzibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan; havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir sûrette beyan eder.

ONUNCU SÖZ: …. 82

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

âyetinin meâlinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatını, on iki mantıkî ve mâkul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-ı kàtıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki, bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan o isbata karşı teslim olur, izn-i İlâhi [Allah’ın izni] ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

1047

ON BİRİNCİ SÖZ: …. 177

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا * وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا * وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا * وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا * وَالسَّمَۤاءِ وَمَا بَنٰيهَا * وَاْلاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا * وَنَفْسٍ وَمَاسَوّٰيهَا * فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا * قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا * وَقَدْخَابَ مَنْ دَسّٰيهَا * 1

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ * 2

âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sûre-i Şemsin mu’cizâne işaret ettiğini ve kâinatı muntazam bir saray sûretinde gösterdiğini, ulvi ve vüs’atli [geniş] bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] vezâif-i ubûdiyet [kulluk görevleri] ve cihâzât-ı insaniyeyi ve Rubûbiyyet-i İlâhiyenin envâ-ı tecelliyatına karşı ubûdiyet-i insâniyenin mukabelelerini [karşılama; karşılık verme] o kadar güzel bir sûrette ispat ediyor ki: Sûre-i Veşşems’in mu’cizâne olan işaretini hârika bir sûrette ve en azîm bir dairede âzam bir Rubûbiyeti [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ekmel [daha mükemmel] bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] karşılaştırıyor.

ON İKİNCİ SÖZ: …. 191

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا 3* وَبِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ * 4

âyetlerinin meâlinde ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatını, hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ile hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] muvazenesi sûretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur’ân’ın bir mu’cizesini ve

1048

i’câzını [mu’cize oluş] ve onun karşısında hikmet-i felsefenin [felsefe ilmi] aczini ve sukutunu [alçalış, düşüş] hârika bir sûrette ispat eder, körlere de gösterir. Bu söz, On Birinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.

ON ÜÇÜNCÜ SÖZ: …. 200

İki makamdır.

Birinci Makam: …. 200

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 1 * âyetiyle وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 2 âyetinin meâlinde ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] ve vüs’ati [genişlik] ve şiirden istiğna[ihtiyaç duymama] hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân‘ın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] yüksek mu’cizâne hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile muvazene [karşılaştırma/denge] ediyor. Hikmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân’ın hikmeti] kesret [çokluk] ve vüs’ati [genişlik] ve felsefenin fakr ve iflâsını muhtasar [kısa] beyân etmekle beraber, Kur’ân’ın şiirden istiğnâsının [bir başkasına ihtiyaç duymama] ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i’câz-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] beyan eder.

İkinci Makam:…. 207

Gençliği, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefâhet [ahmaklık, beyinsizlik] uçurumuna düşmekten kurtaran ve imanda bu dünyada dahi hakikî bir cennet lezzeti ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ise, cehennemî bir azab ve sıkıntı bulunduğunu misâllerle izah ve isbat eden bir derstir.

İkinci Makamın Haşiyesi: …. [dipnot] 213

Mahpuslara tesellî hakkında dört mektuptur.

İkinci Makamın Zeyli:….219 [ek]

Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] ihtar edilen bir mesele-i mühimmedir. [önemli mesele]

Meyve Risalesinden [On Birinci Şuâ] Altıncı Mesele: …. 221

Hüve [“O”, Allah] Nüktesi: [derin anlamlı söz] ….. 226

1049

ON DÖRDÜNCÜ SÖZ: …. 231

Dar akıllara sığışmayan yüksek ve geniş bir kısım hakaik-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatleri, esasları] göze görünen emsâl ve nazîreleriyle [benzer] fehme takrib [yaklaştırma] ediyor. Meselâ:

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 1* وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 2* وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 3* اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 4*وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ * 5

âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir [benzerini yapma] ile akla kabul ettirir ve kalbi iknâ eder bir tarzda beyan ediyor.

On Dördüncü Sözün Hâtimesi: [son] …. 239

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. [ibret dersi] Âhirinde, nefs-i emmareye [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] müessir bir sille-i ikaz var. Nefse esir olan onu okusa ve kabul etse, esaretten kurtulur.

On Dördüncü Sözün Zeyli: [ek] …. 241

Zelzele hakkında ehemmiyetli altı suale cevaptır.

ON BEŞİNCİ SÖZ: …. 248

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 6 âyetinin meâlinde ve melâike [melek] ile şeytanların mübarezeleri [karşı koyma] hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların [astronomi, gök bilimi] dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, “Yedi Basamak” namıyla yedi muhkem [değiştirilemez] hüccet [delil] ve metin [sağlam] bir mukaddeme [başlangıç] ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semâsından evhâm-ı şeytâniyeyi recmedip tardeder. [kovma]

1050

On Beşinci Sözün Zeyli: [ek] …. 258

Kur’ân’ın kelâmullah [Allah kelâmı] ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Allah’ın Resulü [Allah’ın elçisi] olduğunu muknî [ikna edici] delillerle ispat eden, münazara tarzında yazılmış beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir risaledir.

ON ALTINCI SÖZ: …. 271

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 1

âyetlerinin meâlindeki çok âyâtın ifade ettiği: “ehadiyet-i Zâtiyyesi ile külliyet-i ef’âl; [işlerin çokluğu ve kapsamlılığı] ve vahdet-i Şahsiyesiyle [şahsın birliği] muinsiz [yardımcı] umumiyet-i Rububiyet [Cenab-ı Hakkın idare ve terbiye ediciliğinin ve egemenliğinin her şeyi kuşatması] ve ferdâniyetiyle [birlik ve teklik] şeriksiz şümûl-u [kapsam] tasarrufat; [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] iyetiyle [bir yerle sınırlı olmayan] her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle [yüce] herşeye yakın olması; ve bir tek Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] olmakla herşeyi bizzat elinde tutmak” olan hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] Kur’âniyenin Dört Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaikı müstakim [doğru ve düzgün] akıllara ve selim [sağlam, doğru] kalblere teslim ettiriyor.

ON YEDİNCİ SÖZ: …. 283

اِنَّا جَعَلْناَ مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً * وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا 2* وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ * 3

âyetlerinin meâllerinde, lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] içinde elem-i mevt ve sürur [mutluluk] ve visâl [kavuşma] içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar’a karşı

1051

Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir sûretle gösterip tefsir ediyor. Ve ehl-i iman [Allah’a inanan] için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat [geçici] bir misafirhâne ve birkaç günlük bir teşhirgâh [sergi yeri] ve kısa bir müddet için işleyecek bir destgâh [iş yeri] ve ahz-ı i’tâ için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve âhiret tarafına insan seyahatını sevdirir ve dehşetini izâle eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda “Siyah Dutun Meyvesi” namiyle kıymettar ve câzibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var.

Kalbe Fârisî Olarak Tahattur [hatıra gelme] Eden Bir Münâcat: [dua, yakarış] …. 290

Ehl-i Gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] Dünyasının Hakikatını Tasvir Eden Birinci Levha: …. 301

Ehl-i Hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve Huzurun Hakikat-ı Dünyalarına İşaret Eden İkinci Levha: ….302

Barla Yaylası, Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesi: … 305

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetinin bir sırrını; Çamdağının hayret-feza [hayret verici, şaşırtıcı] ve heybet-nümâ ağaçlarının vaziyetlerini ve muhteşem velvele-âlud bir zelzele-i raks-nümâ ve cezbe-edâ tesbihatlarını latif ve şirin ve harâretli, Fârisi bir münacât ile tefsir ediyor. O münâcât, [Allah’a yalvarış, dua] çendan, [gerçi] nazm [diziliş, tertip] ve şiire benziyor, fakat nazm [diziliş, tertip] ve şiir değil, belki hakikatlarının parlaklığı ve intizamı tereşşuh [sızma/sızıntı] edip, nazm [diziliş, tertip] ve şiir suretini vermiş. O münâcatın [dua, yakarış] tercümesi de o mektupta yazılmıştır.

Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname: …. 311

ON SEKİZİNCİ SÖZ: …… 313

Bu söz, “İki Makam”dır. İkinci Makamı yazılmamış.

Birinci Makamı: Üç noktadır. …. 313

Birincisi:

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَۤا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلاَ تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ * 2

1052

âyetinin fahre [gurur, övünme] meftun, [aşık] şöhrete müptelâ, [bağımlı] medhe düşkün, hodbin [bencil] nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] kafasına sille-i te’dibi vuran bir sırrını,

İkincisi: اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 1 nın çirkin ve bahsi hilâf-ı edeb görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını,

Üçüncüsü: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ 2âyetinin risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) dair ince, fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını tefsir eder.

ON DOKUZUNCU SÖZ: …. 319

يٰسۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ * اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ 3 âyetlerinin meâlindeki yüzer âyâtın en mühim hakikatları olan risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) On Dört Reşha [sızıntı] namıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem [değiştirilemez] burhanlarla [delil] tefsir ve ispat ediyor. Ve en muannid [inatçı] bir hasmı dahi ilzam [susturma] eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor.

YİRMİNCİ SÖZ: …. 333

“İki Makam”dır.

Birinci Makamı: …. 333

Sûre-i Bakara’nın başında: Hazret-i Âdem’e meleklerin secdesi ve bir bakaranın zebhi [kesme, boğazlama] ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyete karşı şeytanın gayet müthiş üç şüphesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki; Şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden [hile, aldatma] perişan edip vazgeçiriyor. Çünkü onlar, tenkit ve itirazlarıyla lemeât-ı i’câziyenin [mu’cizelik parıltıları] kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem’a-i i’câziye [mu’cizelik parıltısı] göründü.

1053

İkinci Makamı: …. 342

Mu’cizat-ı enbiya Aleyhimüsselâm yüzünde parlayan bir mu’cize-i Kur’âniyeyi [Kur’ân mu’cizesi] göstermekle beraber, mu’cizat-ı enbiyaya dair âyât-ı Kur’âniyenin ne kadar mânidar ve hikmettar [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapan] olduklarını gösterir. Ve Kur’ân’da kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.

YİRMİ BİRİNCİ SÖZ: ….. 362

İki Makamdır.

Birinci Makamı: …. 362

Namazın o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faidesini gösterir ki, en tembel ve en fâsık [günahkâr] adama dahi namaza karşı bir iştiyak [arzu, istek] verir ve gayrete getirir.

İkinci Makamı: …. 368

Şeytanın çok istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği beş mühim desiselerini [hile, aldatma] iptal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

YİRMİ İKİNCİ SÖZ: ….. 375

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1* اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ * لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 2

meâlinde ve tevhid-i hakikî [araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme] hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını “İki Makam” ile tefsir eder.

Birinci Makam: …. 375

Gayet güzel ve parlak ve muhkem [değiştirilemez] bir hikâye-i temsiliye [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] ile on iki basamak hükmünde “On İki Burhan[delil] ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] o kadar kat’i bir surette ispat eder ki, en mütemerrid [inatçı] müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay, fakat kuvvetli ve basit, fakat parlak bir sûrette Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu ve vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bütün sıfat ve esmâsiyle ispat eder.

1054

İkinci Makamı ise: …. 389

Hakikat-ı tevhidi [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma hakikati, gerçeği] ve tevhid-i hakikiyi, “On İki Lem’a[parıltı] namıyla hikâye-i temsiliyenin [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] perdesi altında on iki burhan-ı bâhire [açık delil] ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] ispat etmekle beraber, evsâf-ı celâliye ve cemâliye ve kemâliyesini vahdâniyet içinde ispat ediyor. O lem’alardaki [parıltı] deliller, o kadar kat’idir ki; hiçbir şüphe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllidirler ki, mevcûdat adedince, belki zerrat [atomlar] sayısınca marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu, umum sıfat ve esmâsiyle en muannitlere [inatçı] karşı ispat ediyor.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ: …. 417

لَقَدْ خَلَقْناَ اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ * اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ * 1

âyetlerinin meâlindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve tedenniyat[alçalmalar, gerilemeler] insaniyeye medar [kaynak, dayanak] hakikatlerini “Beş Nokta” ile ve “Beş Nükte[derin anlamlı söz] içinde herkese taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas [bahis, kısım] ile o sırr-ı azimi tefsir eder. İstidâdât-ı insâniye ile vezâif-i insâniyeyi, gayet mâkul ve makbul bir sûrette beyan eder.

Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ: …. 445

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الحُسْنٰى 2 âyetinin meâlinde ve Esmâ-i Hüsnanın [Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri]

1055

cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatını beş dal nâmıyla mebâhis-i [bahisler, konular] azime ile tefsir ediyor.

Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrârın muhtasar [kısa] bir hazinesidir.

Üçüncü Dal, hadislere gelen evhamı on iki kaide ile reddeder, evhamın esaslarını keser.

Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam [çalıştırma] olunan nebatat [bitkiler] ve hayvanat ve insan ve melâike [melek] taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubûdiyet [kulluk görevi] ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] İlâhiyeyi câzibedar bir tarzda beyan eder.

Beşinci Dal, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَۤاءُ الحُسْنٰى 1 âyetinin şecere-i nûrâniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir sûrette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz’ün âhirindeki Beş Meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.

YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ: ….. 488

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 2

âyetinin hakikatını te’yid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikatı olan i’câz-ı Kur’ânîyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] tefsir eder. Üç Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] içinde kırk vücuh-u i’câziyeyi [mu’cize olma yönleri] beyan ve tefsir ediyor ki, Kur’ân, kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi, öylece gösterir ve ispat eder. Nısf-ı evvel [ilk yarı] çendan [gerçi] sür’atli te’lif edilmiş, fakat istirahat-ı kalb ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir [son yarı] bâzı esbab-ı mühimmeye binâen muhtasar [kısa] ve mücmel [kısa, kısaca] kalmıştır. Fakat bununla beraber her

1056

tâifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübârek söz, i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ona gösterir ve ispat eder. Bu söz şimdiye kadar i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] karşı çok muannitleri [inatçı] serfüru [baş eğme] ettirerek secdeye getirmiş…

YİRMİ ALTINCI SÖZ: ….. 623

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ 2* وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ * 3

ilâ âhiri.. [sonuna kadar] meâlindeki âyâtın sırr-ı kadere [kader sırrı] ait ve “iman-ı bi’l-kader” “Hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ”nın isbatına medar [kaynak, dayanak] mühim bir hakikatını dört mebhas [bahis, kısım] ile öyle bir surette tefsir eder ki; havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] fikirleri yetişmediği esrâr-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrip [yakınlaştırma] edip anlattırıyor. Hatimesinde, en kısa ve en selim [sağlam, doğru] ve en müstakim [doğru ve düzgün] bir tarikın esâsını Dört Hatve nâmıyla tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı [kaynak, dayanak] olan dört mühim dersi veriyor. Ve hâtimenin hâtimesinde [sonucun neticesi, son bölümün sonu] mesâil-i müteferrikadan [çeşitli meseleler] altı mesele var ki, birisi Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’câziyesini [mu’cizeliğin sırrı] açıyor.

YİRMİ YEDİNCİ SÖZ: ….. 646

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰۤى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْ لاَ فَضْلُ اللهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَلِيلاً * 4

âyetinin meâlindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatını tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem [an, vakit] vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezâhibin sırrını güzel beyan eder. “Bu zamanda eski zaman gibi içtihad

1057

edebiliriz” diyenlerin ne kadar yanlış hatâ ettiklerini ispat eder. Bu sözün zeylinde [ek] Sahabe-i Güzin’in evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’i bir tarzda ispat etmekle beraber, Sahabelerin nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra en mümtaz [seçkin] şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat’i bir surette ispat eder.

YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZ: …. 669

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُو وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْناَ مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ * 1

âyetinin cennete ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dair hakikatını te’yid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatını iki makamla tefsir eder.

Birinci Makam: “Beş Sual ve Cevap” namıyla Cennetin lezâiz-i cismâniyesine ve huriler hakkında medar-ı tenkit [tenkide sebep] olmuş meseleleri öyle güzel bir sûrette beyan eder ki, herkesi ikna eder.

İkinci Makam: Arabiyyü’l-ibare [Arapça ibare, metin] [sağlam] olarak on iki lâsiyyema [bilhassa, özellikle] kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat’i ve hiçbir cihette sarsılmaz, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair, Cennet ve Cehennemin hakkaniyetine medar [kaynak, dayanak] binler burhanı [delil] tazammun [içerme, içine alma] eden bir burhan-ı bâhirdir [açık delil] ki; o burhan, Onuncu Söz’ün menşei [kaynak] ve esâsı ve hulâsasıdır. [özet]

YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ: …. 678

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى 2* وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ 3* وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْهُوَ اَقْرَبُ 4* مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 5

1058

âyetlerinin meâlindeki yüzer âyâtın haşir ve bekà-i ruha [ruhun devamlılığı] ve melâikeye [melekler] dair üç mühim hakikatını tefsir eder. Bekà-i ruhu [ruhun devamlılığı] o kadar güzel ispat eder ki, cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir. Ve melâikenin [melekler] vücutlarını görmediğimiz Amerika insanlarının vücutları gibi ispat eder. Ve haşir ve kıyâmetin vücud ve tahakkuklarını [gerçekleşme] o kadar mantıkî ve aklî bir surette ispat eder ki, hiçbir feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] hiçbir münkir [Allah’a inanmayan] itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] olur. Hususan âhirindeki “Remizli [işaretli] Nüktenin [derin anlamlı söz] Sırrı” namiyle haşr-i ekberin [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] esbâb-ı mucibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki, tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder.Haşiye [dipnot]

OTUZUNCU SÖZ: …. 724

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا * وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 1* عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ * 2

âyetlerinin enâniyet-i insâniye ve tahavvülât-ı zerrat [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] hakkındaki hakikata dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksat ile beyan eder.

Birinci maksat, enâniyet-i insâniyenin muammâ-yı acibesini hallederek silsile-i diyânet ile silsile-i felsefenin menşelerini gayet parlak bir tarzda gösterir.

1059

İkinci maksat, tahavvülat-ı [başka bir hâle geçme, dönüşme] zerrâtın [atomlar] tılsımını keşfediyor. Zerrâtın [atomlar] harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki; o umum zerreler, Sultân-ı Ezelinin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve muti [itaat eden, emre uyan] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] memurları olduğunu kat’i delillerle ispat eder. Yirmi Dokuzuncu Söz [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] nasıl ki tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde, [son] yedi hikmet ve yedi kanun-u azim ile bir İsm-i Azamın tecellisini göstermekle; tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] hikmetini gayet kat’i ve parlak bir surette gösterdiği gibi, zihayat [canlı] cisimlerini, o zerrâtın [atomlar] seyr ü seferine [gidiş-geliş] bir misafirhâne ve bir kışla ve bir mektep hükmünde gösterir, ispat eder.Haşiye [dipnot]

OTUZ BİRİNCİ SÖZ: …. 758

سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰي بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْ لَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ 1* وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى * 2

âyetlerinin hakikatını teyid eden âyâtın en mühim bir hakikatı olan Mirâc-ı Ahmediye’yi (a.s.m.)  

1060

ve o Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] içinde kemalat-ı Muhammediyeyi (a.s.m.), ve o kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] içinde risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) ve o risalet içinde çok esrâr-ı Rububiyyeti tefsir eder. Ve kat’i delillerle ispat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse, karşısında hayran olup, akıldan uzak zannedilen mesele-i Mirâcı en zâhir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i [nurlu ağaç] Miracın âhirlerinde beş yüz meyveden “Beş Meyve”sini o kadar güzel tasvir eder ki, zerre miktar zevki, şuuru bulunan onlara meftun [aşık] olur.

Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Mu’cizesine dair: …. 798

Şu risale, Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını Beş Nokta ile gayet kat’î bir sûrette reddedip inşikak-ı kamerin [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vukuuna hiçbir mâni bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile Şakk-ı Kamerin [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] vuku bulduğunu gayet muhtasar [kısa] bir sûrette ispat eder ve Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cize-i Ahmediyesini [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) güneş gibi gösterir.

OTUZ İKİNCİ SÖZ: …. 804

Üç Mevkıftır. [bölüm, kısım]

Birinci Mevkıf: [bölüm, kısım] …. 804

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 âyetinin meâlindeki yüzer âyâtın vahdâniyyete dâir en mühim hakikatını öyle bir surette ispat eder ki, şirk ve küfür yolunu muhal [bâtıl, boş söz] ve mümteni [imkansız] gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tardeder. [kovma] Zerrat [atomlar] adedince vahdaniyetin [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve

1061

yüksek mantıki bir muhâvere-i temsiliye suretinde hadsiz geniş mesâili [meseleler] o temsil içinde dercedip [yerleştirme] gösterir. Ve zeylinde [ek] gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] birkaç mesele var ki, hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir.

İkinci Mevkıf: [bölüm, kısım] …. 822

قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌ * اَللهُ الصَّمَدُ 1 ‘in hakikatına dâir sırr-ı ehadiyete [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ve vahdete [Allah’ın birliği] gelen teşkikat [şüphede bırakma] ve evhâmı izale [giderme] eder. Ehl-i dalâletin, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i tevhide [Allah’ın birliğine inanan kimseler] karşı ettikleri itirâzatı kat’i bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf‘tan [bölüm, kısım] daha kuvvetli, âyât-ı Kur’âniyenin vahdaniyete [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] dair mu’cizâne ispatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zâtiyye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-ı muazzama-i Kur’âniyeyi gayet güzel ve vâzıh [açık] bir temsil ile ispat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.

Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf‘ın [bölüm, kısım] hâtimesinden [son] evvel ikinci temsilin neticesinde Zât-ı Akdes-i İlâhiyeden hiçbirşey saklanmadığını ve hiçbirşey ondan gizlenemediğini, hiçbir fert ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden [elde etme, kazanma] Ona yanaşamadığını ve Rububiyyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mâni olmadığını ve hiçbir yer, Onun huzurundan hâli [boş] kalmadığını, herşeyde bakar ve işitir sem’ [işitme] ve basarının [görme] cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya [varlıklar zinciri] emirlerinin sür’at-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbap [sebepler] ve vesâit [vasıtalar] sırf zâhiri bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz [yer kaplama, yer tutma] ve temekküne [mekân tutma, yerleşme] muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücûdun perdeleri Onun kurbiyetine [yakın] ve tasarrufuna

1062

ve şuhûduna mâni olmadığını ve maddîlerin, mümkünlerin, kesiflerin, [katı] kesirlerin, [çok] mahdutların [sınırlanmış] hassaları Onun dâmen-i izzetine [izzet eteği, şeref ve yücelik dairesi] yanaşamadığını ve tegayyür [başkalaşım] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tahayyüz [yer kaplama, yer tutma] ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, [bekar] münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] müberra [arınmış, temiz] ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder. Bu İkinci Mevkıf‘ın [bölüm, kısım] hâtimesinde [son] sırr-ı ehadiyete [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] dair Arabiyyü’l-ibâre [Arapça yazılmış yazı] gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesâil-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mâli [amellerin değerlendirilmesi] için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir [değiştirme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tahrip ve tâmir etmek sırrını beyan eder.

Üçüncü Mevkıf: [bölüm, kısım] …. 853

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ 1* اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ * 2

âyetlerinin meâlindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını gayet mühim bir muvazene [karşılaştırma/denge] ile beyan eder. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hakkında hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] ne kadar müthiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Husûsan, muhabbet hakkındaki semerât-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için ne kadar elim, ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] için ne kadar hoş olduğunu gösterir.

Bu Üçüncü Mevkıf [bölüm, kısım] hakkında bazı müdakkik [dikkatli] kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Herbir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus semâ-i hakikatta birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemsdirler.”Haşiye [dipnot]

1063

OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ: ….. 890

سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِۤى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَهِيدٌ * 1

Otuz üç âyetin birer hakikatlerini tefsir eden Otuz Üç Pencere’dir. Otuz üç risale olmaya lâyık iken gayet müsta’cel bir zamanda yazıldığı için, bir veya yarım sayfalık pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun [içerme, içine alma] eder mâhiyetinde olduğunu gösterir.Haşiye [dipnot] Fakat maatteessüf, [ne yazık ki] baştaki pencereler gayet mücmel [kısa, kısaca] ve muhtasar [kısa] kalmış, lâkin gittikçe inbisat [genişleme, yayılma] ederek nısf-ı âhirdeki [son yarı] pencereler vazıh [açık, âşikar] düşmüştür.

Birinci Pencere: …. 892

وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 2

âyetinin bir hakikatını kuvvetli bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olarak tefsir ediyor.

İkinci Pencere: …. 893

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * 3

âyetinin, simâ-i insaniyedeki sikke-i Rububiyeti, [Rablık mührü; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının işareti, mührü] gayet parlak bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Üçüncü Pencere: …. 893

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 4

1064

âyetinin bir hakikatını, küre-i arzın [yer küre, dünya] simasında dört yüz bin hayvânat ve nebâtat [bitkiler] envaının çizgileriyle tezâhür eden sikke-i Rububiyeti [Rablık mührü; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının işareti, mührü] gayet parlak bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Dördüncü Pencere: …. 894

اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُم 1* فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ * ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ * 2

âyetlerinin bir hakikatını, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla ve kavl [söz] ve hal lisanıyla ve bütün mahlukatın bütün dualarını kabul etmek ve cevap vermek noktasında gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] göstermekle tefsir ediyor.

Beşinci Pencere: …. 894

اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 3 * صُنْعَ اللهِ الَّذِۤى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ * 4

âyetlerinin bir hakikatını, defaten ve âni sühûletle vücuda gelen masnuatta [san’at eseri] nihayet derecede hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve kemâl-i rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] bulunmasıyla parlak bir delil-i vahdâniyet göstermekle tefsir ediyor.

Altıncı Pencere: …. 895

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَۤا اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ

1065

لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 1

Bu pek büyük âyetin pek büyük bir hakikatını, pek kuvvetli ve pek parlak ve pek geniş bir delil-i vahdâniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yedinci Pencere: …. 898

Dört cihetle pek çok âyetin mühim hakikatlerini dört kat’i ve kuvvetli vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] delilleriyle tefsir ediyor.

Sekizinci Pencere: …. 899

وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 2

âyetinin pek mühim bir hakikatını, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiya [nebiler, peygamberler] (a.s.m.) mu’cizatlarına istinâden ve bütün kulub-u münevvere aktabı olan evliyâ (k.s.) keşif ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] itimaden ve bütün ukûl-u [akıllar] nûraniye erbabı olan asfiyâ (r.a.) tahkiklerine [araştırma, inceleme] istinaden bir tek vahid, Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Hâlik-ı Küll-i Şeyin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve kemal-i rubûbiyetine icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde şehadetleri, pek büyük ve çok nûrani bir pencere-i ma’rifet ve hüccet-i vahdâniyet [Allah’ın birliğinin delili] olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

1066

Dokuzuncu Pencere:….. 899

اِنْ كُلُّ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ اِلاَّ اٰتِى الرَّحْمٰنِ عَبْدًا * 1

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

âyetlerinin bir hakikatını, anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ve zîhayat [canlı] ve nebatat [bitkiler] ve insanların ayrı ayrı şekilde ettikleri ubûdiyet [Allah’a kulluk] içinde gayet kat’i ve kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyet [Allah’ın birliğinin delili] olduğunu göstermek ile tefsir ediyor.

Onuncu Pencere: …. 900

وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ 3 âyetinin gayet mühim ve büyük bir hakikatını, kâinatın mevcudatındaki [var edilenler, varlıklar] birbirine teâvünü, [yardımlaşma] tecâvübü [birbirinin ihtiyacına cevap verme] ve tesanüdü [dayanışma] noktasında gayet kuvvetli ve hiçbir cihetle sarsılmaz bir delil-i vahdâniyet göstermekle tefsir ediyor.

On Birinci Pencere: …. 902

اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ * 4

Hadsiz mevcudatı [var edilenler, varlıklar] Vahide isnad etmekle kalb mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olduğu; yoksa hadsiz müşkilat [zor] içinde hadsiz bir ızdıraba mazhar [erişme, nail olma] olduğu cihetle kuvvetli bir delil-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

On İkinci Pencere: …. 903

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلاَعْلٰى * اَلَّذِى خَلَقَ فَسَوّٰى * وَالَّذِى قَدَّرَ فَهَدٰى 5 âyetlerinin bir hakikatını, eşyanın âzâ ve cihâzatındaki eğri büğrü hudutların verdikleri meyveler noktasında gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

1067

On Üçüncü Pencere: ….. 903

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

âyetlerinin mühim bir hakikatını, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] muntazam suretleri herbiri bir lisan-ı ubûdiyet; ve mevzun [ölçülü] heyetleri herbiri birer lisan-ı şehadet; [şahitlik eden dil] ve mükemmel hayatları herbiri birer lisan-ı tesbih olduğu cihetle gayet geniş ve kuvvetli ve cami’ [kapsamlı] bir delil olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

On Dördüncü Pencere: …. 904

قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 2 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ * 3

 مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا 4 * اِنَّ رَبِّى عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ حَفِيظٌ * 5

âyetlerinin hakikatlerinden mühim bir hakikatını, zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlakanın; ve acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] içinde bir kudret-i mutlakanın; [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve fakr-ı mutlak [sınırsız fakirlik] içinde bir gına-i mutlakın; ve cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın; ve cehl-i mutlak [sonsuz bir cahillik] içinde muhit bir şuurun mevcudatta [var edilenler, varlıklar] görünen tezâhürâtını ve âsarını [eserler/asırlar] nihayetsiz Alîm, Hayy, [diri, canlı] Kadir ve Kavi bir Zat-ı Zülcelâl’in vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] hüccet [delil] göstermekle tefsir ediyor.

On Beşinci Pencere: … 905

اَلَّذِى اَحْسَنَ كُلَّ شىْءٍ خَلَقَهُ 6 âyetinin bir hakikatını, herşeye mâhiyetinin

1068

kabiliyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile en kısa yolda en kısa bir surette, en hafif tarzda isti’malce en kolay bir şekilde israfsız [boş yere harcamadan yapılan] olarak hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek, mevcûdat adedince deliller ile Sâni’in vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâletleriyle tefsir ediyor.

On Altıncı Pencere: …. 906

Şimdi tahattur [hatıra gelme] edemediğim bir âyetin mühim bir hakikatını zemin yüzünde mevsim-be-mevsim tazelenen mahlûkatın icad ve tedbirlerindeki intizamın gösterdiği rahmet-i vâsıa ile ve o ihsânâttaki iâşe-i umûmiyenin gösterdiği rezzakıyet [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] cihetinde gayet parlak ve kuvvetli ve kat’i bir burhan-ı vahdâniyeti [Allah’ın birliğine ait delil] göstermekle tefsir ediyor.

On Yedinci Pencere: ….. 908

اِنَّ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ 1 gibi âyetlerin hakâikından [gerçekler, hakikatler] bir hakikatını, zemin yüzünde yaz zamanında müşevveşiyeti [dağınık, karışık] iktiza [bir şeyin gereği] eden nihayet sehâvet içinde kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizansızlığı [ölçü] iktiza [bir şeyin gereği] eden sûr’at-i mutlaka içinde kemal-i mevzuniyet ve mebzuliyyet [çok bulunan, bol] ve kabalığı iktiza [bir şeyin gereği] eden kesret-i mutlaka [sınırsız derecede çokluk] içinde kemâl-i hüsn-ü san’at [mükemmel güzel san’at] ve basitliği ve sanatsızlığı iktiza [bir şeyin gereği] eden sühulet-i [kolaylık] mutlaka içinde nihayet derecede maharet ve sanatkârlık ve ihtilafı iktiza [bir şeyin gereği] eden uzaklık içinde bir ittikan[sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] mutlak ve tenasüb[uygunluk] tâm ve karışıklığı ve bulaşmaklığı iktiza [bir şeyin gereği] eden kemâl-i ihtilâf içinde kemal-i imtiyaz ve ehemmiyetsizliği ve kıymetsizliği iktiza [bir şeyin gereği] eden mebzûliyet [bolluk] ve nihayet derecede ucuzluk içinde san’atça nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette mevcudatın [var edilenler, varlıklar] görünmesi güneş gibi parlak olarak her tarafta vahdâniyyet-i İlâhiyeyi gösterip Sâni-i Vâhid‘in [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah]

1069

vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehâdet ederek, küre-i arz [yer küre, dünya] kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

On Sekizinci Pencere: ….. 910

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1âyetinin bir hakikatını mükemmel bir eser mükemmel bir fiile, mükemmel fiil mükemmel bir fâile, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] mükemmel fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] mükemmel sıfât ve esmaya [Allah’ın isimleri] kat’i delâlet ettiğinden, bütün kâinat mevcûdatıyla herbiri birer hikmetli esere, her eser birer muntazam fiile, muntazam fiil birer fâile [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve o fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] Kadîr ve Alîm gibi esmâsına, yani Halık[her şeyi yaratan Allah] Zülcelâl‘in [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] esmâ ve sıfâtına dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şehadet ettikleri suretinde tefsir ediyor.

On Dokuzuncu Pencere: …. 911

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 âyetinin bir hakikatını, semavat ve güneşler ve yıldızlar kelimâtıyla [kelimeler] ve arz, fezası, [uzay] nebâtat [bitkiler] ve hayvanat denilen kelimat-ı tesbihiyesi [Allah’ı tesbih eden kelimeler] ile ve herbir ağaç; yaprak, çiçek ve meyvelerin kelimeleriyle ettikleri tesbihat noktasında silsile-i mevcudat [varlıklar zinciri] gibi kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyeti [Allah’ın birliğinin delili] göstermekle tefsir ediyor.

Yirminci Pencere: …. 914

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ 3* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَۤا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ * 4

1070

âyetlerinin hakaikından [doğru gerçekler] geniş bir hakikatı mevcûdatın envâ-ı külliyesinden ziya, havâ, mâ gibi anâsır-ı külliyenin [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] zâhiren tesâdüfi zannedilen vaziyetlerindeki intizam-ı mahfi ve çiçekler ve meyveler ve kuşlar gibi envâın [tür] şekillerindeki hikem-i [hikmetler] hafiyenin izharı [açığa çıkarma, gösterme] cihetiyle gayet geniş ve parlak bir delil-i vahdâniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Birinci Pencere: ….. 916

وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ 1 âyetinin bir hakikatını, şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat sâhibinin vücud ve vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] güneş gibi parlak ve nûrani bir hüccet [delil] olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi İkinci Pencere: …… 918

اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا * وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا * 2

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 3

âyetlerinin hakaikından [doğru gerçekler] bir hakikatını; küre-i arzın [yer küre, dünya] vaziyet ve hareketinde ve yüzündeki mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] kemal-i hikmet ve mizan [ölçü] ile yüzbinler ecnâs-ı nebâtat [bitki cinsleri] ve envâ-ı hayvânat [hayvan türleri] ile şenlendirip, doldurup boşaltmak cihetiyle bir Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettikleri suretinde küre-i arz [yer küre, dünya] kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Üçüncü Pencere: …. 920

اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ 4 âyetinin bir hakikatını; hayat, vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiye burhanlarının [delil] en kuvvetlisi ve en parlağı ve tecelliyât-ı samedaniye ayinelerinin

1071

en câmii, en berrakı olduğu cihetinde Hayy-ı Kayyum’u esma [Allah’ın isimleri] ve şuûnatıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bildirir bir hüccet-i katıa [kesin delil] olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Dördüncü Pencere: …. 922

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 1 âyetlerinin mevte [ölüm] dair bir hakikatını ve mevcûdat vücud ve hayatlarıyla Sâni-i Zülcelali gösterdikleri gibi, mevt [ölüm] ve zevalleriyle [geçip gitme] dahi kuvvetli bir surette baki bir Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna şehadet etmekle mevt [ölüm] dahi hayat gibi bir hüccet-i bahire-i vahdâniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Beşinci Pencere: …. 924

Umur-u nisbiye tâbir edilen, biri birisiz olmayan; veled [çocuk] validi, fevkıyet tahtiyeti iktiza [bir şeyin gereği] ettiği gibi, kâinatın herbir mevcudatında [var edilenler, varlıklar] bulunan mahlûkiyet, [yaratılmış olma] bir Halık‘a; [her şeyi yaratan Allah] masnuiyyet bir Sâni‘a, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] infial bir faile bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] delâlet ettiğinden bütün mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] bütün hikmetli masnuiyetler ve muntazam mahlukiyetler ve mizan[ölçü] fiiller, infiâller hadsiz bir surette bir Halık[her şeyi yaratan Allah] Vahid’e şehadet etmekle beraber, herbir mevcut böyle umur-u nisbî adedince bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] delalet ettiklerini beyan eder.

Yirmi Altıncı Pencere: …. 925

Kâinatın bütün mevcudâtı [varlıklar] yüzünde tazelenen, gelip geçen cemaller, hüsünler, [güzellik] bir cemal-i sermedinin bir nevi gölgeleri olduğunu ve insanda tezahür eden kâinatın kalbindeki ciddi bir incizab[çekim, çekicilik] aşkı, bir ma’şuk-u Lâyezâliyi gösterdiğini ve kâinatın

1072

sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, [çekim, çekicilik] cezbeler, cazibeler, bir hakikat-ı cazibedârın cezbiyle olduğunu ve mahlukatın en hassas ve nûrani taifesi olan ehl-i keşf [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] ve velâyetin [velilik] ittifakıyla zevk-i şuhudiye istinad ederek bir Cemil-i [güzel] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] kendini tanıttırmasına ve sevdirmesine zevk ile muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduklarını müttefiken [ittifakla, birleşerek] haber verdiklerini bildiren gayet kuvvetli ve nûrani bir hüccet-i vahdâniyyet ve marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] karşı hususi, fakat üç renkli bir ziyayı neşreden bir penceredir.

Yirmi Yedinci Pencere: …. 926

اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ 1 âyetinin bir hakikatını; kâinatta hiçbir sebep hiçbir müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] icadına eli yetişmediği gibi, müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] gayelerini düşünmek ve irade etmek kabiliyetinde de olmadığını ve müsebbebdeki [netice, eser, sebebin sonucu] sanat-ı hârikaya da hiçbir cihette kabil olmadığı cihette, doğrudan doğruya her müsebbeb [netice, eser, sebebin sonucu] sebepten değil, belki Müsebbibü’l-Esbâb [sebeplerin yaratıcısı olan Allah] olan Vâcibü’l-Vücud‘un [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] kudretinden çıktığı cihetle gayet câmi, belki müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] adedince delâletleri tazammun [içerme, içine alma] eden bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Sekizinci Pencere: …. 929

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * 2

âyetinin bir hakikatını, kâinatın hey’et-i mecmuasındaki [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] intizamında ve erkân-ı külliyesindeki hikmetli tezyinat [süslemeler] ve harekâtında ve hayvânat ve nebâtâtın [bitkiler] tedbir ve terbiyelerinde, hatta hüceyrat[hücrecikler] bedeniyenin mizan [ölçü] ve intizam dairesindeki

1073

vaziyetlerindeki kâinatın silsilesi kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Yirmi Dokuzuncu Pencere: …. 930

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 âyetinin bir hakikatını bahar mevsiminde garibâne bir seyâhat zamanında inkişaf [açığa çıkma] eden şöyle bir nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] ile yani; herşey, hususan çiçekler ve meyveler herbiri birer mektub-u Samedâninin birer mührü, belki herbir mektup hadsiz mühürleri olduğunu ve herbir mühür ile hadsiz mektubatı mühürlendirdiğini, her birşeyi bütün eşyayı kendi sahibinin mektubu ve mülkü olduğunu gösterdiği cihetle tefsir edip, gayet latif ve kuvvetli ve vazıh [açık, âşikar] bir surette marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] karşı pencereler açıyor.

Otuzuncu Pencere: …. 931

لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا * 2

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ * 3

âyetlerinin hakaikından [doğru gerçekler] imkân ve hudusa dair bir hakikatı ilm-i kelâmın cadde-i kübrâları [büyük ve geniş cadde] içinde imkân ve hüdûs noktasında gayet kuvvetli bir burhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

Otuz Birinci Pencere: ….. 935

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * 4

وَفِى اْلاَرْضِ اٰيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ * وَفِۤى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ * 5

âyetlerinin, insanın mâhiyeti noktasında ve enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] cihetine bakan bir hakikatını,

1074

insan üç cihetle Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına ayine olmasıyla, yani acziyle ve fakrıyla ve naks [eksiklik, noksanlık] ve kusuruyla Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] kudretini, gınasını, kemalini bildirdiği gibi, cüz’i ilim ve cüz’i kudretiyle ve cüz’i basar [görme] ve cüz’i sem’iyle [işitme] ve cüz’i malikiyetiyle yine Sâni’in ilm-i mutlakına, sem’ [işitme] ve basarına [görme] ve mâlikiyet-i [sahiplik] mutlakasına ayinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edip gösterdiğini ve hem insan üstünde nakışları [işleme] görünen Esmâ-i İlâhiyyeye [Allah’ın isimleri] o nakışlar [işleme] cihetiyle ayinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ederek, esmada [Allah’ın isimleri] bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olduğu gibi esmânın nukuşunda [işlemeler] dahi insan bir nakş-ı âzam [büyük nakış] bulunduğunu göstermekle gayet kuvvetli bir delil-i vahdaniyeti insanın mahiyetinde izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip üç cihetle marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] pencereler açar.

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ 1 ‘in bir hakikatını tefsir ediyor.

Otuz İkinci Pencere: ….. 938

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا 2* قُلْ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا * 3

âyetlerinin bir hakikatını, semâ-i risaletin bir güneşi olan zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) dair olan On Dokuzuncu Mektup ve On Dokuzuncu Söz ve Otuz Birinci Söz ile tefsir edip, bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

Otuz Üçüncü Pencere: ….. 939

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا قَيِّمًا 4 âyetinin Kur’ân’a dair bir hakikatını, Kur’ân’ın herbir âyeti bir pencere olduğunu ve belki ekser âyetinde marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] karşı çok pencereler bulunduğunu ve Kur’ân’ın

1075

hey’et-i mecmua[fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] umum pencereler kuvvetini tazammun [içerme, içine alma] ettiğini göstermekle gayet parlak ve vazıh [açık, âşikar] ve câmi diğer bir pencere daha açmakla gayet kat’i ve yakini ve şüphesiz bir hüccet-i vahdâniyet [Allah’ın birliğinin delili] gösterip, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] dair Yirmi Beşinci Söz’le tefsir ediyor. Ve bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَفِى الْقِيٰمَةِ شَفِيعًا وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا 1* سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 2* اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ * 3

LEMEÂT: [Lem’alar isimli eser] …. 941

Risale-i Nur şâkirdlerine [Allah’a şükreden] küçük bir mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] ve imanî bir divandır.

ANGLİKAN KİLİSESİNE CEVAP: …1009

KONFERANS: …. 1011