LEM’ALAR – On Üçüncü Lem’a (132-162)

132

On Üçüncü Lem’a [parıltı]

 Hikmetü’l-İstiâze

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ * 1 sırrına dairdir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَ اَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 2

Şeytandan istiâze [Allah’a sığınma] sırrına dairdir. On Üç İşaret yazılacak. O işaretlerin bir kısmı, müteferrik [ayrı ayrı] bir surette Yirmi Altıncı Söz gibi bir kısım risalelerde beyan ve ispat edildiğinden, burada yalnız icmâlen [özet] bahsedilecek.

BİRİNCİ İŞARET

Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir medhalleri olmadığı, hem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve inâyetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ehl-i hakka taraftar olduğu, hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri [güzellikler] ehl-i hakka müeyyid [destekleyici] ve müşevvik [teşvik eden] bulunduğu, hem dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] müstekreh [çirkin] çirkinlikleri ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tenfir [nefret ettirme] ettikleri halde, hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] çok defa galebe [üstün gelme] etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sığınmasının sırrı nedir?

Elcevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir [hiçlikle ilgili] ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile hidayet ve

133

hayır, müsbettir [isbat edilmiş, sabit] ve vücudîdir [varlığa ait, var olmakla ilgili] ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir günde tahrip eder. Evet, bütün âzâ-yı esasiyenin [temel organlar] ve şerâit-i hayatiyenin [hayat için gerekli şartlar] vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan [insan hayatı] Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kudretine mahsus olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî [hiçlikle ilgili] olan mevte [ölüm] o insanı mazhar [erişme, nail olma] eder. Onun için, et-tahrîbü eshel1 [daha kolay] durub-u emsal [ata sözleri] hükmüne geçmiş.

İşte bu sırdandır ki, ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hakikaten zayıf bir kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem [değiştirilemez] bir kalesi var ki, onda tahassun [sığınma, korunma] ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat [geçici] bir zarar verseler, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ 2 sırrıyla, ebedî bir sevap ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kale-i metin, [sağlam kale] o hısn-ı hasîn [çok sağlam kale] ise, şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] ve sünnet-i Ahmediyedir [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] (a.s.m.).

İKİNCİ İŞARET

Sual: Şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olan şeytanların icadı ve ehl-i imana [Allah’a inanan] taslitleri [musallat olma, sataşma] ve onların yüzünden çok insanlar küfre [inançsızlık, inkâr] girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel’ıtlak [sonsuz ve kusursuz güzellik sahibi olan Allah] ve Rahîm-i Mutlak [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] ve Rahmân-ı Bilhakkın [hakkıyla çok merhametli olan Allah] rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne [meydana gelme] nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor? Şu meseleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.

Elcevap: Şeytanın vücudunda cüz’î [ferdî, küçük] şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye [büyük hayırlı maksatlar] ve kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca

134

kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] dahi ondan daha ziyade merâtip [mertebeler] var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdâtın inkişâfâtı, [açığa çıkma] elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve o muameledeki terakki [ilerleme] zembereğinin hareketi, mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile olur. O mücahede [Allah yolunda cihad etme] ise, şeytanların ve muzır [zararlı] şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melâikeler [melekler] gibi, insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nev’inde binler envâ [tür] hükmünde sınıflar bulunmayacak… Bir şerr-i cüz’î [az veya kısmî şer, kötülük] gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir. [aykırı]

Çendan, [gerçi] şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye [kimyasal işlem] mazhar [erişme, nail olma] etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile, yıldızlar gibi nev-i insanı [insan türü, insanlık] şereflendiren ve tenvir [aydınlatma] eden on insan-ı kâmil [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, haşarat nev’inden sayılacak derecede süflî [alçak] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] küfre [inançsızlık, inkâr] girmesiyle insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i İlâhiye, [Allah’ın adaleti] şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına [hükmetme, musallat olma] meydan vermiş.

Ey ehl-i iman! [Allah’a inanan] Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze [Allah’a sığınma] ve istiğfar [af dileme] ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Sual: Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı azîm şekvâları [şikayet] ve kesretli [çokluk] tahşidâtı [kuvvetlendirme, destekleme]

135

ve çok şiddetli tehdidâtı,1 [tehditler] aklın zâhirine göre, adaletli ve münasebetli belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve üslûbundaki itidaline [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] ve istikametine [doğru] münasip düşmüyor. Adeta âciz bir adama karşı, orduları tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] ediyor. Ve onun cüz’î [ferdî, küçük] bir hareketi için, binler cinayet etmiş gibi tehdit ediyor. Ve müflis [iflas etmiş] ve mülkte hiç hissesi olmadığı halde, mütecaviz [aşkın] bir şerik gibi mevki verip ondan şekvâ [şikayet] ediyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?

Elcevap: Onun sır ve hikmeti şudur ki: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sülûk [mânevî yol alma] ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapabilirler. Ve çok mahlûkatın hukukuna, az bir fiil ile çok hasâret [zarar] veriyorlar.

Nasıl ki, bir sultanın büyük bir ticaret gemisinde, bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terk etmekle, o gemiyle alâkadar bütün vazifedarların semere-i sa’ylerinin [çalışmanın meyvesi, neticesi] ve netice-i amellerinin [yapılan işin neticesi] mahvına ve iptaline sebebiyet verdiği için, o geminin sahib-i zîşânı, [şanlı sahip] o âsiden, o gemiyle alâkadar olan bütün raiyetinin [halk] hesabına azîm şikâyetler edip dehşetli tehdit ediyor. Ve onun o cüz’î [ferdî, küçük] hareketini değil, belki o hareketin müthiş neticelerini nazara alarak ve sahib-i zîşânın [şanlı sahip] zâtına değil, belki raiyetinin [halk] hukuku namına dehşetli bir cezaya çarpar.

Öyle de, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebed dahi, küre-i arz [yer küre, dünya] gemisinde ehl-i hidayetle [doğru ve hak yolda olanlar] beraber bulunan, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] olan hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] zâhiren cüz’î [ferdî, küçük] hatîatlarıyla [hatâlar, yanlışlar] ve isyanlarıyla pek çok mahlûkatın hukukuna tecavüz ettikleri ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vezâif-i âliyelerinin [yüce vazifeler] neticelerinin iptal etmesine sebebiyet verdikleri için, onlardan azîm şikâyet ve dehşetli tehdidat, [tehditler] ve tahribatlarına karşı mühim tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] etmek, ayn-ı belâgat [belâgatın ta kendisi] içinde mahz-ı hikmettir [hikmetin ta kendisi] ve gayet münasip ve muvafıktır. Ve mutabık-ı mukteza-yı haldir [halin gereğine uygun] ki, belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] tarifidir2 ve esasıdır. Ve israf-ı kelâm [gereksiz söz söyleme] olan mübalâğadan münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

136

Malûmdur ki, böyle az bir hareketle çok tahribat yapan dehşetli düşmanlara karşı gayet metin [sağlam] bir kaleye iltica etmeyen, çok perişan olur. İşte, ey ehl-i iman, [Allah’a inanan] o çelik ve semâvî kale, Kur’ân’dır. İçine gir, kurtul.

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Adem [hiçlik, yokluk] şerr-i mahz, [kötülüğün ta kendisi] ve vücud hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olduğunu, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile, hayır ve mehâsin [güzellikler] ve kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vücuda istinad eder ve ona râci [ait] olur. Sureten [görünüş itibarıyla] menfi ve ademî [hiçlikle ilgili] de olsa, esası sübutîdir [bir şeyin var olması] ve vücudîdir. [varlığa ait, var olmakla ilgili] Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şer ve musibetler ve mâsiyetler [günah] ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. [inkâr] Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan [gerçi] suret-i zâhirîde [dış görünüş] müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] de görünseler, esası ademdir, nefiydir. [inkâr]

Hem bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] sabittir ki, bina gibi birşeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur [karar bulma] eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in’idâmı, [yok olma] bir rüknün [esas, şart] ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet [asıl sebep] ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem [hiçlik, yokluk] ise, ademî [hiçlikle ilgili] şeylere istinad edebilir; ademî [hiçlikle ilgili] birşey, mâdum [yok] birşeye illet [asıl sebep] olur.

İşte bu iki kaideye binaendir ki, şeytan-ı ins [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinnin kâinattaki müthiş âsâr-ı tahripkârâneleri [tahrip edici davranış ve hareketler] ve envâ-ı küfür [küfrün çeşitleri] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şer ve mehâliki [helâk edici şeyler] yaptıkları halde zerre miktar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlâhîde [Allah’a ait mülk, kâinat] bir hisse-i iştirakleri [katılma payı] olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar; belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atâlettir. [hareketsizlik] Hayrı yaptırmamakla şerleri yapıyorlar, yani şerler oluyorlar. Çünkü mehâlik [helâk edici şeyler] ve şer, tahribat nev’inden olduğu için, illetleri, [asıl sebep] mevcut bir iktidar ve fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir icad olmak lâzım değildir. Belki bir emr-i ademî [yokluğa ait iş] ile ve bir şartın bozulmasıyla koca bir tahribat olur.

137

İşte bu sır Mecusîlerde inkişaf [açığa çıkma] etmediği içindir ki, kâinatta “Yezdan[Mecusî dininde iyilik tanrısı olarak kabul edilen ilâh] namıyla bir hâlık-ı hayır, [iyilik yaratanı] diğeri “Ehriman” namıyla bir hâlık-ı şer [kötülük yaratanı] itikad [inanç] etmişlerdir.1 Halbuki onların “Ehriman” dedikleri mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ilâh-ı şer, [kötülük tanrısı] bir cüz-ü ihtiyariyle [insandaki çok az seçim gücü, irade] ve icadsız [bir şey ortaya koymayan] bir kesble [elde etme, kazanma] şerlere sebebiyet veren malûm şeytandır.

İşte, ey ehl-i iman! [Allah’a inanan] Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz [onarım ve tamir aletleri] istiğfardır [af dileme] ve “Eûzü billâh[Allah’a sığınırım] demekle Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilticadır. Ve kal’anız [kale] Sünnet-i Seniyyedir.

BEŞİNCİ İŞARET

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kütüb-ü semâviyede [vahye dayanan kutsal kitaplar] beşere karşı Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücâzâtı [ceza] göstermekle beraber, çok irşad, [doğru yol gösterme] ikaz, ihtar, tehdit ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, [Allah’a inanan] bu kadar esbab-ı hidayet [doğru yola ulaşma sebepleri] ve istikamet [doğru] varken, hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine [hile, aldatma] karşı mağlûp olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba, iman varken, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kadar şiddetli tehdidâtına [tehditler] ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor? اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا 2 sırrıyla şeytanın gayet zayıf desiselerine [hile, aldatma] kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber, benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zan[güzel düşünce] ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyâkârâne iltifatına kapıldı; onun lehinde, [tarafında] benim aleyhimde bir vaziyete geldi. “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “İnsanda bu derece sukut [alçalış, düşüş] olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz bir insandı!” diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim.

138

Sonra, sabık [daha önceden geçen] işaretlerdeki hakikat inkişaf [açığa çıkma] etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] hem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] azîm tergibat [rağbet uyandırmalar, teşvikler] ve teşvikatı tam yerinde olduğunu; hem ehl-i imanın [Allah’a inanan] desâis-i şeytaniyeye [şeytanın hileleri, aldatmacaları] kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından olmadığını; hem günah-ı kebâiri [büyük günahlar] işleyen küfre [inançsızlık, inkâr] girmediğini; hem Mutezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi “Günah-ı kebâiri [büyük günahlar] irtikâp [kötü iş işleme] eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır”1 diye hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikati [hakikat dersi] bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut [alçalış, düşüş] ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettim, o vartadan [tehlike] kurtuldum. Çünkü, sabıkan [bundan önce] dediğimiz gibi, şeytan, cüz’î [ferdî, küçük] bir emr-i ademî [yokluğa ait iş] ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine [hile, aldatma] hem kabile, hem nâkile [iletici] iki cihaz hükmündedir.

İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Gafûr, [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i âzamla [en büyük tecelli, görünüm] ehl-i imana [Allah’a inanan] teveccüh [ilgi] ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] peygamberlere en mühim ihsanı [bağış] mağfiret [bağışlama] olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar [af dileme] etmeye davet ediyor. Bismillâhirrahmânirrahîm kelime-i kudsiyesini [kutsal cümle] her sûre başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine emretmesiyle,2 kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden rahmet-i vâsiasını [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] melce [sığınak] ve tahassungâh [korunma yeri, sığınak] gösteriyor ve فَاسْتَعِذْ 3 emriyle, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 4 kelimesini siper yapıyor.

139

ALTINCI İŞARET

Şeytanın en tehlikeli bir desisesi [hile, aldatma] şudur ki: Bazı hassas ve sâfi-kalb [kalbi temiz] insanlara, tahayyül-ü küfrîyi [küfür ve inkârla ilgili meseleleri hayal etme] tasdik-i küfürle [küfür ve inkârı kabul etme] iltibas [karıştırma] ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, [inançsızlığı zihinde şekillendirme] dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi [bir şeyin özünde mümkün olması] imkân-ı aklî [aklen mümkün bilinen, aklen mümkün olma] şeklinde gösterip, imandaki yakînine münâfi [aykırı] bir şek [şüphe] tarzını veriyor. Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfür içine düştüğünü tevehhüm [kuruntu] edip imandaki yakîninin zâil [geçici, yok olucu] olduğunu zanneder, ye’se [ümitsizlik] düşer, o yeisle [ümitsizlik] şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, [ümitsizlik] hem o zayıf damarını, hem o iltibasını [karıştırma] çok işlettirir; ya divane olur, yahut “Herçi bâd, âbâd” [babalar] der, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gider.

Şeytanın bu desisesinin [hile, aldatma] mahiyeti ne kadar esassız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen [özet] bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Nasıl ki âyinede yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi telvis etmez. Öyle de, hayal veya fikir âyinesinde küfriyâtın [inançsızlık, inkâr] ve şirkin akisleri ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gölgeleri ve şetimli [çirkin söz, kötü düşünce] çirkin sözlerin hayalleri itikadı [inanç] bozmaz, imanı tağyir [değiştirme] etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki, “Tahayyül-ü şetim [çirkin sözü ve kötü düşünceyi hayal etme] şetim olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür [küfrü hayal etme] dahi küfür değil ve tasavvur-u dalâlet [inançsızlığı zihinde şekillendirme] de dalâlet değil.”

İmandaki şek [şüphe] meselesi ise, imkân-ı zâtîden [bir şeyin özünde mümkün olması] gelen ihtimaller, o yakîne münâfi [aykırı] değil ve o yakîni bozmaz. İlm-i usul-i dinde kavâid-i mukarreredendir [yerleşmiş kaideler, kurallar] ki,

اِنَّ اْلاِمْكَانَ الذَّاتِىَّ لاَ يُنَافِى الْيَقِينَ الْعِلْمِىَّ * 1

Meselâ, Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki, zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması

140

mümkinattandır. [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] Bu imkân-ı zâtî, [bir şeyin özünde mümkün olması] madem bir emâreden neş’et [doğma] etmiyor; zihnî bir imkân olamaz ki, şek [şüphe] olsun. Çünkü, yine ilm-i usul-i dinde [kelâm ve İslâm metodolojisi ilmi] bir kaide-i mukarreredir [kesin olarak kabul edilen kural] ki,

لاَ عِبْرَةَ ِللْاِحْتِمَالِ غَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ

Yani, “Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî [bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek] olmaz ki şüphe verip ehemmiyeti olsun.”

İşte bu desise-i şeytaniyeye [şeytandan gelen hileler] mâruz olan biçare adam, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] yakînini böyle zâtî imkânlarla kaybediyor zanneder. Meselâ, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, beşeriyet itibarıyla çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezim ve yakînine zarar vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.

Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi [kalpte şeytanın iş gördüğü yer] cihetinde, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rıza[hoşnutsuzluk, memnun olmama] delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden [şeytanın verdiği kuruntu] geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül [hayal etme] ediliyor.

Hem insanın letâifi [duygular] içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife [güzel ve ince mânâ] var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler [güzel ve ince mânâ] hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın [kabiliyet] hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız [irade dışı] bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir.” O biçare adam ye’se [ümitsizlik] düşüp helâkete [mahvolma] gider.

İşte, şeytanın evvelki desiselerine [hile, aldatma] karşı mü’minin tahassungâhı, [sığınma, korunma] muhakkıkîn-i asfiyanın [her şeyin gerçeğini araştırıp bulan seçkin İslâm alimleri] düsturlarıyla [kâide, kural] hudutları taayyün [belirleme] eden hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve muhkemât-ı Kur’âniyedir. [Kur’ân’daki sarsılmaz hükümler]

141

Ve âhirdeki desiselerine [hile, aldatma] karşı, istiâze [Allah’a sığınma] ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celb [çekme] ettirip büyür, şişer. Mü’minin böyle mânevî yaralarına tiryak [derman, ilaç] ve merhem, Sünnet-i Seniyyedir.

YEDİNCİ İŞARET

Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki [anlama, kabul etme] ettikleri için, küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hilkatini [yaratılış] Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin [fiiler, davranışlar] hâlıkıdır” [her şeyi yaratan Allah] diye dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidiyorlar.1 Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi [büyük günah] işleyen bir mü’minin imanı gider.2 Çünkü Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] itikad [inanç] ve Cehennemi tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik [bağdaşan] olamaz. Çünkü dünyada gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir hapis korkusuyla kendini hilâf-ı kanun [kanun dışı] herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azâb-ı Cehennemi [Cehennem azabı] ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] gazabını nazar-ı ehemmiyete almayacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delâlet eder.”

Elcevap: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde [Yirmi Altıncı Söz] izah edildiği gibi, halk-ı şer, [kötülüğü yaratmak] şer değil; belki kesb-i şer, [kötülüğü işlemek] şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme [başlangıç] olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] ateşi kendilerine şer yapmakla, “Ateşin icadı şerdir” diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye [insanların manevî açıdan gelişme ve ilerlemeleri] gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla [irâdenin kötüye kullanılması] ve yanlış kesbiyle [elde etme, kazanma] şeytanlara mağlûp olmakla, “Şeytanın hilkati [yaratılış] şerdir” diyemez. Belki o, kendi kesbiyle [elde etme, kazanma] kendine şer yaptı.

Evet, kesb [elde etme, kazanma] ise, mübaşeret-i cüz’iye [sınırlı temas] olduğu için, hususî bir netice-i şerriyenin [şerden ortaya çıkan sonuç] mazharı olur; o kesb-i şer, [kötülüğü işlemek] şer olur. Fakat icad umum neticelere baktığı için,

142

icad-ı şer, [kötülüğün yaratılması] şer değil, belki hayırdır. İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, [kötülüğü yaratmak] şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî1 olan bir rükn-ü imaniyeyi2 [imanın şartı] tevil etmişler.

İkinci şık ki, “Günah-ı kebireyi [büyük günah] işleyen nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevap ise:

Evvelâ, sabık [daha önceden geçen] işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet [ihtiyaç] kalmamıştır. Saniyen, [ikinci olarak] nefs-i insaniye, [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] muaccel [peşin] ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, [ertelenmiş] gaip bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.

Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazıra[hazır lezzet] ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden [sonraya bırakılmış azap] ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm [kuruntu] ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman [imanın yeri] olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri [büyük günahlar] işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle [üstün gelme] akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

Hem sabık [daha önceden geçen] işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. Şeytan-ı ins [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor. Gayet câ-yı hayret [hayret noktası] bir haldir ki, âlem-i bekànın—nass-ı [devamlı ve kalıcı âlem] hadisle—sinek kanadı kadar3 bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan

143

aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde,1 bazı bîçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.

İşte bu sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mü’minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile, günahtan zecir [azarlama, sakındırma] ve hayra sevk ediyor.2

Bir zaman Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu tekrar ile şiddetli irşâdâtı [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] bana bu fikri verdi ki, bu kadar mütemâdi [aralıksız, devamlı] ihtarlar ve ikazlar, mü’min insanları sebatsız [değişken] ve hakikatsiz gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünkü, bir memur, âmirinden aldığı birtek emri itaatine kâfi [yeterli] iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek. “Beni ittiham [suçlama] ediyorsun; ben hain değilim” der. Halbuki, en hâlis mü’minlere Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] musırrâne, [ısrarlı bir şekilde] mükerrer emrediyor.

Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda, iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin [insan ve cinlerden olan şeytanlar] desiselerine [hile, aldatma] kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum. “Bizi ittiham [suçlama] ediyorsun” diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: “Bu mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsizlikle ve sebatsızlıkla [kalıcı olma, sabit kalma] ittiham [suçlama] ediyorum.”

Sonra, birden, sabık [daha önceden geçen] işaretlerde izah ve ispat edilen hakikat inkişaf [açığa çıkma] etti. O vakit, o hakikatle hem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tam mutabık-ı mukteza-yı hal [halin gereğine uygun] ve yerinde ve israfsız [boş yere harcamadan yapılan] ve hikmetli ve ittihamsız [suçlama] bir surette ısrar ve tekrârâtı [tekrarlar] yaptığı ve ayn-ı hikmet [hikmetin kendisi] ve mahz-ı belâgat [her yönüyle belâgatlı olan, tam yerinde ve tam şartlara uygun söz söylemek] olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım. O hakikatin hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Şeytanlar, tahribat cihetinde sevk ettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için, tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtârâta ve kesretli [çokluk] muavenete [yardım] muhtaç olduklarındandır ki,

144

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o tekrarat [tekrarlar] cihetinde bin bir ismiyle ehl-i imana [Allah’a inanan] muavenetini [yardım] takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye [koruma] ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.

İşte, ey ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve ehl-i hidayet! [doğru ve hak yolda olanlar] Şeytan-ı ins [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinnînin mezkûr [adı geçen] desiselerinden [hile, aldatma] kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] muhkemat [hükmü çok açık ve net olan, yoruma gerek olmayan âyetler] kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.

SEKİZİNCİ İŞARET

Sual: Sabık [daha önceden geçen] işaretlerde ispat ettiniz ki, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu kolay ve tahrip ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk [mânevî yol alma] ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’î delillerle ispat etmişsiniz ki, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolu o kadar müşkilâtlı [zor] ve suubetlidir [zorluk] ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk [yürünebilir] değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeliydi.

Elcevap: Küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek [inkâr etmek] ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kolaydır. Hakkı kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. [kabul etmeme] İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî [inanç] ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini [gönderilme, sürgün] değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi [gönderilme, sürgün] ve nakîzi [bir şeyin hüküm ve mânâsının tersi, muhalifi] değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul [kabul etmeme] değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir. [yokluğunu iddia etme, inkâr] Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir. El-ademü lâ yüsbetü1 kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay değildir.

145

İşte, sair risalelerde imtinâ derecesinde suubetli [zorluk] ve müşkilâtlı [zor] gösterilen küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bu kısımdır ki, zerre miktar şuuru bulunan, bu yola sâlik [bir yolu ve yöntemi takip eden] olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’î ispat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre miktar aklı bulunan, o yola talip olmaz.

Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı [zor] yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?

Elcevap: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvânî kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye [insandaki ince ve yüce duygular] galebe [üstün gelme] ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır, muvakkat [geçici] bir lezzetle mütesellî [teselli bulan] oluyorlar.1

Sual: Eğer denilse: Dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki, kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalıydı. Çünkü insaniyet itibarıyla hadsiz eşyaya müştak [arzulu, aşırı istekli] ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla, mevtini [ölüm] bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve bir firâk-ı lâyezâlî [sonu olmayan ayrılık] ve zevâl-i mevcudatı [varlıkların yok olması] ve ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini idam [hiçlik, yokluk] ve mufarakat-i ebediye [sonsuz ayrılık] suretinde, gözü önünde, daima küfür vasıtasıyla gören insan nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?

Elcevap: Acip bir mağlâta-i şeytaniye [şeytanın aldatmaca] ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî [görünüşte] bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Deniliyor: Devekuşuna demişler, “Kanatların var, uç.” O da kanatlarını kısıp “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler, “Madem deveyim diyorsun, yük götür.” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz [koruyucusuz] ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi, kâfir, Kur’ân’ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] bırakıp meşkûk [şüpheli] bir küfre inmiş. Ona denilse: “Madem mevt [ölüm] ve zevâli [batış, kayboluş] bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş]

146

biliyorsun. Kendini asacak olan darağacı göz önünde. Ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’ân’ın umumî vech-i rahmet [rahmet yönü] ve şümul[kapsam] nurundan aldığı bir hisse ile der: “Mevt [ölüm] idam [hiçlik, yokluk] değil; ihtimal bekà var.” Veyahut, devekuşu gibi başını gaflet kumuna sokar—tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zevâl-i eşya [varlıkların kaybolup gitmesi] ona ok atmasın!

Elhasıl, [kısaca, özetle] o meşkûk [şüpheli] küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt [ölüm] ve zevâli [batış, kayboluş] idam [hiçlik, yokluk] mânâsında gördüğü vakit, Kur’ân ve semâvî kitapların îmânün bi’l-âhiret‘e [âhirete iman] dair kat’î ihbârâtı [haber vermeler] ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse, “Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye [dinin emrettiği görevler] meşakkatini çekmek gerektir.” O adam şekk-i küfrî [inkâr ettiği şey hakkında şüpheye düşme] cihetiyle der: “Bâkiki yoktur. Yok için neden çalışayım?” Yani, vaktâ [ne vakit] ki o hükm-ü Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hükmü] verdiği ihtimal-i bekà [sonsuzluk ihtimali] cihetiyle idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] âlâmından [elemler, acılar] kurtulur ve meşkûk [şüpheli] küfrün [inançsızlık, inkâr] verdiği ihtimal-i adem [yokluk ihtimali] cihetiyle tekâlif-i diniye [dinin emrettiği görevler] meşakkati ona müteveccih [yönelen] olur; ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek, bu nokta-i nazarda, [bakış açısı] mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin [dinin emrettiği görevler] zahmetinden ihtimal-i küfrî [“ya yoksa” diye ihtimal vererek iman ve inançtan kaçmak] ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, [sürekli acılar, sonsuza kadar sürecek elemler] ihtimal-i imanî [“ya varsa” diye ihtimal vererek inanmak] cihetiyle kendi üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin [şeytanın aldatmaca] hükmü gayet sathî [sığ, yüzeysel] ve faydasız ve muvakkattir. [geçici]

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti [rahmet yönü] vardır ki, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek [şüphe] vererek, şek [şüphe] ile yaşıyorlar. Yoksa, âhiret cehennemini andıracak, bu dünyada dahi mânevî bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.

İşte, ey ehl-i iman! [Allah’a inanan] Sizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden kurtaran Kur’ân’ın himayeti altına mü’minâne ve mutemidâne [güvenerek, itimad ederek] giriniz ve

147

Sünnet-i Seniyyesinin dairesine teslimkârâne [teslim olmuş şekilde] ve müstahsinâne [beğenen, güzel bulan] dahil olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette azaptan kurtulunuz.

DOKUZUNCU İŞARET

Sual: Hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] olan ehl-i hidayet, [doğru ve hak yolda olanlar] başta enbiya [nebiler, peygamberler] ve onların başında Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ve imdad-ı Sübhâniyeye [her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah’ın yardımı] mazhar [erişme, nail olma] oldukları halde, neden çok defa, hizbüşşeytan [şeytanın taraftarları] olan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mağlûp olmuşlar? Hem, Hâtemü’l-Enbiyânın [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] güneş gibi parlak nübüvvet [peygamberlik] ve risaleti [elçilik, peygamberlik] ve iksir-i âzam [tesiri en büyük olan ilâç] gibi tesirli i’câz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın mu’cize oluşu; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü] vasıtasıyla irşadı [doğru yol gösterme] ve cazibe-i umumiye-i kâinattan [kainatın her yerinde olan genel çekim özelliği] daha cazibedar hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza [bir şeyin gereği] ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kâinatta ezdâdı [zıtlar] birbirine mezc [karışma, bütünleşme] edip, birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz [aşkın] ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze [karşı koyma] suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna geçirip ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ve tagayyürat [başkalaşmalar] meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür [değişme kanunu] ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve düstur-u terakki [ilerleme kanunu] ve tekâmüle [ilerleme, mükemmelleşme] tâbi kıldığı için; o

148

şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] câmi bir semeresi [meyve] olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi [mücâdele ve çatışma kanunu] daha acip bir şekle getirip, bütün terakkiyât-ı insaniyeye [insanların manevî açıdan gelişme ve ilerlemeleri] medar [kaynak, dayanak] bir mücahede [Allah yolunda cihad etme] kapısını açıp, hizbullaha [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana [şeytanın taraftarları] bazı cihazat vermiş.

İşte bu sırr-ı dakik [ince sır] içindir ki, enbiyalar [nebiler, peygamberler] çok defa ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mağlûp oluyor.1 Ve gayet zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten [geçici] galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acip mukavemetin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki:

Dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfürde hem adem [hiçlik, yokluk] ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehîldir [kolay] ve âsândır, [kolay] az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe [korkutma] noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ [bağımlı] olan insandaki nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, [lezzet alma] hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi [insandaki ince ve yüce duygular] insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne [âkıbetten ve sonuçtan endişe ederek] olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.2

Ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve başta ehl-i nübüvvet [peygamberler] ve başta Habib-i Rabbü’l-Âlemîn [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed] olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, [kutsal yol, metod] hem vücudî, [varlığa ait, var olmakla ilgili] hem sübutî, [gerçek ve kesin] hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, [doğru] hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, [Allah’a kulluk] hem nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] firavuniyetini,3 serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme [önemli esaslar] bulunduğundandır ki, Medine-i Münevverede bulunan o

149

zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye [büyük çekim] karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya [itme gücü (fizik)] kapılıp dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalmışlar.

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselâm madem Habib-i Rabbü’l-Âlemîndir.1 [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed] Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir.2 Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melâikedir.3 [melekler] Ve bir avuç su ile bir orduyu sular.4 Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir.5 Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır.6 Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî, [her şeyi terbiye eden Allah’ın seçtiği kumandan, Hz. Muhammed] nasıl oluyor da Uhud’un nihayetinde7 ve Huneyn’in bidâyetinde [başlangıç] mağlûp oluyor?8

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ [kendisine uyulan, imam] ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, [insan türü, insanlık] hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve şahsiyedeki düsturları [kâide, kural] ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] kavânin-i meşietine [Allah’ın irade ve dilemesinin tecellisi olan kanunlar] itaate alışsınlar ve desâtir-i hikmetine [hikmet kanunları; İlâhî [Allah tarafından olan] gaye ve fayda ile şekillenen kanunlar] tevfik-i hareket [uygun hareket] etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak [her yönüyle önder] ve rehber-i ekber [en büyük rehber] olamazdı.

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, ara sıra, indelhâce, [ihtiyaç anında]

150

münkirlerin [Allah’a inanmayan] inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye [Cenab-ı Allah’ın emirleri] itaat etmiştir; öyle de, hikmet-i Rabbâniye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] ile ve meşiet-i Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan uzak olan Cenâb-ı Hakkın zâtına has muradı ve dilemesi] ile tesis edilen âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] kavâninine [kanunlar] herkesten ziyade mürâat [gözetme, yerine getirme] ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi,1 “Sipere giriniz” emrederdi.2 Yara alırdı, zahmet çekerdi.3 Tâ, tamamıyla hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübrâya [Allah’ın yaratılışa koyduğu ve bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanunlar] mürâat [gözetme, yerine getirme] ve itaati göstersin.

ONUNCU İŞARET

İblis’in en mühim bir desisesi, [hile, aldatma] kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî [açık, aşikâr] meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine [hile, aldatma] karşı bir iki söz söyleyeceğiz. Şöyle ki:

İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise [kötü ruhlar] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise [kötü ruhlar] dahi bulunduğu, o kat’iyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl [batıl mezhep, hak olmayan yol] hükmetmiş ki, “İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, [kötü ruhlar] öldükten sonra şeytan olur.”

Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ [basit, aşağı] birşeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, [ikram edilen, ikrama mazhar olan] belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] maddelerin kokusuyla telezzüz [lezzet alma] eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten

151

lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bataklığındaki şerler ve habis [çirkin, pis] ahlâklarla telezzüz [lezzet alma] ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.

Saniyen: [ikinci olarak] Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] yüzer delil-i kat’î [kesin delil] ile ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz.

Salisen: [üçüncü olarak] Kâinattaki umur-u hayriyedeki [hayırlı işler] kanunların mümessili, [temsilci] nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyân [dinlerin ittifakı, aynı hususta birleşmesi] ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin [kötü işler] mümessilleri [temsilci] ve mübaşirleri [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] ve o umurdaki [emirler] kavâninin [kanunlar] medarları [kaynak, dayanak] olan ervâh-ı habise [kötü ruhlar] ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir. Belki umur-u şerriyede [kötü işler] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünkü, Yirmi İkinci Sözün başında denildiği gibi, herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini [gerçek güzellik] göremediği için, zâhirî şerriyet [şer özelliği] ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] karşı itiraz etmemek ve rahmetini ittiham [suçlama] etmemek ve hikmetini tenkit etmemek ve haksız şekvâ [şikayet] etmemek için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkit ve şekvâ [şikayet] o perdelere gidip, Hâlık-ı Kerîm [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] ve Hakîm-i Mutlaka [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] teveccüh [ilgi] etmesin. Nasıl ki, vefat eden ibâdın küsmesinden Hazret-i Azrail’i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş;1 öyle de, Hazret-i Azrail’i (a.s.) kabz-ı ervâha [ruhların bedenden alınması işlemi] perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm [kuruntu] edilen o hâletlerden [durum] gelen şekvâlar [şikayet] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] teveccüh [ilgi] etmesin. Öyle de, daha ziyade bir kat’iyetle, şerlerden ve fenalıklardan

152

gelen itiraz ve tenkit Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] teveccüh [ilgi] etmemek için, hikmet-i Rabbâniye, [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] şeytanın vücudunu iktiza [bir şeyin gereği] etmiştir.

Rabian: [dördüncü olarak] İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. [esas, öz] İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde [büyük insan] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın [bellek, hafıza duyusu] vücudu, âlemde Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] vücuduna kat’î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye [kalpte bulunan ve şeytanın sürekli vesvese verdiği yer] denilen bir âlet-i vesvese [vesvese aracı] ve kuvve-i vâhimenin [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] telkinatıyla [telkinler] konuşan bir şeytanî1 lisan ve ifsad [bozma] edilen kuvve-i vâhime [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye [kalpte bulunan ve şeytanın sürekli vesvese verdiği yer] ve şu kuvve-i vâhime [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin [şerli şahıs] vücudunu ihsas [hissettirme] ederler.

ON BİRİNCİ İŞARET

Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin [büyük unsurlar; toprak, hava, su, ateş] hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın [var edilenler, varlıklar] galeyana geldiklerini, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] ifade ediyor. Yani, kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semâvat ve arzın hücumunu2 ve kavm-i Semud [Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın yok ettiği kavim] ve Âd’ın inkârından hava unsurunun hiddetini3 ve kavm-i Firavuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını4 ve Karun’a karşı

153

toprak unsurunun gayzını1 [kin, öfke] ve ehl-i küfre karşı âhirette تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 2 sırrıyla Cehennemin gayzını [kin, öfke] ve öfkesini ve sair mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ehl-i küfür [inançsızlar] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda ve i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve isyanı zecrediyor. [sakındırma]

Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb [çekme] ediyor?

Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık [daha önceden geçen] işaretlerde ispat edildiği gibi, küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı [var edilenler, varlıklar] alâkadar edecek bir cinayettir. Çünkü hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] bir netice-i âzamı, [en büyük sonuç] ubudiyet-i insaniyedir [insanın kulluğu] ve rububiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] karşı iman ve itaatle mukabeledir. [karşılama; karşılık verme] Halbuki ehl-i küfür [inançsızlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ille-i gayeleri [birşeyin var olma gayesi] ve sebeb-i bekàları [varlıkların sürekli var olma sebebi] olan o netice-i âzamı [en büyük sonuç] reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın [san’at eseri] âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın [san’at eseri] kıymetlerini âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] cihetinde âli [yüce] eden esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i kudsiyeye [Allah’ın kutsal isimleri] karşı bir tezyif [alay etme, küçük düşürme] olduğu gibi, umum masnuatın [san’at eseri] kıymetini tenzil [indirme] ile, o masnuata [san’at eseri] karşı bir tahkir-i azîmdir. [büyük hakaret] Hem umum mevcudatın [var edilenler, varlıklar] herbiri birer vazife-i âliye [yüce görev] ile muvazzaf birer memur-u Rabbânî [herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın memuru] derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut [alçalış, düşüş] ettirip, câmid, [cansız] fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna karşı bir nevi tahkirdir. [aşağılama]

İşte, envâ-ı dalâlet, [hak yoldan sapma türleri] derecâtına [dereceler] göre az çok kâinatın yaratılmasındaki

154

hikmet-i Rabbâniyeye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] ve dünyanın bekàsındaki makasıd-ı Sübhâniyeye [her türlü eksiklikten uzak olan Allah’ın kâinatı yaratmasındaki maksatlar] zarar verdiği için, ehl-i isyana [Allah’a isyan eden kimseler] ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat [var edilenler, varlıklar] kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor.

Ey cirmi [büyük cisim] ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük1 ve ayıp ve zenbi [günah, suç, kabahat] azîm biçare insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] öfkesinden kurtulmak istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] daire-i kudsiyesine [kutsal daire] girmektir ve Kur’ân’ın mübelliği [tebliğ eden, bildiren] olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine ittibâdır. [tâbi olma, bağlanma] Gir ve tâbi ol.

ON İKİNCİ İŞARET

Dört sual ve cevaptır.

BİRİNCİ SUAL: Mahdut [sınırlanmış] bir hayatta, mahdut [sınırlanmış] günahlara mukabil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?

Elcevap: Sabık [daha önceden geçen] işaretlerde, hususan bundan evvelki On Birinci İşarette kat’iyen [kesinlikle] anlaşıldı ki, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.

İKİNCİ SUAL: Şeriatta denilmiştir ki, “Cehennem ceza-yı ameldir, [amelin cezası] fakat Cennet fazl-ı İlâhî [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] iledir.”2 Bunun sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir?

Elcevap: Sabık [daha önceden geçen] işaretlerde tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, insan, icadsız [bir şey ortaya koymayan] bir cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ile ve cüz’î [ferdî, küçük] bir kesb [elde etme, kazanma] ile, bir emr-i ademî [yokluğa ait iş] veya bir emr-i itibarî [gerçekte olmadığı halde varsayılan şey] teşkil ile ve sübut [bir şeyin var olması] vermekle müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı

155

daima şerlere ve zararlara meyyal [meyilli] olduğu için, o küçük kesbin [elde etme, kazanma] neticesinden hâsıl olan seyyiâtın [günahlar] mes’uliyetini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle [elde etme, kazanma] sebebiyet verdi. Ve şer, ademî [hiçlikle ilgili] olduğu için, abd [köle] ona fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] oldu, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] da halk etti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azapla çekmeye müstehak olur.

Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, [varlığa ait, var olmakla ilgili] kesb-i insanî [insanın çalışarak kazanması, elde etmesi] ve cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] onlara illet-i mûcide [var edici sebep] olamaz. İnsan onda hakikî fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz. Ve nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] de hasenâta taraftar değildir.1 Belki rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onları ister ve kudret-i Rabbâniye [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] icad eder. Yalnız, insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman nimetleri gibi, sabık [daha önceden geçen] hadsiz niam-ı İlâhiyeye [Allah’ın nimetleri] bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaad-i İlâhî [Allah’ın verdiği söz] ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî [sonsuz merhamet sahibi Allah’ın ikramı, ihsanı] [bağış] ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatte fazldır.

Demek seyyiâtta [günahlar] sebep nefistir, mücâzâta [ceza] bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebep Haktandır, illet [asıl sebep] de Haktandır. Yalnız, insan iman ile tesahup [sahiplenme, dost edinmek] eder. “Mükâfâtını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.

ÜÇÜNCÜ SUAL:Beyanat-ı sabıkadan da anlaşılıyor ki, seyyiat, [günahlar] intişar [açığa çıkma, yayılma] ve tecavüz ile taaddüt [birden fazla olma] ettiğinden, bir seyyie [günah] bin yazılmalı; hasene ise, vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] olduğu için maddeten taaddüt [birden fazla olma] etmediğinden ve abdin icadıyla ve nefsin arzusuyla olmadığından, hiç yazılmamalı veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie [günah] bir yazılır, hasene on ve bazan bin yazılır?2

Elcevap: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmet [mükemmel bir şefkat ve merhamet] ve cemâl-i rahîmiyetini [Allah’ın sonsuz merhamet ediciliğindeki benzersiz güzellik] o suretle gösteriyor.

156

DÖRDÜNCÜ SUAL: Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kazandıkları muvaffakiyet [başarı] ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete [doğru ve hak yolda olanlar] galebeleri [üstün gelme] gösteriyor ki, onlar bir kuvvete ve bir hakikate istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette [doğru ve hak yolda olanlar] zaaf [zayıflık, güçsüzlük] var, ya onlarda bir hakikat var.

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf [zayıflık, güçsüzlük] vardır. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] kàsırünnazar, [dar görüşlü] muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] bir kısım avam [halk] tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine [inanç] halel [eksik, kusur] geliyor. Çünkü diyorlar: “Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet [alçaklık] olmamak gerekti. Çünkü hakikat kuvvetlidir. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1 olan kaide-i esasiye [temel kural] ile, kuvvet haktadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil galibâne gelen ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmasaydı, bu derece galibiyet ve muvaffakiyet [başarı] olmamak lâzım gelecekti.”

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti kuvvetsizlikten, hakikatsizlikten gelmediği, sabık [daha önceden geçen] işaretlerle kat’î ispat edildiği gibi, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] galebesi [üstün gelme] kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad [dayanak noktası] bulmalarından gelmediği, yine o işaretlerle kat’î ispat edildiğinden, bu sualin cevabı, sabık [daha önceden geçen] işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. [birşeyin geneli, bütün] Yalnız burada desiselerinden, [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Ben kendim mükerreren [defalarca] müşahede etmişim ki, yüzde on ehl-i fesat, [bozgunculuk çıkaranlar] yüzde doksan ehl-i salâhı [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] mağlûp ediyordu. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat’iyen [kesinlikle] anladım ki, o galebe [üstün gelme] kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesattan ve alçaklıktan ve tahripten ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmesinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve zayıf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi [kötülükleri emreden nefsin yönlendirdiği duygular] ve ağrâz-ı şahsiyeyi [şahsî kinler, garazlar] tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır [zararlı] madenler hükmünde bulunan fena istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla,

157

riyâkârâne nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misilli [benzer] şeytanî desiseler [hile, aldatma] vasıtasıyla muvakkaten [geçici] ehl-i hakka galebe [üstün gelme] ederler. Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ 1 sırrıyla, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 2 düsturuyla, [kâide, kural] onların o muvakkat [geçici] galebeleri, [üstün gelme] menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.

İşte, dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe [korkutma] ve ızrar [zarar verme] cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] ona celb [çekme] olunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle [hareketsizlik] sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel [atasözü] olmuş.

Ey âlem-i bekà [devamlı ve kalıcı âlem] için yaratılan ve fâni âleme müptelâ [bağımlı] olan biçare insan!

فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ * 3

âyetinin sırrına dikkat et, kulak ver. Bak, ne diyor:

Mefhum-u sarihiyle [açık anlam] ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ölmesiyle, insanla alâkadar olan semâvât ve arz, [gökler ve yer] onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle memnun oluyorlar.

Ve mefhum-u işarîsiyle [işaret edilen mânâ] ifade ediyor ki, ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] ölmesiyle semâvât ve

158

arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını [ayrılık] istemiyorlar. Çünkü ehl-i iman [Allah’a inanan] ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı [bütün âlemleri yaratan Allah] bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gibi tahkir [aşağılama] ve zımnî adâvet [düşmanlık] etmezler.

Ey insan, düşün! Sen alâküllihal [her durumda] öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tâbi isen, senin komşuların, belki akrabaların, senin şerrinden kurtulmak için mesrur [mutlu] olacaklar. Eğer اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 1 deyip Kur’ân’a ve Habib-i Rahmân‘a [sonsuz merhamet sahibi ve yarattığı bütün varlıklara şefkatle rızıklarını veren Allah’ın en sevdiği kulu olan Hz. Muhammed] tâbi isen, o vakit semavat ve arz ve mevcudat, [var edilenler, varlıklar] herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firâkından [ayrılık] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olup mânen ağlarlar. Ulvî bir matemle ve haşmetli bir teşyî [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] ile, kabir kapısıyla girdiğin bekà âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal [güzel bir şekilde karşılama] var olduğuna işaret ederler.2

ON ÜÇÜNCÜ İŞARET

Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA: Şeytanın en büyük bir desisesi, [hile, aldatma] hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır [eksik, noksan] fikirli insanları aldatır, der ki: “Birtek zat, umum zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] ve nücumu [yıldızlar] ve sair mevcudatı [var edilenler, varlıklar] bütün ahvâliyle [haller] tedbir-i rububiyetinde [her şeyi idare ve terbiye eden Allah’ın kâinat ve varlıklar üzerindeki hikmetli faaliyeti, emri altında tutması, idaresi] çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî [insanın acizliği, güçsüzlüğü] noktasında bir hiss-i inkârî [inkâr duygusu] uyandırıyor.

Elcevap: Şeytanın bu desisesini [hile, aldatma] susturan sır Allahu ekber’dir. Ve cevab-ı hakikîsi [gerçek cevap] de Allahu ekber’dir. Evet, Allahu ekber’in ziyade kesretle [çokluk] şeâir-i İslâmiyede [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] tekrarı, bu desiseyi [hile, aldatma] mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz kuvveti ve

159

zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki:

Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvîri [çekip çevirme, idare etme] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünüyor. Bunda iki yol var:

Birinci yol: Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san’atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise, mevcudat, [var edilenler, varlıklar] belki zerrat [atomlar] adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] rububiyetiyle [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve irade ve kudretiyle olmasıdır.

İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı [zor] ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü, Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’î ispat edildiği üzere, o vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] ve bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas mizan [ölçü] ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan nukuş-u san’at [sanat nakışları, işlemeleri] vücut bulabilsin.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyâ[azamet, büyüklük] rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul [akla aykırı] ve mümteni [imkansız] bir yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal [bâtıl, boş söz] ve imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.

İKİNCİ NOKTA: Şeytanın mühim bir desisesi, [hile, aldatma] insana kusurunu itiraf ettirmemektir—tâ ki istiğfar [af dileme] ve istiâze [Allah’a sığınma] yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan [kusurlar, günahlar] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etsin.

160

Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَةٌ 1 sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza [memnuniyet dolu bakış] ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar [af dileme] etmez, istiâze [Allah’a sığınma] etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan [büyük, şan ve şeref sahibi olan peygamber] وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى 2 dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?

Nefsini ittiham [suçlama] eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar [af dileme] eder. İstiğfar eden, istiâze [Allah’a sığınma] eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.3 Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.4

ÜÇÜNCÜ NOKTA: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ifsad [bozma] eden bir desise-i şeytaniye [şeytandan gelen hileler] şudur ki: Bir mü’minin birtek seyyiesiyle [günah] bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü’mine adâvet [düşmanlık] ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] haşirde adalet-i mutlaka [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] ile mizan-ı ekberinde [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] a’mâl-i mükellefîni [dini emirleri yerine getirmekle yükümlü olanların amelleri, işleri] tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta [günahlar] galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler.5 Hem seyyiâtın [günahlar] esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını [günahlar] örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten [sayıca, nicelik itibariyle] veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına [günahlar] nazar-ı afla [affedici bakış] bakmak lâzımdır.

161

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie [günah] yüzünden unutur, mü’min kardeşine adâvet [düşmanlık] eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, [örtme] göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie [günah] ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü’min kardeşine adâvet [düşmanlık] eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] bir fesat âleti olur.

Şeytanın bu desisesine [hile, aldatma] benzer diğer bir desise [hile, aldatma] ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad [bozma] ediyor, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı sıhhat-ı muhakemeyi [sağlıklı değerlendirme, hüküm verme] bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi [doğru ve istikametli düşünebilme] ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye [iman gerçeği] dair yüzer delâil-i ispatiyenin [ispat delilleri] hükmünü, nefyine [gönderilme, sürgün] delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir [kesin olarak kabul edilen kural] ki, “Bir ispat edici, çok nefyedicilere [gönderilme, sürgün] tereccuh [üstün gelme] ediyor.” Bir dâvâya müsbit [ispat edici] bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere [faydalı, yararlı] râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri] vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat [düşürme] ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde birşey yoktur” der, kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine [hile, aldatma] müptelâ [bağımlı] olan biçare insan! Hayat-ı diniye, [dine ait hayat] hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir [sağlıklı düşünce] ve istikamet-i nazar [doğru görüş] ve selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] istersen, muhkemât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sarsılmaz hükümler] mizanlarıyla [ölçü] ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl [ameller, işler] ve hâtırâtını tart. Ve Kur’ân’ı ve

162

Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 1 de, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ilticada bulun.

İşte bu On Üç İşaret, on üç anahtardır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] en âhirki sûresi ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ‘in mufassalı [ayrıntılı] ve madeni olan

اَسْتَعِيذُ بِاللهِ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ * مَلِكِ النَّاسِ * اِلٰهِ النَّاسِ * مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ * اَلَّذِى يُوَسْوِسُ فِى صُدُورِ النَّاسِ * مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ * 2

sûresinin hısn-ı hasîni [çok sağlam kale] ve kale-i metîninin [sağlam kale] kapısını o on üç anahtarla aç, gir, selâmeti bul.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَ اَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 4