EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 60-79. Mektuplar (135-174)

135

bana haddimden çok ziyade makam vermiş. Üstadını, kendi parlak âyinesinde çok parlak görmüş. Ben de onun o hüsn-ü zannını [güzel düşünce] bir mânevî dua yerinde kabul ettim. Hem onun, hem civarındaki kardeşlerimizin bayramlarını tebrik ederiz.

– 60 –

Muhterem, sevgili, mübarek kardeşlerim Risale-i Nur talebelerine beyan ediyorum ki:

Risale-i Nur, nurdan bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatları onda dizilmiştir.

Risale-i Nur âhize [alıcı] ve nâkile [iletici] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun tel ve lâmbaları, âyine, [ayna] tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep [hareket tarzı, metod] ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarında âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadetten [görünen alem] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir.

Risale-i Nur mü’minlere; Kur’ân’dan hedâyâ-yı hidâyet, kevneyn-i [varlık, âlem, kâinat] saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahmândır.

Risale-i Nur, kâinata baharın feyzini veren bir âb-ı hayat [hayat suyu] ve ayn-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] ve bir gülzar-ı gülistandır.

Risale-i Nur lütf-ü Yezdan, kemal-i iman, tefsir-i Kur’ân [Kur’ân tefsiri] ve bereket-i ihsandır.

Risale-i Nur, kâfire hazân, münkire [Allah’a inanmayan] tufan; dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmandır.

Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevher ve menba-ı envardır. [nurlar kaynağı]

136

Risale-i Nur hakaik-i Kur’ân [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ve mirâc-ı imandır.

Risale-i Nur Kur’ân ve hadisten sonra sertac-ı evliya, sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meâni [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve atâyâ-yı İlâhî ve hedâyâ-yı Sübhânî ve feyyaz-ı Rahmânîdir.

Risale-i Nur bir bahr-i hakaik [gerçekler denizi] ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü’l-maarif ve bahrü’l-mekârimdir.

Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, [zemzem suyu] sağlara maişet-i hakikat ve rih-ı reyhan ve misk-i anberdir.

Risale-i Nur mev’id-i Ahmedî (a.s.m.) ve müjde-i Haydarî (r.a.) ve beşaret [müjde] ve teavün[yardımlaşma] Gavsî (k.s.) ve tavsiye-i Gazâlî (k.s.) ve ihbar-ı Fârukîdir (k.s.).

Risale-i Nur şems-i Kur’ân[Kur’ân güneşi] Mu’cizü’l-Beyanın elvan-ı seb’ası, [yedi renk] Risale-i Nur’un menşur-u hakikatinde tam tecellî ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, [din ve hukuk kitabı] hem bir kitab-ı dua, [dua kitabı] hem bir kitab-ı hikmet, [hikmet kitabı] hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü dâvet, hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı] hem bir kitab-ı fikir, [fikir kitabı] hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı ilm-i kelâm, hem bir kitab-ı ilm-i ilâhiyyat, hem bir kitab-ı teşvik-i san’at, hem bir kitab-ı belâğat, hem bir kitab-ı isbat-ı vahdaniyet, muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] bir kitab-ı ilzam ve iskâttır. [susturma]

Risale-i Nur Kur’ân semalarından bir sema-yı mâneviyenin güneşleri, ayları ve yıldızlarıdır. Nasıl ki zahiren, perde-i esbab [sebepler perdesi] olan güneşten, kamerden [ay] ve

137

kevkeb-i münîrden bütün kâinat tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tezeyyün ve bütün eşya neşvünema [büyüyüp gelişme] ve hayat buluyor.

İşte Risale-i Nur da Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] alıp saçtığı şuâlarla bütün âleme, hayat; ve âdeme, kâmil insan; ve kulûbe, [kalbler] neş’e-i iman; ve ukule, [akıllar] yakîn bir itminan; [inanma, kalben tatmin olma] ve efkâra, [fikirler] inkişaf-ı iman, ve nüfusa, [nefisler] teslim-i rıza ve candır. O sema-yı mâneviyeyi bazan ve zahiren bihasebilhikmet âfâkî [dış dünyaya ait] bir bulut kütlesi kaplar. O celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] sehabdan [bulut] öyle bir bârân-ı feyz-i rahmet takattur eder ki, sümbüllenmeye [başak verme, netice verme] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] tohumlar, çekirdekler, habbeler o sıkıcı ve dar âlemde gerçi muztarip [çaresiz] olurlar, o sıkılmaktan üzerlerindeki kışırları [kabuk] çatlar ve yırtarlar; o anda bulutlar da ufuklara çekilip nöbetçi vaziyetinde beklemesi bir imtihan-ı Rabbânî ve bir inkişaf-ı feyezanî ve bir rahmet-i nuranîdir ki, evvelceki bir habbe, [dane, tohum] bir çekirdek yeniden taze bir hayata iştiyakla [arzu, istek] ve neş’e-i inkişafla meyvedar koca bir ağaç suretini alır ve يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olurlar.

Evet, yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahu teâlâ nihayet bulmuş ola… Dünyaya yeni ve feyizli bir fasl-ı nev bahar gele ve âlemin yüzü nur ile güle…

Risale-i Nur Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] وَمَۤا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ 2 kavl-i şerifinin îma ve işâratından [işaretler] şu devrede Türk lisanının sadmeler [darbe, yıkıcı müdahaleler] geçirmesine bakılırsa, Risale-i Nur, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına, yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i

138

Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’âniyedendir demiş olsam, hatâ etmemiş olurum zannederim.

Başta Üstadımız olduğu halde bilumum kardeşlerimize samimî selâmlarımla arz ve hürmetler eyler, mübarek bayramlarını tebrik ve tes’id eylerim. Üstadım hakkında birşey yazamadım. Çünkü veraset-i Muhammediye (a.s.m.) makamında olan bir zât-ı âli-kadr hakkında ne diyebilirim? Ona Hasan Feyzi Efendi kardeşimizin sözlerini tekrar etmekten başka birşey bilmem.

 Milas ve havalisi Risale-i Nur talebeleri namına duanıza muhtaç

 Halil İbrahim (r.h.)

(Halil İbrahim’in Risale-i Nur hakkındaki parlak fıkrasının [bölüm] sonunda kaydedilip, ikisi beraber Emirdağı mektuplarının âhirlerinde kaydedersiniz. Bu zât, Risale-i Nur’un çok eski ve çok sadık ve çok fedakâr bir şakirdidir. [talebe, öğrenci] Risale-i Nur’a hitap ederek bu mektubu yazmış. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 )

Said Nursî

– 61 –

Risale-i Nur

Mazhar-ı esmâ u sıfât-ı Bediüzzamandır bu.

Mev’ûd-ü risaletten bizlere fazl-ı ihsandır bu.

Kenz-i mahfîde muhit-i mekteb-i irfandır bu.

Havâ-i zulmette işrâk [iç müşahede ve sezgiye dayalı olarak hakikatlere ulaşma, nurlanma] eden şems-i tâbândır [tavan güneşi, gök güneşi] bu.

Mişkât[kandil] misbahtan menşur-u hakikat-ı Kur’ân’dır bu.

Mevsim-i âsârda yektâ [eşsiz] bir gülistandır bu.

İrşâd-ı feth-i keşifte serencam-ı hidâyettir bu.

Sefine-i necatta sırr-ı menzile vusule [kavuşma, erişme] kaptandır bu.

139

Leyle-i zulmet-i cehilde nur-u çırâğ-ı Yezdandır bu.

Gamgîn gönüllerde bahçet-i ferah feza-yı şâdümandır bu

Şems-i Kur’ân‘dan [Kur’ân güneşi] akseden nur-u irfandır bu.

Sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meânî-i [en seçkin kısım, öz, tereyağı] tefsir-i Furkandır bu.

Şeref-i Ehl-i Beyt ve teşci-i [cesaretlendirme] Gavs-ı Âzamdır bu.

Etba-i [tabi olanlar, uyanlar] Ehl-i Sünnet ve iklim-i mârifette sultandır bu.

Mâden-i mârifet ve ibraz-ı şefkatte ümmü’l-enâmdır bu.

Cism-i velâyette evliyâya ruh-u fezâ-yı cândır bu.

Kevkeb-i muhakkıkînde mü’minlere atâ-yı Sübhandır bu.

Vahdet-i mevcud ve râhının semasında kehkeşandır [samanyolu galaksisi] bu.

İlm ü mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] bahrinde dürr-i [inci] yektâ-yı [eşsiz] mercandır bu.

İlm ü hakikatte şûledar [gür ışık/alev] mâhitab-ı âhirzamandır bu.

Müstağrak[dalmış, kendinden geçmiş] envar-ı safâda gelen bahardandır bu.

Teslîm-i rıza ve nezâhet-i istiğnada aynı iz’andır [kesin şekilde inanma] bu.

Risale-i Nur talebelerine hakikat-i kıble-i imandır bu.

 Halil İbrahim (r.h.)

140

– 62 –

Risale-i Nur

Bu Nur, eser-i tefsîridir o semavî kitabın,

İlân eder hakikati, emr-i hak[Allah’ın emri] bildirir.

İsyanlara, zulümlere mâruz olan cihanın,

Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muztarip [çaresiz] gönüllere tesellî.

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar.

Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi.

Ehl-i iman [Allah’a inanan] bu sayede, bu eserle hür yaşar.

Mâsumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi,

Her mazluma “Ağlama” der. “Güleceksin yarın sen.”

Tesellîsi çok yücedir, ibretlidir dersleri,

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden.

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden.

Kudret eli hâmisidir, hayret-fezâ hükmü var.

Muannidler [inatçı] teslim olur hükmüne, mağrur iken.

Her serseri feylesofu meftun [aşık] eden Nur’u var!

Bu nur eser her bilginin, her mü’minin sertacı,

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri [Allah’a inanmayan] tokatlar.

Şirklerin hem hedimidir, hem her kaygu ilâcı,

Zındık, zâlim ilişirse başında volkan patlar!

Ey güç yetmez dehşet veren hâletlerden [durum] ağlayan!

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma.

Ey zâilden, âcizlerden medet umup bağlanan!

Gir bu Nurun âlemine, fânileri çağırma.

141

Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma, uyan!

Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek.

Yarın mesut olacaktır yoklukta Hakkı bulan.

Nura ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek;

Huzuruna uhrâda ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi

Zekâi

– 63 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî [müdafaa etme, savunma] vaziyetinde idik. Şimdi plânları akîm [neticesiz] kaldı. Bilâkis tecavüzleri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla [harfler] Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tab [basma] etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hadisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı [kurtulma] olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat [basın, medya] âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını [suçlama] izale [giderme] etmek için matbuat [basın, medya] lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

142

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kal’a [kale] olduğu gibi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] hal-i hazırdaki [içinde yaşanılan zaman dilimi] itiraz ve ittihamını [suçlama] izale [giderme] ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab [basma] ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda, acip inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve infilâklarda [şiddetli patlama] bu mübarek vatan, Kur’ân’ını, imanını dehşetli sadmelerden [darbe, yıkıcı müdahaleler] tam muhafaza edebilir miydi? Her neyse… Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları veya bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri [hareket tarzı, metod] bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı—iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] tam ihtiyatla [dikkat, tedbir] beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla [Allah’a inanan] kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.

Saniyen, [ikinci olarak]

Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfi, hem Büyük Hafız Ali mânâlarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur’da yüz yerde var. “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye [iman esasları] hakkında bu derece kesretli [çokluk] tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] ne içindir? Bir âmî [cahil, sıradan] mü’minin imanı büyük bir velînin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?” diyor.

143

Elcevap: Başta Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] merâtib-i imaniye bahislerinde; ve âhire yakın müceddid-i elf-i sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] İmam-ı Rabbânî beyanı ve hükmü ki, “Bütün tarikatlerin münteha[en son nokta] ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkişafıdır. [açığa çıkma] Ve bir mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] kat’iyetle vuzuhu, [açıklık] bin kerametlerden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve keşfiyatlardan [keşifler] daha iyidir”; ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en âhirdeki ve Lâhikadan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi, Meyve Risalesi‘nin [On Birinci Şuâ] tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri [esas, şart] hakkında tekrarlı ve kesretli [çokluk] tahşidat-ı [kuvvetlendirme, destekleme] Kur’âniyenin hikmeti, aynen bitamamiha [tamamen, bütünüyle] onun hakikî tefsîri olan Risale-i Nur’da cereyan etmesi de cevaptır.

Hem, iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ve taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] ve icmâlî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata [her taraftan hücum etme] ve vesveseler ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevaptır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

İkinci Cihet: İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları [açığa çıkma] olduğu gibi; imanın o derece kesretli [çokluk] hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin [iman esasları] kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, “Bütün ilimlerin ve mârifetlerin [Allah’ı tanıma, bilme] ve kemalât[olgunluklar, faziletler, iyilikler] insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden [araştırma ve incelemeye dayanan iman] gelen tafsilli ve burhan[delil] mârifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifak etmişler.

144

Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek çok meratip [mertebeler, dereceler] var. O meratiplerden [mertebeler, dereceler] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesi, çok burhanlarının [delil] kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.

Hem iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] bir mertebesi de aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat [şüpheler, tereddütler] orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın [kelâm ilmi âlimleri] binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif [kaleme alma] edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhan[delil] ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mu’cizekâr cadde-i kübrâsı, [büyük ve geniş cadde] gösterdiği hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde [üstünde] bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem [hiçlik, yokluk] âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve iman namına mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata [kuvvetlendirme, destekleme] ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”1 “Bazan bir saat tefekkür, bir sene

145

ibadetten daha hayırlı olur.”1 Hattâ Nakşîlerin hafî [gizli] zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

– 64 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

“İhlâs” ve mektupların suretlerinin hafiyeler [gizli çalışan, casus] tarafından alınması, sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin. Zaten o mektupları ve “İhlâs” ve ihbar-ı Aleviyeyi onlara okutmak, Risale-i Nur hesabına ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] lâzımdı. Hem bu hadise zamanında İstanbul’da bolşevizm aleyhindeki nümayiş [gösteriş, göz boyama] hadisesi, Risale-i Nur’a karşı perde altında hücum eden iki kuvvet birbirine vaziyet almaya başladığı cihetle, Risale-i Nur fütuhatına [fetihler, yayılmalar] büyük bir vesiledir. Muvakkat [geçici] bize karşı bazı ilişmeler olsa da, hiç ehemmiyeti yok. Çünkü, bolşevizmin, Müslümanlar içinde anarşilik mahiyetinde küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fikr-i tabiatla [her şeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce] yerleştirilmesine mukabil, ancak ve ancak Risale-i Nur’un fevkalâde kuvvetli hakikatleri çıkabilmesinden, milliyetperver [milliyetçi, milletini seven] ve vatanperver ve siyasetçiler ve dindarlar, Risale-i Nur’un arkasına girmeye ve onunla barışmaya ve onunla siper almaya bir yol açılıyor nazarıyla bakıyoruz.

Said Nursî

146

– 65 –

 Afyon Emniyet Müdürlüğüne!

Zatınızı tanımadan bir defa gördüğüm vakit insaflı ve adaletli gördüğümden herkesten evvel, alâkadar olduğum bir hakikati size beyan ediyorum. O hakikati alâkadar makamâta vazifeniz itibarıyla bildirmeyi, size bırakıyorum. O hakikat de şudur:

Benim şimdiki vaziyetim, tarihte emsali yoktur. Herşeyden tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde, herkesten, hattâ camideki [cansız] cemaat adamlarından ve temastan memnu [yasaklanmış] olduğum halde; ihtiyarlık, hastalık, yoksuzluk içinde birden kalbime geldi ki:

Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur’ân’dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] ile Hüccetü’l-Bâliğa’yı [delil] yeni hurufla [harfler] tab [basma] etmek için bazı kardeşlerime izin verdim. O iki risaleyi iki seneye yakın alâkadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu, [bilirkişi] hem Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mûcib-i mes’uliyet hiçbir şey bulamayarak bize resmen teslim ettiler.

Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrirlere [yazar, gazete yazarı] göstersinler, sonra tab’ [baskı basma] etsinler. Hem tab’dan [baskı basma] sonra resmen hükûmetin on iki makamatına vermek bir usuldür. Sonra da İhlâs Risalesi [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] ile İktisat Risalesi’ni de o iki risalenin âhirine ilhak [ekleme] edip yeni hurufla [harfler] tab’ [baskı basma] edilsin.

Kat’iyen [kesinlikle] size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun tab’ında, [baskı basma] bu mübarek milleti ve vatanı mânevî ve maddî anarşilikten muhafaza etmek ve âsâyiş ve inzibata [âsayiş, düzen] mânevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran hâricî bir cereyanın istilâsına mânevî sed çekmek ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bize karşı itiraz ve ittihamını [suçlama] izaleye [giderme] ve eski muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] celb [çekme] etmeye çalışmaktır. Fakat maatteessüf [ne yazık ki] ben dünya ile alâkadar olmadığımdan ve ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden ve kanunsuz ilişmek belâsına mâruz kaldığımdan,

147

eskiden beri perde altında bana husumet eden bazı insanlar, fırsat bulup zâbıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.

Ezcümle: Acip bir tesadüfle işittim ki, dört risalemle bu iki sene zarfında yazdığım mektupların suretini taharrî [araştırma] memurları şimendiferde [tren] tutmuşlar.

O risalelerin ikisi, “İhlâs”tır. Gerçi bir derece mahremdir; fakat mahkeme, hem Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] tetkikten sonra zararsız görmüşler ki, bize iade ettiler. Hem, sansüre ve büyük muharrirlere [yazar, gazete yazarı] göstermek için İstanbul’a gönderilmiş.

“İktisat” ise, bu zamanda herkese lâzımdır. On Sekizinci Lem’a [parıltı] olan keramet-i Aleviye ise, yanlışlıkla onlara, beraber gönderilmiş. Değil o risaleyi tab’ [baskı basma] etmek, belki en mahrem kardeşlerime de ancak okumasına izin veriyorum. Hem o, dünyaya bakmıyor. Hem ehl-i vukuf [bilirkişi] ve mahkeme tetkik etmiş, bize iade etmişler.

Hem, on sene evvel Eskişehir Hapishanesinde çok sıkıntılı bir zamanımda ve tesellîye çok muhtaç olduğum bir zamanda bir müjde-i mânevî kalbime geldi, ben de kaleme aldım. Amma benim bu iki sene, belki dört beş senede yazdığım mektupların suretleri, değil o risalelerle beraber tab’ [baskı basma] ve neşretmek, belki mahrem bir iki dostumun arzusuyla okunmasını merak edip beraber gönderilmiş. Bu mektupları kendim yazdığımın sebebi, benim yüzümden hapiste sıkıntı çekenlere bir tesellî, bir musahebe ve bu vatan ve millete dünya ve âhiretlerine yirmi seneden beri büyük menfaati görülen Risale-i Nur hakkında bir müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] etmek içindir. Hem zatınıza, hem Ankara makamatına yazdığım bazı hasbihaller, belki içinde bulunmuş.

İşte bu mahiyetteki risaleler ve mektuplar, taharrî [araştırma] memurları tarafından alınmış. Belki size de gelmiş veya gelecek ihtimaliyle size bu hakikati beyan ediyorum. Benim şimdi pek ağır beş altı cihetteki [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] sıkıntılarıma evham yüzünden kanunsuz bana iliştirmeye meydan vermemenizi sizin vazife-perverliğinizden ve ciddiyetinizden ümit ediyorum.

• • •

148

– 66 –

 İstanbul’da hadiseyi gören Risale-i Nur talebelerinin mektubundan bir parçadır.

Aziz kardeşlerim,

Lehü’lhamdü ve’l-minnetü, dün, Nurun mânevî bir fütuhatı, [fetihler, yayılmalar] bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] dünyaya, hususan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onun nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi [kitaplar] darmadağın edilerek, dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik” diye beddualar edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alâkadar bir şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] “Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hâsıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nurun fütuhatı [fetihler, yayılmalar] geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hâsıl oluyor. Vesaire, vesaire” diye bağırdı. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

– 67 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size, mânidar ve acip ve Risale-i Nur’un talebeleriyle ve Risale-i Nur’a ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ilişmek niyetleriyle alâkadar karşımda eskiden belediye bulunan hükûmet dairelerinden birisi, hiçbirşey kurtulmayarak, hiç görmediğimiz acip bir parlamakla gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde, tam bitişiğinde, Risale-i Nur’un Çalışkanlarından bir talebesi, yine iki kardeşinin, mâsum Ceylân’ın sermayelerinin kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] bulunan büyük mağazaları, o yangın yeriyle iki küçük dükkân fasıla ile o dehşetli yangın bütün şiddetiyle mağazaya doğru gelirken biçare Ceylân yanıma geldi, dedi: “Biz yanıyoruz, mahvolduk.”

149

Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bir kısım matbu nüshalarını yanıma getirmek için söyledim, fakat getirmedi. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı.

Ben de Risale-i Nur’u ve Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] şefaatçı yapıp, “Ya Rabbi, kurtar” dedim. Üç saat o dehşetli yangın hücumunda bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] hıfzında olan mağazaya kat’iyen [kesinlikle] ilişmedi ve altındaki şakirdin [talebe, öğrenci] dükkânı da müstesna olarak sağlam kaldı. Yalnız ahali camlarını kırdılar. Eğer ahali ilişmeseydi, eşyalarını almasaydılar, hiçbir zarar olmayacaktı.

İşte, Isparta halıcıhanesinin yangını ile, Risale-i Nur’un derslerine köşklerini tahsis eden zatların o dehşetli yangınla bitişik iki kardeşinin iki hanesinin kurtulması Risale-i Nur’un bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, Kastamonu’da aynen bu Emirdağı yangını gibi, orada, karşımdaki dehşetli bir yangının ittisalindeki [bağlanma; bağlantı, ilişki] Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci] Hafız Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] evi harika bir surette kurtulması ve hemşiresinin üçüncü kat yangın içinde harika bir tarzda, hem elmas ve altın mücevheratını, [kıymetli taşlar] hem canını Risale-i Nur’un berekâtıyla kurtarması misilli, [benzer] burada da, bu yangında, Risale-i Nur’un çalışkan talebelerinden ve Çalışkan hanedanından üç kardeşi olarak dört zatın o dehşetli yangından kurtulması, Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğuna hem benim, hem onların, hem sair kardeşlerimizin kat’î kanaatimiz geldi. Burada eksik olmayan az bir rüzgâr esseydi, o çarşı dükkânlarının ekserisini yandırabilirdi. Hattâ Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] mağazasından on onbeş dükkân tâ uzakta eşyalarını çıkarıp kaçırdılar.

Bazı emarelerle, Sandıklı’da, hem Afyon, Kütahya ortasında, Risale-i Nur’a ve yeni mektuplarımı elde etmeleriyle bana karşı bir ilişmek emareleri göründü. O iki hadisede, İstanbul hadiseleriyle tokat yediler. Bu defa, niyetlerinde bana ilişmek cezası olarak bu tokat geldi, inşaallah [Allah dilerse] o niyetten onları vazgeçirdi ve korkutup susturdu.

Kardeşlerim, sizin zekâvetiniz [zeki oluş] ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz [dayanışma] hakkında nasihatime ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] tesanüdlerine [dayanışma] zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, tâ birbirini ittiham [suçlama] etsin. Belki “Filân talebe bize casusluk ediyor der, tâ bir

150

inşikak [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] düşsün. Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele [karşılama; karşılık verme] ediniz. Fakat çok ihtiyat [dikkat, tedbir] ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] çoktur. Eğer tahakkuk [gerçekleşme] etse, bir talebe onlara hafiyelik [gizli çalışan, casus] ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdünüz, [dayanışma] hem Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, [öğrenci] hem bu memleketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanüdünüzdür [dayanışma] ve şevk ve gayretinizdir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri bu hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] dâim ve muvaffak eylesin. Âmin, âmin.

Umum kardeşlerime tâife tâife, birer birer selâm ve dua; ve dualarını rica [ümit] ediyoruz.

Said Nursî

Yangın hakkında Üstadımızın yazdığı hakikate kat’î kanaatımız geldi; gözümüzle gördük.

 Osman, Mehmed, Hasan, Ceylân ve yardım eden İbrahim

– 68 –

Aziz kardeşim,

Senin mektuplarını iyi gördüm. Fakat şimdiki gazeteciler ve baştakiler, hakikatleri tam takdir edemiyorlar. Hem Risale-i Nur yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı. Ve kıymetini takdir edip müşteri olduktan sonra onların yardımını kabul eder.

Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] celb [çekme] etmemek münasiptir diye düşünüyorum. Fakat yedi sene Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, dinlemeyen bu kardeşinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] ve müdakkik [dikkatli] nâşirleri, [neşreden, yayan, yayınlayan] meşveretle, [danışma] hususan Ispartadakilerle, maslahat [amaç, yarar] ne ise yaparsınız.

Senin bu güzel mektubunu Lâhikaya yazdık. Risale-i Nur’un Lahika Risalesinde Feyzi ile Emin ehemmiyetli mevki kazanmışlar; acaba ne haldedirler? O

151

ehemmiyetli mevkie muvafık vaziyete muvaffak oluyorlar mı? Kederleri yok mu?

Hem, hapishanede hakikaten merdane ve fedakârane istirahatime çalışan ve on sene şahsıma hizmet kadar beni minnettar eden Taşköprülü Sadık ve Hilmi ve İhsan ne haldedirler? Ve o civarda, hususan İnebolu’daki kardeşlerimi unutamıyorum; beni merak etmesinler. Risale-i Nur’un bazı ara sıra bazı yerlerde tevakkufuna [durağan olma] mukabil, pek tesirli ve ehemmiyetli bir tarzda perde altında fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var. Telâş etmesinler; ihtiyat [dikkat, tedbir] ile beraber sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] metanet [gayret, kararlılık] ve yazıda devam etsinler.

Umuma binler selâm ve dua ediyoruz.

– 69 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizleri, birinci vazife-i Nuriyeyi, [Risale-i Nur vazifesi] Asâ-yı Mûsâ‘ya [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ait hizmete başlamanızı tebrik ve Isparta’nızı, diyanette ve âdâb-ı İslâmiyede geri değil, ileri gitmesini ruh u canımızla tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tebrik ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Denizli’nin Hüsrev’i Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur hakkında ve Risale-i Nur’un aslı ve esası ve mâdeni olan hakikat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçeği] ve sırr-ı iman [iman sırrı] ve nur-u Ahmedî [Peygamberimizin (a.s.m.) nuru] târifinde yazdığı manzum [düzenli] fıkrası, [bölüm] içinde tam bir samimiyet ve metin [sağlam] bir kanaat-ı imaniye bulunduğundan; hem herşeyi çabuk kabul etmeyen ve delilsiz teslim olmayan âlim, hususan muallim olduğu halde Risale-i Nur’un hakkaniyetini hem kendi namına, hem etrafındaki rüfekasının [refikler, arkadaşlar] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hesabına bir derece fevkalâde, hâlisane tarif etmesinden Sikke-i Tasdîk-i Gaybî âhirinde, Lâhikadan alınan parçaların sonunda yazılmasını, hem ayrıca Lâhikada da kaydedilmesini ve Halil İbrahim’in de son Risale-i Nur hakkındaki tavsifnamesini [bir sıfatla niteleme] dahi bunun gibi Sikke-i Tasdik-ı Gaybî’nin arkasında yazılmasını münasip gördük ve burada da öyle yaptık. Çünkü bu kadar kuvvetli ve samimî bir kanaat, Sikke-i Gaybî’deki îmalar nev’inde hakkaniyetine bir îma, bir emare olabilir.

152

Salisen: [üçüncü olarak] Hasan Feyzi’nin mektubunda bahsettiği bütün oradaki kardeşlerimize pek çok selâm, tebrik ediyoruz. Hapishaneleri bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] olduğu gibi, inşaallah [Allah dilerse] Denizli vilâyeti de bir nevi Medresetü’z-Zehra hükmüne geçecek. Ve çokların yüzünü ak eden ve Nuru zulümlerden kurtarmaya çalışan ve Nurun şakirtlerinin [öğrenci] her birisine ona hediye edilen risalelerden ziyade hediye vermiş hükmünde mânen bizlere hediyesi var. Bu Nurun tebriki umum ona minnettar olanların hatıralarıdır. Yüzer misli [benzer] mukabili alınmış bir hatıra-i adalettir.

Rabian: [dördüncü olarak] İşaret-i gaybiye ile, “’64’te Risale-i Nur telifçe [kaleme alma] tamam olur” diye haber-i gaybiyeyi iki hal tasdik ediyor.

Birincisi: Çok mühim noktalar hatıra geldiği halde, risaleyi telif [kaleme alma] cihetine sevk edilmiyor.

İkincisi: Risale-i Nur’un hıfz ve neşrine ve sahâbet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. Fakat hadsiz şükür olsun ki, bir biçare ihtiyar Said yerinde çok genç Said’ler o vazifeyi yapıyorlar. Hususan Hüsrev’ler, Feyzi’ler, Ahmed‘ler, [çokça medhedilen, övülen] Mehmed’ler biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] gibi çok Abdurrahman’lar, ve hâkezâ. Hafız Ali’yi kabrinde mesrur, [mutlu] müferrah [ferah duyan, huzurlu] ettikleri gibi, inşaallah [Allah dilerse] kabrimde de öyle mesrur [mutlu] edecekler.

Umum kardeşlerime, mâsumlara, ümmîler, hemşîreler gibi her taifenin herbirisine birer birer selâm ve dua ediyoruz. Çalışkanların da Risale-i Nur’un bereketiyle o yangından ziyanları yoktur, sizlere arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ve selâm edip ellerinizden öperler.

– 70 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Birkaç aydan beri aleyhime çevrilen desiseleri [hile, aldatma] meydana çıktı. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile o musibet, yirmiden bire indi.

Hâli [boş] zamanda camiye gidiyordum. Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için, mahfelde [kapalı bölme, oda] bir kulübecik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar verdim, daha gitmeyeceğim. O malûm zabit [subay] adam vasıta olup

153

kulübeciği kaldırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki, “Daha camiye gitmeyeceksin.” Fakat mânâsız habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp bir heyecan verdiler. Hiç ehemmiyeti yok, hiç de merak etmeyiniz. Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmeyeceğim. Halbuki—Risale-i Nur’un selâmet [huzur] ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] halel [eksik, kusur] gelmemek şartıyla—her gün bin ihanet ve tâzipler [azap] de gelse, Allah’a şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi, buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktan beri beklediğimiz bu hadise de inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile hafif geçti.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

– 71 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Nur-u Muhammedîye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] ve Sahabeye bakan dört sahife çok güzeldir. Âhirinde, Risale-i Nur’a ve dolayısıyla bize bakan kısımlar, Hasan Feyzi’nin hüsn-ü zan[güzel düşünce] pek fazla gitmiş. Gerçi o âhir kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Risale-i Nur’un hakikatini ve şahs-ı mânevisini [mânevî kişilik] murad etmiş. Yine tadile muhtaç gördüm. Bazı kelimeleri ilâve ve birkaçını tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ettiğim halde, yine ondan benim hisseme düşen, bin derece haddimden ziyadedir diye titredim. Fakat madem şakirtleri [öğrenci] şevke ve gayrete getiriyor, size havale ediyorum. Siz, hem bu zamandaki vehhamlıları, [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] hem mesleğimizin mukteza[bir şeyin gereği] olan mahviyet [alçakgönüllülük] ve ihlâs ve terk-i enaniyet noktalarını nazara alınız; münasip gördüğünüz kelimeleri tadil ediniz. Bu fütur [usanç] zamanında ehemmiyetli bir kamçı-yı teşviktir, [teşvik kamçısı] arkadaşlara gönderebilirsiniz.

Hem o kıymetli kardeşimiz, merhum Hafız Ali’nin (r.h.) vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve halefi yerinde Risale-i Nur’a fevkalâde irtibat ve sadakatle bağlıdır. Benim tadilimden gücenmesin.

154

Gayet samimî bir kanaatle ve kuvvetli bir itimatla ve derin bir ilimle ve parlak bir imanla Risale-i Nur’un mahiyetini iki defadır tarif eden Risale-i Nur’un has şakirtlerinden [öğrenci] ve ehemmiyetli eski muallimlerinden Hasan Feyzi’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den aldığı bir ilhamla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Risale-i Nur hakkında ve o Nurun menbaı [kaynak] ve esası olan Nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ve hakikat-i Kur’ân [Kur’ân’ın hakikati] ve sırr-ı iman [iman sırrı] târifinde bu kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yazmıştır.

– 72 –

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 1

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] yaratılmış o büyük Nur-u Ehadden,

Her zerrede nurdur, o ezelden, hem ebedden.

Bir nur ki odur hem yüce, hem lâyetenâhi, [sınırsız, sonsuz]

Ol fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-u İlâhî.

Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (a.s.m.)

Halk olmasa, olmazdı bir zerre ve bir fert.

Ol nuru ânın, her yeri, her zerreyi sarmış,

Baştan başa her dem [an, vakit] bu kesif [katı] zulmeti yarmış.

Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel, [sarsılmaz]

Ârî [arınmış, temiz] ve berî cümleden üstün ve mükemmel.

Bir nur ki bütün zerrede ancak o nümâyân,

Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman.

Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an,

Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.

155

Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur

Bir nur ki eder kalbi de pürnur, çeşmi de pürnur.

Bir lem’adır [parıltı] andan, şu büyük şems ve kamerler. [ay]

Hep işte o nurdan bu acâib koca âlem,

Halk oldu o nurdan yine Cennetle Cehennem.

Şek [şüphe] yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur’ân,

Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan.

Herşeye odur mebde’ [başlangıç] ve asıl ve esas hem,

Ondan görünür nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] böyle mükerrem. [ikram edilen, ikrama mazhar olan]

Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden,

Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden.

Şek [şüphe] yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun,

Şek [şüphe] yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun.

Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,

Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var?

Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar,

Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhâr.

Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol,

Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kimmiş menfur?

Alnında yanan nur-u Muhammeddi Halîl’in,

Yetmezdi gücü bakmaya her çeşm-i alîlin.

Görseydi Resulün [Allah’ın elçisi] o güzel nurunu Nemrud,

Yakmazdı o dem, [an, vakit] nârını ol kâfir-i matrud.

Bir sivrisinek öldürüyor o şâh-ı cihânı,

Atmıştı Halil’i âteşe çünkü o canî.

156

Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan,

Ol âteşe bahseyledi hem berd [soğuk] ü selâmdan.

“Dostum ve Resulüm [Allah’ın elçisi] yüce İbrahim’i, ey nâr,

At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!” [sakın]

Bir gizli hitap geldi de ol dem [an, vakit] yine Haktan

Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan.

Ol nurdan için Yunus’u hıfzeyledi ol hût, [balık]

Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lût.

Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran,

Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken’an?

Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyûb,

Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Yakub.

Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his?

Ol namlı nebi, şanlı şehid Hazret-i Cercis.

Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havva?

Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dâvâ?

Hem âh, neden terk edilip Ravza-i Cennet?

Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet?

Nur şehri olan Tûr’da o dem [an, vakit] Hazret-i Mûsa

Esrâr-ı kelâm hep çözülüp buldu tecellâ.

Bir parça Zebur’dan okusa Hazret-i Davud,

Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev’ud.

Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler,

Bilmem ki neden, hep işiten âh diye inler.

157

Mahlûku bütün kendine râm etti Süleyman,

Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman?

Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes

Esrâr-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.

Ol hangi acip sır ki, çıkar göklere İsâ,

Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yûda.

Nur derdi için tahtını terk eyledi Edhem,

Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.

Çok şahs-ı velî, nur ile hem etti kanaat,

Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu kerâmet.

Her hepsi de pervanesi, [korku] üftadesi nurun,

Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun.

Fillerle varıp Kâbe’ye, hem Ebrehe zâlim;

İsterdi ki, yapsın nice bin türlü mezâlim[zulümler]

İsterdi ki, o beyt yıkılıp şöhreti sönsün,

Halk Kâbe’yi terkederek, kiliseye [Hıristiyanların ibadet ettikleri yer] dönsün.

İsterdi ki, çeksin doğacak nura bir sed,

Hem doğmadan ölsün diye “Mahbub-u Müebbed.”

Günlerce gidip Kâbe’ye, hem yaklaşan ordu,

Birden bire bir tehlike sezmiş gibi durdu.

Sür’atle gelip bir sürü kuş, semt-i bahirden,

Taş harbine başlar, pek acip hepsi birden.

İndikçe havadan, o muammâ gibi taşlar,

Cansız yıkılıp yerlere yatmış nice başlar.

Şahıyla beraber kocaman ordu-yu Mevlâ,

Olsun diye mahbuba nişan, eyledi mûtâ.

158

Hem kavm-i Kureyş, söndürelim derken [anlama, algılama] o nuru,

Erkek ve kadın, cümlesinin kaçtı huzuru.

Müşrik ve muvahhid, [Allah’ın birliğine inanan] iki fırka olup urban, [bir tür elbise]

Yıllarca dökülmüş yine üstüne bir kan.

Şakk etti kamer, [ay] Fahr-i Beşer, ol Yüce Server, [reis, baş]

Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer.

Kur’ân’dı kali, nurdu yolu, ümmeti mutlu,

Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu.

Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser, [Cennette bulunan bir havuz]

Ol Sûre-i Kevser, dedi a’dâsına [düşmanlar] “ebter!”

Ol Şems-i Ezelden kaçınan ol kuru başlar,

Gayyâ-i Cehennemde bütün yakmış ateşler.

Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes,

Ol nura varıp baş eğerek hem dediler pes!

İdrâki olan kafile ayrıldı Kureyşten,

Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten.

Ol kevser-i Ahmed’den içip herbiri tas tas,

Olmuştu o gün sanki mücellâ [parlatılmış, parlak] birer elmas.

Ol başlara tâç, derde ilâç, mürşid-i âlem,

Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem. [her zaman]

Bunlardı o a’dâ[düşmanlar] boğan bir alay arslan,

Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban. [yakın]

Bunlardan o gün ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] cümle kaçardı,

Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz, uçardı.

159

Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli, [yüce]

Dünyada ve ukbâda [ahiret, öbür dünya] da hem şanları âlî. [yüce]

Tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor bunları hep şöylece Kur’ân,

Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan!

Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı,

Merkebleri yeller gibi Düldüldü, Burakdı. [Cennete mahsus bir binek]

Bir cezbe-i “Yâ Hayy!” ile seller gibi aktı,

A’dâya [düşmanlar] varıp herbiri şimşek gibi çaktı.

Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar,

Bunlardı o gün baltalayıp küfrü [inançsızlık, inkâr] kıranlar.

Bunlardı mübarek yüce cem’iyet-i [bir araya gelme] şûrâ,

Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübrâ. [büyük halka]

Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisrâ,

Bunlarla ziyâdar o karanlık koca sahrâ.

Bunlardı veren hasta, alîl [hasta] gözlere bir fer,

Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.

Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habîbin, [sevgili]

Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin.

Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat,

Hem buldu beka, hem de bütün gördü adalet.

Ecdâd-ı izâmın o büyük ruhları küskün,

Zira ne küfürler okunur onlara hergün.

Yağmıştı o gün âh ne kederler, ne elemler,

Âciz onu hep yazmaya, eller ve kalemler.

160

Binlerce yetimin yıkılan kalbini sen yap,

Affet yeter artık, o Habîb [sevgili] aşkına, yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]

Derken [anlama, algılama] yeter artık, bizi affet güzel Allah!

Sarsıldı cihan, öldü de bir gümgüme nâgâh.

Buz parçası halinde bulut, bir yere düşmüş,

Erkek ve kadın hepsi de ol semte üşüşmüş…

Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risâlei’n-Nur

Hallâk-ı Rahîm eyledi mahlûkunu mesrur. [mutlu]

Zulmet [karanlık] dağılıp başladı bir yep yeni gündüz,

Bir neş’e duyup sustu biraz ağlayan o göz.

Bir dem [an, vakit] bile düşmezken onun âhı dilinden,

Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden.

Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar,

Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Her kalbe sürur, [mutluluk] her göze nur doldu bugünden,

Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden.

Arz eyleyelim ol yüce Allah’a şükürler,

Kalkar bu kahr [mahvetme, yok etme] ü cehl [cahillik, bilgisizlik] ve dalâl, [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] şirk ve küfürler.

Ol nur-u Hüdâ saldı ziya, kalbe safâ [gönül hoşnutluğu] hem,

Gösterdi beka, göçtü fenâ, buldu vefâ hem.

Çıkmıştı şakî, [eşkıya, haydut] geldi nakî gördü adâvet, [düşmanlık]

Eylerdi nefiy, [inkâr] oldu hafî [gizli] nur-u hidâyet.

Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet

Ol nur-u Risalet verecek emn ü adâlet.

Allah’a şükür, kalkmada hep cümle karanlık,

Allah’a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık.

161

Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı,

Âlemlere artık yine bir neş’e saçıldı.

Artık bu sönük canlara can üfledi cânan,

Artık bu gönül derdine ol eyledi derman.

Bir fasl-ı bahar [bahar mevsimi] başladı illerde bu günden,

Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden.

Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum,

Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum.

Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken

Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben.

Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık,

Mâşukum [aşık olunan, sevgili] odur, şimdi benim, ben ona âşık.

Ol nur-u ezel hem kararan kalblere lâyık,

Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık.

Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar,

Nur kahrına uğrar, ona hasmâne bakanlar.

Küfrün [inançsızlık, inkâr] bütün alayı hücum etse de ey nur,

Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur.

Sensin yine hâzır, yine sensin bize nâzır

Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır!

Bir neş’e duyurdun imanla sırr-ı ezelden,

Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.

Mâdem ki içirdin bize ol âb-ı hayattan [hayat suyu]

Bir zerre kadar kalmadı havf [korku] şimdi memattan. [ölüm]

Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz,

Mâsum ve alîl, [hasta] türlü belâ çekti sebepsiz.

162

Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,

Zâlim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.

Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın,

Öksüz ve yetim, dul ve alîl [hasta] hepsi de kansın.

Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından,

Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.

Her dem [an, vakit] kokarak hem o güzel râyihasından [güzel ve hoş koku]

Çıksam yine ben âlem-i fâni [gelip geçici dünya] tasasından.

Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün,

Sînemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.

Sensin bize bir neş’e veren ol gül-ü hâlis,

Sensin bize hem cümleden âlâ, dahi muhlis. [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten]

Ey nur-u Risaletten gelen bir burhan-ı Kur’ân!

Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i iman!

Sendin bize matlub, [istek] yine sendin bize mev’ud,

Sayende bugün herkes olur zinde ve mes’ud.

Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya,

Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya.

Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar

Mü’min ve muvahhid [Allah’ın birliğine inanan] seni gözlerdi hep ey yâr!

Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı

Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı.

Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden

Söyler bana ruhum yine مَا ازْدَدْتُ يَقِينًا 1

Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber:

Risalei’n-Nurdur vallah o son müceddid-i ekber.

163

Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret,

Eyler bu mukaddes koca dâvâya şehadet.

En başta gelen şâhid-i adl Hazret-i Kur’ân

Göstermiş ayânen otuz üç yerde o burhan. [delil]

يَامُدْرِكًا 1 ‘in kalbine gömmüş Esedullah, [Allah’ın arslanı; Hz. Ali’nin (r.a.) bir lâkabı]

Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana âgâh.

كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ 2 demiş ol pîr-i [önder] muazzam,

Binlerce velî hem yine yapmış buna bin zam.

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,

Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,

Verdim de arındım ona hem zât ve hayâtı.

Müflis [iflas etmiş] ve fakir bekliyordum şimdi kapında

Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.

“Ben!.. Ben!..” diye yazdımsa da sensin yine ol Ben,

Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.

Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei’n-Nur!

Bir dem [an, vakit] bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ [ey Rabbimiz] mehcur!

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!

Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur. [mutlu]

Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (a.s.m.),

Ey sırr-ı imandan [iman sırrı] gelen nur-u müebbed!

Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes,

Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses.

164

Vallah cemilsin, [güzel] yeter artık bu celâlin!

Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin!

Dergâhını [Allah’ın yüce katı] aç, et bize ihsan, [bağış] yine ey nur-u Risalet!

Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat! [hakikat nuru]

Emmâre [kötülüğü emreden] olan nefsimizin emrine uyduk,

Ver bizlere sen nur ile îkan, [delil ve ispat üzerine inanma] yine ey nur-u Kur’ân! [Kur’ân nuru]

Hırs âteşi sönsün de gönül gülşene dönsün,

Saç nurunu, hem feyzini her an, yine ey nur-u iman! [iman aydınlığı]

Sen nur-u Bedi’, nur-u Rahîmsin, bize lûtfet,

Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlâhî! [Allah’ın nuru]

Dinin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet,

Rahmet bizi, gark [boğma] etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmânî!

Pürnura boyansın bütün âfâk-ı cihanın,

Her yerde okunsun da bu Kur’ân, yine ey nur-u Sübhânî!

Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,

Ağlatma yeter, et bizi handân, yine Ey nur-u Rabbânî!

Ol Ravza-i Pâk-i Ahmedi (a.s.m.) göster bize bir dem, [an, vakit]

Artık olalım hep ona kurban, [yakın] yine Ey nur-u Samedânî!

İslâma zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,

A’dâmızı [düşmanlar] et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî!

165

Her belde-i İslâm ile, olsun bu yeşil yurd,

haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kadar Cennet-i cânan, yine ey nur-u imanî! [iman aydınlığı]

Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için, yâ Rab. [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]

Hıfzet bizi âfât [afetler, musibetler] ve belâdan, yâ Nûra’l-Envâr, Bihakkı ismike’n-Nûr!

 Âciz, bîçâre talebeniz

 Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh)

– 73 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gayet ehemmiyetli bir meseleyi—bundan evvel size icmalen [kısaca, özet olarak] beyan ettiğim meseleyi—tekrar size söylememe kuvvetli, mânevî bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm [neticesiz] kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] menfaati olan eski plânlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü.

O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerimizi soğutmak, fütur [usanç] vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip yalanları ve desiseleri [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri [öğrenci] gibi, çelik ve demir gibi bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadakat ve metanet [gayret, kararlılık] lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] edip evham veriyorlar. “Aman, aman Said’e

166

yanaşmayınız! Hükûmet tâkip ediyor” diye zaifleri vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ Risale-i Nur erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] karşı da, benim şahsımın kusurâtını, [kusurlar] çürüklüğünü gösterip, zahiren dindar ehl-i bid’adan [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] bazı şöhretli zatları gösterip, “Biz de Müslümanız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil” deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve hocaları âlet edip istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. İnşaallah bunların bu plânları da akîm [neticesiz] kalacak. Böyle heriflere dersiniz:

“Biz, Risale-i Nur’un şakirtleriyiz. [öğrenci] Said de, bizim gibi bir şakirttir. [öğrenci] Risale-i Nur’un menbaı, [kaynak] madeni, esası da Kur’ân’dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini [üstün gelme] en muannid [inatçı] düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de—el’iyâzü billâh—Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah [Allah dilerse] sarsmayacak” deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak, ve mübalâğalı [abartılı] propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat [dikkat, tedbir] etmek gerektir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Said Nursî

– 74 –

Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] ve hamiyetini [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve uhuvvetini [kardeşlik] kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”

Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum âlem-i İslâma [İslâm âlemi] taallûk [ait olma, ilgilendirme] edecek hakaiki [doğru gerçekler] cami olduğu, otuz üç âyât-ı

167

Kur’âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] ve Gavs-ı Âzamın kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] kırdığı için, küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve âsâyişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.

Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları veya bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarları veya enaniyetli sofi meşreplileri, [hareket tarzı, metod] bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşaallah muvaffak olamazlar.

– 75 –

Kardeşlerim,

Şimdi tam tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla, teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı perde altında soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber [alt üst] ediyor.

Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor, eski Said’den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur’un harika fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve şakirtlerinin [öğrenci] ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında ve ruhânî ve melâikeler [melekler] yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din [din sahipleri, dindarlar] ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhânî ve melâikelerin [melekler] ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i hakikatın [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarında mel’un olduğu gibi, binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar.

168

O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nur’un nüfuzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut [alçalış, düşüş] edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.

Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum, yakında—tevbe etmemek şartıyla—hiç çare-i halâs yok ki, ecel cellâdıyla sen, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ruhânîlerin nefret ve lânetini kazanacaksın. Tevbe etmemek şartıyla, benim intikamım, senden pek muzaaf [kat kat] bir sûretle alınıyor bildiğimden, hiddet değil, hattâ sana acıyorum!

Amma Risale-i Nur’un, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ve perestiş [aşırı derece sevme] ederler.

Amma şahsımın teessürü [üzülme, etkilenme] ise, kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum ki, bir iki dakika asabiyetle [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] bir teessüratıma [üzülme, etkilenme] mukabil, birden öyle bir tesellî buluyorum ki, bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o tesellîyi kıramaz. Çünkü, Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedî azaplar ve haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ihanetini gördükleri gibi, Risale-i Nur’la imanını kurtaran şakirtleri, [öğrenci] ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesikasını [belge] alıp, ebedî bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar [erişme, nail olma] olacaklarını, feylesofları susturan binler hüccetlerle [delil] beyan etmişiz.

Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh [ilgi] kazanmak ve şan ve şeref bulmak, kat’iyen [kesinlikle] aleyhindedir, kat’iyen [kesinlikle] kabul etmez. Onun için, yirmi senedir inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] tercih etmiş.

Eğer âsâyiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız, pek büyük bir hatâ ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme,

169

yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirtlerinden, [öğrenci] mûcib-i ihtilâl ve medâr-ı mesuliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına, beraatimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, kat’iyen [kesinlikle] size beyan ediyorum ki, dinsizlik hesabına bizi ezen sizler, vatan ve millet, âsâyiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde [tarafında] ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; âsâyiş, idare lehinde [tarafında] sabır ve tahammüle karar verdim.

Elbette dünya daimî olmadığı gibi, hâdisâtı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] ve azap neticeleri var. O zaman, fâidesiz yüz binler teessüf [eseflenme, üzülme] diyeceksiniz. Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir sûrette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını [dayanak noktası] temin etmektir.

– 76 –

Afyon Emniyet Müdürüne derim ki:

Müdür Bey,

Dünyada, eski zamandan beri görülmemiş bu derece kanunsuz ve mânâsız ve maslahatsız [amaç, yarar] tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz?

Bir misali: Camiye, hâlî [boş] zamanda, cemaat hayrına sahip olmak için, bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen “Kat’iyen [kesinlikle] camiye gitmeyeceksiniz” deyip, bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Haberim olmadan, camiin hâlî [boş] bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın

170

yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde, hem bana, hem umum halka mânâsız telâş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Soruyorum.

Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] bahane edip, “Bu menfî adama neden hürmet ediyorsunuz?”

Ben de derim: Bütün dostlarım biliyorlar ki, ben şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını [güzel düşünce] kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mesul eder ki, ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] bana ihanet ediliyor? Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bu teveccüh-ü âmme [halkın ilgisi, sevgisi] hakikat de olsa, vatana, millete fâidesi var, zararı olmaz.

Hem eğer bir parçasını ben de kabul etsem, bu ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk ve soğuk bir oda içerisinde, dehşetli bir haps-i münferitte, [tek başına hapis, hücre hapsi] zarurî hizmetlerimi görmek için bir-iki insanın dostluğunu kabul etmekliğimde hangi fenalık var? Hangi kanun bunu men eder? Bir iki işçi çocuktan başka benimle temas ettirmemek hangi kanunladır? O işçi çocuklar her vakit bulunmadığı için, kendim işimi göremiyorum. Bu dehşetli vaziyeti, elbette bu memlekette inzibat [âsayiş, düzen] ve hükûmet ve idare adamları nazar-ı ehemmiyete almak [dikkate almak, önemsemek] borçlarıdır. Cidden alâkadar eder diye size beyan ediyorum.

 Emirdağında bir tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

Said Nursî

– 77 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, çoktan beri beklediğim bir ciddî yardım, Konya ulemasından görülmeye başladı.

Evet, Risale-i Nur medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış, hakikî sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binâen, umum Anadolunun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan, o mübarek medresenin şakirtleri [öğrenci] kendi malları olan Risale-i Nur’a sahip çıkmaya

171

ve sarılmaya başladığını Sabri’nin mektubundan anladım ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup, bana gelen bütün sıkıntılara sürurla [mutluluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] edip tahammül ediyorum.

Başta, çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur’u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim. Ve has kardeşlerim dairesi içinde isimlerini bildiğim zatları, isimleriyle dua vaktinde yâd ediyorum. Risale-i Nur şakirtlerindeki [öğrenci] şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] itibarıyla, benim çok noksan kazancımdan hisse aldıkları gibi, bütün şakirtlerin [öğrenci] bütün kazançlarından da hisseler almaya yol açıldığını, benim tarafımdan selâmımı, hürmetlerimle onlara tebliğ ediniz.

Isparta kahramanları gibi, Konya’nın mübarek âlimleri Risale-i Nur’a sahip çıktıklarından, daha dünyaca, vazife-i Nuriyeye [Risale-i Nur vazifesi] bir endişem kalmadı. O mübarek ve kuvvetli ellere Risale-i Nur’u emanet edip rahat-ı kalb [kalp rahatlığı] ile kabrime gidebilirim.

Saniyen: [ikinci olarak] Elhak, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok fâidesi dokunan ve on seneden beri Risale-i Nur’a çalışmış gibi haslar dairesinde bulunan Mustafa Osman’ın, Emirdağındaki kardeşlerine, yangın münasebetiyle geçmiş olsun makamında nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] yangınını bahsedip, güzel bir mektup yazmış. Onun mektubunun bir kısmını hem Lâhikada, hem Sikke-i Gaybiye‘de [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] kaydediyoruz; sonra sûretini size göndereceğiz. Benim tarafımdan hem ona, hem yanındakilere, hem vasıta-i muhabere [haberleşme aracı] olduğu Kastamonu ve İnebolu’daki kardeşlerimize pek çok selâmlarla beraber, hattı güzel, vakti müsait olanlar, Isparta ve civarı gibi, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını yazsalar, çok münasip olur. Bu vazife-i Nuriye, [Risale-i Nur vazifesi] inşaallah [Allah dilerse] matbaanın çok fevkinde [üstünde] iş görecek.

Salisen: [üçüncü olarak] Hafız Emin’in Risale-i Nur’a çok hizmeti var. Onun kasabası olan Küre, geçen hadiseden evvel Nuri, Hakkı, İhsan ve merhum Muallim Osman

172

gibi zatların himmetiyle [ciddi gayret] bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne geçip parlak bir surette Nura çalışıyordu. İnşaallah, o kıymettar hizmeti, mümkün oldukça yine yapacak. Gerçi geçen musibette en ziyade onlar üzüldüler, fakat ona mukabil Risale-i Nur’un geniş muzafferiyetinde o kasabanın ve o fedakâr kardeşlerimizin hisseleri çok ehemmiyetlidir.

Hafız Emin, mektubunda diyor ki: “Ben mahkemeden kitaplarımı alamadım. Size gelmiş mi, gelmemiş mi?” diye benden soruyor.

Siz ona selâmımla beraber yazınız ki: Seninki bana gelmediği gibi, sana İstanbul’a gönderdiğim kitaplarımdan da hiçbirisi elime geçmedi. Ve bilhassa İstanbul’a gönderdiğim “büyük kitap” namında, içinde yirmi risaleden ziyade bulunan mecmuayı çok araştırdımsa da bulamadım. Fakat, madem Risale-i Nur kendi kendine intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor ve muhtaç olanlara kendini okutturuyor, Hafız Emin’e ve bizlere sevap kazandırıyor; Hafız Emin de, benim gibi, kitaplarının başka ellerde gezmesinden memnun olmalı.

Hem Küre’de, erkek ve hanım ne kadar Risale-i Nur’la alâkadar varsa, onlara selâm ediyorum. Eskisi gibi şimdi de Küre’ye bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] nazarıyla bakıyorum. Hususan İhsan, Abdullah, Abdurrahman’a selâm ediyorum; ne haldedir? İnşaallah eski parlak hizmeti devam ediyor. Tam bir Abdurrahman olduğunu ispat ettiği gibi, devam edecek.

 Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

– 78 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur yerine beni sıkıyorlar, benimle meşgul oluyorlar. Hiç merak etmeyiniz. عَسٰۤى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse] bu yeni hadisede dahi bir hayır olacak.

Hadise budur: Ceylân’ı ve iki arkadaşları—ki bana hizmet ediyorlardı—yanıma gelmelerini men ettiler. Anahtarı onlardan aldılar, bekçilere verdiler. O bekçilerden birisi geliyor, su ve ekmek gibi işlerimi görüyor. Ben bunun sebebini

173

bilemedim. Fakat bu kasabada bir parti münazaa[ağız kavgası; çekişme] var. Çocuğun bir amcasıHaşiye bir taraftadır. Onun muarızları [itiraz eden, karşı gelen] yapıyor ihtimâli var.

Hem, her tarafta Risale-i Nur’un fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve hariçten gelen anarşistlik müdahalesi sebebiyet verdi zannederim. Ve Sandıklı’da elde edilen mektubatla, bir vasıta-i muhabere [haberleşme aracı] olması bahanesiyle, bu sıkıntıyı verdiler. Siz hiç telâş etmeyiniz, bunun da hiç ehemmiyeti yoktur. Siz yine eski gibi bana yazarsınız. Fakat ben kendim çok yazamıyorum. Güya beni ihanet ve hakaretle çürütmekle, Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] sed çekilecek; divaneliklerinden, üflemekle milyonlar elektrik kuvvetinde bulunan Risale-i Nur gibi bir hakikat güneşi sönecek diye —ziyade sevabı bana kazandırmak için—beni fazla sıkıyorlar.

Medâr-ı ibret [ibret kaynağı] ve dikkat bir tevafuktur ki, dün, çocukla pederini zabıta celb [çekme] edip ifadelerini aldığı aynı dakikada, ehemmiyetli bir vukuatı, telefon-u zâbıta haber vererek, bütün erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] telâşa düşürttü. Mahall-i vak’aya gitmeye mecbur oldular. Mânen onlara denildi:

“Siz sinek kanadı kadar zararı olmayanı bırakınız; kartallar, belki ejderhalar gibi zararlara bakınız.”

Hem camiden [cansız] men hadisesinin aynı vaktinde, men’e emir veren yeni kaymakam, Afyon’da, ameliyata maruz kaldı. Lisan-ı haliyle [beden dili] ona denildi: “Ölüm var! Onun idamından kurtulmasına çalışanı tazyik değil, belki çok takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmek gerektir.”

Umum kardeş ve hemşirelerime birer birer selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

174

– 79 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve mübarek vârislerim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve emin vekillerim,

Evvelâ: Size kat’î haber veriyorum ki, hakkımızda ve Risale-i Nur hizmetinde, inayet-i Rabbaniye ve tevfikat-ı [başarı] Samedaniye devam ediyor. Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan [bağış] ediliyor. Onun için, geçici, muvakkat [geçici] sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.

Saniyen: [ikinci olarak] Mümkün olduğu kadar Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını yazmakta fütur [usanç] ve tevakkuf [durağan olma] verilmesin. O kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] birinci vazifenin pek çok ehemmiyeti var.

وَبِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ 1 Onun hakkında İmam-ı Ali (r.a.) demiş.

Size iki Ali’nin on dört parça mübarek risalelerini tashih edip posta ile gönderdim. Burada hem beni, hem talebeleri şevkle tam çalıştırdılar. Kastamonu’da imdadıma geldikleri gibi, burada dahi o iki kahraman yine imdadıma yetiştiler.

Salisen: [üçüncü olarak] Ben burada gerçi pek çok sıkılıyorum. Fakat sizlerin fütursuz [usanmadan] çalışmanızı düşündükçe ve iştiyakla [arzu, istek] beklediğim mülâyimane ve tesellîkâr mektuplarınızı gördükçe, o sıkıntılar gider, bazan sevinçlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler. Benim mektuplarımı yazan, şimdilik yanıma gerçi gelemiyor; fakat şahsî hizmetten başka, Risale-i Nur’a ait üç dört vazifesi var. Onları mükemmel yapıyor.

Hem, benim hususî işlerimi de kapıya gelip anlar, gider, onları da yapar.

Rabian: [dördüncü olarak] Sair yerlerdeki kardeşlerimiz Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] yazmasına başlamışlar mı? Bu birinci vazifeyi eskiden yapan ve yanında mevcut bulunan zatlar, bir cilt içine alıp, ikinci vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] olan mu’cizatları zeyilleriyle [ilave, ek] beraber tedarikine başlasınlar. Veyahut geri kalanlara yardım etsinler. Elinden geldiği kadar güzel ve tashihli yazılmalı.